ttk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ttk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Şubat 2013 Pazartesi

Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilatı, İsmail Hakkı Uzunçarşılı

Osmanlı tarihine dair gerek dilimizde ve gerekse yabancı dillerde birçok eser yazılmıştır. Bunların bir kısmı Osmanlıların ilk devirlerine ait Türkçe tarihlerle vakanüvis tarihleridir; eğer biri bu Osmanlı tarihlerini okuyacak olursa, üç kıtaya yayılmış olan bu muazzam imparatorluğa ait pek yüzeysel ve bir kısmı da noksan ve yanlış malumat sahibi olur. Yabancı dillerde yazılmış olanların pek çoğunun yorumları alaycı ve tenkitlerle dolu olarak görülür. Yazar Osmanlı saray teşkilatını en ince ayrıntılarına kadar belgeleriyle ele almaktadır. Yazarın ele almış olduğu bu konular o kadar teferruatlıdır ki, bunları tek tek burada zikretmemiz mümkün değildir. Kitaptan kendi düşüncelerimize göre önemli saydıklarımızın kısa özeti aşağıda bulunmaktadır.
    Rumeli fütuhatının devam ettiği ilk zamanlarda Osmanlı Devleti’nin merkezi Bursa idi. Edirne’nin ele geçirilmesinden sonra da burası derhal merkez olmamış, 1417 yılına kadar beklenilmiş ve bu tarihte bugünkü Selimiye Cami civarına saray yapılmıştı. Padişahlar duruma göre bazen Edirne sarayında oturmakla beraber Bursa’yı terk etmemişlerdi. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldıktan sonra da epey müddet Edirne Sarayını tercih etmiş, 1457 senesinde çıkan yangın sonucu payitahtı ile beraber İstanbul’a, bugünkü Topkapı Sarayı’na taşınmıştır.
    Osmanlı Hanedanı Oğuz Boylarının Boz ok şubesinden Kayı’lara mensuptur.  Osman ve Orhan Beyler Anadolu’da büyük nüfuzları olan Ahi’lerin faaliyetlerinden istifade etmişlerdir. Orhan Bey’den itibaren yavaş yavaş kabile görüntüsünden sıyrılarak ortaya zamanın en modern askeri teşkilatını çıkararak devletleşme yolunda büyük bir adım atılmıştır. Orhan Bey’le beraber kurulan Osmanlı Hanedanı içinde devlet reisinin seçimi II. Murat zamanına kadar nüfuzlu şahsiyetlerle beylerin elindedir. Osmanlı’daki diğer beylerin hükümdarlar üzerindeki hüküm ve nüfuzu Fatih’in İstanbul’u fethine kadar devam etmiştir. Fatih kuvvetli bey ve devlet adamlarının nüfuzlarından saltanat usulünü tesis ederek kurtulmuştur.
    Yıldırım Beyazıt’ın vefatından sonra fetret devrinde şehzadeler arasında saltanat mücadelesi doğmuş, nihayetinde bu mücadeleden Çelebi Mehmet galip çıkarak dağılan devleti toparlayabilmiştir. Devletin parçalanma ve dağılma riskine karşı Fatih meşhur kanunnamesine gerektiğinde kardeş katlinin vacip olduğunu koydurtmuştur.
    İlk Osmanlı Hanedanı memleketlerini genişletmek ve yeni yeni kanunlarla devlet esasını kuvvetlendirmek için çalışmışlar, gerek kendileri ve gerekse devlet ricali bu yeni devleti ilmi, içtimai eserlerle süslemişlerdir. Kanuni Sultan Süleyman’ın 74 yaşında ordusunun başında bulunarak savaş meydanında vefatına kadar süren Osmanlı padişahlarının faaliyet devirleri, ondan sonra kapanmış sayılmakta ve yazara göre, eğer IV. Murat yaşayıp saltanatı devam etmiş olsaydı, devletin daha sonraki sıkışık devirleri görmeyeceği yani duraklama devrinin daha uzayacağı kuvvetle muhtemeldir.
    Osmanlı Padişahları Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren, bizzat divan müzakereleri ile alakalarını kesip, haftada dört gün olan divan toplantılarındaki reisliği, vezir-i azamlara bırakmışlardır. Fatih’e kadar padişahlar az çok aşiret geleneklerine sadık kalmışlardır. Fatih saltanat usulünü tesis ederek halkla daha az temas eder olmuştur. Fatih’in zamanına kadar devlet adamları ve sadrazamlar Türk’tür. Bu tarihlerden itibaren devşirmelikten yetişmiş olan ve Türk olmayanlar bu görevlere getirilmişlerdir. Fatih’in saltanatı tesisini müteakip padişahlar içerisinde bazen deli olanları bile tahta çıkmıştır.
    Padişah çocuklarına Çelebi Mehmet zamanına kadar ‘çelebi’ denilmiş, bu tarihten itibaren “şehzade” tabiri kullanılmıştır. Şehzadelerin doğumu büyük ve gayet teferruatlı törenlerle ilan edilir ve I.Abdülhamit zamanına kadar masraflı şenlikler yapılmıştır. Şehzadelerin eğitimine büyük önem verilir kendilerine bir baş hoca tayin edilir ve zamanın bilginlerinden müspet ilimlerde dâhil olmak üzere dini ilimler yabancı dil, at binmek, kılıç kullanmak gibi derslerde verilmiştir. Orhan Bey’den sonra, devlet ailenin müşterek malıdır diye malum olan kanunda tadilat yapılmış ve I.Murat’tan itibaren devlete iştirak hakkı aileden alınarak hükümdar ile onun oğullarına verilmiştir.İlk Osmanlı şehzadeleri önemli olan sancak ve illerde valilik etmiş ve kendilerine payitahttan divan-ı hümayundaki vazife sahipleri gibi divan heyeti, lalalar, kapı halkı, solak, peyk v.s verilmiştir. Saltanat hırsı, hariçten ve dâhilden tahrik, can kaygısı gibi sebeplerden dolayı on altıncı asır başlarına kadar olan zamanda, şehzadelerin fırsat buldukça saltanat iddiasıyla meydana çıktıkları ve başarılı olamayanların derhal öldürüldükleri ve bir kısmının da memleket dışına çıktıkları olmuştur.
