diplomasi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
diplomasi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Osmanlı’da Milletler ve Diplomasi, Prof.Dr. İlber Ortaylı

Osmanlı’da Milletler ve Diplomasi, Prof.Dr. İlber Ortaylı, 2008, İstanbul
Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde yaşayan farklı dinlere mensup olanlarla ve çevre ülkelerle ilişkiler
        (1)    Osmanlı Yönetiminde Dini Gruplar
            İmparatorluk, dinler bakımından çok renkli ve kalabalık bir listeye sahipti. Türkiye, bugünkü sınırları içinde dahi, dünyada pek az ülkede rastlanacak dini bir çeşitlilik gösterir; Rum Ortodoks Kilisesi, Ermeni Gregoryen, Ermeni Katolik, Ermeni Protestan, Süryani Ortodoks (Süryani Kadim), Süryani Katolik, Kaldani eski kilisesi ve Kaldani Katolik, Nasturi Kilisesi. Çok tekrarlanan bir söz de; “Memleketimizin yüzde doksan dokuzu Müslüman’dır” sözüdür. Mezheb, akide, ibadet biçimleri itibariyle renklilik ve bölümlenme Müslümanlar için de söz konusudur. Yani, Türkiye aslında sayılamayacak kadar çok dini cemaatin ülkesidir. Bu kadar çeşitlilik ancak Amerika’da olur, ama orası göçmen ülkesidir, burası ise dinlerin otokton (yerli) toprağıdır. Tüm bunlara rağmen, Türkiye’de insanlar dinleri tanımazlar ve merak etmezler. Hıristiyanlar da Müslümanlığı tanımazlar. Kısacası, kapalı kompartımanlar halinde yaşayan bir toplumduk ve halen de öyleyiz. Din kültürüne karşı ilgi ve bilgilenme olayı bizim toplumumuzun üyelerine gerçekten uzaktır. Dinle ilgili laik bir tutum, merak ve hoşgörü ciddi bilgiyle temellenmiş değildir. Ortodoks Kilisesi ve inancı da bu bilgisiz-lik havasının dışında kalmamıştır. Evvela, ortodoks kelimesi yanlış değildir, fakat tam doğru da değildir. Ortodoks bilindiği gibi sapmaz, doğru inançlı adam demektir. Bu bir vasıflandırmadır. Ama patrikliğin adı Ortodoks Patrikliği değil, Ökümenik (Üniversal) Patriyark’tır. Kilise bütün dünyaya hükmettiği iddiasındadır. Tabii bu iddia gerçekle bağdaşmamaktadır. Ortodoks Kilisesi aslında Türkiye topraklarında, ortaçağda yeşeren, gelişen bir müessesedir ve elan bu dinin mühim merkezlerinden biri ve birincisi İstanbul’dadır. Katoliklikle Ortodoksluk arasında büyük fark vardır. Hem kilisenin birliği bakımından hem dayandıkları kültür ortamı bakımından çok farklıdır. İki dini grup arasındaki asıl mesele, Papa’nın ulûhiyet iddiası ve üstünlüğüdür. Ortodoks Kilisesi bunu kabul etmi-yor. Çünkü Ortodoks Kilisesi’ne göre, üç derece vardır ruhban arasında: bildiğiniz keşiş, sonra papaz, yani cemaati aydınlatan, ibadeti yaptıran ve nihayet piskopos. Patrik ise, ilahi bir makam değildir; piskoposlardan birinin idareci-koordinatör olmasıdır. Yani Ortodoks Kilisesi’nde aslında ulû-hiyet kesbetmiş tek bir yüksek ruhani yoktur. Hâlbuki Roma Kilisesi’nde Papa’ya bu ulûhiyet veril-mektedir. Hele 19’uncu yüzyılda Papa’nın yanılmazlığı da kabul edilmiştir ve hükümleri tartışılmaz olmuştur. Katolik Kilisesi büyük bir dünyevi kuvvettir. Roma’daki Papa’nın yanında en güçlü rahip-kardinal, aynı zamanda. dışişleri bakanı olan bir devlet sekreteri vardır. Bütün dünyada yatırımları olan, bankaları ve emlaki olan, hayır kurumları, propaganda misyonları, sağlık kurumları vs. olan bir teşkilattır Vatikan. Hâlbuki Ortodoks Kilisesi için böyle bir renklilik ve güç söz konusu değildir. Bugünkü Ortodoks Kilisesi’nde belki bir tek standart unsur vardır; bir tek renk vardır; o da Hellenizmdir. Görünüşte Ortodoks Kilisesi dünyevi iktidarla, siyasetle Katoliklerden daha fazla uğ-raşıyor gibidir. Görünüşte çünkü; Katolikler siyasetle daha az uğraşmıyorlar, ama onu örtüyorlar, daha kozmopolit bir görünümleri vardır. Normal olarak Hıristiyanlıkta başından beri beş patrik var-dır. Patrik dediğimiz, aslında yalnız bölge piskoposları arasında önde gelenlerdir. Bunlar Roma, İstanbul, Antakya, Kudüs, ve İskenderiye patrikleridir. Roma, bu beş patrik içinde protokolde önde gelenidir. Bu en büyük beş piskoposun içinde İstanbul hariç, diğerleri; yani Roma, Antakya, Kudüs ve İskenderiye, Hıristiyanlığın neşet ettiği, ilk cemaatlerin oluştuğu makamlardır. Bunların içinde sadece İstanbul’un bu vasfı yoktur. İstanbul doğrudan doğruya Konstantinos devrinde, artık Hıristi-yanlığın resmen tanındığı Büyük Roma İmparatorluğu’nun başkenti olduğu için oradaki piskoposa da patriklik izafe edilmiştir. Roma ayrıldığına göre, bugün geride dört patrik kalmıştır. Ortodoks Kili-sesi de bu esasa göre bölünmüştür. Bu dört patriklik görünüşte birbirinden müstakildir. Aslında iliş-kilerine Ortodoks inancın ve Helenliğin getirdiği bir bağ egemendir. Bu dört patrikliğin daireleri bel-lidir. Antakya, aşağı yukarı bugünkü bütün Suriye, Lübnan ve Antakya ve Hıristiyanların bulunduğu Kilikya ve Yukarı Mezopotamya’yı kapsıyor. İskenderiye Patrikliği ise, güya bütün Afrika’yı içeriyor. Kudüs Filistin’le ilgilidir, yani İsrail ve Ürdün’ün batısıyla sınırlı bir dairedir. İstanbul Patrikliği dendi-ğinde de dünyanın geriye kalan bölgeleri üzerindeki bir ruhani örgüt söz konusudur. Tabii bu geniş alan için “güya” deyimi kullanmak gerekir. Bu patrikhanenin kontrol ettiği dünyadaki merkezlere ya-kından bakılacak olursa hiç de sanıldığı kadar çok olmadığı görülür. Amerika üzerinde kontrolü vardır. Avustralya için de aynı şey söz konusudur. Çok daha ilginç bir durum, patrikhaneye bağlı Finlandiya’daki Ortodoks Kilisesi’dir. İşte İstanbul’daki Ökümenik Patrikarya’nın nüfuzu budur. Sa-yacak olursak: Türkiye’deki iki bin beş yüz Rum-Ortodoks, Avustralya ve Amerika’daki bir milyonu aşkın kişiyle, Finlandiya’daki yirmi bin kişi. Hepsi budur. Fener’in bütün beynelmilelliği, ruhani alanı bundan ibarettir. Rum-Ortodoks Kilisesi’nde Yunanlı ruhbanın ve Yunan dilinin kesin hâkimiyeti vardır. Bu yüzden Ortodoks inanca mensup sair etnik gruplar bir memnuniyetsizlik içindedirler. 19’uncu yüzyıldan beri Rum-Ortodoksinin yanında Grek-Katolik Kilisesi’nin güçlenmesi bu yüzden-dir. Kudüs Patrikliği’ndeki Ortodoks manastırları artık bomboştur. Buna rağmen Yunanlılık Rum-Ortodoks Kilisesi’nin vazgeçemeyeceği bir unsurdur. Fatih İstanbul’u fethettikten sonra, protokolde Ortodoks patriklerine tarihte gösterilmeyen bir yer vermiş, iltifat etmiştir. İlk patrikhane o zaman Pammakaristos Kilisesi idi. Fakat 16’ncı asırda, bugünkü yerine, Aya Yorgi Kilisesi’ne (Fener) geç-ti. Fener aslında eskiden beri Bizans Patrikhanesi’nin bulunduğu, Rum aristokrasisinin bulunduğu bir yer değildi. Sonradan olmuştu. Osmanlı devrinde Bizans’taki durum yeniden restore ediliyor; Bulgaristan, Romanya, Sırbistan, Yunanistan İstanbul’a bağlanıyor ve patrik birinci dereceyi alıyor. Osmanlı idaresinin burada en önemli yanı, manastırların otonomisini tanımış olmasıdır. Dolayısıy-la, Hellen asıllı olmayan Ortodokslar kendi manastırlarında eğitim görmek, araştırma yapmak, kü-tüphanelerini kurmak gibi görevleri rahatça yapabiliyor. Osmanlı politikasının manastırlara bu ö-zerkliği tanıması, Fener’in bütün üstünlüğüne rağmen, Slavların Hellenizasyonunun önlenmesinde etkili olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nda kilise deyince akla ilk önce “Rum-Ortodoks Patrikhane-si” ve buna tabi Hıristiyanların gelmesi doğaldır. “Frenk’in ekmeğindense Türk’ün kılıcı evladır.” zihniyeti 15’inci yüzyıl boyu Batı ve Doğu kiliselerinin birleşmesine haklı olarak karşı çıkmış, İstan-bul’un fethinin tamamlanmasıyla imparatorlukta imtiyazlı ve diğer gayrimüslim tebaaya karşı son derece üstünlüğü olan bir kurumun ortaya çıkmasını da sağlamıştır. Ancak, Tanzimat dönemi re-formları bir yerde klasik Rum-Ortodoks Patrikhanesi’nin ve hatta Ermeni-Gregoryen Kilisesi’nin e-rime tarihidir denebilir. Bu erimenin nedeni Batı’nın dini propagandası kadar, imparatorlukta doğan yeni Osmanlı dünya görüşü ve laikleşmeye başlayan eğitim ve basındır. Fener’deki Rum-Ortodoks Patrikhanesi, çok önceden kiliseye bağlı muhtelif dilden etnik cemaatlerin içinde doğan Batı Avrupa tesirine ve özellikle laikleşme eğilimine karşı mücadele vermek zorunda kalmıştır. Nihayet, ulus-laşma çağında kilise günden güne nüfuz alanının daraldığını görmüştür. Aslında uluslaşma çağın-da görülen ulusal kiliselerin Fener’den kopma süreci, Balkan kavimlerin tarihinde yatan eski bir ör-gütlenmeye de dayanmaktadır. Sırp ve Bulgar kiliselerinin ayrılmasında bu özellik göze çarpar.
