yakup kadri karaosmanoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yakup kadri karaosmanoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Şubat 2013 Pazartesi

Bir Sürgün, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Dr. Hikmet; İstanbul’un kibar ve devleti seven, çocuklarına çok şefkatli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Dr. Hikmet’in babası Ruşen Bey, Sultan Murad taraftarı olması nedeni ile 28, 29 yılı aşkın göz hapsindedirler. O dönemde, bu göz hapsindeki aile ile münasebeti çok yakındakiler dışındaki aileler göze alamamaktadırlar.
        Doktor Hikmet okulu bitirip iş hayatına atılacağı zaman; tam olarak nedenini bilmediği suçlardan dolayı İstanbul’dan İzmir’e sürgüne gönderilir. O dönemde İzmir Valisi olan Kamil Paşa sayesinde İzmir’de kısmen hürriyet vardır. İstediği kitapçıya girip istediği yayınlara rahatça bakabilmektedir. İzmir’in ayrıca sürgündeki insanlar için Türkiye’den diğer ülkelere kaçış yeridir.
        Doktor Hikmet İzmir’de Guraba hastanesinde çalışmaktadır. Yakında bir ev ve o civarda bir de sık sık ziyaret ettiği kitapçı vardır. Bunların aralarındaki mesafe 3 km. bile yoktur ve hayatını burada geçirmektedir. Jön Türklerde olduğu gibi Fransa, Dr.Hikmet içinde hürriyetin, medeniyetin ve özgürlüğün beşiğidir. Fransa hakkında çok bilgiye sahip olmasının da verdiği güvenle aniden Fransa’ya gitmeye karar verir ve kendini Fransa’ya giden gemide bulur.
        Gemi İstanbul’dan hareket ederken; bir Ermeni komitecisinin kaçak binmesinden dolayı yaşanan sorunun, gemiye bir kaçak gibi binen Doktor Hikmet içinde yaşanacağı korkusu vardır. Kaçak gibi binen bu yolcunun, neden böyle bindiği merak konusudur. Yolcular kendi aralarında konuşurken; Türklerin ‘Jeune Turc(Genç Türkler)’ ve ‘Viene Turc(Yaşlı Türkler)’ ikiye ayrıldığından, yönetimdekilerin ise yaşlı Türklerin elinde olduğundan bahsetmektedirler. Jön Türklerin ‘Kızıl Sultanı’ ve tamamen rejimi değiştirmek istedikleri ve bundan dolayı yakalananların şiddetli bir şekilde cezalandırıldığı kaçabilenlerin ise Avrupa’ya sığındığı; Dr. Hikmet’in de, kaçanlardan biri olduğu bahsi geçmektedir. Jön Türklerin komite merkezi Paris’te olduğu, bu şahısların hepsinin Fransızca bildiği, Fransız okullarında eğitim gördükleri ve kültürünü aldıkları bahsi geçmektedir. Yolculuk sırasında; İstanbul’dan kaçak olarak binen Ermeni komitecisi ile tanışır ve ortak bazı noktalarından dolayı yakın görmesine rağmen, Ermeni komitecisi ondan uzak durmaktadır. Zorlu yolculuğun sonlarına doğru; hayalindeki Fransa sınırına geldiklerinde; yanındaki yolculardan biri olan papaza Monte Kristo adasını sorar. Papaz ise; Monte Kristo’nun tamamen uydurma kötü bir masal olduğunu, hükümetin ise aldığı tedbirlerle Hıristiyanlığa halkı korumaya çalışırken Farmasonların kucağına attığını anlatır.
        Doktor Hikmet, zorlu yolculuğun ardından Paris’e varır. Adeta hayal alemindedir, okuduğu kitaplardaki bahsi geçen yerlerdedir. Paris’e ait olan her parçanın ayrı bir yeri vardır. Çok zaman geçmeden bu hayal aleminden çıkarak, sokaklarını, insanlarını ve çevresini İzmir’le kıyaslamaktadır. Türkiye kendisine daha sıcak gelmektedir. Otel bulur ve yerleşir. Bir taraftan Paris’i tanımaya çalışırken; diğer taraftan bir boşluk içerisindedir. Plansız bir şekilde yaşamak, ona ölüm gibi gelmektedir. Yaşadığı bu boşluktan dolayı, kendisi ile çelişkiye girmemek için ufak işler bulmaktadır. Bu işlerden biri Paris’teki Türkleri arayıp bulmak diğeri ise; ailesine mektup yazıp durumu bildirmektir. ‘Bir şeyler yapıyorum’ düşüncesine kendisini inandırmaya çalışken; mektubu nasıl nereye göndereceğini  düşünmektedir. İlk önce Jön Türklerin çıkarmış olduğu gazeteye bakarak adresi bulmak istemektedir, ama gazetede sadece mektup kutusu numarası bulunmaktadır. Gazetenin yanında bir broşürden Ahmet Rıza’nın adresine ulaşır. Adrese gider; ama Ahmet Rıza’nın nadiren uğradığını öğrenir. Kahvenin birinde oturup ailesine gönderecek mektubu yazarken; 10 senedir Fransa’da bulunan Ragıp Bey’le tanışır. Ragıp  Bey yardım sever birisidir. Uzun yıllar Fransa’da kalmasına rağmen Fransızca’ya hakim değildir ve kendi kültürünü taşımaktadır. Dr. Hikmet; Ragıp Bey’den, Jön Türklerin Pres Sabahattin ve Ahmet Rıza taraftarları olarak ikiye ayrıldığını ve bunların bir araya gelip bir şeyler yapamayacağını öğrenmektedir.
        Doktor Hikmet Paris’te bütün bir yıl kimseye muhtaç olmaksızın geçinebileceğini tahmin etmektedir. Daha sonrası için ise; nöbetçi hekimlik veya bir hekimin yanında asistanlık yaparak geçimini sağlamayı düşünmektedir.
        Ahmet Rıza Bey’le görüşmesinde; Ragıp Bey’le ilgili olarak, elinin açık olduğunu ve bundan dolayı şüphelendiğini dile getirmektedir. Ahmet Rıza Bey ise; bu konuda şüphe beslememesi gerektiğini ailesinin ve çevresinin verdiği kültür olduğunu anlatmaktadır.
        Ragıp Bey; Doktor Hikmet’in gönüllü rehberi olmaktadır. Paris’i bir taraftan ona gezdirirken; diğer taraftan da yalnızlığını paylaştığı en yakın dostu olmaktadır. Dr. Hikmet, Paris’i gezerken, okuyup hayalinde yaşattığı Paris’i görememektedir. Bu da onun memleket hasretini artırmaktadır.
        Memleketinden kaçtığı, Paris’e ayak bastığı günden beri, tuhaf bir duyguya kapılır. Kendisini dünyanın en ilginç ve gülünç adamı zanneder. Herkesi böyle düşündüğünü ve bu haline güldüğünü düşünmektedir. Bunun milliyetinden kaynakladığını düşünerek ayıp bir şey gibi saklamaktadır, hatta Ragıp Bey’le bile dolaşmaktan çekinmeye başlar. Ragıp Bey ise umursamaz ve rahattır. İkdam’da Paris mektuplarını yazan Ali Kemal Bey ile tanışır. Ali Kemal Bey; ona Fransa’da Türkiye’de alınan diplomaların geçerliliği olmadığını ve tekrar okula giderek eğitim almasını tavsiye eder ama Dr. Hikmet ise, eğitimi düşünmemektedir.
        Paris’in kocaman bir mağaraya benzediği; havaların soğuk olması, günlerce gökyüzü bir kurşun kubbe renginde ve bunun arkasında, güneş paslı bakır bir levha gibi görünmesi, gözle görülmeyen ve sesi işitilmeyen yağmurun ise, bu madeni yerin bir yapışkan kurum yağıyla karışarak yerleri ıslatması anlatılmaktadır.
        Ragıp Bey, Vaugiard sokağında iki odalı bir küçücük apartmanda oturmaktadır. Evin duvarları, taban tahtası, tavanı, eşyası ve hatta kendisine has kokusu ile, Beşiktaş’ta ve Cihangir’de herhangi bir orta halli Türk evinden nakledilmişe benzemektedir. Pencerelerdeki perdelerden, köşede duran aynalı konsola; her biri meşhur hattatın süslü yazıları ve pirinçten yapılan mangal ve kanepenin üzerine serilmiş Osmanlı halısı Dr. Hikmet’i çok etkilemiş çocukluğunu hatırlatır. Gözleri yaşarır ve yurt hasretini yüreğinde acısını hisseder. Dr. Hikmet kendi kendine “Burada hiçbir şey güzel değil. Bütün bu eşyada zarafet ve sanat namına hoşuma gidebilecek hiçbir şey görmüyorum. Kendimi bildim bileli bu dekordan nefret etmişimdir. Şu halde birden bire bu içlenmemin sebebi nedir?” der.
        Ragıp Bey işte çalışması gerektiğini ve yardımcı olabileceğini söyler. Dr. Hikmet bu duruma sevinerek böyle bir ricada bulunmak istediğini belirtir. Rağıp Bey, her gün uğradığı bir ahbab evi gibi alışkan ve emin olarak daha önce tanıştığı Dr. Foissard’ın evinin ziline basar. Kapı açılır. Evin hizmetçisi karşılar ve ne istediklerini sorar. Dr. Foissard’ı görmek istediklerini söylerler. Evin hizmetçisinin yüzü, boş yere rahatsız edilmiş bir insan çehresinin yüzü gibi ekşir. Önceden randevu almadan kabul edilemeyeceklerini eşikte bir kale nöbetçisi gibi dimdik ayakta duran uşak söyler. Ev dört katlı cephesi büyük kesme taşlardan örülmüş ve iri, tunç halkalı dökme demirden kapısı ile de kaleye benzer. Ragıp Bey, onunla Mısırlı Prensesin evinde tanıştığını söyler ve haber vermesini ister. Hizmetçinin yüzü yumuşar. İçeriye alır. Kartvizitini ister. Oniki yıldan beri Fransızcasını geliştirememiş olmasına rağmen alafranga adabı muaşeretin bütün şatafatlı gösterişleri iyi bilmektedir. Köşesi altın markalı küçük cep cüzdanının içinden bir kart çıkarıp uzatır. Özel bir iş için buraya geldiklerini belirtir. Uşak kartı gümüş tepsiye koyarak sessiz adımlarla holün loş yerlerinde gözden kaybolur. Geriye döndüğü vakit uşağın davranışları daha sıcaktır ve nezaketli tavır takınır. Ellerinden şapkalarını, bastonlarını alır ve odalardan birini açar içeriye davet ederek burada beklemelerini söyler. Oda, ipekle kaplı, aynı renkte perdeler, camların kenarından düşey kıvrımlarla parkenin üzerine sarkmaktadır. Kenarları altın süslemeli deri koltuklar; ortada bir mermer masa, köşelerde, tıklım tıklım bardak çanak, çömlek ve biblolarla dolu vitrinler bulunmaktadır. Ragıp Bey, zenginliğinden ve zevkinden bahsetti ama Dr. Hikmet’e göre ise, zevkle döşenmiş bir şey göremediği gibi bir doktorun evine göre çok karmaşıktı. Ne mermer masa, ne raflar ne koltuklar ne de yerdeki halı temizlik hissi vermemektedir. Eşyaların hepsinin üzeri tozla kaplı ve uzun müddet kapalı kalmış yerlerin bayat kokusu her tarafı sarmaktadır. Evin eşyalarının değerli gözükmesinden dolayı Ragıp Bey, çok para kazandığından bahseder. Dr. Hikmet ise; bahsedilen her şeyi ilk duyuyormuş gibi can kulağıyla dinler gözükmektedir. Zaman ilerler ümidin yerini yeis almaya başlar. İkisi de beklemenin verdiği sıkıntıya kapılarak beklemektedirler. Salonun kapısının açılması ile Dr. Foissard’ı görürler. Dr. Foissard; uzun boylu, kamburumsu gövdesi yer yer ağarmış saçlı biridir. Ragıp Bey hemen önünü ilikler ve elini uzatır ama ev sahibi şaşırır. Uşağın ona Japon misafirlerinin beklediğini söylediğini söyler. Dr.Foissard, niçin geldikleri anlayınca, yer ve zaman olarak yanlış olduğunu belirtir. Ayrıca işlerin onların düşündüğü gibi basit olmadığını metotları öğrenmesini tavsiye eder. Hastanede kendisini görmesini ister ama yardımcı olmaz.
        Doktor Hikmet’in Paris’teki aşık olduğu Arlette; mektup irtibatını sağlayan ailenin kızıdır. Kızın başka bir erkekle irtibatının olduğunu bilmesine rağmen sevmektedir. Kızın ilk tanıştığı andan itibaren yakınlaşma göstermesine rağmen; Dr. Hikmet kişiliğindeki çekingenlikten dolayı pasif kalır. Kız tarafından alay konusu olur.
        Yaşadığı olayların kendi üzerinde bıraktığı etkileri tahlil ettikçe beceriksizliği, sersemliği ve sıkılganlığı sonucuna varmaktadır. Dilini kendi dili kadar iyi bildiği edebiyatı ve kültürüne kendi kültüründen daha yakın olduğu bu dünyaya kendi has vatanına girer gibi girmek istemekte, fakat çok geçmeden yabancı bir dünya olduğunu anlar.
        Arlette ve annesi ise planlı bir şekilde ilişkilerini, evlilikle sonuçlanması için uğraşmaktadırlar. Doktor Hikmet hastalanır ve ona Arlette bakar. Hastalılığının tamamen geçmesi için; bir süre kuru havası ve güneş alan başka bir yerde bulunması gerekmektedir. Arlette’nin de yanında gelmesini söyler. Arlette ise annesinden izin alması gerektiğini anlatır. Dr. Hikmet, Arlette’nin annesinden izin istediğinde, annesi en azından nişan yapması gerektiğini ve dönüşte de evlenmesini tavsiye eder. Dr. Hikmet ise; tanışmasından içinde bulunduğu zamana kadar geçen sürede, ailenin kendisine yakınlığını ve yaşanan olayları gözden geçirince durumu fark eder ve haber vermeden tek başına gider. İki ay kadar kaldıktan sonra tekrar döner.
        Paris’e dönüşünün ikinci günü Doktor Hikmet, kendisini ziyarete gelen Arlette’e içini dökmek için hazırlanırken, sokak kapısı telaşlı biri tarafından çalınır. Kapıyı açınca karşısında kasaplık yapan ev sahibini görür. Ziyaretinin sebebinin iki aydan beri kiranın ödenmediğidir. Orada olmasa da ev kirasını göndermesi gerektiğini söyler. Dr. Hikmet; Arlette’nin böyle bir hadisenin olmasından dolayı çok sıkılmıştır. Ev sahibi bir taraftan konuşurken diğer taraftan eşyalara göz atmaktadır. Evdeki eşyaları gördükçe rahatlar. Kirayı vermezse eşyalara el koymayı düşünmektedir. Dr. Hikmet, evden parasının geleceğini ve birkaç gün daha süre vermesini ister. Bir haftada anlaşırlar. Bir insanın duyabileceği hazları orada duymuştu Dr. Hikmet. Orada sevmişti ve seviliyor gibi olmuştu. Çok tabi olarak yüreğinde bir parçalanış vardı. Diğer taraftan da ilk kez böyle bir olaya maruz kalmanın verdiği utanma ve keder vardır. Ailesinden, bu sıralarda mektup alır. Babası maddi durumlarının iyi olmadığını ancak küçük bir miktar olan emekli maaşının üçte birini görebileceğini belirtmektedir.
        Maddi olarak sıkıntıda olan Dr. Hikmet; iki aydan beri ev kirasını ödeyemediğinden evden ayrılarak iyi şartlara sahip olmayan bir otele yerleşir. Odası otelin üçüncü katında, tavanı basık, eşyası derme çatma ve temizliği şüphelidir. Odaya gelince üstü yeşil çuha örtülü dört köşe bir masaya oturur. Başını ellerinin arasına alır, odacıya bile bakmaktan korkar. ‘Ne acayip talih, benim talihim’ diye düşünmektedir. Yerleştiği oteli, dışardan her gördüğünde garip bir irkilme ve soğukluk geldiğini hatırlar. Günün birinde bu otele yerleşeceğine ihtimal vermemesine rağmen artık oradadır. Evde bıraktığı eşyaları nasıl alacağını düşünürken, sevgilisinin kardeşi aklına gelir. Albert’i tesadüfen bir kahvenin kapısında rastlar. Onu aradığını söyler. Münakaşa veya konuşmasına fırsat vermeden konuyu açar. Albert, tanıdıkları arasında ev sahibi tarafından ilk sokağa atılan olmadığını konunun bahsetmeye bile değmeyeceğini belirtir. Ev sahibi olan kasabın ev sahipleri içinde en çekilmezi olduğunu söyler.
        Dr. Hikmet’in hayatı büsbütün değişmektedir. Kara talih selinin akıntısına karşı kürek çekmekten kolları yorulmuş ve kendini akıntıya bırakır. Bir gün yemek yiyorsa bir gün aç yatmaktadır. Bazen bir günü sütlü bir bardak kahve ile geçirmektedir. Ciğerlerinin, kapalı yerlerde, türlü türlü dumanlarıyla her gün biraz daha yıpranmaktadır. Açık havanın hasretini çekmektedir. Yağmursuz olan havalarda birkaç saat dışarıda kalıp temiz hava teneffüs etmektedir. Uykusuz ve rahatsız geçirdiği geceler sabahları çok öksürmektedir. Oda arkadaşı olan Morotof ona memleketinin Çar’la İngiltere Kralı arasıda paylaşılacağını söyler. Doktor Hikmet memlekete dair kötü haberler alınca Jön Türklerle dertleşmektedir. Olaylar üzerinde konuştukça Jön Türklerin Abdülhamit’le bir düşündüğünü fark eder.
        Otelde tekrar hastalanır ve kısa süre içinde ölür.
           Yakup Kadri; romanlarında Türk toplumunun Tanzimat’tan sonraki gelişim sürecini, özellikle siyasal değişmeleri konu edinen, bu değişmelerin toplumun ve bireylerin yaşayışına etkilerini, koşulların belirleyiciliğini işlemiştir. Bir Sürgün de ise; romanlarını oturttuğu tarihsel sürecin ilk aşamasını ele almaktadır.
        Meşrutiyet’in gerçekleşmesinde önemlice payları olan Jön Türkler, bunların Paris’teki yaşayışları ve eylemleri romanın çatışını oluşturur. Dr. Hikmet’i Paris’e gitmesi ve orada yaklaşık olarak bir yıl yaşaması ve vefatı söz konusudur. Yani romandaki zaman dilimi bir yıldır. Romanın içerisinde bahsi geçen olaylardan; İttihat ve Terakki içerisindeki çekişme 1902’deki Paris Kongresidir, başka bölümlerde ise; vapur yolculuğunda eline geçen Prens Sebahattin’in Paris’te Terakki isminde çıkarttığı gazete ilk çıkış tarihi 1906’dır. Değişik tarihlerdeki olayları romanda, romandaki geçen yılın içinde olmuş gibi gösterilmiştir.
        Jön Türkler’den bahsederken; hep eleştirel bir tutum sergilenmiştir. İdeolojik açıdan yeteriz, bilgisi sınırlı ve kavrama yeteneğinden yoksun kişiler olarak anlatılmıştır. Tanzimat’tan sonra Türk aydının yaşadığı, Batılılaşma hareketinin ürünü olan ikilik düşüncesi anlatılmıştır. Burada Dr. Hikmet’in, kişiliğinde sergilenen dram aslında Batı’ya hayran ama Doğu kültüründen kopamamış Osmanlı aydınının çıkmazını anlatmaktadır.
        Romanın başında, bira bardağından arta kalmış su çemberi içerisinde dönüp duran karıncayla Dr. Hikmet hayatı arasında kurulan bağlantı söz konusu dramı göz önüne sermektedir. Sürgün olarak bulunduğu İzmir’deki dünyasının sınırları bellidir.
        Gerçekle hayal alemi, edebiyatla hayat arasındaki ilişkiyi kuramamanın, gerçekliği somut olarak, yaşayarak soyut olarak kavramamın sonucunu gösteren bir dram.
   

