inkilap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
inkilap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Nisan 2012 Cumartesi

Türk Yazı Devrimi, Bilal N. Şimşir

Türk Yazı Devrimi, Bilal N. Şimşir, Türk Tarih Kurumu, 1992, Ankara
Türk Yazı Devrimi’nin safhaları ve devrimin dünyada uyandırdığı yankılar anlatılmaktadır. 
Eser Türk tarihi ile ilgili değerlendirmelerin yer aldığı birinci bölüm, Sovyetler Birliği ve bağlı ülkelerin Latin harflerine geçişinin konu edildiği ikinci bölüm, Türk Yazı Devriminin ayrıntılı olarak anlatıldığı üçüncü bölüm ile devrimin dış dünyadaki yankılarının üzerinde durulduğu dördüncü bölümden oluşmaktadır.

1928 yılında Türkiye’de yazı devrimi yapıldı. Yaklaşık bin yıldır kullanılmakta olan Arap yazısı bırakıldı, yerine Latin harfleri kullanılmaya başlandı. Türk Yazı Devrimi isimli kitap yazar tarafından Türk kültür tarihinde bir dönüm noktası olan Türk yazı devriminin ellinci yıl dönümü münasebetiyle yazılmıştır. Ancak bazı gecikmeler nedeniyle kaleme alındıktan ancak on beş yıl sonra yayınlanabilmiştir. 
Kitabın birinci bölümünde Türk tarihi ile ilgili değerlendirmeler yer alır. Yazara göre:  Genel Türk tarihi belli bir coğrafya ekseninde gelişmemiştir. Türkler dehalarını değişik eksenlerde birçok devlet kurarak göstermişlerdir. Buna paralel olarak da yer değiştirmiş, din değiştirmiş ve yazı değiştirmişlerdir.
Orta Asya’nın yerli halkı olan Türklerin en eski yazısı hakkında henüz yeterince bilgi yoktur. Bilinen en eski Türk yazılı belgeleri Köktürk hanedanı döneminden VII ve VIII inci yüzyıllardan kalmadır. Bunların en eskisi 688–692 yılları arasında yazıldığı sanılan Gobi yöresi yazıtıdır. Elli yıl sonra 732-733 yıllarında Orhun yazıtları dikilmiştir. Dolayısıyla ilk bilinen Türk alfabesi Köktürk alfabesidir. Köktürk’lerin mirasçıları Uygurlar Köktürk alfabesini bırakmış, Uygur alfabesini geliştirmişlerdir. Türkler aynı dönemde, Sogud, Mani, Brahmi yazılarını kullanmışlardır. Yer yer Tibet, Çin, Moğol-Passepa ve Nasturi-Süryani yazılarını da kullanmışlardır. Dokuzuncu yüzyılın ortalarına doğru Türkler Müslümanlığın ve dolayısıyla Arap yazısının etkisine girmişlerdir. Selçuklular döneminde Arapça, İslam dünyasının artık ortak yazı dili olmaya başlar.
Bu gelişmelerle yaklaşık bin yıl sürecek çile başlamıştır. Çünkü Arapça ve Türkçe arasında yapısal çelişkiler mevcuttur. Bu çelişkileri gidermek maksadıyla zaman zaman Arapça yazısının Türkçe uygulama denemeleri yapılmıştır. Türkçe ile Arapça arasındaki farklılıklara kısa göz atılacak olursa: Türkçe’nin en önemli özelliklerinden birisi ünlülerin bolluğudur. Ancak Arap alfabesinde yalnızca üç ünlü vardır. Yine Arapça’da birkaç kelime tek bir şekilde yazılabilmektedir, örneğin döl, dul, dol sözcükleri Arap harfleri ile aynı kelime ile gösterilebilmektedir. Arapça harflerinin diğer bir özelliği de sözcüğün başında, ortasında ve sonunda bulunması durumuna göre farklı şekil almalarıdır. Basit olarak hesaplanacak olursa, bir harf üç, on harf otuz, otuz üç harfe yükseltilmiş Arap alfabesi doksan dokuz harfli gibi olmaktadır. Bir ilkokul öğrencisinin böyle bir yazıyı öğrenmesi için üç ila dört yıllık bir zaman gerekmektedir. Bu dönemde Arapça ve Farsça bilmeyen bir kimsenin ise Türkçe okuyup yazması olanaksızdır. Arap yazısının asıl güçlüğü buradadır. Arapça’nın Türkçe üzerindeki bir başka yıkıcı etkisi de Türk kitleleri arasında yarattığı şive farklılıkları olmuştur.
