tanzimat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tanzimat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Şubat 2013 Pazartesi

Mahur Beste, Ahmet Hamdi Tanpınar

Osmanlı toplumunun Tanzimat ile birlikte yaşadığı değişimler.
           Behcet Bey yetmiş yaşında, geçmişte takılıp kalmış, çekingen kendi dünyasında bir ihtiyardır. Sevmediği, asık suratlı hizmetçisi ile birlikte yaşamaktadır. Onu hayatının zarureti olarak görür.Hizmetçisi Şerife Hanım hatıralarından süzülen tek canlıydı ve çok şey ifade ederdi. Behçet Bey ürkek, hassas, iç dünyasıyla meşgul, yalnız bir insandır. Bu da onu darülmihan diye adlandırılan bir yalnızlığa sürüklemiştir. Evi estetiksel kaygının şahane tablosu gibidir. Behçet Bey eski, güzel, renkli şeyleri sever. Antikacı dükkanında saatler geçirir, buna rağmen o sanat meraklısı değil şairdir.
            Dost meclislerinde şarkılar, besteler okunurken o dışarı çıkmaz, saat tamir etmek kitap ciltlemekle   vaktini geçirirdi. Bu işler en büyük zevkiydi. Onlara marazi denilecek bir sevdayla bağlıydı. Hatta sevdiği kitapları koynuna alır çocukların oyuncağıyla yatması gibi onlarla uyurdu.
             Behçet Bey otuzbeş yıl  evvel karısı  Atiye’yi kaybetmiştir. Belki  de kocasına ve bu monoton hayata tahammül edemediğinden genç yaşta ölmüştür. Saatlere ve kitaplara harcadığı zamanı karısı için harcamamıştır. İstemedende olsa karısını incitmiştir. Karısı ölmeden evvel bu konuda sitemini dile getirmiştir.”Bey işte ölüyorum.Darülmihanda bir kadına lüzum yok.bundan böyle kitapların ,saatlerin ve ciltlerin ile meşgul ol; kimse seni rahatsız etmez” demişti. Bu içten gelen sitem zavallı kadının nasipsiz ömründen alabildiği biricik intikamdı. İşin trajik yanı bunca yıl geçmesine rağmen Behçet Bey’in hala masumluğuna inanması ve bu ölümü kadın inadına bağlamasıydı.
             Cavide Hanım Behçet Beyin ablasının torunu, genç yaşta dul kalmış bir kadındır. Behçet Bey onu konağa  davet etmiştir. Ama alıştığı düzenin  bozulmasından korkmaktadır. Yenilik ve değişiklik onun hazmedemediği iki kavramdır. Ancak merhamet ettiği bu kızı ve     gençliği güzelliği ile evde estireceği yeni havayı kabullenmiştir.
               Odasında duran antika bir aynayı eline alarak Necip paşa konağını düşünmeye başladı. Şimdi Behçet Bey 15-16 yaşlarında toy bir delikanlıydı.Kulağına Necip Paşa konağından saz sesleri geliyordu.  O Konaktan antikacıya geçen bu aynayı Behçet Bey satın almıştır.Bu komşu konağın hanımefendisi babasının eski sevdalısı Tarıdil Hanım, konağın yaşantısı  onların musıkiye olan düşkünlükleri, orada yetiştirilen cariyeler, bu cariyelerin aynayı kullanma ihtimalleri, o cariyelerden biri tarafından  kendisine atılan gül gözünün önünde canlanmıştı.
                                                           BABA İLE  OĞUL
              Behçet Bey’in babası İsmail Molla çok ölçülü fakat biraz pervasız, açık yürekli, sert, mağrur, otoriter bir insandır. Dinamik renkli ve uçarıdır. Çapkınlığı erkekliğin bir gereği sayardı.
              İhtiyarlık zamanında dönemin padişahı Abdülhamit’in emriyle görev yeri Hicaz olarak belirlenmiştir. Behçet Bey o sıralar ondokuz yaşındadır. Yatılı okula  verilmiştir. Annesi ve bakıcısının yoğun ilgisinden sonra ona bu hayat zor gelmiştir. Bir kadın kadar içli duygusal, pısırık, fazla nezaketliydi. Aşırı utangaç, ahlaklı bir gençtir. Çok çalışkandır. Kitapları ve onlarla ilgilenmeyi çok sever.
              Onun bu pısırık, içine kapanık, utangaç halinden babası hiç hoşnut değildir. Hatta baba yüreğini sızlatmaktadır. Onun yazdığı mektupları sayfalarca anlattığı gereksiz ayrıntıları tahammül gösterip onu incitmekten kaçınmıştır. Ona tahammül etmeyi öğrenmiştir.