16 Şubat 2013 Cumartesi

Hüküm Gecesi, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hüküm Gecesi: II. Meşrutiyet yıllarının siyasi olayları ile bu olaylar içerisinde yaşanan duygusal bir aşk hikayesi.
        Yazar eserinde; 1908-1911 yılları arasındaki siyasî olayları, kişisel çıkarlar uğruna girişilen ve halkın yararına herhangi bir düşünceye, ülküye dayanmayan çatışmaları ele almıştır. İttihat ve Terakki Fırkası’nın egemen olduğu dönemin eleştirisini muhalif gazeteci gözüyle yapmıştır. Kısaca; bir devrin çözülüşünün, içerisine sıkıştırılmış aşk hikâyesiyle birlikte ele alındığı duygusal bir romandır.
        Gerçek kişilerle, roman tiplerinin değişik bir roman tekniğiyle yer aldığı eserde Yakup Kadri, gençlik döneminde yaşadığı II. Meşrutiyet yıllarını; gazeteci Ahmet Samim'in öldürülmesinden Bâbıâli baskınına kadar uzanan olayları, İttihat Terakkî ile Hürriyet ve İtilâf arasındaki siyasî çekişmeleri konu ediniyor.
        Kitaba göre, İttihat ve Terakki Partisi olayların hep arkasında olmuş, milletin bütünlüğünü ve bağımsızlığını sağlamak için elinden geleni yapmaya çalışmış; yabancıların, ülkeyi bölmeye ve içten yıkmaya çalışanların karşısında olmaya çalışmıştır. Bu olayların gidişatını hep eleştiren romanın kahramanı Ahmet Kerim, muhalif bir gazeteci olarak, yazılarıyla İttihat ve Terakki’ye karşı cephe almıştır. Bu gazeteci yaşadığı dönemi eleştirmiş, ülkenin daha iyi olması için yazılar yazmıştır. Aynı gayeyi takip eden Ahmet Samim’in de yakın dostudur.
        Olaylar 1908-1911 yılları arasında geçmektedir. Bu dönemde İttihat ve Terakki ile muhalefet arasında siyasi bir çekişme yaşanmaktadır. Aslında bu toplumun sorunlarına çözüm getirmekten uzak bir iktidar kavgasıdır. Ordu güçsüzdür ve politikaya gömülmüştür. Ülkenin hiçbir sorununa somut çözümler getirilememekte, dış borçlar artmakta, kurtuluş Batı’nın desteğinde aranmaktadır. İktidar için çarpışan kişiler yalnızca çıkar peşindedirler. Aydınlar ile devlet adamları ise ipleri Batı emperyalizminin elinde olan kuklalardır.
        Ahmet Kerim’in gözünde; İttihat ve Terakki’nin çirkin siyasi oyunlar oynayışı, düşünce yoksulluğu, baskıyı, kaba gücü olağan sayan yönetim anlayışı, muhalefetin ikiyüzlülüğü, çıkarcılığı kıyasıya eleştirilmektedir. İttihatçılar ve İtilafçılar bir madalyonun değişik görünümdeki iki yüzü gibidir. Aynı maddeden yapılmışlardır, nitelikçe hiçbir ayrımları yoktur.
        Bireysel çıkarların öne alındığı siyasi çatışmalar toplumun sorunlarına çözüm getirmemiştir. İmparatorluğun parçalanmasında dış güçlerin etkisi de hat safhadadır. En acıklı olanı ise, neyi savunduğunu, neye karşı olduğunu bilmeyen, tarihin kendisine yüklediği kurtarıcılık görevi altında ezilen bir kuşak dramının boyutları dramatik bir şekilde dile getirilmiştir. Politik hırsların egemen olduğu bir ortamda insana özgü duyguların, özlemlerin, tutkuların yozlaşması; kardeşliğin düşmanlığa, sevginin sevgisizliğe, özverinin bencilliğe dönüşmesi de dönemin nitelikleri arasında sıralanabilir.
        Bu siyasi çalkantılar arasında Ahmet Kerim’in Samiye’ye olan aşkı da ele alınmıştır. Her akşamüstü evine dönerken köşe başındaki konağın önünden her geçişinde birkaç saniye duraklayıp içerden gelen şarkı ile karışık piyano sesini dinlemek Ahmet Kerim’de alışkanlık haline gelir. Bu güzel sesin sahibi Samiye’yi görmek için can atar. Lakin içeri girmek için her duraklayışında konağın önünde kendisine hakim olmasını bilir ve yoluna devam eder. Belki de içeride kiminle, nasıl birisiyle karşılaşacağını bilmeden böyle yapar. Ahmet Kerim platonik aşkıyla mektuplaşmaya başlar. Fakat bir gün matbaaya doğru yol alırken Samiye ile yolları defalarca kesişir, defalarca göz göze gelirler. Nihayet ikisi de konuşma cesaretini toplarlar. Samiye, genç, güzel ve çekici biridir. Ahmet Kerim’i büyülemesini bilmiştir.
        Samiye, İttihat ve Terakki Fırkası’ndan olan ağabeyi Selim Necati’nin isteğine uyarak Ahmet Kerim’i gece yarısı odasına alır. Selim Necati’nin, Ahmet Kerim’i Samiye’nin yatak odasında yakalayıp bir ırz düşmanı gibi öldürme girişimi başarısızlıkla sonuçlanır. Samiye kendini bağışlatmak için çırpınır; bu duygunun, bu isteğin tutsağı olur. Bu yolda her çılgınlığı göz önüne alır. Ahmet Kerim ise onun bütün girişimlerini alabildiğine katı bir duygusuzlukla karşılar. Aşkı nefrete döner artık. Bu inatçılık, genç kızdaki değişimi görmesini engeller. Sıradan bir olay biçiminde verilen, ayrıntısız, kısacık bir ölüm haberi geç de olsa Ahmet Kerim’i, bu ölümden kendisini sorumlu tutacağı yeni bir ruh halinin içine iter. Bu olayda Ahmet Kerim de suçludur, çünkü Samiye’yi hiç dinlemez. Nefret, yerini suçluluk duygusuna bırakır. Artık bundan sonrası Ahmet Kerim için kendi vicdanının sesini dinlediği dönemdir.
        Ahmet Kerim, Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’yı öldürmekten dolayı sanık olarak tutuklanan kimselerle birlikte ölümle karşı karşıya getirilmiştir. Bekirağa bölüğünde, suçsuz ve haksız, idam korkusuyla “Hüküm Gece”sini beklerken bile kişiliğine kabahat bulmaz; bütün sebep ve sonuçlarıyla hayat hesabının yükünü zamanına ve neslinin tarihine yükler.
        Sırf hürriyete yapılan baskıya karşı koymak ve kişiliğini satılığa çıkarmamak için muhalefete geçen Ahmet Kerim, birdenbire kendini aralarında hiçbir öz ve niyet birliği bulunmayan Hasip, Halil Paşazade Ömer Beyler ile Necip Mollalar’ın, Neşet Paşalar’ın, Saim Efendiler’in içinde bulur. Ondan sonrası artık kaybedilmiş bir davadır.
        Sinop sürgünü Ahmet Kerim’i içkinin kucağına atmış, alkolden yoksun kaldığı günlerde kafası yağı tükenmiş bir kandile dönen, eli titreyen bir adamdır. Zavallı anacığına mektup bile yazamaz hale gelmiştir. Ahmet Kerim için asıl acı şey ise henüz Sinop’a gitmeden kendini tanımış olmasıdır. Ahmet Kerim tam bir muhaliftir. Herkesin ak dediğine o kara der. Kendi bildiğini okur ve ne kadar büyük yanlışlıklar yaptığının farkına geç de olsa varır.

Hüküm Gecesi II. Meşrutiyet döneminin işlendiği siyasi bir roman niteliğindedir. Yazar bir dönemde yaşanan siyasi olayları küçük fakat mühim bir aşk hikayesi ile süslemesini bilmiştir. Kitapta her ne kadar siyasi bir hava ağır bassa da bahsedilen olayların gerçek olması, romanın okunmasını cazip bir hale getirmektedir.
        Siyasî olayların kurgusu içinde kişilerin psikolojisinin ağır bastığı romanda Yakup Kadri aynı zamanda, aydın-halk ikileminin ilk izlerini işlemektedir. Ayrıca romanın yazıldığı dönem itibarı ile dili ağırdır ve anlamayı kısmen güçleştirmektedir.
        Yazar, toplumsal sorunlara belli bir siyasal açıdan eğilmiş ve bu sorunlara yaklaşımını elden geldiğince sanatsal bir düzeyde tutmaya çalışmıştır. Bununla birlikte, ruhsal çözümlemeleri, karakter yaratıcılığı ile ele aldığı dönemin toplumsal gerçeklerini çok iyi yansıtmıştır.