    Kanuni’ye kadar padişah eşleri, yakın civarlarda bulunan beylerin kızlarıdır. Bu tarihten itibaren padişah eşleri sarayda yetişmiş olanlardan veya hediye edilen güzel kadınlardan seçilmiştir. Yalnızca ikinci Osman devam eden bu geleneğe muhalif olarak Şeyh-ul İslam’ın kızıyla nikâhlanmıştır. Harem, girilmesi yasak olan yer manasına gelmektedir. Muhtelif ırktan seçme güzel kadınları ihtiva eden sarayın harem dairesi;  cariyeler, satın alınanlar, sultan ve devlet erkânının hediyeleri olanlardan oluşmaktadır.  Bunlar itina ile ve saray terbiyesi denilen muayyen usul ve kaide altında yetiştirilmişlerdir. Hareme girişte uzman  bir kadın tarafından muayene edilir,vücutça kusursuz olmaları şartı aranmıştır. Cariyelere dini eğitim, okuma yazma, müzik, biçki, dikiş, nakış gibi eğitim konuları gösterilirdi ve kendi aralarında acemiler, cariye, şakirt, usta ve gedikliler olmak üzere beş adet dereceleri vardır. Padişahın gönlünü çelene ikbal denmiş ve İkbal’in gebe kalması durumunda padişah eşliğine geçirilmişlerdir. Padişahların tahta çıkış ve vefatlarında valide sultanlar için kabul törenleri düzenlenirdi. Bunlardan Nurbanu Sultan, Safiye Sultan, Kösem Sultan devlet işlerine fazlaca müdahale etmiş ve birçok kanunsuzluklara yol açmışlardır. On altıncı asır başlarına kadar padişahlar kızlarını Anadolu beyleri ve onların oğullarına vermişler, bu tarihten itibaren, Osmanlı vezir ve beylerine verilmesi adet edinilmiştir.
    Harem ağaları, Osmanlı sarayının ve bütün Enderun ve Harem-i Hümayun ağalarının en büyüğü olmuştur. Derecesi Sadrazam ve Şeyh-ul İslam’dan sonra gelmiştir. Esas vazifesi ise sarayın kadınlara ait olan harem-i hümayun kısmına nezaret etmek işi olmuştur. Harem ağalarının nüfuzları bilhassa on yedinci asırla on sekizinci asrın ortalarına kadar iyice artmış, o kadar ki bazıları devlet idaresini ellerinde bulunduracak derecede büyük bir nüfus ve salahiyet sahibi olabilmişlerdir.
    Padişahların cülusları merasimle yapılır ve hiç vakit geçirilmeden yeni padişaha hemen o gün biat olunmuştur. Bu biatler tamamen bir protokol içerisinde törenle icra edilmiştir. Tahta çıkan her yeni hükümdar cülusundan birkaç gün sonra büyük bir alayla Eyüp’e gider ve orada türbede kılıç kuşanma merasimi yapmıştır.
    Sultan tabiri Müslüman hükümdarlarının bilhassa Sünni kısmına ait bir unvandır. Başlangıçtan itibaren halk arasında yaygın olarak kullanılmayıp daha ziyade kitabe, para ve vesikalarda kullanılmış, halk arasında hünkâr ve padişah isimleri tercih edilmiştir.
    Osmanlı hükümdarlarından her birinin kendi isimleri ile babalarının isimlerini içeren biri zümrüt diğer üçü altından yüzük şeklinde tuğralı dört adet mühürleri olmuş, her hükümdar değiştikçe tuğra gibi mühürde değişmiştir.
    Üç buçuk asırdan fazla bir zaman Osmanlı padişahlarına mesken olan Topkapı Sarayı birçok olaylara sahne olmuştur. Divan-ı Hümayun müzakereleri, ulufe tevzii, sefirlerin kabulü, cülus, bayram tebrikleri gibi merasim hep burada yapıldığı gibi kapı arası hapis ve işkencesi, siyaset ve cellat çeşmesi, balıkhane mahalli de bu saha dâhilindedir. Fakat bunlar sarayın ‘Birun ‘ kısmına ait olup padişahların asıl meskeni olan saray  (harem-i hümayun) bambaşka bir teşkilata tabi olmuş ve buna da ‘Enderun’ teşkilatı denmiştir. Padişahlar, takriben on beşinci asır ortalarından itibaren, on sekizinci asır başlarına kadar, şahıslarına mahsus merkez ordusuyla devlet idaresi için elemanlar yetiştirmekten ziyade, Müslüman ve Türk terbiye ve kültürüyle yoğrulmuş, kendilerine sadık bir sınıf yetiştirerek bunların bir kısmını kendi sarayında ve bir kısmını ordusunda terbiye ettirdikten sonra, devletin idare ve düzenini bunların ellerine vermişlerdir. Bu devşirme çocukları, Topkapı sarayına alınmadan evvel büyük bir itina ile yetiştirilerek dini usulleri ve Türkçeyi öğrenir, sistemli tarzda mükemmel bir tahsile tabi tutulurlar ve sıraları gelince liyakat ve kabiliyetlerine göre saray haricindeki muhtelif devlet hizmetlerine tayin edilmişlerdir. Bundan dolayı Osmanlı sarayı aynı zamanda tahsil ve terbiye ile devlet işlerine gönderilecek olanları yetiştiren bir müessese anlamı kazanmıştır.
    Birun teşkilatının çok çeşitli işleri olduğundan her birinin memurları da ayrı ayrı sınıflardan seçiliştir. Burada hizmet eden ilmiye sınıfı ile dış ağaları sarayın harem ve Enderun kısmının haricindeki yerlerde oturup işlerini görüp ve akşamları evlerine gidebilme iznine sahiptirler. Bunlar Enderun ağaları gibi sıkı bir disipline ve sarayda yatıp kalkmaya mecbur değiller, arzu edenler sakal salıverebilmiştir. Bilumum birun teşkilatına ait tayinler sadrazam tarafından yapılmıştır.