              İsmail Molla orada karısını kaybetmiş görev süresi dolunca geri dönmüştür. Döndüğünde büyük bir sürprizle  karşılaşır. Oğlu okulunu bitirmiş, Şura-yı Devlet üyesi olmuştur. Padişahın emriyle İsmail Molla’nın eski arkadaşı olan Ata Molla’nın kızı Atiye hanımla evlendirilmektedir. Sebebi ise şehzadelerden biri Atiye Hanıma aşık olmuş onunla evlenmek istemektedir. Padişah ise böyle bir çözüm yolu bulmuştur. Ata Molla’nın en değerli kızıdır bu durumdan memnun değildir fakat emre karşı gelememektedir.
             Ata Molla İsmail Molla’nın eski ders arkadaşıdır. Şu anda dargındırlar. Ata Molla geçimsiz kalleş, hırslıdır. Üst makamda bulunanları yerden yere vurur. Abdülhamit devrinden şikayetçidir.
                                                     İKİ   DÜNÜR
              İki dünür zamanında ders arkadaşıydılar, araları gayet iyi idi. Padişahın İsmail Molla hakkında ne düşündüğünü sorması üzerine Ata Molla’nın çocukluktan beri içini kemiren kıskançlık birden şahlanmış ve ona ömrü için felaketli olan bir yanlış yaptırmıştı. Hünkarı beğendiğini bildiği arkadaşını övdükten sonra onu Kara Çelebizade Abdülaziz Efendiye benzetmiştir. Bu sözle   onu büyük  bir alime benzeterek övüyor bir yandan da tehlikeli bir şahsiyet olduğunu  belirtiyordu. Padişah  bu cevabı küstahlık saydı bir daha huzura almadı. Bu olay iki dünür  arasında kanayan bir yara gibi hep kalmıştır. Ata Molla Behçet Beyi beğenmemekte kızına layık bulmamaktadır.   
                                      BEHÇET BEY’İN EVLİLİK YILLARI
              Behçet Bey öyle mahçuptu ki evlendikleri gün kendisinden birbuçuk karış uzun olan bu güzel kadına  ne diyeceğini bilemedi.O Behçet Bey’e  ait bir nergis çiçeği gibiydi. Ama Behçet bey’de ona sahiplenecek cesaret yoktu. Evliliklerinin ilk gecesi beklenenin aksine uyuyarak geçti. Ama Atiye Hanım kararını  vermişti; Genç kadın alnına  yazılan bu adamı sevmeye uğraşacak ona sadık bir eş olacaktı.
              Behçet Bey bu hassas kadının ulvi duygularını anlayabilecek yaratılışta değildir. O herşeyi kendi değer yargılarıyla ölçmektedir. Karısını daima  kendinden üstün bulur. Bu sebeble de hep kendini ondan uzak tutar. O kadar güzel ve iyi olmasa onu daha çok sevecektir.
              Atiye ile İsmail Molla birbirlerine  çok iyi uyum sağladılar. Atiye musikiye olan düşkünlüğü kadar siyasetten tarihten de anlar o konuları saatlerce tartışabilirdi. Birlikte çok güzel vakit geçiriyorlardı, çok iyi dost olmuşlardı. Atiye Hanım istese boşanabilirdi ama o kocasına kıyamaz kayınpederini de üzmek istemezdi.
              Behçet Bey karısının kendisini bırakıp gitmesinden çok korktuğu için babasının “Mahur Beste” den bahsetmesine engel olmak istemiştir. Bu eser Talat Bey’in dir Kocasını terk eden kadının acıklı öyküsünü anlatıyordu. Atiye bu engellemenin nedenini biliyordu. Atiye’ye göre bu hayata renk katmanın bir yolu var o da kocasının politikaya girmesiydi.
                                                  GARİP BİR İHTİLALCİ
              Bu bölümden itibaren söz konusu evlilikten bir malumat alınamaz.Bu yazar tarafından bilinçli yapılan bir kopukluktur.
              Sabri Hoca İsmail Molla’nın arkadaşı, politikanın yuttuğu bir insandır. Medrese tahsilini parasızlık yüzünden yarıda bırakmış ve politika  aşkı ile devrin olayları içinde bulunmuş, insan sarrafı garip biridir.
             Abdülaziz’in hal’i sırasında Mithat Paşa’nın yanında bulunmuş, Suavi olayında ön sırada yer almıştır. Jön Türklerle münasebeti de başlamıştır. Abdülhamit aleyhindeki propagandalara katılmıştır. İmparatorluğun içinde bulunduğu durumu görerek ümitsizliğe kapılıp köşesine çekildi. Ona göre şark ölmüştü hünkarı indirmek birşey değiştirmezdi. İsmail Molla ise kötümser değildi. Bir kültürü asimile  etmek bir inanışı fosilleştirmek oldukça güçtü.
             Atiye küçükken kendisiyle oynamaktan garip bir heyecan duyduğu aynı zamanda akrabasıda olan Refik Bey’in eğitim için gittiği yurt dışından döndüğünü duyunca tadı kaçmıştır. Refik Atiye’yi, Atiye’de onu hiç unutmamıştır.