15 Şubat 2013 Cuma

Yaban, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban: Çok Olumsuz Şartlar Altında Kurtuluş Mücadelesi Veren Bir Milletin Bağımsızlık Sevdasının Genç Kuşaklara Aktarılması.
Yabanda zaman olarak Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden Sakarya Zaferi’nin kazanılışına kadar olan süre ele alınır. Savaşta bir kolunu kaybetmiş ihtiyat zabiti Ahmet Celal’in kişiliğinde tanırız yenilgiyi. Mekan ise adı verilmemekle birlikte Haymana Ovasının ortasında, Porsuk Çayı dolaylarında bir köydür.
Milli mücadeleyi konu alan bu romanda köyün ve köylünün durumu, Kurtuluş Savaşındaki tarzı, Ahmet Celal’in gözüyle verilir. Yine o’nun köylüyle ilişkisi ”Halk-Aydın” kopukluğu biçiminde anlatılır.
Romanda şahıs kadrosu şöyle şekillenmektedir: Ahmet Celal romanın asıl kahramanıdır. Savaşta kolunu kaybetmiş eski bir subaydır. Birinci Dünya Savaşının ardından eski neferi Mehmet Ali’nin  köyüne gelmiş, köylülerin arasına karışarak kendini doğaya bırakarak yenilenmeyi ummuştur. Mehmet Ali ise Ahmet Celal’in eski neferi olma özelliğinden sıyrılmış, asker olmadan önceki haline dönmüştür, yani savaştan korkar bir karakteri canlandırmaktadır. Nihayetinde birkaç ay sonra askere çağrılır. Romanın karakterlerinden biri olan Salih Ağa, köylüyü sömüren düzenbaz çıkar peşinde olan; Yaz-Kış çorapsız dolaşan ne düşündüğü çıplak ayaklarından anlaşılan ve bütün köy halkını sihir ve nüfuzu altına almış bir dolandırıcıdır. Yirmi üç yıl askerlik yapmış olan Bekir Çavuş, köylüler arasından en çok gezmiş, dolaşmış bir tiple karşımıza çıkar. Köylülerdeki cehaleti kendisi gibi gezip görmemeye bağlamaktadır. Tipik bir Anadolu kadınını canlandıran Zeynep  zengin, çok çalışkan ilk önce kendi ekinini ve kendi toprağını düşünen bir anadır. 14 yaşında olmasına rağmen okumamış, zor işlerde çalışmasından dolayı ufak tefek kalmış İsmail ise Mehmet Ali’nin erkek kardeşidir.  Köyün muhtarı ise Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra padişaha ve saraya bağlı kalmış tüm köylüler gibi milli mücadeleyi desteklemeyen bir şahıs olarak karşımıza çıkmaktadır. Romanda saf ve temizliği simgeleyen şahıs Emine’dir. Emine yetim bir köylü kızıdır. Babası cihan harbinde şehit olduğu haberinin yayılmasından sonra annesinin başka bir kişiyle evlenmiş olması, halası tarafından büyütülmesine neden olmuştur.
Romanın kahramanı Ahmet Celal Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra eski neferi Mehmet Ali’nin köyüne gelip yerleşir. Konuşması, tavırları, giyimi, düşünceleri, duygularıyla köylülerin dünyasının dışındadır. Bu yüzden köylüler tarafından Yaban olarak değerlendirilmiştir. Kendini doğaya bırakmak, yenilemek umuduyla gelmiş olduğu köyde, çok geçmeden yabanlığın bir yazgı olduğunu fark edecektir. Ahmet Celal köylüler tarafından ilk başta bir vergi memuru veya padişahın bir casusu olarak görülmüştür. Daha sonra durumun anlaşılmasına rağmen köylüler tarafından yine de pek sevilmemiştir. Birinci Dünya Savaşının etkisinde kalan köylüler bir daha savaşma cesaretini kendilerinde toplayamamaktadır. Mehmet Ali; evlenmiş ve terhis edilmesine rağmen tekrar askere çağrılmaktan korkmaktadır. Ahmet Celal, Mehmet Ali’ye düşmanın terhis filan dinlemediğini, düşman askerlerinin köyün yakınındaki tepenin ardında görünmesi halinde eli kolu bağlı olarak duramayacağını, gelip de evini, köyünü yakıp yıkarken, çoluk çocuğuna işkence yaparken bir köşede büzülüp duramayacağını, bütün köylerin bu köydeki gibi düşünmesi ve her talimli askerin askere gitmekten korkması halinde düşmanın tekrar köye girebileceğini söyler. Ahmet Celal, Mehmet Ali’nin bu halini gördükçe eski eri ile şimdiki arasında hiçbir ilişki olmadığını düşünür. Bazı köylüler ise düşmanın saldırgan oluşunu milli mücadelecilerinin düşmana karşı çıkmalarına bağlamaktadırlar. Bu arada kendisinin de cephede bir işe yarayıp yaramayacağını da düşünmeye başlar. Bu düşüncelerden sıyrılmak amacıyla yürüyüş yapmak üzere gittiği kavak ağaçlıklarının bulunduğu bölgede gördüğü bir kıza aşık olur. Bu, babası balkan savaşında şehit düştüğü söylentisi üzerine annesi tarafından terk edildikten sonra dul halasının yanında kalan Emine’dir.
        Bir süre sonra Mehmet Ali’nin korktuğu başına gelir ve askere çağrılarak tekrar silah altına alınır. Zamanla Ahmet Celal, Mehmet Alinin kardeşi İsmail’inde Emine’ye aşık olduğunu, Emine’ninde ona ilgisiz olmadığını duyunca bunu kabullenmek istemez.
       Ahmet Celal, misafir olarak kaldığı Mehmet Ali’nin evinde annesi  Zeynep ve kardeşi İsmail’in tavırlarından bıkarak Bekir Çavuşun köye yakın bir yerde depo olarak kullandığı evi onararak buraya taşınır ve bundan sonraki yaşantısını burada devam ettirmeye başlar.
        Bu arada Birinci ve İkinci İnönü muharebeleri zaferle sonuçlanmıştır. Zaman geçtikçe yalnızlıktan bunalan Ahmet Celal Emine’yi istetmeye karar verirse de buna cesaret edemez ve bir süre sonra Emine İsmail ile evlenir. Emine’nin babası Şerif ise Balkan Savaşında şehit düşmemiş, daha sonra gönderildiği Rus cephesinde esir düşmüştür. Esaretten kurtulduktan sonra görevli olduğu birlikle yeni görev yerine giderken köyden geçişi esnasında tesadüfen tanışırlar ve Emine’de babasını görür.
        Ahmet Celal’in korktuğu başına gelir ve düşman köye girer. Köylünün çoğu köyden ayrılarak derenin içinde, kalan kısmı ise evlerinde saklanır. Bir süre sonra düşmanın bir zararı olmayacağı inancıyla saklanmaktan vazgeçerek evlerine dönerler. Bu arada işgalciler Ahmet Celal’in evine girerler ve silahların alarak evi darmadağın ederken Ahmet Celal’in kimliğini tespit ederler. İfadesi alınmak üzere düşman komutanının huzuruna çıkarılan Ahmet Celal’in İstanbul’u niçin terk ederek  bu köye yerleştiğinin hikayesine inanmazlar ve evinden çıkmamak şartıyla onu serbest bırakırlar.
        Düşman, köylüden aldığının “parasını vereceğiz” yalanıyla ne olduğu bilinmeyen kağıtlarla köylüyü kandırır. Düşman, köyden gönüllü olarak Salih ağa ve köy imamını kendilerine yol göstermek üzere alarak Ankara’ya doğru hareket eder ve köyü boşaltır.  Salih ağa ve köy imamı bir süre sonra geri dönerler.
        Köylüler her şeyi unuturlar. Felaket bile Ahmet Celal ile köylüleri birleştirmez, aksine daha ziyade derinleştirir ve bu yabana hala yan gözle bakarlar. Bekir Çavuş ise menfaat bağları ile Ahmet Celal’e bağlı kalır. Ahmet Celal’in ev işlerini ise ücreti karşılığı Emeti kadın yapmakta, Emeti kadının  torunu Hasan ise çobanlık yapmaktadır. Ahmet Celal Hasan’a öyle bağlanır ki bazı günler onunla beraber bulunmak için dağ tepe davar gütmeye gider, onunla oyunlar oynar, hülyalara dalarak yürür, saatlerce birbirlerine hiçbir söz söylemeden yan yana dolaşırlar, Hasan uyuduğunda sürüye o nezaret eder.
        İşte, Hasan’la bu uzun kır gezintilerinin birinden döndükleri bir akşam  köyün içini ve dışını düşman askerleriyle tıklım tıklım dolmuş olarak bulur. Askerlerin hepsi, toza toprağa bulanmış, derileri güneşten paslı bakıra dönmüş, sakalları diken diken uzamış, üst baş perişan bir halde, geçen seferki gibi muntazam bir kıta manzarası göstermiyor ve başı bozuk bir insan yığınını andırıyordur.  Ahmet Celal bu görüntüden düşmanın mağlup olduğunu anlar ve onlara “yenildiniz değilmi” diye bağırmak ister, Türk ordusunun zaferini gözleri ile gördüğü için çok sevinir. Düşman askerleri Ahmet Celal’in evine gelir, bütün paralarını ve eşyalarını alırlar. Bu arada düşman askerlerinin işkence yaptığı Emeti kadının torunu küçük Hasan ölür.
        Düşman köyü yakmaya, işkenceye, tecavüz olaylarına başlar. Dışarıda çığlıklar, çocuk ağlamaları kulakları tırmalamaktadır. Ahmet Celal kendi evine de sıra geleceğini düşünerek evden ayrılırken yanına kitap, kağıt  ve gazete yığınları arasında bulduğu defteri ile kurşun kalem alır, hayatının son dakikasına kadar başından ne gelip, ne geçecekse bu deftere yazmaya, bu milli facianın bütün esrarını buraya dökmeye ve birkaç gün sonra köye gelecek Türk askerinin bulacağını hayal ederek onu bir taş altına bırakmaya karar verir.  Defteri ve kalemi aldıktan sonra dışarıya çıkar ve ağır ağır yangın kokularının, dumanların, çığlıkların geldiği tarafa doğru yürür.
        Bütün köylüler, kadın erkek, çoluk çocuk meydanlığa toplanmış, kadınlar; buraya ateşten kurtarabildikleri eşyaları yığıyorlar ve bu iş bittikten sonra her biri kendi eşyasının üzerine oturup ağlıyor, erkekler; artık uğraşmanın, karşı koymanın faydasızlığını anlayıp elleri böğürlerinde ayakta duruyorlardır. Köylülerin etrafını çeviren düşman askerleri köylülerin haliyle alay etmekte, kimi süngüsünün ucuyla  kadınları ve çocukları korkutmakta, kimi ise nişan alarak tüfeğini halkın üzerine çevirmektedir.  Ahmet Celal yapılanları hazmedemez ve düşman komutanına şikayete gittiysede bir sonuç alamaz. Omuz omuza oturmuş olmalarına rağmen köylüler Ahmet Celal ile yüzlerce fersah uzaktadırlar, ancak Emine ile kaçış planları yapmaktadırlar. Bir gece kaçma planlarını uygulamaya koyarlar ve Emine ile Ahmet Celal, beraber dağa doğru kaçarken düşmanın serseri kurşunlarına hedef olurlar, yaralı bir şekilde mezarlığa sığınan ikiliden Ahmet Celal böğründen, Emine ise kalçasından yaralanmıştır.  Ahmet Celal köyde geçirdiği iki üç yıllık zaman içinde, ona bir cehennem azabı çektiren bütün tiksintilerin, öfkelerin, isyanların, umutsuzlukların vücudundan sızan kanlarla akıp gittiğini hisseder. Şafak vakti uyandıklarında sol bacağından yaralanmış olan Emine’nin yürüyemeyeceği anlaşılır.  Mezarlıkta sabahlayan Ahmet Celal ve Emine yola çıkmaya hazırlanırken Emine’nin kalkamadığını fark eden Ahmet Celal, cebinden not tuttuğu defteri çıkararak son satırlarını defterine karaladıktan sonra Emine’ye not defterini bırakarak oradan uzaklaşır.

Kendi dönemi içindeki gerçekçilik anlayışına uygun olarak yazılmış olan Yaban’da Yakup Kadri, Birinci Dünya Savaşının bitimiyle birlikte Sakarya Savaşı’nın sonuna kadar olan sürede bir Anadolu köyünde, köylüleri, köyün durumunu, Milli Mücadele’ye ilişkin tavırlarını bir aydının gözüyle verir.
Yaban’da zaman olarak Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden Sakarya Zaferi’nin kazanılışına kadar olan süre alınır. Kendisi savaşta bir kolunu kaybetmiş, ihtiyat zabiti Ahmet Celal olarak karşımıza çıkar. Mekansa, adı verilmemekle birlikte, Haymana Ovası’nın ortasında, Porsuk Çayı dolaylarında bir köydür. Anlatım biçimi olarak anı türü seçilmiştir.
Ahmet Celal köylülere göre bir ‘’Yaban’’dır. Konuşması, tavırları, giyimi, düşünceleri, duyarlığıyla onların dünyalarının dışındadır. Kafasındaki, benliğindeki acılardan kurtulmak için eski neferi Mehmet Ali’nin köyüne gelmiş, köylülerin arasına karışarak, kendini doğaya bırakarak kendini yenilemeyi ummuştur. Ama çok geçmeden yabanlığının bir yazgı olduğunu farkeder.
Yakup Kadri, Yaban’la, gerçek dışı bir düş ülkesi görünümündeki köy edebiyatını yıkmıştır. Çirkin, kısır bir doğa, pis bir çevre, sakat insanlar, cehalet, kör inançlar, içgüdülerinin yön verdiği bir yaşama biçimidir. Çizilen tablonun renkleri bunlardır. Savaş sanki bu insanların dışında olup bitmektedir.’’Askere çağrılma korkusu’’ dışında savaşla ilgilenmezler.’’Milli Mücadeleye’’ karşı köylülerin tavrıyla Ahmet Celal’in tavrı birbirinin tam karşıtıdır. Bozgundan sonra geri çekilen düşman askerlerinin yaptıkları zulüm bile tepkiye yol açmaz. Tevekkülle kabullenilir. Bir kolunu onlar için veren Ahmet Celal ise deliye dönecektir. Ama onu acıya salan bu durum ‘’kendi eseridir’’. Anadolu halkını, ‘’ hayvani duyguların, cehaletin ve yoksulluğun ve kıtlığın elinde’’ bırakmıştır. Ahmet Celal Türk aydınına ‘’ Ne ektin ki, ne biçeceksin?’’ diye sorar.
Romanın bir başka bölümünde Ahmet Celal’in eski neferi Mehmet Ali’den söz edilirken soru daha kapsamlı bir biçimde irdelenmiştir. Burada Yakup Kadri’nin kişileri ele alışının doğruluğu üzerinde de durmak gerekir. İnsanın çevre ile ilişkisinin önemini kavramış bir romancıdır. Ahmet Celal köye geldikleri başka bir Mehmet Ali’nin varlığı ile tanışır. Bu eski neferi değildir. ‘’Asker olmadan önceki haline dönmüştür.’’. Mehmet Ali ona göre ‘’geriye doğru bir gelişme’’dir. Söz konusu olan bu gözlem Ahmet Celal’i şu doğruyu saptamaya götürmüştür: ‘’Talim, terbiye, iyi misal, bunların hepsi geçici şeylerdir. Çevre değiştirmedikçe, insanın gelişmesine imkan yoktur. Bu küçük mülahazadan Türkiye’deki yenilik ve batılılaşma hareketlerinin neden başarısızlığa uğradığı sorununa kadar çıkabiliriz.’’
Bu düşünce yukarıdaki alıntılarla birleştirilirse ‘’ Yaban’’da içlenen tezin yüzeysel bir halk-aydın çatışması olmadığı, romancının bu çatışmaya, bu kopukluğa yol açan temeldeki soruna dikkati çektiği görülür.
Romanın, Ahmet Celal’in anıları biçiminde yazılmış olması özbiçim uyumundan başarıyı sağlar. Konuşanı Yakup Kadri olarak biliriz. Ama Ahmet Celal adının ardına gizlenmesi anlatım biçiminden dolayı sorun çıkarmaz. Tersine işini kolaylaştırmıştır. Bunlar bir ‘’Yaban’’ın gözlemleri, izlenimleri, düşünceleri, duygularıdır. Elbette ‘’bölük pörçük’’ olmuşlardır. Ama bu parçalarla yavaş yavaş bir bütün oluşturulduğu görülür. Yalnız Ahmet Celal’in köylülerce ‘’Yaban’’ sayılışının nedenlerini değil onun kendisinin ‘’Yaban’lığının’’ bilincine varış  sürecinin ve köyün, köylünün durumunu da buluruz bu bütünde.
Sonuç olarak Yakup Kadri bu romanında, Birinci Dünya Savaşı sonrası Anadolu köylerindeki insanların yıllar boyu süren savaşların neticesindeki çaresizliklerini gözler önüne sermiştir. Bu romanın neticesinde gözler önünde olan en önemli vurgu, çok olumsuz şartlar içerisinde kurtuluş mücadelesi vermiş bir milletin bağımsızlık sevdasının hiçbir zaman kaybolmadığıdır
.