Osmanlı Devletini batıya doğru genişlemesi nedeniyle Avrupalılar Osmanlı ile ilişki kurma ihtiyacı hissetmişlerdir. Bu maksatla, Türkçe’nin Latin harfleriyle gösterildiği çeviri yazıları kullanmışlardır. Çeviri yazı, Osmanlı’da kullanılan harflerin karşılığının Latin alfabesi ile gösterilmiş biçimidir.
Tanzimat dönemine gelindiğinde Türk alfabesi konusunda bir uyanış görülür. Arap alfabesinin Türk diline uymadığı, öğrenilmesi ve kullanılmasının zor olduğu fark edilir. Bu yazının düzeltilmesi veya değiştirilmesi gerektiğini düşünmeye başlayanlar çıkar. Osmanlı aydınları arasında tartışma başlar. Bu dönemde Latin yazısının bir dünya yazısı durumuna geldiği ve Arap yazısından üstün olduğu artık kabul edilir. Osmanlı Devleti bu dönemde uluslar arası yazışmalarda Latin harflerini kullanmaya başlar. Osmanlı imparatorluğunda yaşayan Arnavutlar Latin yazısının ilk kullanan topluluk olur. Türkiye’de dönemin özellikleri nedeniyle Latin harflerinin kullanılması 1928’den önce gerçekleşmez. Bu arada Namık Kemal gibi bazı yazarlar eski harflerin kullanılmasından yanadır. Çünkü eski yazıyla yazılmış yapıtları yeni yazıya aktarmak gerekecektir. Namık Kemal, Osmanlı Devleti bünyesindeki azınlık çocuklarının beş altı ayda okumayı öğrendiklerini, buna karşın Türk çocuklarının ancak üç dört yılda okumayı öğrendiklerini belirtir. Bunun nedeni aslında eğitim sisteminde yattığını düşünmektedir. Tartışmalar sürüp gitmektedir. İkinci Abdülhamit bir aralık Latin harflerini alma eğilimi gösterir, ancak bu düşüncesinin gerçekleştiremez. Bu dönemde iki bin beş yüz yıllık tarihi olan Latin alfabesi diğer alfabelere üstünlük sağlamaya başlar.  Artık posta ve telefon haberleşmelerinde, ticari ilişkilerde, uluslar arası ilişkilerde hep Latin harfleri kullanılmaya başlanır. Başka bir biçimde söylemek gerekirse denilebilir ki; Tanzimatla birlikte Türkiye yazı bakımından bir yol ayırımına gelir. İlerde kesinlikle Batı uygarlığına katılmaya karar verdiği gün, yazısı ile de uygar dünyanın yanında olma gereğini duyar.
İkinci meşrutiyet döneminde yazı tartışmaları artar. Teorik tartışmalardan öteye pratik denemelere de geçilir. Ancak bu dönemin aydınlarının büyük çoğunluğu devrimci değil ıslahatçıdır. Aydınlar, Arap alfabesini tümüyle değiştirmek yerine ıslah etmeyi düşünmektedirler. Arap yazısını Türk diline uydurmak için çeşitli ıslahat projeleri ve düzeltilmiş Arap alfabesi örnekleri ortaya atılır. Ama bütün bu çabalar başarısız denemelerden öteye geçmez ve soruna köklü bir çözüm getirmez. Türk yazı devrimini yapmak Cumhuriyet rejimine kalır.
Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı ertesinde gerek Türkiye Türkleri gerekse Rusya Türkleri bir devrim çağına girerler. Rusya’da çarlık, Türkiye’de Osmanlı rejimleri yıkılır. Yollar başka başka olsa da her iki ülkede devrimci rejimler işbaşına gelmeye başlar. Türk dünyası, tarihinin en köklü devrimlerini yaşamağa başlar. Yazı devrimi için elverişli ortam oluşmaya başlar.  İlk kez Yakut Türkleri 1918 yılında Latin yazısını kullanmaya başlar. Onları Azeriler izler. 1922 yılında Sovyet Azerbaycanın’da Arap yazısından Latin yazısına yönelme eğilimi belirir. Bu dönemde Türkiye Cumhuriyeti’nde Latin harfleri ile ilgili tartışmalar sürüp gitmektedir. Mustafa Kemal Cumhuriyet’in ilanından sonraki ilk beş yıllık dönem içerisinde konuyu hiç gündeme getirmez. Hüseyin Cahit Yalçın’ın ‘neden Latin yazısının kullanmıyoruz?’ sorusuna ise ‘daha zamanı gelmemiştir’ diye cevap verir. Çünkü bu dönemde genç Cumhuriyet farklı sorunlarla meşguldür. 1924 yılında halifeliğin kaldırılması, 1925’te Şeyh Sait ayaklanması, 1926’da kendisine karşı girişilen suikast, 1927’de de Nutuk’un hazırlanması gündemi işgal etmiştir. Bu dönemde dikkat çeken olaylardan birisi de İsmet Paşa ve Kazım Karabekir Paşa gibi Ulu Önder’in yakın silah arkadaşlarının yazı devrimine karşı olmalarıdır. Özellikle İsmet Paşa Latin harflerinin kullanılmasına karşı direnir, direnişinin gerekçesi ise şöyledir: Kolay yazıp okumaya muhtaç ve alışkın nesillerin birden okuyamaz ve yazamaz hale gelmelerinin hesapsız mahzurları olduğunu düşünür. Bütün bu dirençlerin kırılmasının ardında Atatürk 1928’de yazı devrimini gerçekleştirir.
Yazar, kitabın ikinci bölümünde Sovyetler Birliği ve bağlı ülkelerinin Latin harflerine geçişi üzerinde durur: Sovyet Türklerinden ve diğer Türklerden çok uzak kalan Yakut Türkleri ilk olarak Latin harflerini kullanmaya başlarlar. Asıl önem taşıyan akım ise Yakut Türklerinden sonra Azeri Türklerinin Latin harflerini kullanmasıyla başlar. Bakü’de 1922 yılı Mayıs ayında toplanan Türk Elifba Komitesi, Latin harflerini temel alan yeni bir Türk alfabesi geliştirir. Bu alfabe ile bazı okullarda öğretime başlanır, yeni yüzyıl isimli bir gazete çıkarılır ve devlet dairelerinde de bu alfabe adım adım kullanılmaya başlanır. 26 Şubat-6 Mart tarihleri arasında Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de Birinci Uluslar arası Türkoloji Kongresi toplanır. Sovyet hükümeti, bir Türkoloji Kongresi toplanmasına karar verirken, Türkiye’de hazırlanmakta olan yazı devriminden önce Sovyet Türklerinin Latin yazısına geçişini sağlamayı hedeflemiştir. Böylece Türkoloji’nin merkezinin Sovyet topraklarına kaydığını göstermeye çalışmıştır. Ayrıca Sovyet topraklarında ortaya çıkabilecek Pantürkist akımları önlemeyi, iki akımı birbirine vurdurmayı da düşünmüştür. Bu konularda görüşülen konulardan birisi de Türk alfabesiydi. Azerbaycan diğer Türk devletlerine de bu alfabeyi tavsiye eder. Türkiye de kongrede temsil edilmektedir. Kongrede yeni Türk Elifbası Merkez Komitesi adını taşıyan bir kurul oluşturulur. Bu kurul 1927 yılında ‘Birleştirilmiş Yeni Türk Alfabesi’ adıyla yeni bir alfabe hazırlar. 1928 yılında Sovyetler birliği bir buyrukla bünyesinde bulunan Türk devletlerinin yeni Türk alfabesine geçiş çalışmalarını hızlandırmalarını ister. Sovyet Türkleri yavaş yavaş yeni alfabeyi kullanmaya başlarken Türkiye 1928 yılında harf devrimine geçmiştir. Türkiye gerçek Türk yazı devrimini gerçekleştirmiştir. Bu hızlı geçiş dünyayı şaşırtmış ve devrim dış basında mucize olarak nitelendirilmiştir.