            Osmanlı meşrutiyetinin siyasal ve sosyal tarihi içindeki en ilginç unsurlardan biri de Osmanlı Museviliği’dir. 1908 Temmuz’unda Osmanlı İmparatorluğu’nda meşrutiyet ilan edildiğinde, Musevi milleti ilginç bir sosyo-politik konumdaydı. İkinci Meşrutiyet yıllarında Osmanlı Musevilerinin genel durumu şöyle özetlenebilir; coğrafi yönden Museviler, imparatorluğun en geniş alana yayılan grubudur. Bütün Arap vilayetlerinde ve eski Osmanlı egemenlik bölgeleri olan Mağrib ve Mısır’da, Trablusgarb’da, Yemen, Suriye, Lübnan ve Filistin dışında Mezopotamya ve Güneydoğu Anado-lu’da, Orta Anadolu’da, özellikle Batı Anadolu’da her kentsel merkezde ve İzmir’de geniş bir cema-at halinde yaşıyorlardı. Avrupa eyaletlerinde de Bosna, Güney Bulgaristan ve Makedonya’da birçok kentte Musevi cemaatine rastlamak mümkündü. Siyonizm 19’uncu yüzyılın bütün ulusalcılıkları gibi laik bir ulusçuluktu. Yahudi dini ve akaidi kadar, Avrupa muhitinin etki ve tepkileri içinde yeşeren bir düşünceydi ve yayılıp geliştiği alan itibariyle Siyonizm, Doğu Avrupa ulusçuluklarından biridir. Kuş-kusuz vatan edinmek emelindeki bir hareket olarak, izlediği politika çok farklı olacaktır. İşte bu fark-lılık dolayısıyla da Siyonizm Osmanlı ülkesinde gerek Museviler gerekse yöneticiler ve aydınlar ta-rafından değişik biçimde algılanmış ve değişik tepkiler yanında, bazen göze çarpacak ölçüde tep-kisizlik ile karşılanmıştır. Osmanlı Museviliği 19’uncu yüzyıl Avrupa kültürüyle geç temasa geçmişti; ulusçuluğu soyut bir kavram olarak öğrenip hayata uygulaması hem bu açıdan hem de coğrafi da-ğınıklığı dolayısıyla beklenemezdi. Diğer yandan, Balkan ulusları, özellikle Hıristiyan unsurlar ulus-çuluğu 18’inci yüzyıl sonundan beri birbirinden öğrenmiş ve Osmanlı yönetimine karşı başlangıçta birbirini desteklemiştir. Siyonizm, Avrupa’nın 19’uncu yüzyıldaki laik ırkçılığına tepki olarak çıktı. Gettodan çıkmayı ümit eden Avrupa Yahudileri, eski Hıristiyan antisemitizminin ırkçı bir nitelik ka-zandığını gördükten sonra, Yahudi vatanı için daha somut bir program ve hareketin etrafında top-lanmaya başladı. Çeşitli çevrelerin Siyonizm’e karşı tepkisi farklıydı. Osmanlı yöneticileri, Siyonizm konusunda şüpheci olmakla birlikte, zaman zaman takdirden ve hatta Siyonistlerle temastan çe-kinmemişlerdir. İttihat ve Terakki liderleri Osmanlılaşmayı şart koşarak, Filistin’de Yahudi varlığını kabule eğilimli görünüyorlar. Osmanlı Musevilerinde de bu dönemde Siyonizm’e karşı suskun ve ihtiyatlı bir tavır gözlemleniyor. Diğer yandan, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Siyonizm’in Os-manlı Musevileri arasında ne gibi bir etki kurabildiğini de araştırmak ihmal edilmemesi gereken bir konudur. Osmanlı’da ve yeni Türkiye’de Musevilerin siyasal tutumu ve toplumla bütünleşmeleri ge-nelde çok özgün bir nitelik gösterir. Onu genel Musevi tarihi veya anti-Siyonist neşriyata bakıp de-ğerlendirmek mümkün değildir.
             Dini ve vicdani serbesti, İmparatorlukta o güne kadar (Tanzimat dönemi) görülmeyen ve tarihçiliğin de gözünden kaçan bir gelişmeyi ortaya çıkardı; o vakte kadar dinini gizleyen ve şek-len Müslümanlığı kabul etmiş bazı gizli Hıristiyan cemaatler asıl dinlerini açıklamakta bir beis gör-mediler. İlginçtir ki, İslam şeriatına göre bir tanassur sayılabilecek bu olayın, pek de öyle değerlen-dirilmediği ve hatta göz yumulduğu görüldü. Bilindiği üzere İslam devletinde ve klasik Osmanlı top-lumunda bir gayrimüslimin sadece ihtida etmesi, yani İslam dinine geçmesi mümkündür. Bunun dışında Musevilikten Hıristiyanlığa yahut Müslümanlıktan Museviliğe geçiş gibi din değiştirmeler yasaktır ve tanassur olarak adlandırılmaktadır. Hiç şüphe yok ki, tanassur İslam devletinde ölümle cezalandırılacak bir suçtur. Durum böyleyken, Tanzimat asrının muhtelif dinden tebaa için eşitlik ve dini hürriyet alanında önemli bir aşama olarak saptanması kaçınılmazdır. Tanzimat döneminin etki-leri İmparatorlukta sanıldığından daha derin olmuştur. Taassup artıyordu, taasubun yanında din değiştirmeler görülüyordu. Hepsinden önemlisi birçok inanca salik cemaatlerin içinde, laikleşen ve dini amme hayatından çıkarmaya başlayan zümreler doğuyordu.
            19’uncu yüzyılda ABD, siyaset arenasına henüz büyük güçler arasında çıkmayan bir devlet olarak bilinir. Bu nedenledir ki, Osmanlı devlet adamları arasında ABD’ye karşı “ehven-i ser” (kötünün iyisi) bir güç olarak yaklaşma eğilimi beslendiğini biliyoruz. Daha 1876’da ABD ile Osman-lı ticareti, hacim bakımından dördüncü sırada yer alıyordu; ilk üçteki ülkeler sırasıyla Büyük Britan-ya, Almanya ve Fransa olmakla birlikte Rusya beşinci sıradadır. Fakat ticari faaliyet dışında, Os-manlı devletinin iç sorunlarına karşı diğer devletlerle kıyas edilmeyecek derecede yansız kalan ve karışmayan Amerika diplomasisinin bir konuda dinamik bir politika izlediğini görüyoruz: ABD va-tandaşlarının misyonerlik faaliyeti. Misyonerlik faaliyetinin desteklenmesi sonucunda 20’nci yüzyıl başında Osmanlı İmparatorluğu’nun her yerinde Amerikan eğitimi görmüş, Amerikan tarz-ı hayatı-na ve politikasına sempati duyan bir aydın tabaka yetişmişti. Naif bir dini inançla işe girişen, saf gayretli ve çalışkan ama Katolik Cizvitlerle karşılaştırılmayacak derecede politik nitelikten yoksun bu misyonerler, müstakbel ABD çıkarlarının ve başkaca bir yığın idari ve etnik problemin platfor-munu hazırlayan yarı bilinçli veya bilinçsiz öncüler olmuşlardır. Protestanlığı yaymak isteyen bu misyonerler, Müslümanlar ve Ortodoks Rumlar arasında şansları olmadığını çabuk anlamışlardı. Bundan sonra yöneldikleri asıl cemaat Ermeni Gregoryenler oldu. Amerikan misyonerlerinin faali-yet alanının genel olarak Suriye, Lübnan, Filistin, Doğu Anadolu, Yukarı Mezopotamya, Çukurova ve kısmen de Orta Anadolu olduğu görülmektedir. Sayılan bu bölgelerin etnik niteliğine bakıldığın-da da Amerika’nın Ermeniler ve Şark Katoliklerini kendine hedef olarak seçtiği söylenebilir. Osman-lı İmparatorluğu’nda ilk Amerikan okulu 1824’te Beyrut’ta açıldı. 1886 yılına gelindiğinde imparator-luktaki Amerikan eğitim kurumlarının sayısı 400’e yaklaşmıştı. Önceleri gerek hükümet gerekse her din ve ırktan ahali, bu okulların kurulmasını hoş görenlere, arazi ve bina kiralayan ve satanlara iyi gözle bakmıyordu. Ama Amerikan misyonerleri okul yanında, dispanser ve hastane açarak sağlık hizmetlerini de birlikte götürmek gibi bir yol izlediler. Açtıkları bu okullarda okuyanların dışarıda iş bulamaması söz konusuydu. Bu nedenle toplumda bulunmayan modern ve nadir zanaatların öğre-tilmesi için “industrial school”lar da kuruldu. ABD’nin Türkiye hakkında iyi hisler beslemediği, mis-yonerlerinin faaliyetinin daima bu yönde desteklendiği açıktır. Daha 1896’da Everett P. Wheeler: “Biz Türkiye’de Hıristiyanlar ve Hıristiyanlık için okul, hastane açıyoruz, ilaç götürüyoruz, modern tıbbı ve eğitimi kuruyoruz. Türk bizi istemeyebilir ama oranın asıl sahibi Türkler değil ki…” diyordu. ABD gayrimüslim Osmanlı tebaasına en çok vatandaşlık hakkı veren bir devletti. Bu nedenle de Amerikan misyon mektepleri Osmanlı ülkesinde adeta Amerikan vatandaşı yetiştiren kurumlar ol-ma işlevini yükümlenmiş oldular.
            Osmanlı İmparatorluğu’nda “millet” şeklindeki örgütlenme kapsamında, “ehl-i kitap” veya “zımmi” statüsü altında İslam’ın tanıdığı farklı inanç toplulukları; özel statü, özel idari-mali dü-zenlemelerle idare edilirdi. Ruhani sınıfları ve yöneticileri belliydi, inançları açıktı ve sadece dini değil, dünyevi işleri de ruhani liderlerine bırakılmıştı. Bu arada inançlarını belli etmeyen, gizleyen veya daha ilginci, devletin inançlarını bilmezlikten geldiği gruplar da vardı. Şüphesiz gizli cemaatle-rin en ilginci; iyi incelenmeyen ve mensuplarının ritüelini, akidesini ve ibadet şekillerini açıklamadığı topluluk, “dönme” olarak da adlandırılan Sabetayistlerdir. Sözü edilen cemaatler İslam dini içinde kategorize edilirken rafizi (heterodoks) olarak adlandırılır; gene bazı yazarlar tarafından da yanlış olarak “harici” ismiyle anılan gruplardır. Bu kapsamda öne çıkan üç grup Kuzey Irak ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan Yezidiler, Suriye-Lübnan-Filistin’de kalabalık bir grup teşkil eden, iyi teşkilat-lanmış, Arapça konuşan Dürzîler ve Anadolu ile Rumeli’nin her yerinde yaşayan Aleviler ve bazen Alevi diye anılmakla beraber, Suriye-Antakya bölgesinde yaşayan Nuseyrilerdir. 19’uncu yüzyıl bo-yu Osmanlı idaresinin en çelişkili politikası Yezidiler üzerindedir. İdare Yezidileri vergi, askerlik gibi konularda ne İslam ne de gayrimüslimler gibi muamele ediyordu. Diğer Müslümanlar gibi askerlik yükümlülüğü olan, kendilerinden cizye (capitation) alınmayan Yezidilerin, inançlarını terk etmeleri ise ısrarla ihtida ve İslam’la şereflenmek diye zikrediliyor. Oysa diğer gruplar için “tashih-i itikat” (i-nancı düzeltme) tabiri kullanılırdı. Benzer durumdaki Dürzîlerden de cizye gibi vergiler alınmaz ve kur’a-i şer’iyye usulü ile asker toplanırdı. Dürzîler, Sünni-Hanefi hukuku tatbik ettiklerinden kamu hayatında bir sorun teşkil etmiyorlardı. Dürzîler güçlü bir baskı grubuydu. II’nci Abdülhamid devrin-de Dürzîlerin Osmanlı sistemiyle bütünleşmeleri için okul açma faaliyetine hız verilmişti. Babıâli’nin görmezlikten geldiği bir diğer rafizi grup da Aleviler ve Nuseyrilerdir. Babıâli Nuseyrileri sadece heretique veya sapkın olarak görüyor; tabii bu gruptan gayrimüslimler gibi cizye almıyor ve onları resmen bir gayrimüslim (millet) olarak görmüyordu. Şayet bunlar Sünni olduklarını veya bu görüşü kabul ettiklerini söylerse, tashih-i itikat deyimi kullanılıyordu. Babıâli, misyonerlerin Nuseyri liderle-rini mali yönden desteklediğini, karşı tedbir olarak aynı şeyin yapılması gerektiğini düşünüyordu. 19’uncu yüzyıl boyu Nuseyriler hakkında kullanılan ifadeler veya resmi yazışmalarda ortaya konan görüşlerin benzerine, Anadolu Alevileri hakkında şahit olmak mümkün değildir. Muhtemelen bu ko-nudaki suskunluk, devletin Alevi grupların farklı ritüelini görmezlikten gelmesi ile izah edilebilir. Ahmed Cevdet Paşa, birçok din ve mezhep üzerinde bilgi verip yorum yaptığı halde, Alevilik konu-sunda susmayı tercih etmiştir. Kuşkusuz Osmanlı idaresi, Basra vilayeti gibi yerlerde İranlı Şii ule-manın propagandasına karşı tedbirler alıyordu (mezheb-i Şia’nın men’i için). Bu mezhebi yayan İranlı ulemaya karşı bölgeye özel maaşlı müderris ve din görevlileri tayin ediliyordu. Fakat Şia’nın akide yönünden sözünü ettiğimiz mezhep ve inançlar gibi mütalaa edilmediği; siyasi bir akım olarak ciddi bir tehlike diye görüldüğü açıktır.