14 Şubat 2013 Perşembe

Sodom ve Gomore, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

    Roman, Mondros Mütarekesinin ardından işgal kuvvetlerinin İstanbul’da meydana getirdikleri fiziksel ve ahlaki tahribatı konu edinmiştir. Zaman olarak 1922 yılına kadar yani işgal kuvvetlerinin çekilmelerine kadar sürer. Başta İngiliz subayları olmak üzere tüm işgal devletlerinin askerleri, Türklüklerini yitirmiş, kokuşmuş Türk aileleri ile birlikte, Anadolu’da Türk’ün ateşi yanarken zevk ve sefa âlemlerine dalmışlardır. Ancak bu aldanış hem işgal güçlerine hem de kişilikleri çürümüş Türk ailelerine pahalıya mal olmuştur.
         Sodom ve Gomore, halen İsrail ile Lübnan arasındaki Lût Gölü çevresinde bulunan iki şehre verilen addır. Kutsal kitaplarda bu iki şehrin insanının (Lût Kavmi) Tanrı tarafından içine düştükleri sapkınlıklardan dolayı cezalandırıldıkları ve taş haline getirildikleri yazılıdır. Yazarın romanına bu ismi seçmesindeki amaç da Lût Kavmine benzer şekilde davrandıklarını değerlendirdiği işgal güçleri ve bazı Türk aileleridir.
        Roman Captain Gerald Jackson Read isimli İngiliz subayının kaldığı otel odasında geç uyanışını, manikür vs. işlerle uğraşıp bakımını tamamladıktan sonra odadan ayrılışını tasvir ederek başlar. Captain Read, tüm kadınların ilgisini çekecek kadar yakışıklılığı ile birlikte o İngilizlere has soğuk ve donuk kişiliği de bünyesinde bulundurmaktadır. Bu sebepledir ki romanda en çok kadın değiştirdiği bahse konu olan kişi bu İngiliz subayıdır. O gün de otel odasından gerekli bakımını yaptıktan sonra gideceği yer yeni flörtü Leyla’ların evindeki davettir. Dönemin üst tabaka sosyetesinin en gözde ismi olan bu İngiliz subayı ile birlikte olmak, hatta adının yan yana telaffuz edilmesi bile bir bayan için en onur verici şey olarak algılanmaktadır. Leyla’nın babası, Sami Bey, işi gereği yabancılarla fazlaca içli dışlı olmuştur. Bu sebeple onların evine gelmelerini kendi adına gurur vesilesi bilmektedir. Aynı zamanda Türk’ten gayrı her milletin sözüne inanır ve Türkiye’ye ait meselelerinin mutlaka başkaları tarafından halledilebileceğine kanidir. Yabancıların, kızı Leyla ile ilgilenmeleri de onu hiç rahatsız etmez. Leyla’nın annesi zaman zaman bu durumdan, Necdet’ten dolayı, şikâyetçi olsa da kızının beni kıskanıyorsun demesi üzerine sindirilmiş vaziyettedir. Necdet ise Leyla’nın nişanlısı ve aynı zamanda akrabasıdır. Romanın diğer kahramanları ve Leyla’ların evindeki davetin diğer misafirleri ise Major Will, Captain Marlow, Madam Jimson, Makbule hanım ve kızı Nermin, Azize hanım vs.dir.
        Necdet, yurt dışında eğitim görmüştür ancak milli duygularını henüz kaybetmemiştir.  Özellikle İngilizler başta olmak üzere bütün işgal güçlerine çevresindeki kişilerin aksine nefretle bakmaktadır. Ailelerin tasvibi üzerine Leyla ile nişanlanmış, zamanla onu sevmiş hatta âşık olmuştur. O da Leyla’ların evine sık sık gidip gelmektedir. Hatta o günkü davette tatsızlık çıkmasın diye Necdet gelmeden hemen önce Captain Read’ı göndermişlerdir.  Ancak gecenin ilerleyen saatlerinde İngiliz subayının bu kez telefon açması ve Leyla’nın uzun süre bu adamla konuşması üzerine hiddetlenen Necdet Leyla’nın yüzüne bile bakmadan evi terk eder.
        Duygularına engel olamayan Necdet kendisinin de önceden duyduğu dedikodulara yerinde şahit olunca hem Captain Read’a hem de Leyla’ya daha çok hiddetlenmeye başlar. Eline geçirse belki ikisini de anında boğacaktır. Captain Read’ın eski sevgilisi olan madam Jimson’un evinden telefon açması üzerine Necdet o evin önünde bekleyen arabanın Captain Read’ı almaya geldiğini anlar, ancak adamın çıkışında yapmak istediği girişimi yapamaz. Artık Leyla’ya iyiden iyiye dargındır.
        Captain George Marlow,Captain Read’ın arkadaşıdır.Ancak Marlow’un oldukça farklı eğilimleri vardır. O,erkeklerden hoşlanmaktadır. Çoğu zaman para ile bu tarz oğlanlar bulmakta ve onlarla birlikte olmaktadır.
        Necdet’le Leyla’nın aralarının açık olduğu bilinip yayılmaya başlar hatta barıştırma girişimleri olur. Nuriye Hanım ismindeki akrabaları bir Amerika’lı ile tanıştırmak vaadiyle Necdet’i çağırır. Necdet girişimin sebebini bile bile gider. Amerikalı Miss Fanny Moore isimli kadın oradadır ve Leyla da çok geçmeden gelir. Evlenmeden evvel erkek ve kadının cinsel uygunluğunun mutlaka tespit edilmesi gerektiğini savunan kızın başlattığı tartışma, Necdet ile Leyla’nın arasını büsbütün açar.
        Bu gelişmeler üzerine mektuplaşma başlar. Leyla af diler. Ancak Necdet açılan yaranın onun sandığından çok daha derin olduğunu anlatması üzerine Leyla Necdet’in evine gelir. Kısa bir konuşma ve ardından Necdet’in zaafı Leyla’ya kendisini affettirmek için fırsat yaratır. Leyla, “Beni sevmek bana katlanmaktır” vurgusunu Necdet’in zihnine işler. O günden sonra Necdet de sırf Leyla’yı İngiliz’e karşı daha yakından takip edebilmek için onların hayatına katılmaya karar verir.
        Ancak kendi verdiği bu sözden yine kendisi vazgeçecektir. Bunun sebeplerinden birincisi Galatasaray lisesinden arkadaşı olan Cemil Kâmi ile birlikte bir akşam yemeği için gittikleri lokantada üç İngiliz subayının feslerini çıkarmaları konusunda yaptıkları baskılar ki bunlardan biri Captain Marlow’dur ardından bu sarhoş adamların lokantanın şarkıcısı genç erkeğe sırnaşma girişimleridir. İkincisi ise sebepsiz sorgusuz bir gün sabah yatağından apar topar askerler tarafından alınarak götürülmesidir ki bu olayda Captain Read ile Marlow’un büyük payları vardır. Ancak Leyla’nın girişimleri ile serbest kalacaktır.
        Romanın en mühim olaylarından biri Major Will isimli İngiliz subayının Orhan Bey isimli birisi sayesinde yeni satın aldığı yalısının açılış törenidir. Madam Jimson’u ev sahibesi olarak görevlendirir. Davete yine jet sosyete işgalcilerle birlikte katılır, hatta birbirleriyle yarış ederler. Will evin odalarını davetlilere tek tek kendisi gezdirir. Yalının eskiden ibadethane olan odasını kendisine yatak odası yapar ve bu odayı sadece erkeklere gösterir. Bir de geç saatlerde Miss Fanny Moore ile Nermin’in lezbiyen ilişkisine ortam olarak kullanır. Yokluklarından şüphelenen davetliler iki kızı çıplak olarak bu odada basar. Aynı gece evin bahçesinde Captain Read ile Leyla’nın bahçedeki faaliyetlerine şahit olan ve İngiliz ile yaka paça tutuşan Necdet yine Leyla ile uzun sürecek bir ayrılık dönemine girecektir.
        Azize hanım bu topluluk içinde Captain Marlow’u gözüne kestirir. Ancak kadının bu geceki ve bundan sonraki bütün girişimleri sonuçsuz kalacaktır.
        Leyla ayrılığı noktalamak için Necdet’in evine gider. Ancak nefreti ile karşılaşır. Sille tokat şiddetli bir şekilde başlayan kavga ateşli ve şiddetli bir sevişmeye dönüşür ve yine barışırlar. Leyla Necdet’in İngiliz’i düelloya davetini de güç bela iptal ettirir. Captain Read’ın Necdet’e karşı acımasız tavrını görünce ondan iyice soğur.
        Azize hanımın ele geçirmek için çırpınıp durduğu Captain Marlow ise Azize’nin kocası Atıf ile ilgilenmektedir. Hatta Atıf onu evine getirince Azize tam fırsatını bulduğunu sanmış, ancak bu fırsatı beylerin kendileri için yarattıklarını anlayamamıştır. Atıf’ın isteği üzerine Marlow bıyıklarını dahi keser.
        Captain Read bu soğukluk dönemini padişah yeğenlerinden Nail Bey’in karısı Şehnaz Sultan ile değerlendirir. Dedikodular ise alır başını gider.
        Leyla ise Necdet’ten evlilik için bir tarih belirlemesini ister. Ancak Necdet ileride başına gelebileceğini tahmin ettiği olayların tesiriyle cevapsız bırakınca Leyla’nın “tarih belli olana kadar görüşmeme” talebi ve tehdidi ile karşılaşır. Necdet’ten ise bu tarih hiçbir zaman gelmez. Necdet’ten iyice uzaklaşan Leyla’nın adı zengin bir Amerikalı ile anılmaya başlar, dedikodular artar. Necdet içten içe kendisini yiyip bitirir. Bir ara Anadolu’ya geçmeyi düşünür ancak ona da cesaret edemez.
        Madam Jimson yeni arkadaşı İtalyan albayı şerefine evinde gece düzenler. Amacı yeni sevgilisini sosyeteye tanıtmaktır. Necdet de davetlidir. Bir yanı isteyerek bir yanı istemeyerek katılır. Madam Jimson ise kocasının ölüm döşeğinde olmasına aldırmayarak bu daveti yapar ki gece bitmeden adam ölecektir. Necdet de Leyla ile bir kez daha karşılaşma fırsatı yakalayacaktır.
        Madam Jimson kocasını ölümünün ardından tam hürriyete kavuşan zengin, bakımlı bir dul olur. Ancak kocasının mirası konusunda kimlik sorunu yaşasa da bunu çabuk atlatır. Bir zamanlar en azılı rakibi olan Leyla’nın önüne gelenle düşüp kalkması, dedikoduların alıp yürümesi üzerine iyice yüklenme kararı alır. Leyla’nın, sosyeteden uzaklaştığını veya uzaklaştırıldığını hissettiği bir dönemde bunu test etmek için düzenlediği müzik/sanat gecesine kimsenin katılmamasını düzenleyeceği bir yemekli organizasyonla yine madam Jimson sağlar. Bu ağır mağlubiyet sonucu Leyla depresyona girer bir daha kendisini doğrultamaz. Jimson, Leyla ile ilgili haberleri babasının kızına ayarladığı doktordan gün be gün alır. Sonunda Leyla’nın yurtdışına gönderilmesine karar verilir ve İtalya’ya gönderilir. Kızını İtalya’ya gönderebilmek için yeterli parası olmayan, Sakarya savaşından sonra işgal kuvvetlerinin konumunun da iyice zorlaşması sonucu kimseden borç bulamayan Sami Beyin son çaresinin cefakâr ve fedakâr Necdet olduğunu Leyla hiçbir zaman bilmeyecektir.
        Anadolu’da milli harekete katılan ve Kızılay ile ilgili bir iş için İstanbul’a gelen Cemil Kâmi ile Necdet’in bu seferki görüşmeleri artık İstanbul’dan bile hissedilmeye başlanan gelecek zafer ile ilgilidir. Ağustos ayının sonuna yetişen zafer İstanbul’da çeşitli gösterilere sahne olur. İşgal kuvvetlerinin gözleri önünde, artık onların ses çıkaramadan izlemek zorunda kaldıkları bu olaylar onları ve sosyete ve yardakçı ailelerini yasa boğarken Türk insanını hudutsuz sevince boğar. İngilizler artık buradan bir an önce ayrılmayı planlarlar.
        İtalya’daki tedavisinin ardından yurduna dönen Leyla ve ailesi gelişmeler karşısında kolu kanadı kırılmış vaziyette nereye tutunacaklarını bilemezler. Son bir gayretle Leyla’nın yaptığı Necdet’i tekrar kazanma girişimleri de sonuçsuz kalır. Necdet, defaatle barışmak suretiyle karakterini zayıflatan bu kızı artık kalbinden silmiştir ve o artık vatan aşığı olmuştur.