Yazar, kitabın üçüncü bölümünde Türk Yazı Devrimini ayrıntılı bir şekilde anlatmaktadır: 9-10 Ağustos gecesi Atatürk, Gülhane parkında eski yazının yerine yeni Türk alfabesinin alınacağını kamuoyuna açıklamıştır. M. Kemal, ‘arkadaşlar güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz’ demiştir. Her şeyde öncü olduğu gibi harf devriminin de öncülüğünü yapmış kitleleri arkasından sürüklemiştir. Gülhane konuşmasından sonra yeni yazı şaşırtıcı bir hızla yayılır. Atatürk milletvekillerini ve aydınları toplayarak yeni Türk alfabesine öncülük etmelerini istemiştir. Daha sonra da bu meşaleyi Anadolu’ya giderek gittiği her yere taşır, kara tahta önüne geçer ve yeni Türk harflerini öğretir. Bu dönemde Atatürk’ün tek tutkusu yeni Türk harfleridir. 1 Kasım 1928’de yeni Türk harflerinin kabulü hakkındaki kanun TBMM’den geçer. Kanunun geçtiği tarihte yurdun büyük bir kısmında yeni Türk harfleri çoktan kullanılmaya başlamıştır. 7 Kasım 1928 günü başbakan İsmet İnönü yeni yazının geniş halk kitlelerine ulaşmasını sağlamak maksadıyla Millet Mekteplerinin açılacağını duyurur. 10 Ocak 1929’da açılan ulus okullarına devam eden 2.305.924 kişiden 1.124.926 kişi yeni yazıyı öğrenip diploma alır. Yurt genelinde yapılan çalışmalarda beş yılda üç milyon kişi okuma yazma öğrenmiş, okuma yazma oranı üç kat artmıştır.
Yazar, kitabın dördüncü bölümünde Türk Yazı Devriminin dış basındaki yankıları üzerinde durmaktadır: Dış basında devrim son derece önemli bir olay olarak değerlendirilir. Devrim öncesi, dış basında Türkiye hakkında oldukça olumsuz yazılar yazılmaktadır. Devrim sadece Türk halkları için değil Asya devletleri için de bir dönüm noktası olarak kabul edilir.
New York Times devrime şu şekilde yer verir: ‘Kemal Paşa çağımızın baş reformcusudur. Bu konuda çok konuşmaz ama inatçı, savaşkan, gelenekçi bir soyu ıslah eder. Bu büyük Türk yenilikçisi Bab-ı Âli’yi bir kenara itti, İslamlığın başını alaşağı etti, Türk kadınının yüzündeki peçeyi yırttı, Türk erkeğinin başındaki fesi attı.  Batı yasalarını aldı ve şimdi Arap alfabesinin yerine Latin alfabesinin alınmasını irade buyurdu.
National Geographic dergisi konuyu şöyle ele alır: ‘Kalem kılıçtan daha üstünse, Türkiye yeni zaferler kazanma yolundadır.’
Fransız basını olaya şöyle yer vermektedir: Harikulade bir olay, yüzyıllardır içinde bulunduğu siyasal ve sosyal kölelikten kurtulan Türkiye, geçmişin mirasını bıraktığı cahilliğin ağır yükünü de üzerinden atmayı kesinlikle başaracaktır. Harf devrimi, yeni Türkiye’nin gururla seçtiği yükseliş yolunun en kesin, en çetin aynı zamanda en onurlu aşamalarından biri olacaktır.