    Osmanlı tarihinde padişah cülusu, doğum, harp ilanı, ordunun hareketi, sadrazamlara mühür verilmesi, denize gemi indirilmesi, sultan düğünü v.s hep müneccim başının tertip ettiği bir cetvel üzerine eşref saat seçimiyle, o saat ve o dakika icra olunmuştur. Müneccim başının vazifelerinin en büyüğü takvim tertip etmek olmuştur.

    Türk Tarihi’nin önemli safhalarından biri ve bol miktarda belgesi bulunan Osmanlı Türklerinin tarihte pek büyük rol oynadıkları halde yirmi birinci asırda bile kendi tarihlerini tahlili ve eleştirel bir şekilde yazılmamış olması affolunmaz bir hatadır. Şimdiye kadar hep Osmanlı Tarihini, henüz tüm belgeler deşifre edilemediğinden, yabancıların bakış açısıyla gördük. Haliyle yabancılar içimizi ve kültürümüzü tam kavrayamadıklarından noksan kaldıkları yerlerde kendi kültürlerinin tanımlamalarını bize dikte ettirdiler. Bunun yüzünden kendi insanımızı yanlış tanıdık, kendi tarihimizle barışık olamadık ve köklerimizden gittikçe uzaklaştık.
    Okullarda öğrendiğimiz Osmanlı Tarihi genellikle savaşlar, zaferler, mağlubiyetler ve kısmen de Osmanlı Devleti’nin merkez teşkilatı üzerinedir. Yazar, bu kitapta 600 yıl hüküm sürmüş bir imparatorluğun, saltanat tesisini, saraylarını, şehzadelerini, törenlerini ve saray teşkilatını en ince ayrıntılarına kadar belgeleriyle kendi içimizden biri olarak ortaya koyarak büyük bir boşluğu doldurmuştur.
    Özellikle Fatih Sultan Mehmet’ten sonra Osmanlıların bir devlet olabildiğini ve bunun sonucu, günümüz şartlarına göre, mübalağalı bir saray protokol ve törenlerinin var olduğunu görmekteyiz, öyle ki padişahın her günü ve her işi tamamen kasvetli bir tören içerisinde geçmektedir. Her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş ve bu ritüelleri gerçekleştirecek personel tefrik edilmiştir.
    Günümüzden o zamanlara baktığımızda bunların bize gereksiz, abartılı gelmesi gayet doğaldır. Ama o zamanın şartlarıyla değerlendirdiğimizde belki de asrının gerekleri olabileceği akla pek yatkın gelmektedir .

16 Şubat 2013 Cumartesi

Edirne, TTK

Eser, Edirne’nin Osmanlılar tarafından alınışının 600’üncü yıldönümünü kutlamak amacıyla Türk Tarih Kurumu üyelerinden Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver, Tahsin Öz, Prof. Dr. Halil İnalcık ve Prof. Dr. Tayip Gökbilgin’den oluşan özel komisyonun yaptığı çalışmaları kapsamaktadır. Edirne eserinin baskısı 1965 yılında tamamlanmıştır.
    Bu çalışma, Edirne hakkında yapılan çeşitli araştırmaları bir araya getiren bir eserdir. Eserde, Türk bilginlerinin hazırladığı 22 orijinal araştırma yazısı bulunmaktadır.
    Eserde, yüzyıllarca Türk kültürüne merkez olmuş ve Türk mimarisinin  şaheserlerini saklayan Edirne ilinin  tarihi ve medeniyeti  anlatılmaktadır.
    Eser, Edirne’nin Osmanlılar tarafından alınışının 600’üncü yıldönümünü kutlamak amacıyla Türk Tarih Kurumu üyelerinden Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver, Tahsin Öz, Prof. Dr. Halil İnalcık ve Prof. Dr. Tayip Gökbilgin’den oluşan özel komisyonun yaptığı çalışmaları kapsamaktadır. Edirne eserinin baskısı 1965 yılında tamamlanmıştır.
    Bu çalışma, Edirne hakkında yapılan çeşitli araştırmaları bir araya getiren bir eserdir. Eserdeki 22  araştırma yazısını şöyle sıralayabiliriz:
    Ord. Prof. Dr. Besim Darkot: Edirne, Coğrafi Giriş
    Ord. Prof. Dr. Şevket Aziz Kansu: Edirne’ nin Tarihöncesine ait Araştırmalar
    Ord. Prof. Dr. Arif Müfit Mansel: İlkçağda Edirne
    Prof. Dr. Semavi Eyice: Bizans Devrinde Edirne ve bu devre ait Eserler
    Prof. Dr. Tayip Gökbilgin: Edirne Hakkında Yazılmış Tarihler
    Prof. Dr. Tayip Gökbilgin: 15. Asrın Birinci Yarısında, 2. Murat Devrinde Hıristiyan Birliği ve Osmanlı Macar Mücadeleleri Esnasında Edirne
    Prof. Dr. Halil İnalcık: Edirne’nin Fethi
    Prof. Dr. Tayip Gökbilgin: Edirne Şehrinin Kurucuları
    Prof. Dr. Bekir Sıtkı Baykal: Edirne’nin Uğramış Olduğu İstilalar
    General Nazmi Çağan: Balkan Harbinde Edirne
    Tahsin Öz: Edirne Yeni Sarayında Kazı ve Araştırmalar
    Prof. Dr. Oktay Aslanapa: Edirne’de Türk Mimarisinin Gelişmesi
    Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver: Edirne Medeniyetimiz ve Tezyini Misalleri
    Rauf Tunçay: Türklerde Oyma Sanatı ve İkinci Beyazıt Camiinin Oyma Süslemeleri
    Prof. Dr. c: Edirne II. Beyazid Darüsşifası
    Salih Zorlutuna: 17. Yüzyılın İkinci Yarısında Edirne’nin Sahne Olduğu Şahane Sünnet ve Evlenme Düğünleri
    Rakım Ertür: Eski Kırkpınar
    Prof. Dr. Hamit Sadi Selen: Yazma Cihannüma’ya Göre Edirne Şehri
    M. Uğur Derman: Edirne Hattatları ve Edirne’nin Yazı Sanatımızdaki Yeri
    Prof. Dr. Feridun Nafiz Uzluk: Edirne Kitaplığındaki Tıp Yazmaları
    Nurettin Kalkandelen: İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinde Bulunan Edirne’ye ait Eserler     Bibliyografyası
    Ord. Prof.Dr. A. Süheyl Ünver: Edirneli İki İnce Oymacımız
    Bu makaleleri incelediğimizde:
      (1) Ord. Prof. Dr. Besim Darkot, Coğrafi Giriş:
    Coğrafi bir tetkikte; ilk olarak Edirne’nin neden bugünkü yerinde kurulmuş olduğu, burada kurulan şehrin bugüne kadar nasıl yaşamış bulunduğu, bugünkü yaşamda nasıl yaşamaya devam ettiği, tarih devirleri boyunca Edirne coğrafyası, bugünkü Edirne, Edirne’nin mahalleleri, nüfusu anlatılmaktadır.