3 Mayıs 2012 Perşembe

Ankara, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Ankara, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 1981, İstanbul
Başkent Ankara, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki farklı karakterlerin dünyasından anlatılıyor.
Cumhuriyetimizin başkenti Ankara'yı anlatan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun "Ankara" adlı romanı, Cumhuriyetin ilk yıllarının farklı karakterlerin dünyasından anlatılıyor. İlk baskısı 1934’de yayınlanan roman üç bölümden oluşuyor; birinci bölümde Milli Mücadele ruhunu özlemle ve övgüyle anlatan yazar, ikinci bölümde Cumhuriyetin ilk yıllarının ardından bu Milli Mücadele ruhunun yitirilmesini eleştiriyor, kendi deyimiyle bir karikatür yapıyor. Son bölümde ise yazar, Cumhuriyetin yirminci yılında gerçekleşmesini hayal ettiği Türkiye düşünü anlatıyor.
Roman kahramanları Selma Hanım ve Neşet Sabit'tir. Nazif Bey ve Hakkı Bey'ler de romanın diğer kişileridir. Selma Hanım, İstanbul'dan Ankara'ya gelen idealist bir inkılâpçıdır. Önce Nazif Bey'le evlenir. Bankacı Nazif Bey'de istediğini bulamaz. Bu, Nazif Bey'in şahsında, aynı zamanda bürokrasinin de kokuşmuşluğunu simgeler. Hakkı Bey binbaşıdır. Sivil bir bürokratta aradığını bulamayan Selma Hanım, asker Hakkı Bey'le evlenir; fakat o daha büyük bir hayal kırıklığına uğratır Selma Hanım'ı. Daha sonra idealist bir gazeteci olan Neşet Sabit'le hayatını birleştirir.
Millî Mücadele yıllarında hiçbir çıkar gözetmeksizin yurtları için çalışan bazı subayların ve politikacıların, zaferden sonra “sermaye çevreleriyle ilişkileri” ya da “arsa spekülasyonu”, “taahhüt işi” gibi girişimlerle zenginleşmeleri, “inkılap”a boş vermelerini, romanın kadın kahramanı Selma’nın yaşamı izlenerek Millî Mücadele inancının ateşli dönemleri ve sonrası anlatılmaktadır.
Cumhuriyetimizin başkenti Ankara'yı anlatan Yakup Kadri'nin "Ankara" adlı romanı, üç ayrı dönemi ve bu dönemlerin Ankara hayatını yansıtması yönüyle ilginç ve okunmaya değer bir eserdir. Romanın baş kahramanı Selma Hanımın hayatı, evlilikleri ve insanî ilişkileri ile birlikte Ankara'nın üç dönemi canlı tasvir ve olaylarla verilir.
Bu dönemler:
1. Millî Mücadele'den önceki Ankara (Savaş zenginlerinin, yolsuzlukların ve arayışların belirdiği Ankara).
2. Millî Mücadele'deki Ankara (Millî silkinişin ve yeniden toparlanan, zaferi kazanan Ankara).
3. Millî Mücadele'den sonraki Ankara (Savaş sıkıntılarının geride kaldığı, modernleşen ve bir o kadar da özünden kopup sosyeteleşen Ankara).
Selma Hanım, İstanbul'daki bir bankada muamelât şefi olarak görev yapan kocası Ahmet Nazif Bey ile birlikte Ankara'ya gitme hazırlıkları yapar. Önce deniz yolu ile İnebolu'ya; oradan da kara yolu ile (İnebolu - Kastamonu - Çankırı güzergâhı = İstiklâl Yolu) Ankara'ya gelirler. Onların Ankara'ya gelmek istemelerindeki en büyük amaç; bir kurtuluş ümidi aramalarıdır. Çünkü, İstanbul yabancı devlet askerleri tarafından işgal altındadır ve Türklere her türlü işkence ve zulüm yapılmaktadır. Onlara göre; Ankara'da başlatılan Millî Mücadele, dolayısıyla Ankara adı, bir kurtuluş umududur. 
Yıl 1921... İşgal altındaki İstanbul’da Ankara’nın adı bir kaçış ve kurtuluş parolası olarak fısıldanıyor, her fısıldanışta gözlerde bir umut ışığı parlatıyordu. Kadın ya da erkek Ankara’ya gidenlerin diğer insanların gözünde önemi bir anda artıyor adeta kutsallaşıyorlardı. Bütün şehirlerde Ankara’dan gelecek haberler heyecanla ve merakla bekleniyor, Ankara’da olup biten her şey gazetelerin baş sayfalarını süslüyordu.
Selma Hanım ve Nazif Bey, Ankara'ya gelişlerinde Tacettin Mahallesi'ndeki küçük bir eve yerleşirler. Yerleştikleri evin sahibi Ömer Efendi ve ailesi Ankara'nın seçkin kimselerindendir. Bu seçkinlik, soydan ziyade para ve mala dayanmaktadır. Ömer Efendi ve ailesi Birinci Dünya Savaşı'ndan yararlanmayı bilen savaş zenginlerindendir. Birinci Dünya Savaşı döneminde bu tür zenginlerin birdenbire ortaya çıkması olağan olduğu için halk, Ömer Efendiyi ve ailesinin bu türedi zenginliğini yadırgamaz.
"Zira Büyük Kavga'da cephe gerisini tutanlardan birçoklarının, yalnız Ankara'da değil, memleketin her bucağında böyle hiç yoktan servet ve samana konuverişleri en tabiî hadiselerden biri hâlini almıştır."
Nazif Bey, bir gün eski arkadaşlarından Murat Bey’le karşılaşır. Murat Bey, Büyük Millet Meclisi'nde mebustur ve Etlik'teki bağ evinde oturur. Murat Bey; Nazif Bey ve karısı Selma Hanımı Etlik'teki bu bağ evine davet eder. Ankara'nın monoton havasından sıkılan Selma Hanım, kocasını razı eder ve Murat Bey'in Etlik'teki bağ evine gidilir. Murat Beyin evinde bir başka misafir daha vardır. Binbaşı Hakkı Bey... Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyin gururlu, milliyetçi ve vatanperver düşünceleri karşısında büyülenir. Sonraki günlerde ve haftalarda Bnb. Hakkı Bey ve Selma Hanım at gezintilerine çıkarlar. Nazif Bey, karısı Selma Hanım’ın Bnb. Hakkı Bey’le yaptığı bu at gezintilerine sesini çıkarmaz, doğal karşılar. 1921 Ankara’sında bir kadının eşiyle birlikte bile olsa bu kadar çok gezmesi, Çankaya, Keçiören gibi semtlerde dolaşması, ata binmesi hiç alışılmamış şeylerdir.  Fakat, ev sahibi Ömer Efendi; Selma Hanım, kocası Nazif Bey ve Bnb. Hakkı Bey’in tutum ve davranışlarını hoş karşılamaz; onları "yabanlar" olarak nitelendirir. Nazif Bey, Ömer Efendi’nin kendileri için kullandığı "yabanlar" kelimesini, "yabancılar" olarak yorumlar. Ömer Efendi, bu kişilerin hareketlerini onaylamamasına rağmen sesini çıkarmaz. Çünkü, neticede Nazif Bey, bankada çalışmakta ve biri mebus, diğeri binbaşı olan iki önemli dostu bulunmaktadır. Ne de olsa bu makamlarda bulunan kimselere ihtiyacının olacağını düşünür ve beğenmese de onlarla iyi geçinmenin menfaati icabı olduğuna kanaat getirir.
Bir başka gün Selma Hanım; kocası Nazif Bey, kocasının arkadaşı Murat Bey ve ailesinin, Bnb. Hakkı Bey’in de birlikte bulunduğu bir sohbet toplantısında Neşet Sabit adında İstanbul'dan yeni gelmiş bir yazarla tanışır. Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyden etkilendiği gibi, Neşet Sabit Beyden ve konuşmasından çok etkilenir. Neşet Sabit'in Selma Hanım üzerinde bıraktığı bu etki, sonraki zamanlarda da kendini gösterir.
Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyin yaptırdığı atış denemelerinde başarılı olur. Bu başarısından cesaret alan Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyden kendisinin cephe ya da cepheye yakın yerlerde görevlendirilmesini talep eder. Bu talep karşısında Bnb. Hakkı Bey, aracı olur ve onun Eskişehir'deki bir askerî hastanede görev almasını sağlar. Selma Hanımın hastanede göreve başlamasından bir hafta sonra Yunanlılar taarruza geçer. Bu durumda Ankara'ya geri döner. Ankara halkı, ümitsiz biçimde şehri boşaltma faaliyetlerine girişir. Selma Hanım ise, Yunanlıların Ankara'ya gelemeyeceği konusunda kesin inançlıdır. Çünkü, hastanede görev yaptığı kısa süre içinde yaralı askerlerin bir an önce cephedeki arkadaşlarının yanına dönme isteklerini unutamamıştır. Bu inancını, tanıdığı herkese söylemeye ve halka moral vermeye gayret eder. Kocası Nazif Beyin tüm ısrarlarına rağmen Ankara'yı terk etmez ve Cebeci hastanesindeki görevinin başından ayrılmaz. Ona göre, Ankara; vatanın kalbinin attığı kutsal bir şehirdir. Millî uyanış ve zafer; ancak Ankara'daki mücadeleye bağlıdır. Bu nedenle, Ankara terk edilmemelidir. Nazif Bey, karısı Selma Hanım’ın kendisini dinlememesi karşısında ondan ayrılır.
Nihayet, Selma Hanımın beklentileri meyvesini verir. Yaklaşık bir ay sonra, Sakarya kıyılarından zafer haberi geldiğinde Ankara’da gösterişsiz bir sevinç yaşanır.  Bu zaferin arkasından ise, Büyük Meydan Muharebesi ile Türk milleti Yunanlılara ağır darbeler vurur ve nihayet Yunanlıların elindeki güzel İzmir, geri alınır. Türk milleti kesin zaferi elde eder. Bnb. Hakkı Bey de "Miralay" rütbesi ile Ankara'ya döner. Selma Hanım, önceden de çok takdir ettiği Miralay Hakkı Bey ile evlenir. Bu arada Nazif Bey, Selma Hanımdan boşandıktan sonra kötü bir hayata sahip olur; tanınmaz ve silik özellikler çizer.
"Selma Hanım, Nazif'in kendisini bıraktıktan sonra, ne kadar bedbaht olduğunu da biliyordu... Yumuşak, pembe, sessiz ve uslu Nazif; kuru, sinirli, sert ve haşin bir insan olmuştu. Kendini tamamıyla içkiye verdiğini söylüyorlardı."
 Romanın ikinci bölümünde Cumhuriyetin ilk yıllarının Ankara’sını görüyoruz. Aradan üç yıl geçtikten sonra Yenişehir’de yeni bir evde karşımıza çıkan Selma Hanım iki yıldan beri Emekli Miralay Hakkı Bey’in haremidir. Selma Hanım’ın bütün hoşnutsuzluğuna rağmen Miralay Hakkı Bey, emekli olur ve bir şirkette meclis idare reisliği görevini alır.
 Hiçbir çıkar gözetmeksizin vatan için mücadele eden, pek çok kişi için milli mücadele ruhunun simgesi olan bu emekli subay artık taahhüt işleriyle uğraşmaktadır.
  Sonraki zamanlarda ise, Nazif Bey gibi o da Selma Hanım’ın gözünden düşer. O artık, cepheden yeni döndüğü zamanlardaki Selma Hanım’ın gözündeki "ilah" değildir. Giyinişini, yaşayışını ve Selma Hanıma olan tavırlarını çok değiştirir. Ayrıca, lüks yaşamaya merak sarar. Miralay Hakkı Bey’deki bu tür değişiklikler, Ankara'da yaşayan diğer insanların da pek çoğunda görülür.
"Nazif, ne kadar eski Nazif değilse, Miralay Hakkı Bey de o kadar eski Hakkı Bey değildir. Selma Hanım’ın, bu Hakkı Bey’e, ikide bir 'Nerede o tunç rengin? Nerede o çelik gövden? Nerede o sert ağzın? O koyu kumral bıyıkların?' diye soracağı geliyor."
Batılılaşmayı yanlış algılayan insanlar, alafranga hayat tarzını kendine ölçü almaya başlar. Ankara'da yaşayanların önemli bir bölümü; Gazi Hazretleri'nin inkılâplarını yanlış yorumlar; çağdaş yaşamanın balolarda, gece eğlencelerinde ve çaylarda boy göstererek eğlenmek olduğunu düşünür. Özellikle, dönemin bürokrat ve aydınlarının bir bölümü birbirleriyle gösteriş yarışına girerler. Hakkı Bey de, Avrupa'yı gören ve Avrupalılarla sıkı ticarî ilişkilerde bulunan biri olarak bu gösteriş yarışının içinde yerini alır.