Kitabın beşinci bölümünde yazar Türk Yazı Devrimi sonrası olaylara değinir: Türkiye Cumhuriyeti dışında kalan eski Osmanlı topraklarında milyonlarca Türk yaşamaktadır. Türk yazı devrimi öncelikle bu soydaşlarımızı etkilemiştir. Hatay, Kıbrıs, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan ve Yugoslavya’da yaşayan Türkler, Türkiye’yi izlediler. O zamana kadar kullandıkları eski Arap yazısını bırakıp yeni Türk alfabesini kullanmaya başladılar. Bulgaristan Türkleri yeni Türk yazısını benimseyen ilk Türk azınlığı oldu ve Türkler ile aynı zamanda yeni alfabeyi kullanmaya başladılar. Bulgar Türklerinin bu girişimi Bulgar hükümeti tarafından durdurulmaya çalışılmış ancak Türkiye’nin üst üste girişimleri neticesinde 1930 yılında Bulgaristan hükümeti Türk azınlık okullarında Türk harfleriyle eğitime izin vermiştir. Ancak 1984’de Bulgaristan’da komünist rejime geçilmesiyle birlikte Türkçe okumak hatta konuşmak bile yasaklanmıştır. 1989’da rejimin değişmesiyle birlikte Türkçe yeniden canlanmaya başlamıştır.
Batı’da durum böyle iken Doğu Türkistan’da Türk Yazı Devrimi etkilerini kısa zamanda gösterememiştir. Bunda en önemli sebep Uygurların bağımsız olmamalarıdır. 1955’te Çin Halk Cumhuriyeti içerisinde özerkliğini kazanan ve Sincan Uygur Özerk Bölgesi adını alan Doğu Türkistan’da 1956 yılında Arap harflerinin yerine Kiril alfabesinin kullanılması kararlaştırılır. Daha sonra Çin-Sovyet ilişkilerinin bozulması üzerine Kiril alfabesinin kullanılmasından vazgeçilir. 1965 yılından itibaren Latin harfleri kullanılmaya başlanır. Ancak Çin Suudi Arabistan, İran gibi Müslüman ülkelere jest yapmak için Uygur Türklerinin tekrar Arap alfabesini kullanmasını zorunlu kılmıştır.

11 Nisan 2012 Çarşamba

Yüzyıldır Neden Bocalıyoruz?, Niyazi Berkes

Yüzyıldır Neden Bocalıyoruz?, Niyazi Berkes, 1997, İstanbul
Osmanlı Devletinin son dönemlerinden beri yapılmaya çalışılan gelişmelerin sekteye uğramasının sebepleri, gericiliğin tarihi gelişmelere etkisi ve Devletçilik
Kitap iki ciltten oluşmaktadır.
(1)    Birinci Cilt:
(a)    Meseleler ne zaman başladı?
Türkler, Osmanlı İmparatorluğu dediğimiz siyasal egemenliğin kuvvetini on sekizinci yüzyılın başına kadar devam ettirmişler, fakat bu yüzyılın başında bu kuvvet ilk önemli dış engellerle karşılaşmağa başlamıştı. On sekizinci yüzyılın başında imparatorluğun yalnız eski kudretini kaybetmekle kalmadığını, aynı zamanda gerilemeğe başladığını o zamanın devlet adamları bile anlamışlardı.
(b)    Eski Düzene Dönme Çabaları.
On yedinci yüzyılda Osmanlı devlet sisteminin dünyanın geçirmekte olduğu büyük değişmenin tesiri altında bozulmaya, aslındakinden farklı şekillere girmeye başladığı görülmüş bulunuyordu. En önemli değişiklik bu sistemin can damarı olan toprağın idare ediliş usullerinde olmuş, bunlarla ilgili mali, idari, sınaî ve hatta ilmi örgütler başka başka şekillere girmeğe başlamıştı. Toprak rejimi ve ona dayanan devlet maliyesi, ordu, hükümet ve idare bilim müesseseleri. Dikkate değen nokta hiç birinin bu değişmenin veya onların deyimiyle bozulmanın, hiçbirinin nedenlerini araştıramamalarıdır.