      (2) Ord. Prof. Dr. Şevket Aziz Kansu, Edirne’nin Tarihöncesine Ait Araştırmalar:
    Edirne’nin tarihöncesi ve ilk iskan tarihi ile ilgili bu makalede Edirne’nin yazıdan önceki ve insandan önceki devirleri anlatılmaktadır.       
      (3) Ord. Prof. Dr. Arif Müfit Mansel, İlkçağda Edirne:
    Arda ile Tunca’nın Meriç nehri ile birleştikleri yerde, verimli araziyi sınırlandıran dalgalı arazinin yamaçlarında kurulmuş olan Edirne şehri bir taraftan İlkçag’da seyrüsefere elverişli olan aşağı Meriç vadisi ile Ege Denizi’ne bağlı; diğer taraftan da Orta Avrupa’dan İstanbul Boğazına inen ana yolun üzeride bulunmaktadır. Bu makalede İlkçağda Edirne tarihi anlatılmaktadır.
      (4) Prof. Dr. Semavi Eyice: Bizans Devrinde Edirne ve Bu Devre Ait Eserler:
    Bu araştırmada Bizans devrinde Edirne’nin kısa bir tarih kronolojisi ile burada Bizans devrine ait olduğu bilinen fakat bugün izleri kalmayan birkaç mimari eserden bahsedilmektedir.
      (5) Prof. Dr. Tayip Gökbilgin, Edirne Hakkında Yazılmış Tarihler:
    Edirne hakkında yazılmış tarihlerden bahsederken, ilk olarak Hikayet-i Beşir Çelebi denilen ve Tarih-i Edirne olarak bilinen risale ve Hibri Abdurrahman Efendi’nin Enis-ül Müsamirin adlı eserleri anlatılmaktadır.
       (6) Prof. Dr. Tayip Gökbilgin, 15. Asrın Birinci Yarısında, 2. Murat Devrinde Hıristiyan Birliği ve Osmanlı Macar Mücadeleleri Esnasında Edirne:
    Edirne fethedilip de Rumeli’de başlıca bir hareket üssü olduğu ilk anlardan itibaren, Osmanlı Devletinin Balkan yarımadasında temasa geçtiği milletler Şark Hıristiyanlık camiasına mensup ve bu kültür muhitine tabidirler. Bu milletler Batı Hıristiyanlığı ile alakası ile gevşek, çok defa onlardan birinin veya birkaçının emperyalist  emellerine hedef bir cemiyet bünyesine sahiptir. I. Murat ve Yıldırım Beyazıd devirlerinin Balkan harekatı, kuruluş devrini yaşayan devletin meselelerinin hep bu istikamette ve karakterde olduğunu göstermekte ve Doğu Kilisesine bağlı küçük ve zayıf devlet görünümünde bulunduklarını anlatmaktadır.
      (7) Prof. Dr. Halil İnalcık, Edirne’nin Fethi:
    Bulgar tarihçisi A. Burmov’a göre, Edirnenin Çirmen muharebesinden ( 26 Eylül 1371) sonra, yani 1371 yılının Eylül veya Ekim başlarında fethedildiği; İ. H. Uzunçarşılı’ya göre ise Orhan 1362  de ölünce I. Murat tahta çıkmış, kardeşlerinin isyanı ile karşılaşmış, onları itaat altına sokmak için doğuya sefer yapmak zorunda kalmış ve dolayısı ile I. Murat’ın Edirne’ye ancak 1363, hatta 1364 veya 1365 de girmiş olabileceğini anlatılmaktadır.
      (8) Prof. Dr. Tayip Gökbilgin, Edirne Şehrinin Kurucuları:
    Osmanlı İmparatorluğunda şehirlerin teşekkülünde, eski Bizans kale ve kasabalarının tipik birer Türk – Müslüman şehri olarak gelişmesinde ve umumiyetle memleketin inkişafında rol oynayanların, birinci derecede hükümdarlar ve devlet idaresinde belli başlı bir mevki ve vazifesi olanlar olduğu ve Edirne’nin Türklerin eline geçtikten iki asırdan daha az bir zaman içinde, geniş mahalleleri ve mamur semtleri ile muazzam bir şehir haline geldiği anlatılmaktadır.
      (9) Prof. Dr. Bekir Sıtkı Baykal, Edirne’nin Uğramış Olduğu İstilalar:
     Fetihten sonra geçen dört yüzyıla yakın bir zaman  boyunca  Edirne’nin  bir huzur devri yaşadığı, ancak geçen yüzyıl ile bu asrın başlangıcında dört defa düşman istilasına uğradığı, ilk ikisinin Ruslar, üçüncüsünün Bulgarlar ve sonuncusunun Yunanlılar tarafından olmak 1829,1878,1913,1920 tarihlerinde olduğu anlatılmaktadır.
     (10) General Nazmi Çağan, Balkan Harbinde Edirne:
    Edirne, 1829 Rus işgali, 1877- 1878 ikinci Rus işgali, 1912-1913 Bulgar işgali 1920-1922 Yunan işgaline uğramıştır. Bu makalede, Balkan harbinde Edirne’nin ve kalesinin Bulgarlar tarafından kuşatılması ve işgali anlatılmaktadır.   
      (11) Tahsin Öz, Edirne Yeni Sarayında Kazı ve Araştırmalar:
    Edirne Yeni Sarayı, Tunca’nın batısında, Sultan II. Murat tarafından 1450’da yaptırılmasına başlanılmış ve hükümdarın vefatı üzerine bir müddet durmuş nihayet oğlu genç Fatih Sultan Mehmet tarafından bitirilmiştir. Makalede ayrıca Cihannüma Kasrı, Kum Kasrı, Kum Kasrı Hamamı, Su Maskemi, Namazgah eserleri tanıtılmaktadır.