"Hakkı Bey:
- A hanım, diyordu. Bir defa , ben Avrupa'da bulunmuş bir adamım. (Harb-i Umumî'de bir kere Almanya'ya gitmişti.) Sonra da Avrupa adap ve muaşeretine dair ne kadar kitap görürsem alıp okuyorum. Artık, benim yaptığımın doğruluğundan şüphe edilir mi?"
Hatta, sade bir aile hayatı olan Murat Bey bile, bu olumsuz ortam içinde gülünç duruma düşmekten kendini kurtaramaz ve bilinçsiz faaliyetleri ve tavırlarıyla Selma Hanımı şaşırtır. Murat Bey, mebusluğu bırakır ve safahat âlemi içinde özünü kaybeder. Murat Beyin arabasından, çay ve yemek davetlerinden azamî derecede yararlanan insanlar, gerçekte onun samimî dostları değildir.
Ankara Palas’ın açıldığı yıl yılbaşı baloları ayrı bir heyecan yaratır. Ankara Palas’ın büyük salonlarında çeşitli eğlenceler planlanmaktadır. Hazırlıklar aylar öncesinden başlar, İstanbul terzilerine siparişler verilir, Beyoğlu’nun büyük mağazalarında kalmayan mallar Avrupa’ya sipariş edilir. Balo günü geldiğinde Ankara Palas’ın önünde heyecanlı bir hareketlilik yaşanıyordu. Şık otomobilleriyle baloya gelenler otelin kapısında birikmiş olan meraklı halk kümelerini zorlukla açarak içeri girebiliyorlardı. Bütün bu olanları bir film şeridi gibi izleyen yerli ve köylülerin oluşturduğu kalabalık için ise, balo denilen şey Ankara Palas’ın önünde başlıyor ve bitiyordu. Onlar içerideki dünyada olup bitenleri merak etmekle ve kendi aralarında tahminler yürütmekle yetiniyorlardı. İçerideki dünyada ise, davetliler dans  ediyorlar, birbirlerinin üst baş ve davranışlarını inceliyorlar ve memleket meseleleri üzerine derin sohbetlere dalıyorlardı.
Selma Hanım, yılbaşı eğlencelerinin düzenlendiği yeni açılan Ankara Palas Oteli'nde önceden tanıştığı ve etkisinden kurtulamadığı Neşet Sabit Bey’le tekrar karşılaşır. Neşet Sabit Bey; Ankara'da bir evde tek başına yaşamasına rağmen, İstanbul'daki bir gazetenin yazarlığını ve muhabirliğini yapar. Ayrıca, tercüme işleriyle uğraşır. Neşet Sabit Bey de, Selma Hanım gibi Ankara sosyetesinin bilinçsiz hayat tarzından rahatsızdır. İki eski dost, duygu ve düşüncelerini birbirlerine aktarırlar. O günden sonra birlikte gittikleri tüm balo ve davetlerde Selma Hanım ile Neşet Sabit Beyin sohbet konusu Ankara halkı üzerindeki değişme ve Batılılaşma kavramının yanlış anlaşılmasıdır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara, yalnız insanlarıyla ve hayat tarzı ile değil, mimari ve evlerin iç dekorasyonu ile de Avrupaî tarza uygun olarak değişiklik gösterir. Gerek Selma Hanım, gerekse Neşet Sabit Bey; Batılılaşmanın bir eğlence tarzı olmadığı; bilimsel gelişme, değişme ve işletme gücü olduğunda hemfikirdirler. Bu düşünceler; Selma Hanımı Hakkı Beyden iyice uzaklaştırır. Ayrıca, Hakkı Beyin yabancı bir kadınla olan flörtü ve Selma Hanım’ın kendi hayatını kurmak istemesi, onları boşanmaya kadar götürür. Selma Hanım ikinci kocası Miralay Hakkı Beyden ayrılır.
Neşet Sabit Beyin yardımıyla Selma Hanım öğretmen olur. Cumhuriyet'in kuruluşunun onuncu yıl kutlama törenlerinde Gazi Hazretleri'nin konuşmasını Selma Hanım, yeni kocası Neşet Sabit Beyle birlikte büyük bir coşkunlukla dinler. Artık, Atatürk'ün oluşturduğu inkılâplar, halk tarafından özümsenir; Ankara'nın çehresi ve bütün Türkiye'nin hayat tarzı da olumlu bir değişme sürecine girer. Ankara'nın bu değişen çehresine ayak uyduramayan, kendi menfaatlerini, ülkenin menfaatlerinden önde gören, yanlış Batılılaşan sosyete grup, Ankara'yı terk eder ve Avrupa'ya yerleşirler. Murat Bey ve ailesi de bunlardan biridir. Selma Hanım, Murat Bey ve ailesine acır ve onların Avrupa'da barınamayacağını düşünür.
Selma Hanım ve üçüncü kocası Neşet Sabit Bey, Kaledibi'nin Cebeci'ye bakan yamacında bir apartman dairesinde yaşar. Selma Hanım, öğretmenliğine devam ederken Neşet Sabit Bey de roman yazarlığı ile meşgul olur. Ayrıca, Neşet Sabit Beyin yazdığı "Kaltabanlar" adlı komedi eseri, Devlet Tiyatrosu'nun açılış töreninde sahnelenecektir. Neşet Sabit Bey, bu büyük güne hazırlanmanın telaşı ile faaliyetlerine hız verir. Nihayet, oyunun sahneye konacağı gün gelir. Tiyatro oyununu izlemeye gelenler arasında Atatürk de bulunmaktadır. Oyun, çok başarılı bir şekilde sahnede sergilenir. Atatürk, Neşet Sabit Bey’i yanına çağırtır ve onu tebrik eder. Oyunun sahnede sergilenmesinden sonra oyunda görev alan ekip ile birlikte sabaha kadar eğlenen Selma Hanım ve Neşet Sabit Bey, yorgun bir şekilde evlerine dönerler.
Selma Hanım, Neşet Sabit Bey’i çok sevmesine rağmen, onun başka kadınlarla olan ilişkisinden şüphelenir. Özellikle, oyunda rol alan Yıldız Hanım adlı genç bir kızla olan yakınlığını kıskanır. Ancak, Yıldız Hanımın sporcu bir gençle evlenmesi ile bu şüphelerinden kurtulur.
Romanın üçüncü ve son bölümünde ise, 1937 yılından başlayarak yazarın hayalini kurduğu Ankara portresi sergilenmektedir.
 Son sistem limuzinlerle bir arada geçen kağnı kafileleri, yığın yığın kok kömürü taşıyan Berliez kamyonları yanında, sırtlarında birer tutam odunla dolaşan eşeklerin manzarası kadar, hep birlikte çıkardıkları sesler de tam kaos yaratıyordu.
 Ankara’da kalabalık sokakların sayısı çoğalmıştı. Gerçi Jansen planına göre açılan ana cadde, henüz, Avrupa metropollerindeki “boulevard” veya “avenue”ler gibi işlek ve canlı görünmekten uzaktı ama, ana caddeye doğru inen sokaklarda eski tenhalıktan eser kalmamıştı. Kale içindeki esnaf, tüccar ve zanaat sahipleri buradaki modern dükkan ve mağazalara yerleşirler.
 "Ankara, bütün manasıyla bir Orfe masalını yaşamaya başlamıştı ve bu masalın kahramanının, saçlarındaki güneş, gözlerindeki gök parıltısıyla daima taze, daima coşkun bir ezeli gençlik kaynağı gibi yeşil Çankaya tepesinde çağladığı ve onun varlığından bir seyyalenin daima aşağıya doğru aktığı hissolunuyordu."
Bilimsel çalışmalarla oluşturulan gelişim haritasına göre Orta Anadolu ziraatı tamamen bırakmış hayvancılık merkezi olmuştu. Büyük devlet çiftliklerinin geniş otlakları cinsi ıslah edilmiş ve üretilmiş eski Ankara keçileriyle, iklime uydurulmuş Merinos koyunlarıyla doluydu. İç Anadolu’nun kumaş ve şayak fabrikalarına yün buralardan temin ediliyordu. Ayrıca, yine İç Anadolu’nun yağ, peynir ve et sanayisi zanaatı için bu çiftlikler de inek ve sığır da yetiştiriliyordu.
 Selma Hanım, hayal kurmaktadır. 1943 yılında yapılacak Cumhuriyetin 20’nci yıl dönümü kutlamaları arasında kendini hissetmeye başlar. Hayalleri içinde, bir gün evine döndüğünde kendine gelen bir mektuptan Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun yirminci yıldönümü için yapılacak kutlamaların düzenleme komitesine seçildiğini öğrenir. Bu mektupla, yaşlandığının farkına varır. Cumhuriyet kurulalı yirmi yıl olmuştur.
Cumhuriyetin yirminci yıl kutlamaları da, onuncu yıl kutlamalarında olduğu gibi büyük bir coşku yapılır. Binlerce insan, bir sel gibi Çankaya'ya akar, halk tek vücut olur. Kutlamalara katılan Selma Hanım ve Neşet Sabit Bey, ilerleyen yaşlarının verdiği zayıflıkla yorgun düşer ve evlerine dönerler. Uzaktan işitilen şenlik seslerinin eşliğinde ve içtikleri ıhlamur sayesinde yorgunluklarını atmaya çalışırlar. (Cumhuriyetin 20. yıl kutlamalarını anlatan bölüm içindeki ifadeler, Selma Hanımın hayalleriyle ilgilidir.)

28 Nisan 2012 Cumartesi

Kiralık Konak, Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU

Kiralık Konak, Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU, 1999, İstanbul
Türk toplumunun tarihsel gelişim sürecinde ilk belirtileri XVIII. yüzyılda görülen ve Tanzimat’la somutlaşan batılılaşma hareketleri, buna bağlı olarak hayat tarzı, değerler, ahlak, kısacası kültürel değişim.
Naim Efendi çok zengin, zengin olduğu kadarda hesaplı bir kişiydi. Babasından kalma bir servetti. Büyük bir ihtimamla idare ve muhafaza ediyordu. II. Abdülhamit döneminde devletin yüksek mevkilerinde bulundu. Birçok defalar valiliklerde dolaştı. Şurayı Devlet Azası, Rüşümat Müdüri Umumisi oldu. İnkılâptan iki sene evvel dolaşık bir “TEVLİYET” (Mütevellilik) davası yüzünden istifasını verdi ve Hükümet işlerinden tiksinerek bir köşeye çekildi. Fakat memuriyet döneminden kalma bayramlaşma ve özel deftere imza olayını hiçbir zaman aksatmazdı.
Bütün çocukluğu, bütün gençliği İstanbul ‘un en kalabalık konağında geçen Naim Efendi eğlenceli meclisleri, ahbap arasındaki sohbetleri, misafirlere ziyafetleri çok severdi. Fakat öyle bir zaman yaşadı ki bunların hepsi yasaktı. Naim Efendi yeni sazdan, yeni şarkılardan zevk almak şöyle dursun, son senelerde yazılan ve konuşulan Türkçe’yi de anlamıyordu. Bundan beş sene öncesine kadar karısı Nefise Hanımefendi yanı başında idi, rahatını huzurunu mümkün mertebe koruyordu. Zira bu ihtiyar kadın ölünce evin içinde yalnız kaldı. O öldükten sonra yerine Sekine Hanım geçti; fakat Sekine Hanım hiçbir cihetten annesine benzetmiyordu. Tabi ki babası gibi çekingen, içinde titiz, iradesiz, tembel bir kadındı; hususiyle kocasının nüfusuna ve çocuklarının arzularına son derece uyardı. Kocası ise kırk beş yaşında bir züppeden başka bir şey değildi.
Naim Efendinin damadı Düyunu Umumiye Müfettişlerinden Servet Bey, Naim Efendinin saflığından yararlanarak bütün iradesini konak içerisinde istediği gibi yürütüyordu. Servet Beyin oğlu Cemil henüz yirmi yaşında bir mektup çocuğu olmasına rağmen Beyoğlu’ndaki büyük lokantaların, gazinoların, barların sadık gediklisi idi. Bu yaşında birçok zevkleri vardı. Biraderinin küçük sırlarında vakıf olan Seniha ise son çıkan moda gazetelerinin resimlerine benzerdi. Körpe ince ve çolak vücudu ipek böcekleri gibi daima biçim değiştirme, başkalaşma içerisindeydi.
Pazartesi günleri Seniha’nın çay günleridir. Avrupa’nın bütün kibar kadınları gibi o günleri giyinir; kuşanır ve tam beşte konağın salonunda nadir görülen bir hanımefendi vakarıyla ziyaretçilerini beklerdi. Seniha salonun bir köşesinde iki genç kızla halasının torunu Hakkı Celis’in kendisine okuduğu şiirleri dinler, gözüküyordu. Bu genç kendisinden iki ay küçük olmasına rağmen ve birçok şiiri bazı mecmualarda çıkmasına rağmen ona parmakları mürekkep lekeli ve pantolonunun dizleri çıkmış zavallı bir mektep çocuğu gibi görünmekten kurtulamıyordu. Saat beşe henüz gelmişti ki; Faik Bey konağı ziyarete geldi. Faik Bey Cemil’in yakın arkadaşları arasındaydı. Kumral, zayıf, uzun saçları iyi taranmış bir gençti. Küçük yaşından beri Avrupa’nın muhtelif şehirlerinde dolaşmış, oturmuş olduğu için hareketlerinde hiç sahte görülmeyen bir Frenk zarafeti ve kıvraklığı vardı. Faik Bey ile Seniha arasındaki münasebetin bir arkadaşlık derecesinden fazla olduğunu genç kızın bütün erkek ve kadın arkadaşları bili verirlerdi.
Fakat buna da hafif bir flört manasını verirlerdi. Zira Faik Bey, pek çapkın bir delikanlı ve Seniha, pek şuh bir genç kızdı. Günden güne aralarındaki sevgi çoğalmaya başladı. Faik Bey için Seniha’yı sevmek birdenbire vazgeçilmeyen ihtiyarlardan biri oluverdi. O şimdi kumara ne kadar düşkün ise, Seniha’yı da o kadar arıyor. Seniha’ya kendini o kadar düşkün hissediyordu. Dört günlük bir ayrılıktan sonra sabah Faik Bey konağa geldi. Henüz herkes uykudaydı. Saçları karma karışık, yüzü sapsarıydı. Yanaklarında üç günlük bir sakal, toz renginde bir kir tabakası vardı. Seniha ne var? Ne oldu? Demek isteyen gözlerle Faik Bey’ i süzdü. Faik Bey sessiz bir şekilde hiçbir şey söylemiyordu. Seniha daha sonra kardeşi Cemil’ den öğrendiği kadarıyla Faik Bey’ in kumarda Üç yüz elli lira kaybettiğini ve paraya ihtiyacı olduğunu öğrendi. Cemil parayı Seniha’nın büyükbabasından istemesini söyledi. Seniha’nın bunun mümkün olmayacağını söylemesi üzerine Cemil Seniha’nın elmaslarını rehin koymasını istedi.
Seniha dolabını açtı içinden bir çekmece çıkardı. Çekmecenin içinden birkaç tane mahfaza aldı ve birer birer Cemil’e uzattı. Ve hayatında ilk defa olarak ağır ve ciddi bir şekilde düşündü, kaldı. Hayat bir an içinde, ona çıplak ve en kaba haliyle görünmüştü. Bu dünyada her şey ne bayağı, ne beyhude, ne kirliydi... Bu dünyada güzellik bir hayal, sezgi bir efsane, asalet ve zarafet, insanın üstünde hafif bir cilaydı. En güzel bir yüze bir iskelet ifadesi vermek için iki gecelik bir uykusuzluk, bir sevgiyi bir alışverişe çevirmek için birkaç paket iskambil kâğıdı, en zarif bir adamı bir dilenciye döndürmek için üç yüz elli liralık bir borç kâfiydi. Seniha kalbinin bu bir günlük imtihanından epeyce değişmiş çıktı. Aşktan evvel ki alaycı, havai, şuh ve işveli haline avdet etti. Konağı kiraya verip kardeşi Selma Hanımefendinin yanına taşınma bahsi çıktığından beri Naim Efendi’nin rahatı huzuru büsbütün kaçtı. Selma Hanımefendinin kararı o kadar katıydı ki hiçbir mazeretle bunun önüne geçmek kabil olmuyordu.

2 Nisan 2012 Pazartesi

Zoraki Diplomat, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Zoraki Diplomat, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İletişim Yayınları, 2004, İstanbul
 
Yazar, kırk beş yaşında üstlendiği diplomatlık görevinin kendisini ‘’tipik’’ bir diplomata dönüştürmediğini, 20 yıllık (1934-1954) elçilik döneminde olaylara bakış açısında bağımsızlığını koruduğunu ve bireysel yargılarından ödün vermediğini anlatmaktadır. Diplomatlığının ‘’zorakiliği’’ bundandır. Avrupa’nın en çalkantılı yıllarının tanığı olarak kaleme aldığı anılarında olabildiğince objektif bir tarih resmi çizmeye çalışmıştır. Nazizmin yükselişinden Prens Süreyya-Şah Rıza Pehlevi’nin düğününe uzanan geniş bir yelpazede yer yer tarih, yer yer magazin bulunmaktadır.  
     Yakup Kadri’nin, Zoraki Diplomat ile yazdıkları, hayatının önemli bir bölümünü teşkil eden elçilik görevleri ile bu görevler öncesindeki hayatının kimi yerde çelişmesi kimi yerde mukayesesinin kendine has üslubuyla ifade edilmesidir. Bu nedenle diplomatlık günlerinden önceki yaşantısını, kitabının birçok yerinde kâh anekdotlarla kâh geçmişe gidiş gelişlerle bağlantı kurarak işlemiştir.
 