            1826’da Yeniçeri Ocağı büyük olaylar, kanlı katliam ve bir ihbar furyası içinde kaldırıl-dı. Bu, o dönemin toplumunu ve olayları gözlemleyenleri sarsan ve belki de Sultan II’nci Mahmud’un “adli” unvanı üzerinde düşünmeyi gerektirecek, bir despotik devirdi. Yeniçerilerle birlik-te imha edilmesi, hiç değilse sindirilmesi gerekli görülen bir zümre de Bektaşi tarikatı mensuplarıy-dı. İşte bu karar, birçok kimsenin de yerli yersiz suçlanması, sürülmesiyle sonuçlanan bir ihbar me-kanizmasını doğurdu. İstanbul’un ulema ve üdeba muhitinden bazı insanları karalamak için olayın iyi bir fırsat olduğu anlaşılıyor. Bektaşilerin takibinin nedeni, onların Yeniçeri zümresi üzerindeki dini eğitimi ve tarikatın ruhani tesir vehmidir. Tanzimat dönemi bürokratları, II’nci Mahmud devrinin aksine, Bektaşilik ve Melamilikle böyle amansızca uğraşmak yöntemini terk ettiler. Zamanla bu ta-rikatların bir rehabilitasyonu da sağlandı. Fakat genelde bütün tarikatlar üzerinde gözetleme, dene-tim ve sınırlayıcı bir mekanizma geliştirdiler. Tekke devlete yamandı, devlet tekkenin gözeticisi ve hamisi oldu. Devletin Vehhabilik ve İsmailiye gibi mezhebleri tanımadığı, hoş görmediği, buna kar-şılık, Dürzîlik ve Yezidilik gibi inançları İslam inanışı dışında gördüğü halde, idari yönden sabır gös-terip, eritme ve sakinleştirme yoluna gittiği biliniyor. Aynı şekilde tarikatlar için de benzer tavır söz konusudur. Hurufilik hoş görülmemiş ve 15’inci asırda mensupları takip, te’dip ve idam edilmiş; Ti-canilik tarikatı İslam akidesine aykırı görülmemiş ve fakat resmen tanınıp himaye görmemiştir. II’nci Mahmud’dan sonra Bektaşilik yeni bir yaşam tarzı, bir ritüel benimsedi ve bir tür takiyye yoluna saptı. Diğer tarikatlara, hatta Nakşibendiliğe sızdılar. Bugün Bektaşilik, Melamilik gibi düzenli bir tarikat değildir. 1925’te tekke ve zaviyelerin kapatılması Cumhuriyetin icat ettiği bir radikalizm ol-maktan çok, kökleri Tanzimat’a kadar uzanan bir resmi kontrol ve şüpheciliğe dayanmaktadır.

        (2)    Osmanlı-Yunanistan İlişkileri
            Yunan ayaklanması 14 Eylül 1829 Edirne Antlaşması’yla bitti. Bu, İmparatorluk tarihin-de ilk toprak kaybı değildir. 1699’dan beri Osmanlı İmparatorluğu Avrupa eyaletlerini kaybetmek-teydi. Fakat Yunan bağımsızlığı, Avrupa müdahalesiyle desteklenen ilk geniş ulusal ayaklanmadır ve bu ulusal ayaklanmanın bağımsızlıkla başarıya ulaşması çarpıcı bir olaydır. Yunan bağımsızlığı ile Pelopones’in güneyinde, sorunlar içinde küçük bir devlet doğmuştu. Bu devlet Avrupa müdaha-lelerine açıktı ve bağımsızlık daha ilk anda Avrupa’nın kontrolü ile başladı. Diğer yandan gerek ikti-sadi sorunlar gerekse bu devletin yaşaması, erkenden yeni bir ideolojiyi, “pan-Hellenizm”i sahneye çıkardı. Yunanistan istikbal için, var olan sorunlarına sabreden bir devletti. İmparatorlukta o vakte kadar Rum-Ortodoks cemaati, gayrimüslimler içinde en seçkin idari-adli statüye sahipti. Patrikhane Ortodoksların en yüksek mercii idi; imtiyazları diğer cemaatlerden fazlaydı. Üstelik bu kilise saye-sinde, Yunanca ve Roma Hukuku yaşayabiliyordu ve Balkanlar ve Ortadoğu’da yaygınlık ve üstün-lük sahibiydi. Osmanlı İmparatorluğu ile diplomatik ilişki kurmakta ilk hamle Yunanistan’dan geldi. 1834’te genç devletin önde gelen diplomatlarından ve geleceğin hariciye nazırı Zografos’un İstan-bul’a gelmesiyle ilişkiler başlamış oldu. Babıâli’nin gözünde bu dönemdeki yani 19’uncu yüzyıldaki Rum ruhbanı, “cahil ve yolsuzluk yapan” bir grup olarak, pek saygın olmayan bir şöhrete sahipti. Yunanistan dünyaya geldiği andan itibaren irredantist (kaybedilen ülke topraklarını geri isteyen) bir politika izliyordu. 1830 ve 1860’lar arasında bu politikanın Ege adaları, Girit ve İşkodra, Yanya, Se-lanik bölgesi ile sınırlı olduğu görülür. Yunanistan bu dönemde bütün Avrupa ve Rusya’daki Yunan-lı grupların maddi, manevi desteğiyle bir Helen diasporası halinde yaşama amacındaydı. Bu yay-gınlık Yunanistan’a bazı kazançlar sağladığı gibi, onun dış politika yönünden erkenden Avrupa’ya bağlanmasının ve özellikle de ülkenin yetişmiş insan ve aydın gücünü devamlı kaybetmesinin bir nedeni oldu. Yunanistan, Akdeniz ülkeleri içinde erkenden beyin göçüyle eriyen ve işgücünü kay-betmeye başlayan ülkelerin en tipik örneğidir. Diğer yandan Yunan Krallığı, Osmanlı İmparatorlu-ğu’nun Rumeli eyaletlerinde Yunanca konuşan halk arasında propaganda ve siyasi örgütlenme yoluyla etkinliklerde bulunmaya ve Balkanlar’daki diğer etnik unsurlarla çatışmaya başlıyordu. İşte bu dönem, Balkan ve Osmanlı tarihinin en karmaşık boyutlar gösteren bir devridir. Osmanlı eyalet-lerinde Yunanistan’ın kiliseyi kullanarak, Osmanlı Rum tebaasına propaganda yapmak istediği bili-niyor. Maamafih, Ortodoks Kilisesi’nin bu alanda müttehit ve kararlı hareket edebildiğini söylemek zordur. Bundan başka Ortodoks Kilisesi’nin rakibi Hıristiyan cemaatlerin de bu konuda Babıâli ka-dar önemli bir engel teşkil ettiği görülüyor. 1830-1870 dönemi incelendiğinde, Yunanistan sorunu-nun Osmanlı yönetimini en çok meşgul eden yanı, Hetairia çeteleri olmuştur. Sınırı geçen bu çete-lerle muharebe ve çatışmanın ardı arkası kesilmiyordu. Osmanlı resmi vesikalarında “Yunan eşkı-yası, Eteryalar, Eterya eşkıyası” olarak anılan bu gruplar Rumeli vilayetindeki asayiş sorununu had safhaya çıkarmıştı. Kırım Savaşı ve Paris Antlaşması ve onun yanı başında Islahat Fermanı’nın ilanı nedeniyle, Batı Avrupa ve Osmanlı Devleti’nin uyumlu politika devri; Yunan Krallığı’nın Os-manlı Rumeli’sindeki bu tip faaliyetlerini bir süre için yavaşlatmasını gerektirdi. Fakat 1878 Berlin Antlaşması’ndan sonra Yunan dış politikası İngiltere desteğinde Balkanlar’da sıcak bir döneme gir-di. Osmanlı-Rus Savaşı sonucu ilk anda imzalanan Ayastefanos Antlaşması, bilindiği gibi Ege De-nizi’ne kadar inen ve Makedonya’yı da içeren bir büyük Bulgaristan yaratıyordu. İşte bu büyük Bul-garistan ön planda Yunan politikasını şoka itti. Ancak 1878 Berlin Kongresi’nin birinci antlaşmayı tashih edip Makedonya ve Batı Trakya’yı Osmanlı Devleti’ne iade etmesi, Yunanistan’a artık izle-yeceği politikanın kimlerle yandaş olacağını bir kere daha hatırlattı. Yunan Krallığı bu dönemde Batı Trakya’da Bulgar ahali ve Bulgar çeteleriyle, Makedonya’da ise Bulgar ve Sırp çeteleriyle mü-cadeleye başladı. İşte bu dönemden itibaren Makedonya ve Batı Trakya, Avrupa politikasının barut fıçısı haline geldi ve Yunan dış politikasının İngiltere, Fransa ve diğer Avrupa güçlerinin desteğini arama çabası arttı.