      (12) Prof. Dr. Oktay Aslanapa, Edirne’de Türk Mimarisinin Gelişmesi:
    1361 yılında Murat Hudevandigar tarafından zaptedildiği zaman Edirne Meriç nehri kenarında ve kale içinde kurulmuş küçük bir şehirken, Osmanlıların eline geçtikten sonra kısa zamanda camiler, saraylar, köprüler, kervansaraylar, han, hastane ve imaret gibi abidelerle genişleyerek iki yüzyıl içinde mimari tarihi bakımından en canlı bir sanat merkezi haline geldiği anlatılmaktadır.
        (13) Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver, Edirne Medeniyetimiz ve Tezyini Misalleri:
    Edirne ve havalisinin 13. asır ortalarında yeni bir ruh ve iman ile alınmasından ve oralarda milli ve dini benliğimizle vücuda getirilen yeni medeniyetin 600 senedir devam ettiği, bu medeniyetin bizden öncekilerin devamı olmadığı, içtimai yaşayışımızın eskilere nazaran daha iyi olduğu, ilimde, sanatta, his ve hareketlerimizde başka yerlere nazaran emsalsiz olduğu anlatılmaktadır.                   
      (14) Rauf Tunçay, Türklerde Oyma Sanatı ve İkinci Beyazıt Camiinin Oyma Süslemeleri:
    İslam dininin heykeltıraşlık sanatına müsaade etmemesinin, Müslümanlar ve Türkler arasında taş v.e tahta oyma işçiliğinin gelişmesine, Osmanlı İmparatorluğu zamanında en yüksek seviyeye ulaştığı, bu devirde kullanılan şekillerin, hendesi karakterini kaybettiği, çiçek, nebat, hayvanların stilize edilmesinden meydana gelen tezyini modeller kullanıldığı, mimari eserlerin iç ve dış kısımlarının bu sanatın ustaları tarafından bezendiği anlatılmaktadır.
      (15) Prof. Dr. Bedi Şehsuvaroğlu, Edirne II. Beyazid Darüsşifası:
    Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından,  1308’den sonra zamanla kurulan Anadolu Beylikleri ve Osmanoğulları fethettikleri her şehri nice anıtlarla bezerken bir yandan da sağlık ve sosyal yardım tesislerini inşa etmişlerdir.
    Sultan Bayezid II. Kili ve Akkerman fethine giderken, seferde ihtiyaçlarını son bir defa gözden geçirmek için, bir müddet Edirne’de kalmıştır. Bu sırada Tunca kenarında 23 Mayıs 1484 günü cami, hastane, medrese, imaret, hamam, değirmen ve köprüden ibaret bir külliyenin temellerini atmıştır.
      (16) Salih Zorlutuna, 17. Yüzyılın İkinci Yarısında Edirne’nin Sahne Olduğu Şahane Sünnet ve Evlenme Düğünleri:
    1674 seferinden sonra Padişah Sultan IV. Mehmed’in şehzadelerine yaptırdığı sünnet ve eşi Hatice Sultanın evlenme düğünlerinin kaleme alındığı bu tarihçe zamanın haşmet, zenginlik ve adetlerini belirtmekte; saray mensupları ve devlet adamlarını tanıtılmaktadır. Makalede düğünden evvel yapılan hazırlıklar, sünnet düğünü ziyafetleri ile sünnetin icrası ve evlenme düğünü anlatılmaktadır.
      (17) Rakım Ertür, Eski Kırkpınar:
    Makalede Kırkpınar güreşlerinin mahalli, güreşlere hazırlık, Kırkpınar’ın başlaması, ödüller, gelen misafirlerin ananevi ağırlanması, hakem heyeti, Kırkpınar ağalığının satılması ve yeni ağanın ilan edilmesi, son zamanın ağaları anlatılmaktadır.
      (18) Prof. Dr. Hamit Sadi Selen, Yazma Cihannüma’ya Göre Edirne Şehri:
    Katip Çelebi yazdığı Cihannüma’da Akdeniz memleketlerinin büyük merkezlerinden İstanbul, Bursa ve Edirne’ye diğer şehirlerden daha fazla yer ayırmıştır. Eserde Edirne’nin mamur olduğu devirdeki büyük tesisler hakkında toplu bir bilgi verilmektedir. Eserde; Edirne hisarı, kuleleri, kaplıcaları, çarşılar, saraylar, kasırlar, camileri, medreseleri, zaviyeleri, türbeleri, hanları, hamamları, nehirler, bahçeleri, köprüleri tanıtılmaktadır.    
      (19) M. Uğur Derman, Edirne Hattatları ve Edirne’nin Yazı Sanatımızdaki Yeri:
    Tespit edilen en eski Edirne’li hattat, Fatih devri şöhretlerinden Yahya es-Sofi’dir. Bunların dışında Yedikule’li Seyyid Abdullah, Yusuf-i Rumi, Kevkep Mehmet Efendi, Darpzade Mustafa, Abdullah b. Ahmet Rodosi zade, Mustafa el Hafız, Hüseyin b. Ahmed, İsmail b. Ahmed, İbrahim bin Mehmet, Ahmet Dede, Seyyid Mehmet b. Ali, Mustafa b. Ali, Mehmet b. İbrahim, Hasan Vasfi, Mustafa Mehdi, Ali Remzi, Mustafa Rasim, Mustafa İzzeti, Şerif Hulusi, Şerif Fıtri, Zahide Züheyla tanıtılmaktadır.
      (20) Prof. Dr. Feridun Nafiz Uzluk, Edirne Kitaplığındaki Tıp Yazmaları:
    Makalede Çelebi Mustafa Paşa’nın Selimiye Camii içindeki kitaplığındaki tıp kitapları tanıtılmaktadır.