                                          HISIM AKRABA ARASINDA             
         Halit Bey   şişman sevimli bir adamdı. Hiddetli görünüşlü ama daima neşeli biridir. Baba parasıyla geçinir, gece alemlerine düşkündür. Paralar suyunu çekmeye başlayınca miras takibine başlamış açtığı davaları  takip sırasında avukatlarla girdiği münasebetler yıllarca sürmüştür. Bu dava takipleri sonucu tedavisi mümkün olamayan “adalet hastalığına” tutulmuştur.
             Karısıyla evlenebilmek için satranç öğrenmiştir. Bu pek sevmediği oyundan kurtulabilmek için kayınpederi Ata Molla ile karşılaşmalarında uyuya kalmaya başlayınca Ata  Molla tahammül edememiş iç güveysi olarak girdigi konaktan karısınıda alarak ayrılmıştır.
                                                ESKİ BİR KONAK
         Halit Bey’in konağında iki süt nine vardır. Adile Hanım, Esma Sultandan saray terbiyesi almış, çatık kaşları, dehşet verici mimikleriyle otorite sağlayan sert, titiz, mağrur bir hanımdır. Halit Bey’in anneannesi Buyidil Hanım ile eski kapı yoldaşıdır gelip onun konağına yerleşmiştir. Annesi Sıdıka hanıma süt ninelik etmiş ayrıldığı konağa yıllar sonra gelerek Sıdıka hanımın çocukları ile bizzat ilgilenmiştir .
            Sıdıka hanımın kocası  Sırmakeş Nuri Bey tayinini beğenmediği için resmi görevinden ayrılmış, sarraf Agop Efendinin tavsiyesi ile sırmalı eşya satmaya başlamıştır Saniye Hanım Nuri Beyin süt ninesidir Nuri Bey onunla yaşardı. O eğlenmeyi çok severdi ama moda olan alafranga eğlencelerle Beyoğluna düşkünlüğü yoktu mahalle kahvesinde rakı yudumlamayı tercih etmiştir.
        Birgün arkadaş tavsiyesi ile umuma açık olmayan, parola ile girilebilen bir sefahat evine gitti ordan  bir kız seçti ama gecenin ilerleyen saatlerine doğru o günlerde İstanbul da sıkça görülmeye başlanan  bir yangın çıktı. Bu yangında evin sahibi Nerkis Hanım yıllardır biriktirdiği altınların, elmasların derdine düşüp çiğnenerek can verdi. Nuri Beyi ise tulumbacı takımından Ali kurtarmıştı. Ali sonra konağın kahyası olmuştur. Bu yangın  Nuri Bey’de bazı tesirler bırakmıştır. Olayı kendisine gönderilen bir ilahi mesaj olarak almış, dünyadan el etek çekmek istemiştir. Hayatını mistik bir arayış devresi hüküm sürdü. Tarikata girdi. Nefesler besteledi. Semazenlere konuk oldu. Sonunda Sıdıka Hanımla evlendi.
                MAHUR BESTE HAKKINDA BEHÇET BEY’E MEKTUP
        Bu bölümde Ahmet Hamdi Tanpınar Behçet Bey’in kendisine yazdığı serzeniş yüklü mektuba cevap verir. Yazar yanıt verirken okuyucunun şüphe ve meraklarını gidermeye çalışır. Behçet Bey’i bambaşka bir şahsiyet gibi karşısına alır. Onunla yüzleşir. Yazar onu hayatla ve benliğiyle tanıştirmak için unutmuş hikayesini yarı bırakmış hatta kötü göstermiştir. Çünkü “olduğumuz gibi” ile “olmak istediğimiz gibi” kavramları farklıdır. Bu yüzden Tanpınar Behçet Bey’in kendi hikayesini “hatırat” gibi kaleme almasına engel olmuş; objektifi yakalamaya çalışmıştır.
        Üstad, Behçet Bey’i dinlerken yıllarca kapısı açılmamış bir eve girdiğini sanır. Birdenbire bu kapının gündelik hayata nasıl, hangi sebeblerle kapandığını merak eder.”Mahur Beste” bu meraktan doğar.
Behçet Bey  esasında yazara göre çok “velut” tur. Kitapta ismi geçen şahısları hep ondan öğrenmiştir.Nihayet yazar Behçet beyin tek bir zaman parçasından ibaret olmadığını onunda bir zamanı olduğunu kavrar. Onun için hal hatırlama anıyla sınırlıdır. Behçet Bey onu sokağa çıkarır.


Tanpınar mektubunda  Atiye’yi sabrından dolayı takdir etmektedir. Refik Bey’den ve Atiye’den bahsetmemesinin sebebini yine Behçet Bey de bulur. Onların sonunu yazardan, Behçet Bey gizlemiştir. Halbuki Refikin zatürreden öldüğünü saklamanın ne lüzümu vardır.