        (3)    Osmanlı-Rusya İlişkileri
            18’inci yüzyıl Türk-Rus ilişkileri veya Türk-Rus tarihi dediğimiz zaman, aslında sadece iki ülkenin tarihini değil, Avrupa tarihinin çok önemli bir dönüşüm noktasını ve içtimai ilimler bakı-mından çok önemli iki vakıayı, yani geleneksel iki cemiyetin modernleşmesini ve bu modernleşme-nin getirdiği kavgaları, gerilimleri ortaya koymuş oluruz. 18’inci yüzyılda Avrupa değişmektedir. Eski devlet düzenleri, merkeziyetçi hükümet sistemine dönüşmektedir. Eski toplum yapıları değişmekte ve Avrupa artık milli devletlerin ve milliyetçi ideolojilerin hükmetmeye başladığı bir toplum olmakta-dır. Nihayet üçüncü ve son safha olarak, Avrupa artık kesin bir üstünlük duygusunu (euro-centrisme) benimsenmekte, kendisini uygarlığın doruğu olarak görmektedir. Hiç şüphesiz, Osman-lı-Rus ilişkilerinin yoğunlaşması 18’inci yüzyılın olayıdır. Diplomatik ilişkilerin kurulması ise, 15’inci yüzyıldan itibaren söz konusudur. 15 ve 16’ncı yüzyıllarda Rusya ve Osmanlı ilişkileri ticaret ve sa-vaş etrafında döner. Rusya, Karlofça Antlaşması’na kadar İstanbul’la doğrudan ilişki kurabilen bir devlet değildi. Rus sefaret heyetleri İstanbul’la belirli mübadele sistemi içinde ilişki kurardı. 18’inci yüzyıl başlarında ise İstanbul’da Rusya mukim elçilik açmıştır. 18’inci yüzyıl boyu Rusya ile yapılan savaşlar kadar, ticaret ve kültürel ilişkiler de iki ülkenin tarihinde kalıcı izler bıraktı, çünkü ilişkiler kurumlaştı. Bundan başka, belirttiğimiz gibi, 18’inci yüzyıl iki imparatorluğun batılılaşma dediğimiz süreci yaşadığı asırdır. Bu önemli bir olaydır. Batılılaşan bu imparatorlukları Avrupa her şeye rağ-men kendinden saymıyordu. Avrupa’da avam ve havassın dışladığı bu iki imparatorluk şüpheyle bakılan dünya parçalarıydı. Nitekim Avrupa’nın anti-Rus ve anti-Türk tutumu, bu iki ülkede aydınlar arasında iki asırdır bitmeyen Batı ve batılılaşma kavgasına ve münakaşalı yorumlara neden olmuş-tur ve bu hal bir ölçüde devam etmektedir. Belirtildiği gibi, kendine dönük (eurocentrique) bir Avru-pa dünyası karşısında direnmek için yavaş yavaş o dünyayla bütünleşmek durumunda olan, yaşa-ma savaşı veren iki geleneksel Asya imparatorluğu vardı. Arnold Toynbee’nin teşhis ve yorumu doğrudur. Rusya Avrupalaşsa da, Avrupa’ya güvenemez ve Avrupalılar Avrupa kültürüne hizmet etse de Rusya’yı benimseyemez. Bu durum batılılaşan Türk İmparatorluğu için de söz konusudur. Bu iki imparatorluğun menşelerinde çok benzer taraf vardır. Çünkü bunlar, İran medeniyetinin, Bi-zans medeniyetinin, Moğol-Tatar hâkimiyetinin unsurlarını bünyelerine almışlardır. Birisi Müslü-man, öbürü Hıristiyan’dır, ama Ortodoks Rusya ile İslam adına mücadele eden Türkiye İmparator-luğu Avrupa’nın dışında ve karşısındadır. Batılılaşmaya rağmen de bu kaderi paylaşacaklardır. Av-rupa güvenilmeyen bir kültürel partner ve bu iki dünyanın ısınamadığı bir çevredir. 18’inci yüzyılda Rusya-Türkiye ilişkilerini üç devirde mütalaa etmek gerekmektedir. Birinci dönem, 1699 Karlofça Antlaşması’ndan itibaren Mukaddes Liga dolayısıyla Osmanlı için Büyük Petro devri başlar. Bu dö-nemde Osmanlı yöneticileri henüz Petro Rusya’sının reformlarına şüphe ve hatta istihza ile bakar-lar. Gerçekte, 1711 Prut Seferi’nin tarihi tetkik edildiğinde, Osmanlı Devleti için Rusya askeri yön-den bir üstünlük göstermez. Prut Barışı sayesinde, Karlofça ve onu izleyen 1700 tarihli İstanbul Antlaşması’nın getirdiği kayıplar, Rusya’dan geri alınmıştır. Büyük Petro, Azak Kalesi’ni bu son ant-laşmayla almıştır. Fakat Karadeniz’e çıkamamaktadır. Çünkü Kırım yarımadasını ele geçirememiş-tir ve bu gerilimli durum, 1711’de XII’nci Karl’ın Osmanlı topraklarına sığınmasıyla birlikte Rusya’ya karşı bir savaşın açılmasıyla neticelenir. Rus tarih yazıcılığında, özellikle S.F. Oreşkova’nın da çok üstünde durduğu gibi, Fransa’nın bu konuda çok etkili olduğu ileri sürülmektedir. Aslında, Fran-sa’nın müstakil bir kuvvet olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nu Rusya’ya karşı kışkırtmasından çok; devletin içyapısında, özellikle Kırım Hanlığı’nda Fransa’ya yönelik bir politika ve Rusya’nın muhalif-leriyle dostluk -Polonya’yla, sonra da İsveç’le- ve bu yüzden Kırım Hanlığı’nın Babıâli’yi, yani süzerenini Rusya’ya karşı savaşa sürüklemesiyle başlayan bir dönem söz konusudur. İkinci dö-nem, Çariçe Yelizaveta Petrovna (1741-1761) ile başlayan ve artık Osmanlı-Rus ilişkilerine, Avru-pa’nın önemli güçlerinin, yani Fransa, Habsburglar İmparatorluğu ve giderek, İngiltere’nin de karış-tığı ve iki devletin etrafında Avrupa kutuplaşmalarının meydana geldiği dönemdir. Avusturya ve Rusya müttefik haldedirler ve Osmanlı hayatında Rusya çok önemli bir yer işgal etmektedir; ilk ö-nemli Türk askeri reformları da bu devirde yapılmaktadır. Fransa’ya verilen devamlı kapitülasyon-larda bu göze çarpmaktadır ve devletin ideolojisinde ve hayatında da değişik bir bakış söz konusu-dur. Nihayet, üçüncü dönem, Büyük Katerina yahut II’nci Katerina devridir ki, özellikle Küçük Kay-narca Antlaşması ve buradaki ahkâmın ve durumun tamamen tasdiki ve Kırım’ın 1783’teki ilhakının da tasdiki demek olan 1792 Yaş Antlaşması’yla, Rusya’nın artık Osmanlı İmparatorluğu’ndan top-rak ilhak eden, üstünlüğü olan bir kuvvet olarak tanınması ve hepsinden de önemlisi, politik ve ide-olojik değişikliklerin ortaya çıktığı görülmektedir. 18’inci yüzyıl Türk-Rus tarihinde dönüm noktasını, kuşkusuz, II’nci Katerina dönemi oluşturur. Anhalt-Zerbst Hanedanı’ndan gelen Alman prensesi, yani Çariçe II’nci Katerina’nın uzun hakimiyetiyle (1762-1796), Rusya tarihi hem aristokrasi ve mo-narşinin konumu açısından yeni ve sağlam bir evreye oturdu, hem Avrupa kültürü ve düşüncesi cemiyetin yüksek tabakası arasında yayıldı, hem de 19’uncu yüzyıl Rusya’sının gerçek temelleri atıldı. Bu dönemde Rusya, Osmanlı İmparatorluğu’nda en yaygın konsolosluk ağını kurdu. Rusya ve Türkiye imparatorlukları artık 150 yıllık bir süre için birlikte yaşama, devamlı savaş ve teyakkuz haline girdiler. 18’inci yüzyıl tarihimizde Rusya ile son savaş 1792 Yaş Antlaşması’yla bitti. 19’uncu yüzyılda, iki devletin ilişkileri yeni çevre şartları içinde gelişecek, toplumsal tarihimizde kalıcı etkileri olacaktır. Osmanlı İmparatorluğu, Aralık 1876’da meşrutiyet rejimini ve anayasayı ilan ettiği zaman, bu olay İstanbul’daki Rus diplomatlarını telaşa düşürür. İngiliz raporlarına göre, birisi şöyle demiştir: “Bu Osmanlı Devleti’nin bir meydan okumasıdır. Bizi parlamentosuz son Avrupa devleti olarak bı-rakma gayretini pahalıya ödeyecekler.” Üstünde durulmayan bir konu, iki devletin ve iki sistemin çok benzeyen kültürel yapısı ve batılılaşma programıdır. Rusya ve Türkiye kaçınılmaz olarak aynı dünyayı, aynı değerlendirmeyi paylaşmaktaydı.
        (4)    Osmanlı-Avusturya İlişkileri
            Osmanlı İmparatorluğu, 1739 Belgrad Antlaşması’ndan sonra sınır komşuları olan Avusturya, Rusya ve İran’la uzunca sayılacak bir barış dönemine girdi. 1768 Osmanlı-Rus Sava-şı’na kadar süren bu barış döneminin devlet hayatı kadar, kültür ve iktisadi hayatta da derin etkileri olmuştur. Bu gelişme Habsburglar monarşisinin güçlenme dönemine rastlar. Maria Theresia dö-nemi, Habsburglar monarşisinin Avrupa’da ılımlı bir politika içinde Osmanlı İmparatorluğu toprakla-rına, özellikle Balkanlar’a yöneldiği bir dönemdi. Avusturya’da 18’inci yüzyıl Maria Theresia döne-midir ve modernleşmenin yanında, Avusturya’nın Doğu Akdeniz, Mağrib ve özellikle Tuna boyunda önemli bir ticaret ve ulaşım devrimi oluşturduğu asırdır. Avusturya (Roma-Germen İmparatorluğu) birdenbire yüklendiği bu eski Akdeniz ticaretinin patronluğunu önce Fransa, 19’uncu yüzyılın başla-rında İngiltere lehine kaybedecekti. 1727’de yapılan bir seyr-i sefain ahidnamesi de, Habsburg ge-milerine Mağriblilerin resmi korsanlığına karşı garanti veriyordu. Habsburg gemileri bu sayede fiili bir kabotaj hakkı da elde ettiler ve Osmanlı limanları arasında yolcu taşımaya da başladılar. 18’inci yüzyıl Osmanlı-Habsburg ticaretinin bir özelliği de, eskisi gibi sadece lüks emtiaya değil; yarı ma-mul maddeye, hammaddeye ve manüfaktür ürünlerine dayanmasıdır. Avusturya manüfaktürünün ihtiyacı olan ipek ve özellikle ham veya eğrilmiş halde tiftik ve yün ve hatta pamuk büyük ölçüde Osmanlı ülkelerinden geliyordu. Gene Avusturya Balkan tütünlerinin başlıca alıcısı ve işleyicisiydi. Habsburgların Osmanlı ülkelerinden yaptıkları ithalat arasına, yüzyılın sonunda gıda maddeleri bile girmeye başladı. 19’uncu yüzyıla gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu’nda sivil reformlar devrini a-çan bürokratlarla, Avusturya’nın tutucu başvekili ve Napolyon sonrası Avrupa’da, Restorasyon’un mimarı olan Metternich arasındaki ilişkiler üzerinde çok durulmuş, farklı yorumlar getirilmiştir. 19’uncu yüzyılın ortalarında başlıca üç devlet vardı ki bunlar, eski Avrupa’nın yapısını sürdürmekte ısrar ediyordu: Avusturya, Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu. Her üç devletin de gelişen ulusalcılık akımları karşısında yakın bir tehlikeyle karşı karşıya oldukları açıktır. Fakat bu üç devletin içinde bu tehlikeye karşı en inatlı, kararlı ve acımasız bir politika izleyeni Metternich Avusturya’sıydı. Metternich’in izlediği Avrupa politikası, Osmanlı Devleti’nin bütünlüğü açısından, Osmanlı devlet adamlarına çekici gelmiştir. Metternich’in, “İmparatorluk dış politikada güçlü olmak istiyorsa, içte de düzenini sağlamalıdır.” sözü Tanzimatçıların düsturu olmuştur. Tanzimat’ı gerçekçi bir gözle değer-lendiren ve destekleyen Metternich, kuşkusuz Tanzimat adamlarının her davranışını onaylamış değildir. Politikasının çizgilerine ve prensiplerine ters düşen her olaya ve alınan her karşıt tedbire karışmak, Metternich’in Restorasyon düzenini kurmak yolundaki başlıca göreviydi. Metternich 19’uncu yüzyılın ortasında, yeni Avrupa’nın direnişine karşı koyamadı. Oysa Tanzimat adamları, yeniliklere ılımlı bir üslupla uyum sağlamayı bildiklerinden, hem yaşadıkları zamanda hem de tari-hin önünde böyle bir yazgıdan ve yargıdan uzak kaldılar.