      (21) Nurettin Kalkandelen, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinde Bulunan Edirne’ye Ait Eserler Bibliyografyası:
    Burada; yazma eserler, üniversite mezuniyet tezleri, muhtelif mevzuda eserler, mimari ve eski eserler, tarihler, coğrafi eserler, harita ve planlar, fotoğraflar, resimler, dergiler, gazeteler, yıllıkların listesi verilmektedir.
      (22) Ord. Prof.Dr. A. Süheyl Ünver, Edirneli İki İnce Oymacımız:
    Edirneli iki oymacımız Nakşi ve Halazade tanıtılmaktadır.

   

28 Nisan 2012 Cumartesi

Türk Yazı Devrimi, Bilal N. Şimşir

Türk Yazı Devrimi, Bilal N. Şimşir, Türk Tarih Kurumu, 1992, Ankara
Türk Yazı Devrimi’nin safhaları ve devrimin dünyada uyandırdığı yankılar anlatılmaktadır. 
Eser Türk tarihi ile ilgili değerlendirmelerin yer aldığı birinci bölüm, Sovyetler Birliği ve bağlı ülkelerin Latin harflerine geçişinin konu edildiği ikinci bölüm, Türk Yazı Devriminin ayrıntılı olarak anlatıldığı üçüncü bölüm ile devrimin dış dünyadaki yankılarının üzerinde durulduğu dördüncü bölümden oluşmaktadır.

1928 yılında Türkiye’de yazı devrimi yapıldı. Yaklaşık bin yıldır kullanılmakta olan Arap yazısı bırakıldı, yerine Latin harfleri kullanılmaya başlandı. Türk Yazı Devrimi isimli kitap yazar tarafından Türk kültür tarihinde bir dönüm noktası olan Türk yazı devriminin ellinci yıl dönümü münasebetiyle yazılmıştır. Ancak bazı gecikmeler nedeniyle kaleme alındıktan ancak on beş yıl sonra yayınlanabilmiştir. 
Kitabın birinci bölümünde Türk tarihi ile ilgili değerlendirmeler yer alır. Yazara göre:  Genel Türk tarihi belli bir coğrafya ekseninde gelişmemiştir. Türkler dehalarını değişik eksenlerde birçok devlet kurarak göstermişlerdir. Buna paralel olarak da yer değiştirmiş, din değiştirmiş ve yazı değiştirmişlerdir.
Orta Asya’nın yerli halkı olan Türklerin en eski yazısı hakkında henüz yeterince bilgi yoktur. Bilinen en eski Türk yazılı belgeleri Köktürk hanedanı döneminden VII ve VIII inci yüzyıllardan kalmadır. Bunların en eskisi 688–692 yılları arasında yazıldığı sanılan Gobi yöresi yazıtıdır. Elli yıl sonra 732-733 yıllarında Orhun yazıtları dikilmiştir. Dolayısıyla ilk bilinen Türk alfabesi Köktürk alfabesidir. Köktürk’lerin mirasçıları Uygurlar Köktürk alfabesini bırakmış, Uygur alfabesini geliştirmişlerdir. Türkler aynı dönemde, Sogud, Mani, Brahmi yazılarını kullanmışlardır. Yer yer Tibet, Çin, Moğol-Passepa ve Nasturi-Süryani yazılarını da kullanmışlardır. Dokuzuncu yüzyılın ortalarına doğru Türkler Müslümanlığın ve dolayısıyla Arap yazısının etkisine girmişlerdir. Selçuklular döneminde Arapça, İslam dünyasının artık ortak yazı dili olmaya başlar.
Bu gelişmelerle yaklaşık bin yıl sürecek çile başlamıştır. Çünkü Arapça ve Türkçe arasında yapısal çelişkiler mevcuttur. Bu çelişkileri gidermek maksadıyla zaman zaman Arapça yazısının Türkçe uygulama denemeleri yapılmıştır. Türkçe ile Arapça arasındaki farklılıklara kısa göz atılacak olursa: Türkçe’nin en önemli özelliklerinden birisi ünlülerin bolluğudur. Ancak Arap alfabesinde yalnızca üç ünlü vardır. Yine Arapça’da birkaç kelime tek bir şekilde yazılabilmektedir, örneğin döl, dul, dol sözcükleri Arap harfleri ile aynı kelime ile gösterilebilmektedir. Arapça harflerinin diğer bir özelliği de sözcüğün başında, ortasında ve sonunda bulunması durumuna göre farklı şekil almalarıdır. Basit olarak hesaplanacak olursa, bir harf üç, on harf otuz, otuz üç harfe yükseltilmiş Arap alfabesi doksan dokuz harfli gibi olmaktadır. Bir ilkokul öğrencisinin böyle bir yazıyı öğrenmesi için üç ila dört yıllık bir zaman gerekmektedir. Bu dönemde Arapça ve Farsça bilmeyen bir kimsenin ise Türkçe okuyup yazması olanaksızdır. Arap yazısının asıl güçlüğü buradadır. Arapça’nın Türkçe üzerindeki bir başka yıkıcı etkisi de Türk kitleleri arasında yarattığı şive farklılıkları olmuştur.
Osmanlı Devletini batıya doğru genişlemesi nedeniyle Avrupalılar Osmanlı ile ilişki kurma ihtiyacı hissetmişlerdir. Bu maksatla, Türkçe’nin Latin harfleriyle gösterildiği çeviri yazıları kullanmışlardır. Çeviri yazı, Osmanlı’da kullanılan harflerin karşılığının Latin alfabesi ile gösterilmiş biçimidir.