          Behçet Bey mani olduğu için “Mahur Beste” ve Talat bey’den üstünkörü bahseder.  O kainatın kendi etrafında dönmesini ister. Ama hayat herkesle beraber yürür. Hayatta başka insanlar başka  kahramanlar da vardır. Tek kahramanlı hikayeler Tanpınar’ın canını sıkar. Buna rağmen o Behçet  Bey’i yarım bırakmayacaktır. Biraz sabra ihtiyaç vardır.
    Not : ”Mahur Beste” yarım kalmış bir eserdir ama yazar Behçet Bey’e verdiği sözü tutar. Yazarın “Huzur” ve “Sahnenin Dışındakiler” adlı eserlerinde önemli bir motif olan “Mahur Beste” teması önemli yer alır.

    Ahmet Hamdi Tanpınar, Osmanlı toplumunun Tanzimat ile birlikte yaşadığı değişimleri,  Behçet Bey’in etrafında gelişen olaylar zinciri halinde Mahur Beste’de yansıtır. Eski ile yeni, doğu ile batı çatışmasının girdabında şekillenen bu çöküş dönemi kimlikleri, ilmiye sınıfından sokaktaki insana kadar geniş bir yelpaze içinde, kaçınılmaz bir uygarlık tartışmasının sözcüleri olarak tarih sahnesine çıkmışlardır. Eserde  İstanbul’un Konak hayatı, kadın dünyası ve gündelik ilişkiler arasında yazar gezinir durur. Düş kırıklığı, isyan ve umutsuzluk arasında bir çıkış yolu arayan bireylerin durumu anlatılırken bu seyahat yazarın kaleminden hüzünlü bir şiire dönüşmüştür.
    Roman sekiz bölüm halinde yazılmıştır. Karakterler mazinin koridorlarında dolaşır, konuşur, düşünür ve duyar. Çok uzun cümleler kullanılmış tasvirler oldukça teferruatlı yapılmıştır. Olayların akışında belirli bir sıra gözetilmemiş, bazen olaylara başlanmış devamı getirilmemiştir. Sanki bu durum bir unutulmuşluğu, bir uyuşukluğu anlatır gibidir. Fakat yazarın gerçekçi gözlemleri ayrıntıyı kaçırmaması, dikkati ve sosyal, tarihsel felsefesi  bu neticeyi çürütür.
 Yazar  zamanın ve saatlerin baş döndürücü musıkisi eşliğinde, çok eski şeylerden,  eski insanlardan, geçmişteki olaylardan bugünden bahseder gibi çok canlı eleştirilerle, düşüncelerle söz eder. Ana karakterin hayatını günışığına taşımaya çalışırken başka konular, başka renkler içinde onu unutmuş gibidir. Mahur Beste yazarın irdeleyiş tavrı, şiirsel tasvir anlayışı ve cümlelerin uzunluğu sebebiyle yazılış maksadı güç sezilebilen bir roman olarak karşımıza çıkar.

28 Nisan 2012 Cumartesi

Kiralık Konak, Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU

Kiralık Konak, Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU, 1999, İstanbul
Türk toplumunun tarihsel gelişim sürecinde ilk belirtileri XVIII. yüzyılda görülen ve Tanzimat’la somutlaşan batılılaşma hareketleri, buna bağlı olarak hayat tarzı, değerler, ahlak, kısacası kültürel değişim.
Naim Efendi çok zengin, zengin olduğu kadarda hesaplı bir kişiydi. Babasından kalma bir servetti. Büyük bir ihtimamla idare ve muhafaza ediyordu. II. Abdülhamit döneminde devletin yüksek mevkilerinde bulundu. Birçok defalar valiliklerde dolaştı. Şurayı Devlet Azası, Rüşümat Müdüri Umumisi oldu. İnkılâptan iki sene evvel dolaşık bir “TEVLİYET” (Mütevellilik) davası yüzünden istifasını verdi ve Hükümet işlerinden tiksinerek bir köşeye çekildi. Fakat memuriyet döneminden kalma bayramlaşma ve özel deftere imza olayını hiçbir zaman aksatmazdı.
Bütün çocukluğu, bütün gençliği İstanbul ‘un en kalabalık konağında geçen Naim Efendi eğlenceli meclisleri, ahbap arasındaki sohbetleri, misafirlere ziyafetleri çok severdi. Fakat öyle bir zaman yaşadı ki bunların hepsi yasaktı. Naim Efendi yeni sazdan, yeni şarkılardan zevk almak şöyle dursun, son senelerde yazılan ve konuşulan Türkçe’yi de anlamıyordu. Bundan beş sene öncesine kadar karısı Nefise Hanımefendi yanı başında idi, rahatını huzurunu mümkün mertebe koruyordu. Zira bu ihtiyar kadın ölünce evin içinde yalnız kaldı. O öldükten sonra yerine Sekine Hanım geçti; fakat Sekine Hanım hiçbir cihetten annesine benzetmiyordu. Tabi ki babası gibi çekingen, içinde titiz, iradesiz, tembel bir kadındı; hususiyle kocasının nüfusuna ve çocuklarının arzularına son derece uyardı. Kocası ise kırk beş yaşında bir züppeden başka bir şey değildi.