        (5)    Modernleşmenin Yeni Düşünce Dünyası
            Tanzimat dönemi, siyasal ve kültürel tarihimizde adeta bir tek kurumun doğuşu ve ge-lişmesiyle tanımlansa yeridir; bu da kitap ve özellikle süreli yayınlardır. 18’inci yüzyılda Türk mat-baası başarılı sınav verememiş, basılan kitap miktarı başlık ve baskı adedi olarak pek düşük dere-cede kalmış, matbaa, okuyanların hayatına girememiştir. Nedenleri ikidir. Evvela, hurufat farklılığı nedeniyle baskı ve dizgi teknikleri uyarlanamamış, ama asıl önemlisi, kitap okuma alışkanlığı yer-leştirilememiştir. Bu alanda dini nedenlerin ve despot idarenin rolü ise aslında tartışılmaya değer. Çünkü okuma alışkanlığı ve talebi olsa, birtakım eserlerin o devirde Venedik ve Viyana gibi Şark dillerinde matbaaların işlediği yerlerde, basılıp getirilip satılması pekâlâ mümkün olurdu. Osmanlılar okumaya kitapla değil, gazete ve dergi ile başlamışlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nda esaslı biçim-de faaliyete geçen ilk matbaa, yani Türkçe basım yapan kurum, Mısır’da, Kahire yakınlarında Bulak kasabasında 1822’de kurulmuştur. Tanzimat asrı, gerek vesikaların özelliklerinin incelenmesi, yani diplomatika, gerekse bununla ilgili olarak bürokratik işlemlerin süreç ve usulünün incelenmesi ba-kımından kayda değer bir dönemdir. Bu kayda değerlik her şeyden önce bürokratik büyüme ve modernleşme asrının esas veçhelerini tetkik ve kavrama lüzumundan ileri gelmektedir. Buna rağ-men, Tanzimat dönemi Osmanlı paleografisi ve hele diplomatikası, meseleyi aydınlatan müstakil tetkikler şöyle dursun, küçük monografilere bile konu olmamıştır. Tanzimat asrı, bürokratik teşkilat ünitelerinde kadro ve işlem hacminin büyüdüğü, idari-mali-askeri yönden merkeziyetçiliğin arttığı bir dönemdir.

2 Nisan 2012 Pazartesi

Zoraki Diplomat, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Zoraki Diplomat, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İletişim Yayınları, 2004, İstanbul
 
Yazar, kırk beş yaşında üstlendiği diplomatlık görevinin kendisini ‘’tipik’’ bir diplomata dönüştürmediğini, 20 yıllık (1934-1954) elçilik döneminde olaylara bakış açısında bağımsızlığını koruduğunu ve bireysel yargılarından ödün vermediğini anlatmaktadır. Diplomatlığının ‘’zorakiliği’’ bundandır. Avrupa’nın en çalkantılı yıllarının tanığı olarak kaleme aldığı anılarında olabildiğince objektif bir tarih resmi çizmeye çalışmıştır. Nazizmin yükselişinden Prens Süreyya-Şah Rıza Pehlevi’nin düğününe uzanan geniş bir yelpazede yer yer tarih, yer yer magazin bulunmaktadır.  
     Yakup Kadri’nin, Zoraki Diplomat ile yazdıkları, hayatının önemli bir bölümünü teşkil eden elçilik görevleri ile bu görevler öncesindeki hayatının kimi yerde çelişmesi kimi yerde mukayesesinin kendine has üslubuyla ifade edilmesidir. Bu nedenle diplomatlık günlerinden önceki yaşantısını, kitabının birçok yerinde kâh anekdotlarla kâh geçmişe gidiş gelişlerle bağlantı kurarak işlemiştir.
 
    1889 yılında Kahire’de doğan Yakup Kadri, adı 17nci yüzyıl sonlarında duyulmaya başlanan ünlü Karaosmanoğlu ailesindendir. Birçok değişik yerdeki okullarda tahsilini yapan Yakup Kadri, 1909 Mart ayında Fecr-i Ati topluluğunun ilk toplantısına katılır. Daha sonraki yıllarda muhtelif yerlerde yazdığı oyun ve öykülerini yayımlar.1915’te edebiyat ve felsefe öğretmenliğine başlar. Bu dönemlerde birçok yabancı yazarın etkisindedir.1916’dan sonra bireycilikten toplumculuğa döner. Savaş ve seferberlik konularını işler.
       Yazar, tüberküloz hastalığı nedeniyle 1916–1919 arasında İsviçre’de tedavi görür. Yurda dönüşünde İkdam’da köşe yazarlığına başlar ve 1921’de Kurtuluş Savaşının en zorlu günlerinde Ankara’ya çağrılır. Kurtuluş Hareketini görmek ve liderleriyle görüşme fırsatını bulması onun sosyal gerçekliğe geçişinde önemli bir etken olmuştur. 1923 yılında Milletvekili olarak Meclis’e giren Yakup Kadri 1926 yılında tedavi için tekrar İsviçre’ye gider. İsviçre’den yazdıklarını Türkiye’de yayımlatır.
    Yakup Kadri 1932 yılında dört arkadaşıyla KADRO dergisini çıkarır. İktisadi devletçilik ve sosyal siyaset ilkelerini savunan dergi üç yıl süren yayın hayatının ardından, yazarın 1934 yılında elçilik görevine atanması nedeniyle kapanır. Yakup Kadri bu arada Manisa milletvekilidir ve Kurtuluş Savaşı gözlemlerinden ve Anadolu Mezalimini Tahkik Komisyonu ile birlikte çalıştığı dönemden yararlanarak Yaban ve Ankara romanlarını yazar.
   1934 yılında uzun bir süre yurt dışında bulunurken, kulislerde, çıkardığı Kadro mecmuasında iktisadi siyaseti baltalayan ve hatta rejimin temellerini sarsan neşriyatta bulunduğu iddiaları dolaşmaktaydı. Daha önceki yanlış anlaşılmalar nedeniyle, Atatürk’ü üzmemek için mecmuayı kapatmak istediğinde, Gazi bunu kabul etmemiş, ancak yanlış anlaşılabilecek konulara ilişkin açıklama istemiştir.  
     Yazar, dergisindeki yazılarla Halk Partisi’nin prensiplerinin izah ve tefsirinden başka bir mana taşımadığını, oportünistlerden, bürokratlardan devşirme başıbozuk bir kalabalıkla bir inkılâp hareketinin yürütülemeyeceğini, kadrosuz bir inkılâpçı partinin asla bünyeleşemeyeceğini, devletçilik adı verilen ekonomik sistemin monopolculuk demek olmadığını, böyle yanlış bir fikirle işletilen kurumların, sırtını devlet nüfuzuna dayamış bir menfaatçi grubundan başka hiç kimsenin yüzünü güldürmeyeceğini, halkın omuzlarında gittikçe ağırlaşan bir yük olacağını ve kolektif kalkınma hareketine engel olacağını beyan ve iddia ediyordu.
     Sözün kısası Kadro küçük bir dergiydi ama iddiası büyüktü. İşbaşındaki resmi şahsiyetleri, derginin bu haddini bilmezliği sinirlendiriyordu. Bu durum da en çok Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekterini rahatsız ediyordu.
     Tiran’a atanma görevine ilişkin endişelerini, Atatürk’e iki hususta ifade eder. Birinci olarak ileri sürdüğü sağlık problemlerini, Ata kendisine istediği zaman İtalya’ya gidebileceğini belirterek çözümler. İkinci olarak, o ana kadar devlet hizmetinde çalışmaması nedeniyle, Hükümetin idari mekanizması ve diplomasi mesleğinin protokol gereklerine ayak uydurma hususlarındaki endişelerini beyan eder. Ancak, Atatürk kendisi başta olmak üzere, üniformasını çıkartan İsmet İnönü’nün Lozan’daki diplomatik başarılarını, kadın doktorluğundan gelen Dış İşleri Bakanı Tevfik Rüştü Bey’in durumunu örnek göstererek kendisini rahatlatır.
     Daha sonra, yazar, ülke dışına gönderilişinin bir ceza değil Atatürk’e mahsus ince taktiklerden de biri olduğunu, bu suretle hem muarızlarını tatmin ve teskin edici bir şekilde, hem de haysiyet ve izzetinefisi kırılmadan ve hakkında birtakım vecri işlemlere meydan vermeden kendiliğinden çözülmüş olduğunu değerlendirir.  
     Atatürk, siyasi arenada sorun yaratabilecek buna benzer birçok huzursuzluğu derhal bertaraf edebilecek zekâ ve iradeye sahip olduğunu defalarca kanıtlamıştı.
     Yazar, başına gelenlerin izahında da politikanın satranç tahtası üstünde sadece bir Piyade olarak ne mat edilmeğe değer olduğunu, ne de başlıca bir rolü olabileceğini değerlendirir. Bu nedenle, hünerli satranç ustası onu bir ileri sürmüş ve geri çekmiş ve sonunda Fil’e esir vermekte hiçbir zarar görmemişti.
     Politikanın satranç tahtası üstünde Aziz Atatürk’ün eliyle kımıldayan bir Piyade olmak yazar için büyük şerefti. Ancak, o günden itibaren artık büsbütün başka satranççıların ve satranç tahtalarının malı olduğunu ve yıllar yılı, onların hoyrat ellerinde, bir dördüzlüden diğer bir dördüzlüye sürçüle sürçüle aşınıp gitmeye mahkûm kalacağını düşünmüştür.  
     Yakup Kadri önce Tiran elçiliği (1934) yapar. Bunu Prag (1935), La Haye (1939), Bern (1942) izler. Tahran elçiliğinden (1949-1951) sonra tekrar Bern’e (1951) atanır. Bu görevde 3 yıl bulunduktan sonra emekli olur. Elçilik göreviyle yurt dışında bulunduğu dönemde daha çok monografi (Atatürk) ve anılarını Zoraki Diplomat ve Anamın Kitabı ile kaleme alır.
     Yazar, Zoraki Diplomat ile 20 yıllık diplomatlık görevleri esmasında, bulunduğu ülkelerin o dönemdeki sıcak gelişmelerini, gerek diplomatik temaslarında gerekse kişisel gözlem ve ilişkilerinde tespit ettiği olaylarla iç içe dillendirerek aktarır. Böyle bir tarzı seçmesinin sebebini, yazdıklarının sıkıcı bir kronoloji arşivi olmasını istememesi olarak ifade eder.