    1889 yılında Kahire’de doğan Yakup Kadri, adı 17nci yüzyıl sonlarında duyulmaya başlanan ünlü Karaosmanoğlu ailesindendir. Birçok değişik yerdeki okullarda tahsilini yapan Yakup Kadri, 1909 Mart ayında Fecr-i Ati topluluğunun ilk toplantısına katılır. Daha sonraki yıllarda muhtelif yerlerde yazdığı oyun ve öykülerini yayımlar.1915’te edebiyat ve felsefe öğretmenliğine başlar. Bu dönemlerde birçok yabancı yazarın etkisindedir.1916’dan sonra bireycilikten toplumculuğa döner. Savaş ve seferberlik konularını işler.
       Yazar, tüberküloz hastalığı nedeniyle 1916–1919 arasında İsviçre’de tedavi görür. Yurda dönüşünde İkdam’da köşe yazarlığına başlar ve 1921’de Kurtuluş Savaşının en zorlu günlerinde Ankara’ya çağrılır. Kurtuluş Hareketini görmek ve liderleriyle görüşme fırsatını bulması onun sosyal gerçekliğe geçişinde önemli bir etken olmuştur. 1923 yılında Milletvekili olarak Meclis’e giren Yakup Kadri 1926 yılında tedavi için tekrar İsviçre’ye gider. İsviçre’den yazdıklarını Türkiye’de yayımlatır.
    Yakup Kadri 1932 yılında dört arkadaşıyla KADRO dergisini çıkarır. İktisadi devletçilik ve sosyal siyaset ilkelerini savunan dergi üç yıl süren yayın hayatının ardından, yazarın 1934 yılında elçilik görevine atanması nedeniyle kapanır. Yakup Kadri bu arada Manisa milletvekilidir ve Kurtuluş Savaşı gözlemlerinden ve Anadolu Mezalimini Tahkik Komisyonu ile birlikte çalıştığı dönemden yararlanarak Yaban ve Ankara romanlarını yazar.
   1934 yılında uzun bir süre yurt dışında bulunurken, kulislerde, çıkardığı Kadro mecmuasında iktisadi siyaseti baltalayan ve hatta rejimin temellerini sarsan neşriyatta bulunduğu iddiaları dolaşmaktaydı. Daha önceki yanlış anlaşılmalar nedeniyle, Atatürk’ü üzmemek için mecmuayı kapatmak istediğinde, Gazi bunu kabul etmemiş, ancak yanlış anlaşılabilecek konulara ilişkin açıklama istemiştir.  
     Yazar, dergisindeki yazılarla Halk Partisi’nin prensiplerinin izah ve tefsirinden başka bir mana taşımadığını, oportünistlerden, bürokratlardan devşirme başıbozuk bir kalabalıkla bir inkılâp hareketinin yürütülemeyeceğini, kadrosuz bir inkılâpçı partinin asla bünyeleşemeyeceğini, devletçilik adı verilen ekonomik sistemin monopolculuk demek olmadığını, böyle yanlış bir fikirle işletilen kurumların, sırtını devlet nüfuzuna dayamış bir menfaatçi grubundan başka hiç kimsenin yüzünü güldürmeyeceğini, halkın omuzlarında gittikçe ağırlaşan bir yük olacağını ve kolektif kalkınma hareketine engel olacağını beyan ve iddia ediyordu.
     Sözün kısası Kadro küçük bir dergiydi ama iddiası büyüktü. İşbaşındaki resmi şahsiyetleri, derginin bu haddini bilmezliği sinirlendiriyordu. Bu durum da en çok Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekterini rahatsız ediyordu.
     Tiran’a atanma görevine ilişkin endişelerini, Atatürk’e iki hususta ifade eder. Birinci olarak ileri sürdüğü sağlık problemlerini, Ata kendisine istediği zaman İtalya’ya gidebileceğini belirterek çözümler. İkinci olarak, o ana kadar devlet hizmetinde çalışmaması nedeniyle, Hükümetin idari mekanizması ve diplomasi mesleğinin protokol gereklerine ayak uydurma hususlarındaki endişelerini beyan eder. Ancak, Atatürk kendisi başta olmak üzere, üniformasını çıkartan İsmet İnönü’nün Lozan’daki diplomatik başarılarını, kadın doktorluğundan gelen Dış İşleri Bakanı Tevfik Rüştü Bey’in durumunu örnek göstererek kendisini rahatlatır.
     Daha sonra, yazar, ülke dışına gönderilişinin bir ceza değil Atatürk’e mahsus ince taktiklerden de biri olduğunu, bu suretle hem muarızlarını tatmin ve teskin edici bir şekilde, hem de haysiyet ve izzetinefisi kırılmadan ve hakkında birtakım vecri işlemlere meydan vermeden kendiliğinden çözülmüş olduğunu değerlendirir.  
     Atatürk, siyasi arenada sorun yaratabilecek buna benzer birçok huzursuzluğu derhal bertaraf edebilecek zekâ ve iradeye sahip olduğunu defalarca kanıtlamıştı.
     Yazar, başına gelenlerin izahında da politikanın satranç tahtası üstünde sadece bir Piyade olarak ne mat edilmeğe değer olduğunu, ne de başlıca bir rolü olabileceğini değerlendirir. Bu nedenle, hünerli satranç ustası onu bir ileri sürmüş ve geri çekmiş ve sonunda Fil’e esir vermekte hiçbir zarar görmemişti.
     Politikanın satranç tahtası üstünde Aziz Atatürk’ün eliyle kımıldayan bir Piyade olmak yazar için büyük şerefti. Ancak, o günden itibaren artık büsbütün başka satranççıların ve satranç tahtalarının malı olduğunu ve yıllar yılı, onların hoyrat ellerinde, bir dördüzlüden diğer bir dördüzlüye sürçüle sürçüle aşınıp gitmeye mahkûm kalacağını düşünmüştür.  
     Yakup Kadri önce Tiran elçiliği (1934) yapar. Bunu Prag (1935), La Haye (1939), Bern (1942) izler. Tahran elçiliğinden (1949-1951) sonra tekrar Bern’e (1951) atanır. Bu görevde 3 yıl bulunduktan sonra emekli olur. Elçilik göreviyle yurt dışında bulunduğu dönemde daha çok monografi (Atatürk) ve anılarını Zoraki Diplomat ve Anamın Kitabı ile kaleme alır.
     Yazar, Zoraki Diplomat ile 20 yıllık diplomatlık görevleri esmasında, bulunduğu ülkelerin o dönemdeki sıcak gelişmelerini, gerek diplomatik temaslarında gerekse kişisel gözlem ve ilişkilerinde tespit ettiği olaylarla iç içe dillendirerek aktarır. Böyle bir tarzı seçmesinin sebebini, yazdıklarının sıkıcı bir kronoloji arşivi olmasını istememesi olarak ifade eder.
     Kitabında, yer yer diplomatların kendilerine has dünyalarını alaycı bir dille eleştirirken, etrafında olup bitenlere karşı sahip oldukları gamsızlığı şiddetle eleştirir.
     Avrupa’nın hasta adam olarak gördüğü Osmanlı Devleti’nin yıkıntıları arasından bir özgürlük ateşi ile birlikte ortaya çıkan yeni Türkiye, yüzyıllardır, nice emek ve kuvvet sarfıyla, nice hilelere başvurularak Türk Milleti aleyhine kurulmuş olan devletlerarası bir komployu sona erdirmişti.
     O zaman, gerek dışarıdaki, gerek içerideki diplomatlar, bu kıssadan lazım gelen hisseyi çıkaramamışlar, Avrupa diplomasisinin kutuplarından biri Lord Curzon, Lozan Konferansında İsmet Paşa’ya şöyle bir ihtarda bulunmuştu : ‘’Kapitülasyonları kaldırmak istiyorsunuz; fakat hiç düşünmüyorsunuz ki, adli ve mali teminatsız bir Türkiye’ye tek santim yabancı sermayesi girmez. O vakit haliniz nice olur ?’’
     O sıralarda, böyle düşünenler yalnız İngiliz Lord’larından ibaret değildi. Babı-Ali döküntüsü bir alay Türk diplomatıyla devlet adamlarının fikri de bu merkezde idi. İmtiyazlı yabancı bankaların tefeciliğinden ve Düyunu Umumiye’nin kontrolünden kopup sıyrılmış bir Türkiye, yıllarca süren harplerden, ihtilallerden arta kalmış harap ve perişan bir memleketti. Halkı açtı, çıplaktı ve imdadına yetişebilecek bütün kaynaklar kurumuştu.
     Avrupalı diplomatlara, eski yarı sömürge imparatorluğun paytahtı, İstanbul, işte bunun içindir ki, uzun müddet, yeni devletin derme çatma hükümet merkezi Ankara’dan daha muhkem görünmüş ve her biri, Beyoğlu’ndaki saraylarının penceresinden, karşı yakanın tepeleri ötesinde geçen hadiselere bir komedya seyreder gibi gülümseyerek bakıp durmuştu. Onlara göre, Ankara bu komedyanın hemen çökmeğe mahkûm salaştan bir sanosu idi ve Büyük Millet Meclisi çöl ortasında bir parlamento kadar manasızdı.
     Diplomatların içlerinde, yeni iktidar müesseselerini yakından gidip görenler bunu hiçe saymaktan kurtulamıyor; hatta daha kötümser bir intibaa kapılıyordu. Böylece zamanlar geçmişti. Hiçbiri, o derme çatma devlet dekorunun ardında şuuru uyanmış, iradesi şahlanmış bir millet bulunduğunu görememişti.
    Diplomatlar, daima babadan kalma his ve kanaatlerinin esiriydiler. Kötü bildiklerini hep kötü görmeye devam ettikleri gibi, iyi bellediklerine de herhangi bir kötülüğü kondurmak ellerinden gelmezdi.
    Mesela, onlara göre, Türkiye ne yapsa batmaya mahkumdur ama herhangi bir Hıristiyan Avrupa ülkesi haritadan silinemez. Zira bunun kültürü vardır, medeniyeti vardır veya ekonomik seviyesi yüksektir.
    Nitekim 1938’de Çekler, Prag’daki elçilere, hatta Alman elçisine dayanıklı bir millet olarak görünüyordu ve bir Alman saldırısı karşısında mutlaka silaha sarılacaklardı. Öyle ya, harp endüstrisi o kadar ileri, ordusu o kadar teçhizatlı, zengin, medeni bir Avrupalı millet, nasıl olurdu da, kanının son damlasına kadar çarpışmadan, Asya’nın herhangi bir geri halk camiası gibi esirlik zincirine sessizce boyun uzatabilirdi? Batı diplomasisi, buna asla ihtimal vermiyordu.
    İkinci Dünya Harbi patlayıp, nice irili ufaklı zengin ve medeni milletler, birbiri ardı sıra sömürge haline girerken de Batılı diplomatlar, hala, nasıl olur? nasıl oldu? demekte ve bu hadiseleri hesaba kitaba sığmaz birer katastrof telakki etmekte idiler. Hitler, zaferlerinin çoğunu, her şeyden önce, karşı taraf siyasetine hakim olan bu zihniyet ve bu ruh hali sayesinde kazanmıştır. Günün birinde Moskof emperyalistliği de aynı zihniyetten, aynı ruh halinden faydalanarak dünyanın geri kalan parçasını yutmak imkanı bulabilirdi.
    Diğer taraftan yazar, diplomatik kariyeri boyunca görevlendirildiği her elçilikte kendisini büyük bir konağın kâhyalığını yapan bir kapıkulundan farklı görmemiştir. Çünkü daha ilk gününden itibaren zamanının dörtte üçünü hep bu elçiliklerin idare masraflarını kontrol etmekle ve sarf evraklarını imzalamakla harcamıştır. 
    Yakup Kadri’ye göre, hemen bütün devlet memurlarının yarı ömrü bu gibi kırtasiyeci angaryalar içinde geçer, ama hiç değilse ömürlerinin diğer yarısı kendilerinindir ve ailesiyle birlikte yaşayabilir. Hâlbuki bir elçi için bu kadarcık bir serbestlik veya nefes alma imkânı bile yoktur. Devletin malı olan resmi bir binada, geceki gündüzlü resmi ve kırtasiyeci bir hayat sürmek zorundadır. Kullandığı tüm eşya demirbaş olarak onlara emanettir ve herhangi bir ziyana uğramamaları için üstlerine titremek gerekir. Hele bir de kendisi gibi sorumluluk duygusu titizlik derecesine çıkmış bir elçinin hali hiç de iyi değildir.
     Bundan başka, elçilik binalarının tamire muhtaç yerleri olur. Ya tavanları akmakta, ya kaloriferleri yanmamakta, ya da duvar sıvaları dökülmektedir. Elçi durumu Bakanlığa bildirir, sayfalarca yazı, keşifler hazırlar, telaşlı telgraflar çeker ama haftalarca cevap alamaz. Bir cevap gelse bile yüzde seksen menfidir. Zamanında küçük bir parayla onarılacak bir yer daha sonra çok daha fazla masraflara yol açabilecek duruma gelecektir. Hatta görev yaptığı Tahran Elçilik binasının çökme tehlikesi İran makamlarının şikâyetlerine neden olmuştur.
     İyi bir diplomat, ziyaretlerde, lokmalar birbiri ardınca boğazına dizilirken, sağıyla soluyla, karşısıyla nefes almadan konuşması lazım gelen bir adamdır. Bu adam, kâh sağına dönüp oldukça çirkin bir bayana güzelliğinden, kâh soluna dönüp pek fena giyinmiş diğer bir bayana zarifliğinden ve kazara ev sahibinin yanına düşmüşse yediği yemeklerin nefisliğinden bahsedecek, tam o esnada karşısındaki zat ona bir şey sorduğunda kulağını tetikte tutup hemen bir cevap yetiştirecektir. Hem öylesine bir cevap ki, mutlaka bir bilmeceyi andırması ve ne evet ne de hayır manasına gelmemesi icap eder. Zira diplomatik bir toplulukta gerçeği söylemekten daha ağır nadanlık olamaz. Herhangi bir olay ya da mesele hakkında tam bir kanaat sahibi görünmek ise kabalığın ta kendisidir.
     Zaten, elçi cenaplarının şahsi bir kanaat taşıması kendi hükümetince de pek makbul sayılmaz. Böyleleri,  ergeç, ya merkeze alınmak, ya sesinin işitilemeyeceği kadar uzak bir yere gönderilmek, ya da sadece azil edilmek suretiyle ortadan kaybolur.