Naim Efendinin damadı Düyunu Umumiye Müfettişlerinden Servet Bey, Naim Efendinin saflığından yararlanarak bütün iradesini konak içerisinde istediği gibi yürütüyordu. Servet Beyin oğlu Cemil henüz yirmi yaşında bir mektup çocuğu olmasına rağmen Beyoğlu’ndaki büyük lokantaların, gazinoların, barların sadık gediklisi idi. Bu yaşında birçok zevkleri vardı. Biraderinin küçük sırlarında vakıf olan Seniha ise son çıkan moda gazetelerinin resimlerine benzerdi. Körpe ince ve çolak vücudu ipek böcekleri gibi daima biçim değiştirme, başkalaşma içerisindeydi.
Pazartesi günleri Seniha’nın çay günleridir. Avrupa’nın bütün kibar kadınları gibi o günleri giyinir; kuşanır ve tam beşte konağın salonunda nadir görülen bir hanımefendi vakarıyla ziyaretçilerini beklerdi. Seniha salonun bir köşesinde iki genç kızla halasının torunu Hakkı Celis’in kendisine okuduğu şiirleri dinler, gözüküyordu. Bu genç kendisinden iki ay küçük olmasına rağmen ve birçok şiiri bazı mecmualarda çıkmasına rağmen ona parmakları mürekkep lekeli ve pantolonunun dizleri çıkmış zavallı bir mektep çocuğu gibi görünmekten kurtulamıyordu. Saat beşe henüz gelmişti ki; Faik Bey konağı ziyarete geldi. Faik Bey Cemil’in yakın arkadaşları arasındaydı. Kumral, zayıf, uzun saçları iyi taranmış bir gençti. Küçük yaşından beri Avrupa’nın muhtelif şehirlerinde dolaşmış, oturmuş olduğu için hareketlerinde hiç sahte görülmeyen bir Frenk zarafeti ve kıvraklığı vardı. Faik Bey ile Seniha arasındaki münasebetin bir arkadaşlık derecesinden fazla olduğunu genç kızın bütün erkek ve kadın arkadaşları bili verirlerdi.
Fakat buna da hafif bir flört manasını verirlerdi. Zira Faik Bey, pek çapkın bir delikanlı ve Seniha, pek şuh bir genç kızdı. Günden güne aralarındaki sevgi çoğalmaya başladı. Faik Bey için Seniha’yı sevmek birdenbire vazgeçilmeyen ihtiyarlardan biri oluverdi. O şimdi kumara ne kadar düşkün ise, Seniha’yı da o kadar arıyor. Seniha’ya kendini o kadar düşkün hissediyordu. Dört günlük bir ayrılıktan sonra sabah Faik Bey konağa geldi. Henüz herkes uykudaydı. Saçları karma karışık, yüzü sapsarıydı. Yanaklarında üç günlük bir sakal, toz renginde bir kir tabakası vardı. Seniha ne var? Ne oldu? Demek isteyen gözlerle Faik Bey’ i süzdü. Faik Bey sessiz bir şekilde hiçbir şey söylemiyordu. Seniha daha sonra kardeşi Cemil’ den öğrendiği kadarıyla Faik Bey’ in kumarda Üç yüz elli lira kaybettiğini ve paraya ihtiyacı olduğunu öğrendi. Cemil parayı Seniha’nın büyükbabasından istemesini söyledi. Seniha’nın bunun mümkün olmayacağını söylemesi üzerine Cemil Seniha’nın elmaslarını rehin koymasını istedi.
Seniha dolabını açtı içinden bir çekmece çıkardı. Çekmecenin içinden birkaç tane mahfaza aldı ve birer birer Cemil’e uzattı. Ve hayatında ilk defa olarak ağır ve ciddi bir şekilde düşündü, kaldı. Hayat bir an içinde, ona çıplak ve en kaba haliyle görünmüştü. Bu dünyada her şey ne bayağı, ne beyhude, ne kirliydi... Bu dünyada güzellik bir hayal, sezgi bir efsane, asalet ve zarafet, insanın üstünde hafif bir cilaydı. En güzel bir yüze bir iskelet ifadesi vermek için iki gecelik bir uykusuzluk, bir sevgiyi bir alışverişe çevirmek için birkaç paket iskambil kâğıdı, en zarif bir adamı bir dilenciye döndürmek için üç yüz elli liralık bir borç kâfiydi. Seniha kalbinin bu bir günlük imtihanından epeyce değişmiş çıktı. Aşktan evvel ki alaycı, havai, şuh ve işveli haline avdet etti. Konağı kiraya verip kardeşi Selma Hanımefendinin yanına taşınma bahsi çıktığından beri Naim Efendi’nin rahatı huzuru büsbütün kaçtı. Selma Hanımefendinin kararı o kadar katıydı ki hiçbir mazeretle bunun önüne geçmek kabil olmuyordu.