     Kitabında, yer yer diplomatların kendilerine has dünyalarını alaycı bir dille eleştirirken, etrafında olup bitenlere karşı sahip oldukları gamsızlığı şiddetle eleştirir.
     Avrupa’nın hasta adam olarak gördüğü Osmanlı Devleti’nin yıkıntıları arasından bir özgürlük ateşi ile birlikte ortaya çıkan yeni Türkiye, yüzyıllardır, nice emek ve kuvvet sarfıyla, nice hilelere başvurularak Türk Milleti aleyhine kurulmuş olan devletlerarası bir komployu sona erdirmişti.
     O zaman, gerek dışarıdaki, gerek içerideki diplomatlar, bu kıssadan lazım gelen hisseyi çıkaramamışlar, Avrupa diplomasisinin kutuplarından biri Lord Curzon, Lozan Konferansında İsmet Paşa’ya şöyle bir ihtarda bulunmuştu : ‘’Kapitülasyonları kaldırmak istiyorsunuz; fakat hiç düşünmüyorsunuz ki, adli ve mali teminatsız bir Türkiye’ye tek santim yabancı sermayesi girmez. O vakit haliniz nice olur ?’’
     O sıralarda, böyle düşünenler yalnız İngiliz Lord’larından ibaret değildi. Babı-Ali döküntüsü bir alay Türk diplomatıyla devlet adamlarının fikri de bu merkezde idi. İmtiyazlı yabancı bankaların tefeciliğinden ve Düyunu Umumiye’nin kontrolünden kopup sıyrılmış bir Türkiye, yıllarca süren harplerden, ihtilallerden arta kalmış harap ve perişan bir memleketti. Halkı açtı, çıplaktı ve imdadına yetişebilecek bütün kaynaklar kurumuştu.
     Avrupalı diplomatlara, eski yarı sömürge imparatorluğun paytahtı, İstanbul, işte bunun içindir ki, uzun müddet, yeni devletin derme çatma hükümet merkezi Ankara’dan daha muhkem görünmüş ve her biri, Beyoğlu’ndaki saraylarının penceresinden, karşı yakanın tepeleri ötesinde geçen hadiselere bir komedya seyreder gibi gülümseyerek bakıp durmuştu. Onlara göre, Ankara bu komedyanın hemen çökmeğe mahkûm salaştan bir sanosu idi ve Büyük Millet Meclisi çöl ortasında bir parlamento kadar manasızdı.
     Diplomatların içlerinde, yeni iktidar müesseselerini yakından gidip görenler bunu hiçe saymaktan kurtulamıyor; hatta daha kötümser bir intibaa kapılıyordu. Böylece zamanlar geçmişti. Hiçbiri, o derme çatma devlet dekorunun ardında şuuru uyanmış, iradesi şahlanmış bir millet bulunduğunu görememişti.
    Diplomatlar, daima babadan kalma his ve kanaatlerinin esiriydiler. Kötü bildiklerini hep kötü görmeye devam ettikleri gibi, iyi bellediklerine de herhangi bir kötülüğü kondurmak ellerinden gelmezdi.
    Mesela, onlara göre, Türkiye ne yapsa batmaya mahkumdur ama herhangi bir Hıristiyan Avrupa ülkesi haritadan silinemez. Zira bunun kültürü vardır, medeniyeti vardır veya ekonomik seviyesi yüksektir.
    Nitekim 1938’de Çekler, Prag’daki elçilere, hatta Alman elçisine dayanıklı bir millet olarak görünüyordu ve bir Alman saldırısı karşısında mutlaka silaha sarılacaklardı. Öyle ya, harp endüstrisi o kadar ileri, ordusu o kadar teçhizatlı, zengin, medeni bir Avrupalı millet, nasıl olurdu da, kanının son damlasına kadar çarpışmadan, Asya’nın herhangi bir geri halk camiası gibi esirlik zincirine sessizce boyun uzatabilirdi? Batı diplomasisi, buna asla ihtimal vermiyordu.
    İkinci Dünya Harbi patlayıp, nice irili ufaklı zengin ve medeni milletler, birbiri ardı sıra sömürge haline girerken de Batılı diplomatlar, hala, nasıl olur? nasıl oldu? demekte ve bu hadiseleri hesaba kitaba sığmaz birer katastrof telakki etmekte idiler. Hitler, zaferlerinin çoğunu, her şeyden önce, karşı taraf siyasetine hakim olan bu zihniyet ve bu ruh hali sayesinde kazanmıştır. Günün birinde Moskof emperyalistliği de aynı zihniyetten, aynı ruh halinden faydalanarak dünyanın geri kalan parçasını yutmak imkanı bulabilirdi.
    Diğer taraftan yazar, diplomatik kariyeri boyunca görevlendirildiği her elçilikte kendisini büyük bir konağın kâhyalığını yapan bir kapıkulundan farklı görmemiştir. Çünkü daha ilk gününden itibaren zamanının dörtte üçünü hep bu elçiliklerin idare masraflarını kontrol etmekle ve sarf evraklarını imzalamakla harcamıştır. 
    Yakup Kadri’ye göre, hemen bütün devlet memurlarının yarı ömrü bu gibi kırtasiyeci angaryalar içinde geçer, ama hiç değilse ömürlerinin diğer yarısı kendilerinindir ve ailesiyle birlikte yaşayabilir. Hâlbuki bir elçi için bu kadarcık bir serbestlik veya nefes alma imkânı bile yoktur. Devletin malı olan resmi bir binada, geceki gündüzlü resmi ve kırtasiyeci bir hayat sürmek zorundadır. Kullandığı tüm eşya demirbaş olarak onlara emanettir ve herhangi bir ziyana uğramamaları için üstlerine titremek gerekir. Hele bir de kendisi gibi sorumluluk duygusu titizlik derecesine çıkmış bir elçinin hali hiç de iyi değildir.
     Bundan başka, elçilik binalarının tamire muhtaç yerleri olur. Ya tavanları akmakta, ya kaloriferleri yanmamakta, ya da duvar sıvaları dökülmektedir. Elçi durumu Bakanlığa bildirir, sayfalarca yazı, keşifler hazırlar, telaşlı telgraflar çeker ama haftalarca cevap alamaz. Bir cevap gelse bile yüzde seksen menfidir. Zamanında küçük bir parayla onarılacak bir yer daha sonra çok daha fazla masraflara yol açabilecek duruma gelecektir. Hatta görev yaptığı Tahran Elçilik binasının çökme tehlikesi İran makamlarının şikâyetlerine neden olmuştur.
     İyi bir diplomat, ziyaretlerde, lokmalar birbiri ardınca boğazına dizilirken, sağıyla soluyla, karşısıyla nefes almadan konuşması lazım gelen bir adamdır. Bu adam, kâh sağına dönüp oldukça çirkin bir bayana güzelliğinden, kâh soluna dönüp pek fena giyinmiş diğer bir bayana zarifliğinden ve kazara ev sahibinin yanına düşmüşse yediği yemeklerin nefisliğinden bahsedecek, tam o esnada karşısındaki zat ona bir şey sorduğunda kulağını tetikte tutup hemen bir cevap yetiştirecektir. Hem öylesine bir cevap ki, mutlaka bir bilmeceyi andırması ve ne evet ne de hayır manasına gelmemesi icap eder. Zira diplomatik bir toplulukta gerçeği söylemekten daha ağır nadanlık olamaz. Herhangi bir olay ya da mesele hakkında tam bir kanaat sahibi görünmek ise kabalığın ta kendisidir.
     Zaten, elçi cenaplarının şahsi bir kanaat taşıması kendi hükümetince de pek makbul sayılmaz. Böyleleri,  ergeç, ya merkeze alınmak, ya sesinin işitilemeyeceği kadar uzak bir yere gönderilmek, ya da sadece azil edilmek suretiyle ortadan kaybolur.
     Çekirdekten yetişme diplomat, kendinden evvelki üstatların döküp geleceklere miras bıraktığı müşahede ve mütalaa klişelerine göre siyasi hadiseleri görür ve bu hadiselerin geçen yüzyılda nasıl meydana gelmiş, ne gibi gelişmeleri takip etmiş ve ne neticeler doğurmuşsa, bu yüzyılda da aynısının gerçekleşeceğine inanır. Ona göre bunun aksi tarzda düşünmek, yani her hadiseyi tek başına alıp tahlil ve tefsire kalkışmak ya siyasi tarihi okumamış cahillerin ya da diplomatik görenekten mahrum fantezistlerin işidir.
     Bu nedenle, kariyerden yetişmemiş elçiler, gerek kordiplomatik çevrelerinde, gerek temsil ettikleri hükümetin Dış İşleri Bakanlığında daima bir üvey kardeş veya sığıntı bir akraba muamelesi görürler. Bunların sözleri, çok defa bıyık altından gülümsenerek dinlenir, tavır ve hareketlerine hayretle bakılır, gönderdikleri raporlar eğer okunursa şüphe ve tereddütle okunur.
    Yakup Kadri, diplomatların ne polemik ne de propaganda ajanları olmadığını, bir diplomatın tek vazifesinin devletler arasındaki anlaşmazlıkları pazarlık ve uzlaşma yoluyla kaldırma olarak ifade eder.
    Yazarın uzun kariyeri boyunca, memlekete geldiğinde görevli bulunduğu ülkenin durumuna ilişkin olarak, Bakanlığın yüksek çevrelerinde kendisinden bilgi isteyen olmamıştır. Zira kendisi, edebiyattan, gazetecilikten ve politikadan gelme bir adamdı, diplomasiden anlamazdı, söyleyecekleri ya bir his, ya bir hayal eseri veya şahsi fikirlere dayalı birtakım hükümler olabilirdi.
    Nitekim 1940 yılının Mayıs ayında, Hollanda, Belçika ve Fransa’nın birbiri ardı sıra yıkılıp çöküşlerinin en yakın şahidi olduktan ve haftalarca Nazi zorbalığının cevrini çektikten sonra, Berlin’in zafer çanları çalarken Almanya üzerinden yurda döndüğünde, müttefikimiz İngiltere’nin yenilmeyeceği konusundaki inancını dile getiren Yakup Kadri’yi sadece İsmet İnönü ve Refik Saydam ciddiye almışlardı.
    Yakup Kadri’ye göre; Avrupa’nın burnu dibindeki kurulan Arnavutluk Krallığı, iç idareyi keyfiliğe, zorbalığa; dış politikayı ecnebi köleliğine bağlayan bir hükümet sistemini, Yıldız Sarayı ile Babı-Ali’den bulup çıkarmıştı. Üstünde hüküm sürdüğü halkın fukara çocukları kendilerine can ve gönülden yapılmak istenen ihsanı ellerinin tersiyle iterken bu devlet, bir avucunu Doğu komşusuna, öbür avucunu Batı komşusuna açarak durmadan para dilenmek zilletini Osmanlı’dan öğrenmişti. Milletin tortusu, bir vakitler Osmanlı’da olduğu gibi, burada da suyun yüzüne çıkmış bulunuyordu. Asıl cevher, yurdun halis evlatları, o, yürekleri, beyaz mintanları kadar lekesiz köylüler; o elleri, yüzleri tertemiz altınbaşlı çocuklar, gene bir vakitler bizde olduğu gibi, bu bulanık köpüğün altında görülmez hale girmişti.