Tanzimat dönemine gelindiğinde Türk alfabesi konusunda bir uyanış görülür. Arap alfabesinin Türk diline uymadığı, öğrenilmesi ve kullanılmasının zor olduğu fark edilir. Bu yazının düzeltilmesi veya değiştirilmesi gerektiğini düşünmeye başlayanlar çıkar. Osmanlı aydınları arasında tartışma başlar. Bu dönemde Latin yazısının bir dünya yazısı durumuna geldiği ve Arap yazısından üstün olduğu artık kabul edilir. Osmanlı Devleti bu dönemde uluslar arası yazışmalarda Latin harflerini kullanmaya başlar. Osmanlı imparatorluğunda yaşayan Arnavutlar Latin yazısının ilk kullanan topluluk olur. Türkiye’de dönemin özellikleri nedeniyle Latin harflerinin kullanılması 1928’den önce gerçekleşmez. Bu arada Namık Kemal gibi bazı yazarlar eski harflerin kullanılmasından yanadır. Çünkü eski yazıyla yazılmış yapıtları yeni yazıya aktarmak gerekecektir. Namık Kemal, Osmanlı Devleti bünyesindeki azınlık çocuklarının beş altı ayda okumayı öğrendiklerini, buna karşın Türk çocuklarının ancak üç dört yılda okumayı öğrendiklerini belirtir. Bunun nedeni aslında eğitim sisteminde yattığını düşünmektedir. Tartışmalar sürüp gitmektedir. İkinci Abdülhamit bir aralık Latin harflerini alma eğilimi gösterir, ancak bu düşüncesinin gerçekleştiremez. Bu dönemde iki bin beş yüz yıllık tarihi olan Latin alfabesi diğer alfabelere üstünlük sağlamaya başlar.  Artık posta ve telefon haberleşmelerinde, ticari ilişkilerde, uluslar arası ilişkilerde hep Latin harfleri kullanılmaya başlanır. Başka bir biçimde söylemek gerekirse denilebilir ki; Tanzimatla birlikte Türkiye yazı bakımından bir yol ayırımına gelir. İlerde kesinlikle Batı uygarlığına katılmaya karar verdiği gün, yazısı ile de uygar dünyanın yanında olma gereğini duyar.
İkinci meşrutiyet döneminde yazı tartışmaları artar. Teorik tartışmalardan öteye pratik denemelere de geçilir. Ancak bu dönemin aydınlarının büyük çoğunluğu devrimci değil ıslahatçıdır. Aydınlar, Arap alfabesini tümüyle değiştirmek yerine ıslah etmeyi düşünmektedirler. Arap yazısını Türk diline uydurmak için çeşitli ıslahat projeleri ve düzeltilmiş Arap alfabesi örnekleri ortaya atılır. Ama bütün bu çabalar başarısız denemelerden öteye geçmez ve soruna köklü bir çözüm getirmez. Türk yazı devrimini yapmak Cumhuriyet rejimine kalır.
Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı ertesinde gerek Türkiye Türkleri gerekse Rusya Türkleri bir devrim çağına girerler. Rusya’da çarlık, Türkiye’de Osmanlı rejimleri yıkılır. Yollar başka başka olsa da her iki ülkede devrimci rejimler işbaşına gelmeye başlar. Türk dünyası, tarihinin en köklü devrimlerini yaşamağa başlar. Yazı devrimi için elverişli ortam oluşmaya başlar.  İlk kez Yakut Türkleri 1918 yılında Latin yazısını kullanmaya başlar. Onları Azeriler izler. 1922 yılında Sovyet Azerbaycanın’da Arap yazısından Latin yazısına yönelme eğilimi belirir. Bu dönemde Türkiye Cumhuriyeti’nde Latin harfleri ile ilgili tartışmalar sürüp gitmektedir. Mustafa Kemal Cumhuriyet’in ilanından sonraki ilk beş yıllık dönem içerisinde konuyu hiç gündeme getirmez. Hüseyin Cahit Yalçın’ın ‘neden Latin yazısının kullanmıyoruz?’ sorusuna ise ‘daha zamanı gelmemiştir’ diye cevap verir. Çünkü bu dönemde genç Cumhuriyet farklı sorunlarla meşguldür. 1924 yılında halifeliğin kaldırılması, 1925’te Şeyh Sait ayaklanması, 1926’da kendisine karşı girişilen suikast, 1927’de de Nutuk’un hazırlanması gündemi işgal etmiştir. Bu dönemde dikkat çeken olaylardan birisi de İsmet Paşa ve Kazım Karabekir Paşa gibi Ulu Önder’in yakın silah arkadaşlarının yazı devrimine karşı olmalarıdır. Özellikle İsmet Paşa Latin harflerinin kullanılmasına karşı direnir, direnişinin gerekçesi ise şöyledir: Kolay yazıp okumaya muhtaç ve alışkın nesillerin birden okuyamaz ve yazamaz hale gelmelerinin hesapsız mahzurları olduğunu düşünür. Bütün bu dirençlerin kırılmasının ardında Atatürk 1928’de yazı devrimini gerçekleştirir.
Yazar, kitabın ikinci bölümünde Sovyetler Birliği ve bağlı ülkelerinin Latin harflerine geçişi üzerinde durur: Sovyet Türklerinden ve diğer Türklerden çok uzak kalan Yakut Türkleri ilk olarak Latin harflerini kullanmaya başlarlar. Asıl önem taşıyan akım ise Yakut Türklerinden sonra Azeri Türklerinin Latin harflerini kullanmasıyla başlar. Bakü’de 1922 yılı Mayıs ayında toplanan Türk Elifba Komitesi, Latin harflerini temel alan yeni bir Türk alfabesi geliştirir. Bu alfabe ile bazı okullarda öğretime başlanır, yeni yüzyıl isimli bir gazete çıkarılır ve devlet dairelerinde de bu alfabe adım adım kullanılmaya başlanır. 26 Şubat-6 Mart tarihleri arasında Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de Birinci Uluslar arası Türkoloji Kongresi toplanır. Sovyet hükümeti, bir Türkoloji Kongresi toplanmasına karar verirken, Türkiye’de hazırlanmakta olan yazı devriminden önce Sovyet Türklerinin Latin yazısına geçişini sağlamayı hedeflemiştir. Böylece Türkoloji’nin merkezinin Sovyet topraklarına kaydığını göstermeye çalışmıştır. Ayrıca Sovyet topraklarında ortaya çıkabilecek Pantürkist akımları önlemeyi, iki akımı birbirine vurdurmayı da düşünmüştür. Bu konularda görüşülen konulardan birisi de Türk alfabesiydi. Azerbaycan diğer Türk devletlerine de bu alfabeyi tavsiye eder. Türkiye de kongrede temsil edilmektedir. Kongrede yeni Türk Elifbası Merkez Komitesi adını taşıyan bir kurul oluşturulur. Bu kurul 1927 yılında ‘Birleştirilmiş Yeni Türk Alfabesi’ adıyla yeni bir alfabe hazırlar. 1928 yılında Sovyetler birliği bir buyrukla bünyesinde bulunan Türk devletlerinin yeni Türk alfabesine geçiş çalışmalarını hızlandırmalarını ister. Sovyet Türkleri yavaş yavaş yeni alfabeyi kullanmaya başlarken Türkiye 1928 yılında harf devrimine geçmiştir. Türkiye gerçek Türk yazı devrimini gerçekleştirmiştir. Bu hızlı geçiş dünyayı şaşırtmış ve devrim dış basında mucize olarak nitelendirilmiştir.