(c)    İlk Yenileşme Denemeleri
Bazı devlet adamlarının askeri ıslahat yapmak yanında daha önemli olan başka bir işin ele alınması gerektiğini kavradığını görürüz. Selim III zamanında, hatta ondan daha önce. Türkiye'nin çöküşünün asıl nedeninin ekonomik olduğu anlaşılmıştı. Ama buna karşı tutulacak ekonomik siyasetin yürütülmesini köstekleyen veya yürütüldüğü takdirde onu yanlış ve zararlı yönlere çeviren etkenler vardı.
(ç)    Yenileşmeye Engel Olan Kuvvetler.
Bunların birincisi, memleket içinde değişmeye karşı daima direnen ve savaşan gerici kuvvetlerdir. Bu gerici kuvvetler çok kere ilerici kuvvetlerden üstün gelmiştir. İlerici kuvvetler köksüz, gerici kuvvetler ise toplumun dibine kadar kök salmış durumdadır. Bu kökler, hâlâ tamamıyla sökülmemiştir; bazıları hâlâ yerinde duruyor. ikincisi, Batı'dan alınan fikirlerle kendini ıslah etme işine giriştiği zamanlar Türkiye'nin kendini daima Batı dünyasında olup giden çekişmelerin içinde bulması, bunlardan kaçınacağına onlara bulaştığı için Batı devletlerinin politik ve ekonomik peyki haline gelmesi, hiçbir programı sürekli olarak uygulayamamasıdır. Üçüncüsü, reform teşebbüslerine hep bu çekişmelerin Türkiye'ye yönelmiş olduğu zamanlarda hazırlıksız olarak kalkışılması, bu yüzden, dış baskıların karışması ile yapılan işlerin halk kütlelerinin durumunu iyileştireceğine kötüleştirmesidir.
(d)    Gericilik Kuvvetleri.
Toplumsal değişime karşı olan gericilik hareketleri Türkiye'de ta baştan beri ortaya çıkmıştır. Gericiliğin asıl tehlikeli olan çeşidi belirli çıkarların temsil ettiği gericiliktir. Çıkarcı gericiliğin en kuvvetli temsilcisi Türk toplumunun modern bir düzene girmesinden en çok zarar görecek olan ve çıkarları ellerindeki toprak monopolisinde bulunan toprak ağaları ve derebeyi artıklarıdır.
(e)    Islahatçıların Başarısızlıkları.
Reform tarihimizin ta başından itibaren gericilerin karşısındaki reformcular ve ilericiler Türkiye'nin kalkınma davasının özünü ve anahtarını bulamamışlardır. Batı uygarlığını benimseme işi, mesela zamanımızda, döne dolaşa anlamı kaçan bir "Batılılaşma" işi şekline girmiştir. Yalnız satıhta görülenin taklitçiliği anlamına gelen bu "Batılılaşma"nın temsilcileri olan ilericiler çok defa hep Batı devletlerinin baskısı kapıya dayanınca Batılılaşma yolunda işlere kalkışmışlardı.
Kalkınmanın yolu heyecan ve kin değil, bilgi ve medeni cesarettedir. Bu hikâye hepimize şu üç basit gerçeği öğretmiyor mu?1)Türk ulusunun yirminci yüzyılda yaşayabilmesi için geçirmek zorunda olduğu değişikliklerin içerideki gerici engellerini tasfiye etmek,2)İçerdeki engellerden kurtularak yürütülecek olan bu değişmenin mümkün olduğu kadar hızla yürüyebilmesi için memleketi dünya politika kavgalarının dışında bırakmak, onu hiçbir yabancı çıkara alet etmemek,3) Türk halkının büyük çoğunluğunun içine düştüğü yoksulluktan kurtarılması için alınacak teknik tedbirlerin müessirliğini sağlayacak olan toplumsal reformları yapacak ve bunları yabancı çıkarlarına göre değil, ancak Türk halkının durumunun iyileşmesi açısından yapmak. İşte Kemalizm devriminin karşılaştığı ödevler bunlardı.