    Arnavutluk Kralı Zog, her şeye rağmen, memleketinin ölçülerine göre bir ‘nizam’ adamı idi. Arnavutluk’un istiklalinden beri sürüp giden anarşi devrini kapatmış; bunu, az çok hukuki ve meşruti temeller üstüne oturtmuş; mektepler açmış ve bunların hepsinden daha zorlu bir işi başarmıştı : ‘Asayiş’. 
    Ancak, diğer taraftan Abdülhamit sarayının eski silahşörlerinden bir Arnavut mebusu Yakup Kadri’ye: ‘’Bizim aramızda satılık olmayan tek kişi yoktur. Kimimiz Sırp uşağıyız, kimimiz İtalyan kölesi. Hangi taraf fazla verirse oraya kapılanırız. Ama  müzayede dönemi bitti artık. Şimdi, kralımızdan candarma çavuşuna kadar hepimiz ‘makarnacıların’ emrindeyiz. ‘’ diyebiliyordu.
    Yazara göre Tiran, kendisinin bulunduğu sırada, milletler arası politikanın en elverişli ‘‘rasathanesiydi’’. Arnavutluk ülkesinin değişik sosyal katmanları ile ilişkilerini Osmanlı tarihinin gerçekleri ile birlikte değerlendiren Yakup Kadri, bu ülkedeki Osmanlı etkilerinin ve tarihi bağların farklı kutuplardaki yorumlarına ait çarpıcı saptamalar yapar.
    Yakup Kadri, yabancı sıfatıyla da olsa, bir memleket halkının felaketini yakından ve içinden görmenin verdiği hislerle, bu halka karşı bir nevi dostluk ve akrabalık hisseder. Bu duyguları, daha sonra, Çekoslovakya ve Hollanda’da da yaşar. 
    Yazarın Prag’a gittiği tarihlerde Küçük Antlaşma denilen Orta Avrupa savunma sisteminde ilk ‘’kriz’’ işaretleri, ilk çatlaklar belirmeğe başlamıştır. Buna karşı henüz üç yaşına basan Nazi Almanyası ise gittikçe gürbüzleşmekte ve gelişmekte idi. Küçük Antlaşmanın başlıca dayanağı Yugoslavya, çoktan, bu taze kudretin cazibesine kapılmış; gizliden gizliye onunla flört etme fırsatını kollar gibidir. Özellikle Hitler’in çok iyi hazırlanmış propaganda faaliyetleri Yugoslavya ve Çekoslovakya üzerinde etkili olabiliyordu.
    Diplomatlar, Çekoslovakya’nın içerisinde bulunduğu tarihi ve politik bağların havasına kendilerine öyle bir kaptırmışlardır ki, Almanya’nın bu ülkeye saldırmasını imkânsız görüyorlardı. Çek Hükümeti, Alman azınlığın kültürel imtiyazlarını, eski Osmanlıların bile aklına sığmayacak kadar genişletmişlerdi.
    Hitler, o zamanların ölçülerine göre, dahi, belki çılgının biriydi. Lakin her nasılsa, Çekoslovakya’nın içyüzünü nice akıllılardan daha iyi görüyordu ve bütün harp potansiyelinin S saatinde bir şeye yaramayacağını biliyordu. Zira bunların arkasındaki milletin birlikten ve savaş şevkinden ne kadar mahrum olduğunu anlamıştı. Beşinci kol, ülkenin her tarafına çoktan dal budak sarmıştı. Prag’da nice güzel yüzlü, babacan ve hovarda görünümlü Alman tüccar, bavullarının dibinde para ve hesap defterleri yerine askeri üniformalarını gizliyorlardı.
    Çekoslovakya, herhangi bir Alman saldırısına uğrasa bile, Fransa ve Rusya’nın mutlaka imdadına yetişeceğini umuyordu. Fakat dost bildiği ülkelerin, kendilerini eli kolu bir kurbanlık gibi düşmana teslim edeceklerini hiç aklından geçirmiyordu.
    Hitler’in Çekoslovakya’yı hiçbir direnişle karşılaşmadan işgal etmeye başladığında bile, hala mükemmel şekilde donatılmış güçlü bir ordusu vardı. Ancak, bu orduya yürü emrini verecek kimseler kalmamıştı. Nitekim ülkelerini işgal eden Alman ordusunun halini gördüklerinde, çok daha iyi durumdaki ordularının kullanılmaması için duydukları pişmanlık için çok geç olacaktı.
    Yüzlerce yıllık bir medeniyet ve kültür geleneklerine rağmen ülkenin bütün manevi ve ahlaki değerleri iflas etmişti. Düzme pasaportlarla milliyet değiştiren erkeklerin, anlaşmalı evliliklerle soyadını değiştiren veya çok ucuza fuhuşa itilen kadınların yer aldığı, şantaj, iftira ve casusluğun aile içinde bile yaygınlaştığı ve herkesin birbirini komünist dostluğu veya Alman düşmanlığı ile lekelemeğe çalıştığı bir ülkenin kaderi elbette başka birilerinin elinde oyuncak olacaktı.
    Yakup Kadri’nin aynı sıcak ortamın devam ettiği Hollanda’daki izlenimleri de dikkat çekicidir. İzlediği tarafsızlık politikası, iki ateş arasında kalmış bu ülkenin Birinci Dünya Savaşı’nda yakasını kurtardığı gibi kesesini de doldurmasını sağlamıştı.
    Aynı politikayı uygulamakla birlikte her türlü saldırıya karşı hazır olmayı ihmal etmeyen Hollanda’nın ne Almanlara karşı fazla bir düşmanlığı ne de İngilizlere karşı fazla bir dostluğu vardı. Tarafsızlık, bir politika değil adeta bir ruh hali, bir mezhep haline gelmişti. Yüzelli yıllık tarafsızlık politikası veya bunu doğuran gelenekler, birçok Avrupa ülkesi gibi Hollanda’yı da, burnunun dibine kadar sokulmuş Dünya Savaşı önünde bir egoistlik perdesinin arkasına düşürüyordu.
    En kötümser diplomatlar bile, Hollanda’nın Alman ordularınca çiğnenip geçilmesi şöyle dursun, Batı cephesinde ciddi bir harekete bile ihtimal vermiyorlardı. Böylesine kendinden ve düşmandan emin ve hazırlıksız durumdaki Hollanda’nın kaderi de Çekoslovakya’dan pek farklı olmayacaktı.
    İkinci Dünya Harbi’nin bu sıcak gelişmeleri esnasında, Türkiye’de adeta savaşa girilmiş kadar hararetli ve zor günler yaşanıyor, savaşın hangi tarafında ve nasıl durulması konusundaki düşünceler kamuoyunu ve politik arenayı oldukça etkiliyordu. Tabii bu etkilerin içerisinde, başta Almanlar olmak üzere, savaşın değişik cephelerde açılması konusunda güçlü devletlerin açıktan veya gizlice yaptıkları baskı ve telkinler önemli yer tutuyordu.
    O dönemde tarafsız kalmada direnen Türkiye ve İsviçre’nin durum benzerlikleri, sadece politikalarında değil, aynı zamanda giderek daha fazla maruz kaldıkları Rus baskısında da kendini gösteriyordu.
    Yakup Kadri’nin sağlık problemleri için daha önce de bulunduğu İsviçre’deki elçilik dönemi de oldukça sıcak gelişmelerin ortasında geçmiştir.
    Tarafsızlığın adeta bir mezhep haline geldiği İsviçre’yi, Alman saldırılarından koruyan sadece tarafsızlığı değil, Alman Genelkurmay karargâhının fikir anlaşmazlıkları, ülkenin dağların içerisinde uzun ve çetin bir gerilla harbi gerektirecek şekilde hazırlanmış savunma tertipleri, İsviçre Milli Bankasındaki Alman endüstrilerinin mevduatlarının riske girecek olması ve Alman endüstrisinin ihtiyaç duyduğu elektrik enerjisini kontrol eden ekonomik yaptırımlardır.
    Yakup Kadri’nin Tahran Büyükelçiliğine atandığı dönemde, İran Hükümeti, içeride ve dışarıda tam manasıyla bir İslam politikası izliyordu. Büyük Rıza Şah’ın laiklik prensipleri yavaşça kaldırılıyordu.
    Yobazlığın kana susamış kara sakallı, kara sarıklı zebanileri ve emrindeki insan yığınları, Rıza Pehlevi’den kalan canlı cansız ne varsa yok etmek için her şeyi yapıyorlardı.
    Rıza Pehlevi, sadece laiklik konusunda değil, Rusya ve İngiltere başta olmak üzere birçok devletin ülkesindeki kirli emellerine karşı izlediği usta siyasette de önemli mücadelelere imza atmıştı. Ancak, doğrudan bu engeli aşamayan İngiltere, Abadan’da sömürdüğü petrol kuyularıyla; Rusya, Azerbaycan’da kurduğu Tudeh Teşkilatı hücreleriyle; sahneye yeni çıkan Amerika ise anlayışsız ve anlaşılmaz politikasıyla bu ülkeyi can evinden sarsıp hırpalamakta idiler. Diğer taraftan, gerici akımların güçlendirilip sömürgeci emellere alet edilmesi hiç de zor olmuyordu.
    Bu bakımdan denilebilir ki; dünyada ilk defa olarak komünizm ile kapitalizm burayı her iki taraf aksi istikamette yürüyerek- bir avlanma yeri haline sokmuştu.
    Fakat, burada daha da belirginleşen bir güç mekanizması vardı ki, petrol şirketlerinin oluşturduğu bu güç, adını taşıdıkları devletlerin dış politikasına kafa tutacak bağımsız kudretinden, kendilerine mahsus sermaye ve girişim güçlerinden, hissedarlarının genellikle banka ve borsa aleminin yüksek sınıfında yer almalarından ve tabii ki uluslar arası mahiyetlerinden kaynaklanmaktaydı.  
    İran coğrafyasındaki, Doğu ve Batı’nın tarihsel mücadelesi ile birlikte, Fars, Türk ve Arap kimliklerinin analizini ve bunların birbirleriyle ilişkilerini de ortaya koyan Yakup Kadri’ye, Doğu ile Batı’yı ayıran uçurum hiçbir zaman Tahran’da geçirdiği iki yıldan sonraki kadar derin gözükmemiştir.
    Tahran’dan sonra tekrar Bern’e atanması nedeniyle hayal kırıklığına uğrayan yazar, bu dönemden itibaren diplomatlık kariyerine ilişkin tecrübe ve değerlendirmelerini bir araya getirmeye başlar.
    Yakup kadri Karaosmanoğlu, diplomatlığındaki zoraki kelimesini, bu işe isteksiz girip benimsemesi olarak açıklar. Yirmi yıllık diplomatlık kariyeri boyunca dünyayı, hep o alemin ötesinden ve bu şartların dışından görmeğe çalıştığını ifade eder.
    Bu anlayış içerisinde, kitabının son bölümünde, dünyanın sosyal, politik ve ekonomik analizlerini çeşitli eksenler etrafında yapan Yakup Kadri, İkinci Dünya Savaşı esnasında ve sonrasında yapılan antlaşmaları ve paylaşımları, hep yüksek diplomasinin devlet ve siyaset adamlarına ve zaferin kahramanlarına akıl hocalığının korkunç ve kanlı neticeleri olarak değerlendirir.
   Yakup Kadri’ye göre işin en facialı tarafı, bu acı tecrübelerden sonra bütün gerçek barış yolcularına hala aynı sakat metotlarla aynı zihniyetin rehberlik etmesidir.     