Yazar, kitabın üçüncü bölümünde Türk Yazı Devrimini ayrıntılı bir şekilde anlatmaktadır: 9-10 Ağustos gecesi Atatürk, Gülhane parkında eski yazının yerine yeni Türk alfabesinin alınacağını kamuoyuna açıklamıştır. M. Kemal, ‘arkadaşlar güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz’ demiştir. Her şeyde öncü olduğu gibi harf devriminin de öncülüğünü yapmış kitleleri arkasından sürüklemiştir. Gülhane konuşmasından sonra yeni yazı şaşırtıcı bir hızla yayılır. Atatürk milletvekillerini ve aydınları toplayarak yeni Türk alfabesine öncülük etmelerini istemiştir. Daha sonra da bu meşaleyi Anadolu’ya giderek gittiği her yere taşır, kara tahta önüne geçer ve yeni Türk harflerini öğretir. Bu dönemde Atatürk’ün tek tutkusu yeni Türk harfleridir. 1 Kasım 1928’de yeni Türk harflerinin kabulü hakkındaki kanun TBMM’den geçer. Kanunun geçtiği tarihte yurdun büyük bir kısmında yeni Türk harfleri çoktan kullanılmaya başlamıştır. 7 Kasım 1928 günü başbakan İsmet İnönü yeni yazının geniş halk kitlelerine ulaşmasını sağlamak maksadıyla Millet Mekteplerinin açılacağını duyurur. 10 Ocak 1929’da açılan ulus okullarına devam eden 2.305.924 kişiden 1.124.926 kişi yeni yazıyı öğrenip diploma alır. Yurt genelinde yapılan çalışmalarda beş yılda üç milyon kişi okuma yazma öğrenmiş, okuma yazma oranı üç kat artmıştır.
Yazar, kitabın dördüncü bölümünde Türk Yazı Devriminin dış basındaki yankıları üzerinde durmaktadır: Dış basında devrim son derece önemli bir olay olarak değerlendirilir. Devrim öncesi, dış basında Türkiye hakkında oldukça olumsuz yazılar yazılmaktadır. Devrim sadece Türk halkları için değil Asya devletleri için de bir dönüm noktası olarak kabul edilir.
New York Times devrime şu şekilde yer verir: ‘Kemal Paşa çağımızın baş reformcusudur. Bu konuda çok konuşmaz ama inatçı, savaşkan, gelenekçi bir soyu ıslah eder. Bu büyük Türk yenilikçisi Bab-ı Âli’yi bir kenara itti, İslamlığın başını alaşağı etti, Türk kadınının yüzündeki peçeyi yırttı, Türk erkeğinin başındaki fesi attı.  Batı yasalarını aldı ve şimdi Arap alfabesinin yerine Latin alfabesinin alınmasını irade buyurdu.
National Geographic dergisi konuyu şöyle ele alır: ‘Kalem kılıçtan daha üstünse, Türkiye yeni zaferler kazanma yolundadır.’
Fransız basını olaya şöyle yer vermektedir: Harikulade bir olay, yüzyıllardır içinde bulunduğu siyasal ve sosyal kölelikten kurtulan Türkiye, geçmişin mirasını bıraktığı cahilliğin ağır yükünü de üzerinden atmayı kesinlikle başaracaktır. Harf devrimi, yeni Türkiye’nin gururla seçtiği yükseliş yolunun en kesin, en çetin aynı zamanda en onurlu aşamalarından biri olacaktır.
Kitabın beşinci bölümünde yazar Türk Yazı Devrimi sonrası olaylara değinir: Türkiye Cumhuriyeti dışında kalan eski Osmanlı topraklarında milyonlarca Türk yaşamaktadır. Türk yazı devrimi öncelikle bu soydaşlarımızı etkilemiştir. Hatay, Kıbrıs, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan ve Yugoslavya’da yaşayan Türkler, Türkiye’yi izlediler. O zamana kadar kullandıkları eski Arap yazısını bırakıp yeni Türk alfabesini kullanmaya başladılar. Bulgaristan Türkleri yeni Türk yazısını benimseyen ilk Türk azınlığı oldu ve Türkler ile aynı zamanda yeni alfabeyi kullanmaya başladılar. Bulgar Türklerinin bu girişimi Bulgar hükümeti tarafından durdurulmaya çalışılmış ancak Türkiye’nin üst üste girişimleri neticesinde 1930 yılında Bulgaristan hükümeti Türk azınlık okullarında Türk harfleriyle eğitime izin vermiştir. Ancak 1984’de Bulgaristan’da komünist rejime geçilmesiyle birlikte Türkçe okumak hatta konuşmak bile yasaklanmıştır. 1989’da rejimin değişmesiyle birlikte Türkçe yeniden canlanmaya başlamıştır.
Batı’da durum böyle iken Doğu Türkistan’da Türk Yazı Devrimi etkilerini kısa zamanda gösterememiştir. Bunda en önemli sebep Uygurların bağımsız olmamalarıdır. 1955’te Çin Halk Cumhuriyeti içerisinde özerkliğini kazanan ve Sincan Uygur Özerk Bölgesi adını alan Doğu Türkistan’da 1956 yılında Arap harflerinin yerine Kiril alfabesinin kullanılması kararlaştırılır. Daha sonra Çin-Sovyet ilişkilerinin bozulması üzerine Kiril alfabesinin kullanılmasından vazgeçilir. 1965 yılından itibaren Latin harfleri kullanılmaya başlanır. Ancak Çin Suudi Arabistan, İran gibi Müslüman ülkelere jest yapmak için Uygur Türklerinin tekrar Arap alfabesini kullanmasını zorunlu kılmıştır.