     Çekirdekten yetişme diplomat, kendinden evvelki üstatların döküp geleceklere miras bıraktığı müşahede ve mütalaa klişelerine göre siyasi hadiseleri görür ve bu hadiselerin geçen yüzyılda nasıl meydana gelmiş, ne gibi gelişmeleri takip etmiş ve ne neticeler doğurmuşsa, bu yüzyılda da aynısının gerçekleşeceğine inanır. Ona göre bunun aksi tarzda düşünmek, yani her hadiseyi tek başına alıp tahlil ve tefsire kalkışmak ya siyasi tarihi okumamış cahillerin ya da diplomatik görenekten mahrum fantezistlerin işidir.
     Bu nedenle, kariyerden yetişmemiş elçiler, gerek kordiplomatik çevrelerinde, gerek temsil ettikleri hükümetin Dış İşleri Bakanlığında daima bir üvey kardeş veya sığıntı bir akraba muamelesi görürler. Bunların sözleri, çok defa bıyık altından gülümsenerek dinlenir, tavır ve hareketlerine hayretle bakılır, gönderdikleri raporlar eğer okunursa şüphe ve tereddütle okunur.
    Yakup Kadri, diplomatların ne polemik ne de propaganda ajanları olmadığını, bir diplomatın tek vazifesinin devletler arasındaki anlaşmazlıkları pazarlık ve uzlaşma yoluyla kaldırma olarak ifade eder.
    Yazarın uzun kariyeri boyunca, memlekete geldiğinde görevli bulunduğu ülkenin durumuna ilişkin olarak, Bakanlığın yüksek çevrelerinde kendisinden bilgi isteyen olmamıştır. Zira kendisi, edebiyattan, gazetecilikten ve politikadan gelme bir adamdı, diplomasiden anlamazdı, söyleyecekleri ya bir his, ya bir hayal eseri veya şahsi fikirlere dayalı birtakım hükümler olabilirdi.
    Nitekim 1940 yılının Mayıs ayında, Hollanda, Belçika ve Fransa’nın birbiri ardı sıra yıkılıp çöküşlerinin en yakın şahidi olduktan ve haftalarca Nazi zorbalığının cevrini çektikten sonra, Berlin’in zafer çanları çalarken Almanya üzerinden yurda döndüğünde, müttefikimiz İngiltere’nin yenilmeyeceği konusundaki inancını dile getiren Yakup Kadri’yi sadece İsmet İnönü ve Refik Saydam ciddiye almışlardı.
    Yakup Kadri’ye göre; Avrupa’nın burnu dibindeki kurulan Arnavutluk Krallığı, iç idareyi keyfiliğe, zorbalığa; dış politikayı ecnebi köleliğine bağlayan bir hükümet sistemini, Yıldız Sarayı ile Babı-Ali’den bulup çıkarmıştı. Üstünde hüküm sürdüğü halkın fukara çocukları kendilerine can ve gönülden yapılmak istenen ihsanı ellerinin tersiyle iterken bu devlet, bir avucunu Doğu komşusuna, öbür avucunu Batı komşusuna açarak durmadan para dilenmek zilletini Osmanlı’dan öğrenmişti. Milletin tortusu, bir vakitler Osmanlı’da olduğu gibi, burada da suyun yüzüne çıkmış bulunuyordu. Asıl cevher, yurdun halis evlatları, o, yürekleri, beyaz mintanları kadar lekesiz köylüler; o elleri, yüzleri tertemiz altınbaşlı çocuklar, gene bir vakitler bizde olduğu gibi, bu bulanık köpüğün altında görülmez hale girmişti.
    Arnavutluk Kralı Zog, her şeye rağmen, memleketinin ölçülerine göre bir ‘nizam’ adamı idi. Arnavutluk’un istiklalinden beri sürüp giden anarşi devrini kapatmış; bunu, az çok hukuki ve meşruti temeller üstüne oturtmuş; mektepler açmış ve bunların hepsinden daha zorlu bir işi başarmıştı : ‘Asayiş’. 
    Ancak, diğer taraftan Abdülhamit sarayının eski silahşörlerinden bir Arnavut mebusu Yakup Kadri’ye: ‘’Bizim aramızda satılık olmayan tek kişi yoktur. Kimimiz Sırp uşağıyız, kimimiz İtalyan kölesi. Hangi taraf fazla verirse oraya kapılanırız. Ama  müzayede dönemi bitti artık. Şimdi, kralımızdan candarma çavuşuna kadar hepimiz ‘makarnacıların’ emrindeyiz. ‘’ diyebiliyordu.
    Yazara göre Tiran, kendisinin bulunduğu sırada, milletler arası politikanın en elverişli ‘‘rasathanesiydi’’. Arnavutluk ülkesinin değişik sosyal katmanları ile ilişkilerini Osmanlı tarihinin gerçekleri ile birlikte değerlendiren Yakup Kadri, bu ülkedeki Osmanlı etkilerinin ve tarihi bağların farklı kutuplardaki yorumlarına ait çarpıcı saptamalar yapar.
    Yakup Kadri, yabancı sıfatıyla da olsa, bir memleket halkının felaketini yakından ve içinden görmenin verdiği hislerle, bu halka karşı bir nevi dostluk ve akrabalık hisseder. Bu duyguları, daha sonra, Çekoslovakya ve Hollanda’da da yaşar. 
    Yazarın Prag’a gittiği tarihlerde Küçük Antlaşma denilen Orta Avrupa savunma sisteminde ilk ‘’kriz’’ işaretleri, ilk çatlaklar belirmeğe başlamıştır. Buna karşı henüz üç yaşına basan Nazi Almanyası ise gittikçe gürbüzleşmekte ve gelişmekte idi. Küçük Antlaşmanın başlıca dayanağı Yugoslavya, çoktan, bu taze kudretin cazibesine kapılmış; gizliden gizliye onunla flört etme fırsatını kollar gibidir. Özellikle Hitler’in çok iyi hazırlanmış propaganda faaliyetleri Yugoslavya ve Çekoslovakya üzerinde etkili olabiliyordu.
    Diplomatlar, Çekoslovakya’nın içerisinde bulunduğu tarihi ve politik bağların havasına kendilerine öyle bir kaptırmışlardır ki, Almanya’nın bu ülkeye saldırmasını imkânsız görüyorlardı. Çek Hükümeti, Alman azınlığın kültürel imtiyazlarını, eski Osmanlıların bile aklına sığmayacak kadar genişletmişlerdi.
    Hitler, o zamanların ölçülerine göre, dahi, belki çılgının biriydi. Lakin her nasılsa, Çekoslovakya’nın içyüzünü nice akıllılardan daha iyi görüyordu ve bütün harp potansiyelinin S saatinde bir şeye yaramayacağını biliyordu. Zira bunların arkasındaki milletin birlikten ve savaş şevkinden ne kadar mahrum olduğunu anlamıştı. Beşinci kol, ülkenin her tarafına çoktan dal budak sarmıştı. Prag’da nice güzel yüzlü, babacan ve hovarda görünümlü Alman tüccar, bavullarının dibinde para ve hesap defterleri yerine askeri üniformalarını gizliyorlardı.
    Çekoslovakya, herhangi bir Alman saldırısına uğrasa bile, Fransa ve Rusya’nın mutlaka imdadına yetişeceğini umuyordu. Fakat dost bildiği ülkelerin, kendilerini eli kolu bir kurbanlık gibi düşmana teslim edeceklerini hiç aklından geçirmiyordu.
    Hitler’in Çekoslovakya’yı hiçbir direnişle karşılaşmadan işgal etmeye başladığında bile, hala mükemmel şekilde donatılmış güçlü bir ordusu vardı. Ancak, bu orduya yürü emrini verecek kimseler kalmamıştı. Nitekim ülkelerini işgal eden Alman ordusunun halini gördüklerinde, çok daha iyi durumdaki ordularının kullanılmaması için duydukları pişmanlık için çok geç olacaktı.
    Yüzlerce yıllık bir medeniyet ve kültür geleneklerine rağmen ülkenin bütün manevi ve ahlaki değerleri iflas etmişti. Düzme pasaportlarla milliyet değiştiren erkeklerin, anlaşmalı evliliklerle soyadını değiştiren veya çok ucuza fuhuşa itilen kadınların yer aldığı, şantaj, iftira ve casusluğun aile içinde bile yaygınlaştığı ve herkesin birbirini komünist dostluğu veya Alman düşmanlığı ile lekelemeğe çalıştığı bir ülkenin kaderi elbette başka birilerinin elinde oyuncak olacaktı.
    Yakup Kadri’nin aynı sıcak ortamın devam ettiği Hollanda’daki izlenimleri de dikkat çekicidir. İzlediği tarafsızlık politikası, iki ateş arasında kalmış bu ülkenin Birinci Dünya Savaşı’nda yakasını kurtardığı gibi kesesini de doldurmasını sağlamıştı.
    Aynı politikayı uygulamakla birlikte her türlü saldırıya karşı hazır olmayı ihmal etmeyen Hollanda’nın ne Almanlara karşı fazla bir düşmanlığı ne de İngilizlere karşı fazla bir dostluğu vardı. Tarafsızlık, bir politika değil adeta bir ruh hali, bir mezhep haline gelmişti. Yüzelli yıllık tarafsızlık politikası veya bunu doğuran gelenekler, birçok Avrupa ülkesi gibi Hollanda’yı da, burnunun dibine kadar sokulmuş Dünya Savaşı önünde bir egoistlik perdesinin arkasına düşürüyordu.
    En kötümser diplomatlar bile, Hollanda’nın Alman ordularınca çiğnenip geçilmesi şöyle dursun, Batı cephesinde ciddi bir harekete bile ihtimal vermiyorlardı. Böylesine kendinden ve düşmandan emin ve hazırlıksız durumdaki Hollanda’nın kaderi de Çekoslovakya’dan pek farklı olmayacaktı.
    İkinci Dünya Harbi’nin bu sıcak gelişmeleri esnasında, Türkiye’de adeta savaşa girilmiş kadar hararetli ve zor günler yaşanıyor, savaşın hangi tarafında ve nasıl durulması konusundaki düşünceler kamuoyunu ve politik arenayı oldukça etkiliyordu. Tabii bu etkilerin içerisinde, başta Almanlar olmak üzere, savaşın değişik cephelerde açılması konusunda güçlü devletlerin açıktan veya gizlice yaptıkları baskı ve telkinler önemli yer tutuyordu.
    O dönemde tarafsız kalmada direnen Türkiye ve İsviçre’nin durum benzerlikleri, sadece politikalarında değil, aynı zamanda giderek daha fazla maruz kaldıkları Rus baskısında da kendini gösteriyordu.
    Yakup Kadri’nin sağlık problemleri için daha önce de bulunduğu İsviçre’deki elçilik dönemi de oldukça sıcak gelişmelerin ortasında geçmiştir.
    Tarafsızlığın adeta bir mezhep haline geldiği İsviçre’yi, Alman saldırılarından koruyan sadece tarafsızlığı değil, Alman Genelkurmay karargâhının fikir anlaşmazlıkları, ülkenin dağların içerisinde uzun ve çetin bir gerilla harbi gerektirecek şekilde hazırlanmış savunma tertipleri, İsviçre Milli Bankasındaki Alman endüstrilerinin mevduatlarının riske girecek olması ve Alman endüstrisinin ihtiyaç duyduğu elektrik enerjisini kontrol eden ekonomik yaptırımlardır.
    Yakup Kadri’nin Tahran Büyükelçiliğine atandığı dönemde, İran Hükümeti, içeride ve dışarıda tam manasıyla bir İslam politikası izliyordu. Büyük Rıza Şah’ın laiklik prensipleri yavaşça kaldırılıyordu.
    Yobazlığın kana susamış kara sakallı, kara sarıklı zebanileri ve emrindeki insan yığınları, Rıza Pehlevi’den kalan canlı cansız ne varsa yok etmek için her şeyi yapıyorlardı.
    Rıza Pehlevi, sadece laiklik konusunda değil, Rusya ve İngiltere başta olmak üzere birçok devletin ülkesindeki kirli emellerine karşı izlediği usta siyasette de önemli mücadelelere imza atmıştı. Ancak, doğrudan bu engeli aşamayan İngiltere, Abadan’da sömürdüğü petrol kuyularıyla; Rusya, Azerbaycan’da kurduğu Tudeh Teşkilatı hücreleriyle; sahneye yeni çıkan Amerika ise anlayışsız ve anlaşılmaz politikasıyla bu ülkeyi can evinden sarsıp hırpalamakta idiler. Diğer taraftan, gerici akımların güçlendirilip sömürgeci emellere alet edilmesi hiç de zor olmuyordu.
    Bu bakımdan denilebilir ki; dünyada ilk defa olarak komünizm ile kapitalizm burayı her iki taraf aksi istikamette yürüyerek- bir avlanma yeri haline sokmuştu.
    Fakat, burada daha da belirginleşen bir güç mekanizması vardı ki, petrol şirketlerinin oluşturduğu bu güç, adını taşıdıkları devletlerin dış politikasına kafa tutacak bağımsız kudretinden, kendilerine mahsus sermaye ve girişim güçlerinden, hissedarlarının genellikle banka ve borsa aleminin yüksek sınıfında yer almalarından ve tabii ki uluslar arası mahiyetlerinden kaynaklanmaktaydı.  
    İran coğrafyasındaki, Doğu ve Batı’nın tarihsel mücadelesi ile birlikte, Fars, Türk ve Arap kimliklerinin analizini ve bunların birbirleriyle ilişkilerini de ortaya koyan Yakup Kadri’ye, Doğu ile Batı’yı ayıran uçurum hiçbir zaman Tahran’da geçirdiği iki yıldan sonraki kadar derin gözükmemiştir.
    Tahran’dan sonra tekrar Bern’e atanması nedeniyle hayal kırıklığına uğrayan yazar, bu dönemden itibaren diplomatlık kariyerine ilişkin tecrübe ve değerlendirmelerini bir araya getirmeye başlar.
    Yakup kadri Karaosmanoğlu, diplomatlığındaki zoraki kelimesini, bu işe isteksiz girip benimsemesi olarak açıklar. Yirmi yıllık diplomatlık kariyeri boyunca dünyayı, hep o alemin ötesinden ve bu şartların dışından görmeğe çalıştığını ifade eder.
    Bu anlayış içerisinde, kitabının son bölümünde, dünyanın sosyal, politik ve ekonomik analizlerini çeşitli eksenler etrafında yapan Yakup Kadri, İkinci Dünya Savaşı esnasında ve sonrasında yapılan antlaşmaları ve paylaşımları, hep yüksek diplomasinin devlet ve siyaset adamlarına ve zaferin kahramanlarına akıl hocalığının korkunç ve kanlı neticeleri olarak değerlendirir.
   Yakup Kadri’ye göre işin en facialı tarafı, bu acı tecrübelerden sonra bütün gerçek barış yolcularına hala aynı sakat metotlarla aynı zihniyetin rehberlik etmesidir.