11 Nisan 2012 Çarşamba

Yüzyıldır Neden Bocalıyoruz?, Niyazi Berkes

Yüzyıldır Neden Bocalıyoruz?, Niyazi Berkes, 1997, İstanbul
Osmanlı Devletinin son dönemlerinden beri yapılmaya çalışılan gelişmelerin sekteye uğramasının sebepleri, gericiliğin tarihi gelişmelere etkisi ve Devletçilik
Kitap iki ciltten oluşmaktadır.
(1)    Birinci Cilt:
(a)    Meseleler ne zaman başladı?
Türkler, Osmanlı İmparatorluğu dediğimiz siyasal egemenliğin kuvvetini on sekizinci yüzyılın başına kadar devam ettirmişler, fakat bu yüzyılın başında bu kuvvet ilk önemli dış engellerle karşılaşmağa başlamıştı. On sekizinci yüzyılın başında imparatorluğun yalnız eski kudretini kaybetmekle kalmadığını, aynı zamanda gerilemeğe başladığını o zamanın devlet adamları bile anlamışlardı.
(b)    Eski Düzene Dönme Çabaları.
On yedinci yüzyılda Osmanlı devlet sisteminin dünyanın geçirmekte olduğu büyük değişmenin tesiri altında bozulmaya, aslındakinden farklı şekillere girmeye başladığı görülmüş bulunuyordu. En önemli değişiklik bu sistemin can damarı olan toprağın idare ediliş usullerinde olmuş, bunlarla ilgili mali, idari, sınaî ve hatta ilmi örgütler başka başka şekillere girmeğe başlamıştı. Toprak rejimi ve ona dayanan devlet maliyesi, ordu, hükümet ve idare bilim müesseseleri. Dikkate değen nokta hiç birinin bu değişmenin veya onların deyimiyle bozulmanın, hiçbirinin nedenlerini araştıramamalarıdır.
(c)    İlk Yenileşme Denemeleri
Bazı devlet adamlarının askeri ıslahat yapmak yanında daha önemli olan başka bir işin ele alınması gerektiğini kavradığını görürüz. Selim III zamanında, hatta ondan daha önce. Türkiye'nin çöküşünün asıl nedeninin ekonomik olduğu anlaşılmıştı. Ama buna karşı tutulacak ekonomik siyasetin yürütülmesini köstekleyen veya yürütüldüğü takdirde onu yanlış ve zararlı yönlere çeviren etkenler vardı.
(ç)    Yenileşmeye Engel Olan Kuvvetler.
Bunların birincisi, memleket içinde değişmeye karşı daima direnen ve savaşan gerici kuvvetlerdir. Bu gerici kuvvetler çok kere ilerici kuvvetlerden üstün gelmiştir. İlerici kuvvetler köksüz, gerici kuvvetler ise toplumun dibine kadar kök salmış durumdadır. Bu kökler, hâlâ tamamıyla sökülmemiştir; bazıları hâlâ yerinde duruyor. ikincisi, Batı'dan alınan fikirlerle kendini ıslah etme işine giriştiği zamanlar Türkiye'nin kendini daima Batı dünyasında olup giden çekişmelerin içinde bulması, bunlardan kaçınacağına onlara bulaştığı için Batı devletlerinin politik ve ekonomik peyki haline gelmesi, hiçbir programı sürekli olarak uygulayamamasıdır. Üçüncüsü, reform teşebbüslerine hep bu çekişmelerin Türkiye'ye yönelmiş olduğu zamanlarda hazırlıksız olarak kalkışılması, bu yüzden, dış baskıların karışması ile yapılan işlerin halk kütlelerinin durumunu iyileştireceğine kötüleştirmesidir.
(d)    Gericilik Kuvvetleri.
Toplumsal değişime karşı olan gericilik hareketleri Türkiye'de ta baştan beri ortaya çıkmıştır. Gericiliğin asıl tehlikeli olan çeşidi belirli çıkarların temsil ettiği gericiliktir. Çıkarcı gericiliğin en kuvvetli temsilcisi Türk toplumunun modern bir düzene girmesinden en çok zarar görecek olan ve çıkarları ellerindeki toprak monopolisinde bulunan toprak ağaları ve derebeyi artıklarıdır.
(e)    Islahatçıların Başarısızlıkları.