(2)    İkinci Cilt:
(a)    Ulusal Kurtuluş Savaşı Ve Kemalizm Devrimi
Ulusal Kurtuluş Savaşı, yabancı bir devletle alelade bir savaş yapmaktan bambaşka bir şeydir. O zamana kadar Türkiye'nin harpten kurtulduğu yoktu; fakat bunların hiçbiri bir ulusal kurtuluş savaşı değildir. Ulusal Kurtuluş Savaşı mali ve siyasi bağımsızlığını kaybeden bir ulusu parçalamak için kullanılan cebir kuvvetine karşı, o ulusun bütün varlığı ile canını dişine takarak giriştiği bir savaştır. Bu savaşın askeri harp yanı onun niteliğini tam olarak gösteremez. Onun, ulusun iç ve dış durumunda kökten değişiklikler yaratan yanı da önemlidir.
(b)    Kemalizm’in Üç Yanı
Kemalist devrimin en önemli yanları modern rejimin ulusal bağımsızlığa, halk egemenliğine, Cumhuriyet hükümet şekline ve din-devlet ayrımına dayanması prensipleridir. Bundan sonra Kemalist devrimin ikinci yanı gelir. Bu da birinci yanının prensipleri ile uyuşmaz olan bütün eski müesseselerin kökten davranışlarla ortadan kaldırılması işidir. Bu, Kemalizm’in devrimcilik ilkesi ile adlandırdığımız yönüdür. Yaptığı iş, Kemalizm’in aşağıda anlatacağımız üçüncü yönünü teşkil edecek olan toplumsal değişme ve kalkınma işlerine engel olan geleneksel örgütleri, âdetleri, alışkanlıkları, kanunları kaldırmak işidir. Bunların altındaki toplumsal temelin değişmesini sağlama işi yani yüzyıllık Türk evriminin ana davasına ancak bundan sonra sıra gelecektir. Atatürk bu ikinci işte de sezişinin, kesinliğinin, aydınlığının kudretini gösterdi. Bunları, ıstıraplı fakat uyana şoklar halinde bunların lüzumuna sonunda halkı da inandırarak yapmaya muvaffak oldu. Yazı değiştirmekten başlık değiştirmeye, takvim değiştirmekten medeni kanun değiştirmeye kadar hepsi daha önceki kuşaklarda düşünülmüş, tartışılmış şeylerdi, ama onun zamanına kadar hatta onun zamanında bile, bu değişmeleri göze alacak adam çok azdı, alacak olanların da hiçbir önderlik kudreti yoktur.
                (ç)    Kemalizm’in Ekonomik Kalkınma Tezi
Kemalizm’in üçüncü yönü ise yeni toplumu temelinden kurma işi olacaktı. Kemalizm’in ilk iki yanının mantıki sonucu, Türkiye'nin uygarlık değişimini toplumsal dokusunda yeni başladığı noktadan kendi eliyle gerçekleştirmek olacaktı. Bunun içindir ki Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Atatürk'ün üzerinde en çok durduğu şey, toplumun yeni anlama göre kurulması işinin başlayacağını hatırlatmak olmuştur.
(c)    Ulusal Kalkınma Davasının Meseleleri
Kemalizm’in üçüncü yönünün hareket noktası ekonomik kalkınma yolunda girişilen devletçilik politikasının temelindeki fikirdi. Bu fikrin toplumsal değişme ve gelişme anlayışı;   toplumun temel yapısında devrimsel değiştirmelere girmeden çağdaş uygarlığa geçmenin ekonomik kalkınma yolu ile mümkün olduğu, bu kalkınma sonucu olarak temel yapının da aynı zamanda değişeceği tezine dayanır.
(d)    Devletçiliğin Başarıları
Devletçiliğin olumlu yanları ve sonuçları şunlar olmuştur: Daha önceki devirlerde gördüğümüz temelden yanlış ve çökertici yollar artık sona ermiştir. Türkiye, yalnız kendi tarihinde değil, bütün geri kalmış ulusların tarihinde yepyeni bir işe girişmiş oluyordu. Girişilen iş tutarsa Türk ulusu ekonomice bağımsız, toplumca modern bir ulus olacak; gericilik, emperyalizm ve yoksulluk çengellerinden kurtularak her modern ulusun girdiği normal gelişme ve yükselme yoluna girecektir.