Reform tarihimizin ta başından itibaren gericilerin karşısındaki reformcular ve ilericiler Türkiye'nin kalkınma davasının özünü ve anahtarını bulamamışlardır. Batı uygarlığını benimseme işi, mesela zamanımızda, döne dolaşa anlamı kaçan bir "Batılılaşma" işi şekline girmiştir. Yalnız satıhta görülenin taklitçiliği anlamına gelen bu "Batılılaşma"nın temsilcileri olan ilericiler çok defa hep Batı devletlerinin baskısı kapıya dayanınca Batılılaşma yolunda işlere kalkışmışlardı.
Kalkınmanın yolu heyecan ve kin değil, bilgi ve medeni cesarettedir. Bu hikâye hepimize şu üç basit gerçeği öğretmiyor mu?1)Türk ulusunun yirminci yüzyılda yaşayabilmesi için geçirmek zorunda olduğu değişikliklerin içerideki gerici engellerini tasfiye etmek,2)İçerdeki engellerden kurtularak yürütülecek olan bu değişmenin mümkün olduğu kadar hızla yürüyebilmesi için memleketi dünya politika kavgalarının dışında bırakmak, onu hiçbir yabancı çıkara alet etmemek,3) Türk halkının büyük çoğunluğunun içine düştüğü yoksulluktan kurtarılması için alınacak teknik tedbirlerin müessirliğini sağlayacak olan toplumsal reformları yapacak ve bunları yabancı çıkarlarına göre değil, ancak Türk halkının durumunun iyileşmesi açısından yapmak. İşte Kemalizm devriminin karşılaştığı ödevler bunlardı.
(2)    İkinci Cilt:
(a)    Ulusal Kurtuluş Savaşı Ve Kemalizm Devrimi
Ulusal Kurtuluş Savaşı, yabancı bir devletle alelade bir savaş yapmaktan bambaşka bir şeydir. O zamana kadar Türkiye'nin harpten kurtulduğu yoktu; fakat bunların hiçbiri bir ulusal kurtuluş savaşı değildir. Ulusal Kurtuluş Savaşı mali ve siyasi bağımsızlığını kaybeden bir ulusu parçalamak için kullanılan cebir kuvvetine karşı, o ulusun bütün varlığı ile canını dişine takarak giriştiği bir savaştır. Bu savaşın askeri harp yanı onun niteliğini tam olarak gösteremez. Onun, ulusun iç ve dış durumunda kökten değişiklikler yaratan yanı da önemlidir.
(b)    Kemalizm’in Üç Yanı
Kemalist devrimin en önemli yanları modern rejimin ulusal bağımsızlığa, halk egemenliğine, Cumhuriyet hükümet şekline ve din-devlet ayrımına dayanması prensipleridir. Bundan sonra Kemalist devrimin ikinci yanı gelir. Bu da birinci yanının prensipleri ile uyuşmaz olan bütün eski müesseselerin kökten davranışlarla ortadan kaldırılması işidir. Bu, Kemalizm’in devrimcilik ilkesi ile adlandırdığımız yönüdür. Yaptığı iş, Kemalizm’in aşağıda anlatacağımız üçüncü yönünü teşkil edecek olan toplumsal değişme ve kalkınma işlerine engel olan geleneksel örgütleri, âdetleri, alışkanlıkları, kanunları kaldırmak işidir. Bunların altındaki toplumsal temelin değişmesini sağlama işi yani yüzyıllık Türk evriminin ana davasına ancak bundan sonra sıra gelecektir. Atatürk bu ikinci işte de sezişinin, kesinliğinin, aydınlığının kudretini gösterdi. Bunları, ıstıraplı fakat uyana şoklar halinde bunların lüzumuna sonunda halkı da inandırarak yapmaya muvaffak oldu. Yazı değiştirmekten başlık değiştirmeye, takvim değiştirmekten medeni kanun değiştirmeye kadar hepsi daha önceki kuşaklarda düşünülmüş, tartışılmış şeylerdi, ama onun zamanına kadar hatta onun zamanında bile, bu değişmeleri göze alacak adam çok azdı, alacak olanların da hiçbir önderlik kudreti yoktur.
                (ç)    Kemalizm’in Ekonomik Kalkınma Tezi
Kemalizm’in üçüncü yönü ise yeni toplumu temelinden kurma işi olacaktı. Kemalizm’in ilk iki yanının mantıki sonucu, Türkiye'nin uygarlık değişimini toplumsal dokusunda yeni başladığı noktadan kendi eliyle gerçekleştirmek olacaktı. Bunun içindir ki Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Atatürk'ün üzerinde en çok durduğu şey, toplumun yeni anlama göre kurulması işinin başlayacağını hatırlatmak olmuştur.