(e)    Ulusal Devletin Ve Ekonominin Temelleri Atılıyor
Devletçilik hem bizde hem dışarıda ve özellikle zamanımızda mümkün olmadığını inanılan bazı şeylerin mümkün olduğunu ispat etti:1) Dış borçlanma veya yardım olmaksızın kalkınma mümkündür. Devletçilik devrinin iki sanayileşme programı tamamıyla, mobilize edilmiş ulusal kaynaklarla sağlandı. 2)Devletçilik hâlâ bugün bile inanılmayan bir şeyin daha mümkün olduğunu gösterdi: Geri kalmış memleketlerde ulusal gelirin yüzde 5'ten fazla yatırıma harcanmasının mümkün olduğunu gösterdi,3) Devletçiliğin sermaye finansmanı mobilizasyonu memlekette kamusal ve özel sermaye birikiminin temellerini hazırladı ve memleketin ekonomik kalkınmasının ilk hızını sağladı. 4) Daha önceki devirlerin sıfıra indirdiği malî ve siyasî devlet ve ulus itibarını yeniden kurdu ve yükseltti. Türk parasının istikrarını sağlamakla kalmadı, değerini hayli yükseltti. Daimi işçi ücretlerinin çok düşük kalmasına, emek değerinin çok ucuzluğuna rağmen, üreticilik seviyesinin düşük veya yükselişinin çok ağır olması yüzünden, üretim maliyetleri gelişmiş memleketlere nazaran çok yüksek kalmış, bu da halk yığınlarının hayat standartlarının düşük kalmasına tesir etmiştir.
(f)    Devletçilik nasıl dejenere edildi?
Osmanlı İmparatorluğu devrindeki kalkınma çabalarının hikâyesinin sonuna geldiğimiz zaman, bunların Kemalist devrimine öğrettiği üç ders vardır demiştik: (1) Gericiliği durdurmak, (2) başka devletlerin kavgalarına bulaşmamak, (3) halkı yoksulluktan kurtaracak ekonomik kalkınma tedbirlerinin müessirliğini sağlayacak toplumsal reformlar yapmak. Devletçilik siyaseti bu üçüncü işe yani devletçilik programının gerçek bir kalkınma ve gelişme sağlayacak şekilde müessirliğini temin etme işine, daha kısaca toplumsal reformlara neden girmemiştir.
(g)    Ekonomik Bağımsızlığın Ve Kalkınmanın Temelleri
Bağımsız olmak zorunda olan bir toplum için yukarıda saydığımız bulunmaz bir mazhariyet olan yanlardan başka, Türkiye'nin aynı derecede önemli bir avantajı daha vardır. Birçok memleketlerden farklı olarak Türkiye, kendine yeter bir ekonomik birim halini, kalkınmasını kendi tabiat ve insan kaynakları ile harekete getirmesini çok geniş ölçüde sağlayabilecek bir memlekettir. Bir defa Türkiye; İngiltere, Japonya, Yunanistan, Lübnan gibi tabii kaynaklarca mahdut olduğundan refahının ekonomik temelini kuvvetli bir dış ticaretten sağlama zorunda olan bir memleket değildir. İkincisi, Türkiye petrol, pamuk, kauçuk gibi dünya piyasalarına tabi ve daima kudretli sermayelerin tamah hedefi olan maddelerden birine ekonomisini dayandırma zorunda olan bir memleket değildir. Üçüncüsü, kendi tabiat ve insan kaynaklan ile Türkiye, dengeli bir iç ekonomi düzeni kurabilecek durumdadır. Bunu da ilk ve en iyi kavrayan Atatürk olmuştur. Dördüncüsü, Türkiye tabiat kaynaklarını nüfus ve insan gücünü planlı kullanma yolu ile kalkınmasının tabii ve içten takılmış motoru haline koyabilecek bir memlekettir. Dışarıdan motor aramaya ihtiyacı yoktur.