(c)    Ulusal Kalkınma Davasının Meseleleri
Kemalizm’in üçüncü yönünün hareket noktası ekonomik kalkınma yolunda girişilen devletçilik politikasının temelindeki fikirdi. Bu fikrin toplumsal değişme ve gelişme anlayışı;   toplumun temel yapısında devrimsel değiştirmelere girmeden çağdaş uygarlığa geçmenin ekonomik kalkınma yolu ile mümkün olduğu, bu kalkınma sonucu olarak temel yapının da aynı zamanda değişeceği tezine dayanır.
(d)    Devletçiliğin Başarıları
Devletçiliğin olumlu yanları ve sonuçları şunlar olmuştur: Daha önceki devirlerde gördüğümüz temelden yanlış ve çökertici yollar artık sona ermiştir. Türkiye, yalnız kendi tarihinde değil, bütün geri kalmış ulusların tarihinde yepyeni bir işe girişmiş oluyordu. Girişilen iş tutarsa Türk ulusu ekonomice bağımsız, toplumca modern bir ulus olacak; gericilik, emperyalizm ve yoksulluk çengellerinden kurtularak her modern ulusun girdiği normal gelişme ve yükselme yoluna girecektir.
(e)    Ulusal Devletin Ve Ekonominin Temelleri Atılıyor
Devletçilik hem bizde hem dışarıda ve özellikle zamanımızda mümkün olmadığını inanılan bazı şeylerin mümkün olduğunu ispat etti:1) Dış borçlanma veya yardım olmaksızın kalkınma mümkündür. Devletçilik devrinin iki sanayileşme programı tamamıyla, mobilize edilmiş ulusal kaynaklarla sağlandı. 2)Devletçilik hâlâ bugün bile inanılmayan bir şeyin daha mümkün olduğunu gösterdi: Geri kalmış memleketlerde ulusal gelirin yüzde 5'ten fazla yatırıma harcanmasının mümkün olduğunu gösterdi,3) Devletçiliğin sermaye finansmanı mobilizasyonu memlekette kamusal ve özel sermaye birikiminin temellerini hazırladı ve memleketin ekonomik kalkınmasının ilk hızını sağladı. 4) Daha önceki devirlerin sıfıra indirdiği malî ve siyasî devlet ve ulus itibarını yeniden kurdu ve yükseltti. Türk parasının istikrarını sağlamakla kalmadı, değerini hayli yükseltti. Daimi işçi ücretlerinin çok düşük kalmasına, emek değerinin çok ucuzluğuna rağmen, üreticilik seviyesinin düşük veya yükselişinin çok ağır olması yüzünden, üretim maliyetleri gelişmiş memleketlere nazaran çok yüksek kalmış, bu da halk yığınlarının hayat standartlarının düşük kalmasına tesir etmiştir.
(f)    Devletçilik nasıl dejenere edildi?
Osmanlı İmparatorluğu devrindeki kalkınma çabalarının hikâyesinin sonuna geldiğimiz zaman, bunların Kemalist devrimine öğrettiği üç ders vardır demiştik: (1) Gericiliği durdurmak, (2) başka devletlerin kavgalarına bulaşmamak, (3) halkı yoksulluktan kurtaracak ekonomik kalkınma tedbirlerinin müessirliğini sağlayacak toplumsal reformlar yapmak. Devletçilik siyaseti bu üçüncü işe yani devletçilik programının gerçek bir kalkınma ve gelişme sağlayacak şekilde müessirliğini temin etme işine, daha kısaca toplumsal reformlara neden girmemiştir.
(g)    Ekonomik Bağımsızlığın Ve Kalkınmanın Temelleri
Bağımsız olmak zorunda olan bir toplum için yukarıda saydığımız bulunmaz bir mazhariyet olan yanlardan başka, Türkiye'nin aynı derecede önemli bir avantajı daha vardır. Birçok memleketlerden farklı olarak Türkiye, kendine yeter bir ekonomik birim halini, kalkınmasını kendi tabiat ve insan kaynakları ile harekete getirmesini çok geniş ölçüde sağlayabilecek bir memlekettir. Bir defa Türkiye; İngiltere, Japonya, Yunanistan, Lübnan gibi tabii kaynaklarca mahdut olduğundan refahının ekonomik temelini kuvvetli bir dış ticaretten sağlama zorunda olan bir memleket değildir. İkincisi, Türkiye petrol, pamuk, kauçuk gibi dünya piyasalarına tabi ve daima kudretli sermayelerin tamah hedefi olan maddelerden birine ekonomisini dayandırma zorunda olan bir memleket değildir. Üçüncüsü, kendi tabiat ve insan kaynaklan ile Türkiye, dengeli bir iç ekonomi düzeni kurabilecek durumdadır. Bunu da ilk ve en iyi kavrayan Atatürk olmuştur. Dördüncüsü, Türkiye tabiat kaynaklarını nüfus ve insan gücünü planlı kullanma yolu ile kalkınmasının tabii ve içten takılmış motoru haline koyabilecek bir memlekettir. Dışarıdan motor aramaya ihtiyacı yoktur.