17 Şubat 2012 Cuma

Silahsız Savaş, Onur Öymen


Silahsız Savaş, Onur Öymen, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2002
Diplomatik Müzakereler, Diplomasinin İç Yüzü         
 
                        Kitap toplam on üç bölümden oluşmaktadır. İlk iki bölümde diplomatik müzakerelerin yapısına dair teorik açıklamalara yer verilmekte ve diplomatik müzakerelerde önemli görülen hususlar tecrübeler ışığında anlatılmaktadır. Diğer bölümlerde ise Siyasi Tarih’in ilgi alanına giren Dünya ve Türkiye olaylarının gelişiminde diplomatik müzakerelerin rolü incelenmektedir.
            Kitapta dikkat çeken temaların özeti aşağıya çıkarılmıştır.
                        (1)       Giriş:
                                   Diplomasi, devletlerin uluslararası alanda çıkarlarını korumak ve sorunları çözmek üzere icra ettiği faaliyetlerdir. Diplomasinin en çok kullandığı ve geçerli bulduğu yöntem ise müzakeredir. Müzakere diplomasinin temel taşıdır. Milletlerarası ilişkilerde uyuşmazlıkların çözümü, esas itibariyle müzakere yöntemiyle sağlanır. Birleşmiş milletler yasası da uyuşmazlıkların çözümü yöntemlerinden söz ederken birinci sıraya müzakereyi koymuştur. Arabuluculuk gibi başka uzlaşma yöntemleri de vardır. Ama esas kural milletlerarası sorunların müzakere yöntemiyle çözülmesidir.
            Uluslararası ilişkilerde en önemli unsur ulusal çıkarlardır. Bu ulusal çıkarların korunması uğrunda tarih boyunca pek çok insani değer göz ardı edilmiştir. Hak, hukuk, insaf, adalet gibi duygular konuya dışarıdan taraf olan devletler tarafından pek az hatırlanmıştır. Çünkü bu kavramlar uluslar arası ilişkilerin tabiatına yabancıdır.
                        (2)       Diplomasinin Gerçek Yüzü:

                                   İleri görüşlülük, geleceği doğru tahmin edebilmek diplomasinin en önemli koşullarından biridir. Geleceği doğru tahmin edebilmek için uluslar arası ilişkilerde önemli rol oynayan devletler Dışişleri Bakanlıklarında siyaset planlama daireleri kurmuşlardır. Türkiye’de de 1959 yılında siyaset planlama dairesi kurulmuştur.
            Dış ilişkilerde başarının anahtarlarından biri uzun vadeli düşünerek sabırlı olmaktır. Sovyetler Birliğinin ABD tarafından tanınması 16 yıl, Çin’in tanınması 34 yıl, Çin-Sovyetler Birliği sınır ihtilafının çözülmesi 22 yıl sürmüştür. Ulusal çıkarların gerektirdiği tezleri yeterince güç ve kararlılıkla savunamayan, zaman unsurunu gereği gibi kullanamayan ülkeler müzakerelerden genellikle zararlı çıkarlar. Bir an önce sonuca ulaşmak telaşıyla hareket eden taraf, gereğinden fazla taviz vermek zorunda kalabilir veya alabileceği tavizlerin çoğunu alamaz.       
            Diplomatik görüşmeler ve temaslar yapılırken özel bir dil kullanılır. Bütün görüşler nezaket içinde söylenir. Ama dışarıdan bakışta zarif sözcüklerle ifade edilen bu görüşler çoğu zaman ihtilafların veya çekişmelerin işaretidir. Örneğin “çok açık ve samimi bir görüşme oldu” denmişse, bu genelde ciddi görüş ayrılıklarının olduğunu gösterir. “Sözlerinizi dikkatle dinledim” demek genelde “görüşlerinizi paylaşmıyorum” anlamına gelir. Görüşmelerden sonra gazetecilere gülerek, el sıkışarak poz vermek adettendir. Bu görüntülere aldanıp her şeyin yolunda gittiğini düşünmek aldatıcı olur.
            Uluslar arası ilişkilerde başarılı sonuç almak için stratejilerin doğru saptanması, bu stratejilerin gerektirdiği taktiklerin belirlenmesi ve ikili veya çoklu müzakerelerin bu strateji ve taktiklere uygun olarak sürdürülmesi gerekmektedir.
             Bazen müzakerelere girmemek veya müzakereye başlama tarihini ertelemek dış politikada akıllıca bir yaklaşım sayılmaktadır. Çünkü şartlar müzakereye girildiğinde gerekli esnekliği göstermeye imkân vermiyor olabilir. Müzakere edilecek konuda devlet uluslararası hukuk açısından yeterince güçlü olmayabilir. Bunun sonucunda da ortaya süreceği argümanlar yeterince sağlam olmaz ve müzakereden zararlı çıkılır. Öte yandan görüşmeleri devletin daha güçlü olacağı, daha uygun koşulların oluşacağı zamana kadar ertelemek, başlanan müzakerelere ara vermek, dış politikada sık rastlanan bir durumdur.
            Müzakereden kazançlı çıkacağını uman taraf genelde çeşitli yöntemlere, bu arada uluslararası baskılara başvurarak karşı tarafı müzakere masasına çekmeye çalışır. Müzakereye yanaşmayan taraf da uygun gerekçeler bularak müzakereye ihtiyaç bulunmadığını veya müzakere yapılmamasından karşı tarafın sorumlu olduğunu kanıtlamaya çalışır.
            Müzakerecilerin sık sık kullandığı bir manevra müttefik kullanmak, yani üçüncü taraflarla bağlantılar, birlikler ve koalisyonlar kurmaktır. Müzakereci taraflar uluslararası toplumu kendi yanlarına çekerek kendi güçlerini arttırabilirler. Ancak uluslararası toplum, ihtilaflı tarafların her ikisinin de kazançlı çıkacağı inancı yaratmadığı ve taraflardan birini desteklediği takdirde destek görmeyen tarafın müzakereye yanaşmamasını makul karşılamak gerekmektedir. Kıbrıs’taki görüşme süreçleri bu konudan etkilenmiştir.
            Müzakerede kendini güçlü hisseden taraf genelde ödün vermeye yanaşmaz. Bu yüzden müzakereler çok uzun zaman alabilir ve hiçbir sonuç vermeden kesilebilir. Hiç taviz vermeme stratejisi uygulanıyorsa, anlaşma ancak karşı tarafın tek taraflı taviz vermesi durumunda sağlanır veya hiç sağlanmaz.
            Karşı tarafa müzakere teklifinde bulunmak her zaman bir çözüme ulaşılmasını arzu etmek anlamına gelmez. Bazen bir gerginliği azaltmak, tansiyonu düşürmek, zaman kazanmak, dikkatleri dağıtmak için de müzakere yoluna gidilir. O bakımdan müzakere önerisinde bulunulmasını, daima bu öneride bulunan tarafın çözüme istekli olduğu, hatta çözüm için bazı ödünler vereceği şeklinde anlamamak gerekir. 
            Müzakerede tarafların eşit konumda olması önem taşır. Müzakerecilerin makamlarının, rütbelerinin de birbirine eşit veya birbirine çok yakın olması gerekir. Taraflardan birinin başından itibaren müzakereler ağırlığını koyması, yön vermeye çalışması dengeli sonuçlara ulaşılmasını zorlaştırır. Şekil konularında da olsa, taraflar arasında eşitlik ve denge her safhada önemle korunmalıdır.
            Müzakerelerin başında tarafların çözüm önerileri getirerek görüşmelere başlamak istemeleri doğaldır. Ancak müzakereleri karşı tarafın hazırladığı taslak üzerinden yürütmeyi kabul etmek genelde bir zaaf eseri sayılır. Onun için karşı önerilerle ortaya çıkmak dengeyi sağlamak bakımından önemlidir. Müzakerecilerin elinde baştan beri yazılı çözüm önerileri bulunması esastır.
            Devletlerin ikna yolunda başarılı olamamaları durumunda tehdit ve baskı uyguladıkları bilinmektedir.”Kol bükme” diplomaside sık kullanılan bir deyimdir. Ancak karşı tarafın güçlü olması yenilgiyi kabul etmek için sebep değildir. Ülkelerin kendilerinden daha güçlü devletlerden tavizler elde ettikleri ve çıkarlarını korudukları az rastlanan bir durum değildir.
            Görüşmelerin son aşamasına kadar taraflar kartlarını açmazlar ve alabilecekleri tavizlerin mümkün olduğu kadar fazlasını elde etmeye çalışırlar. Burada müzakerecilerin karşı tarafın kozlarını iyi teşhis etmeleri, hangi noktaya kadar gidilebileceğini iyi görmeleri gerekir.
            Müzakere edilen ülkenin veya milletlerarası kuruluşun benzeri konularda başka ülkelere ne gibi tavizler verdiğinin önceden öğrenilmesi de önem taşır. Böylece başkalarının elde ettiğinden daha az avantaja razı olunmamış olur.
            Müzakereleri yürütecek olan diplomatların seviyesi de önemlidir. Genelde müzakerelerin ilk safhalarında nispeten alt düzeydeki yetkililer arasında yapılması doğru olur. Böylece devletlerin siyasi sorumluluk taşıyan üst düzey yetkililerinin müzakere aşamalarını izlemeleri, bütün ilgili makamlarla danışarak müzakerecilere gerekli talimatları vermeleri mümkün olur. Bu konuya en güzel örnek Oslo müzakereleridir. Eğer Oslo müzakerelerinde başlangıçta Arafat ve Rabin görüşseydi belik hiçbir sonuç elde edilemeyecekti. Ancak alt seviye görüşmeleri önemli ilerlemeler kaydedilmesini sağlamıştır.
            Eğer müzakerenin her aşamasında kamuoyuna ayrıntılı bilgi vermek gerekirse, çoğu zaman bu, bir anlaşmaya varılmasını güçleştirir, hatta kamuoyunun tepkisi birçok halde anlaşmaya varılmasını olanaksız hale getirebilir. O nedenle müzakerelerin gizlilik içinde yürütülmesi genel bir kuraldır. Uluslararası müzakerelerde en iyi sonuçlara kamuoyu önünde varılamaz. Konuşmaların her safhası açıklanacak olursa yanlış anlamalar, tarafların tutumlarının katılaştırmaları gibi durumlar ortaya çıkabilir ve kamuoyu faktörünü bir müzakere unsuru gibi kullanma eğilimi ağır basar.
            Diplomaside “Büyük Strateji”den söz edildiği zaman, ulusal çıkarların korunması için milli gücün bütün unsurlarından yararlanılmasını gerektiren siyasi ve askeri strateji anlaşılır. Büyük Strateji bazı hallerde savaşı göze almayı gerektirebilir. Türkiye’nin büyük stratejisi “Milli Misak hudutları içinde bağımsız, egemen ve çağdaş bir devlet kurmaktı.”
            Diplomatik stratejiden anlaşılması gereken ise genelde savaşa varmayan yöntemlerle sonuç almayı gerektiren bir yaklaşımdır. İsmet İnönü’nün Türkiye’yi ikinci Dünya savaşına sokmamak için izlediği strateji buna örnek sayılabilir.
                                   (a)       Sessiz Diplomasi:
                                               Devletler arasındaki müzakerelerin çoğu kapalı kapılar ardında cereyan eder. Bu, diplomasinin tabiatının gereğidir. Sessiz diplomasi olarak adlandırılan bu yaklaşım, 19 ve 20. yüzyılın başlarında oldukça sık kullanılmıştır. Büyük devletler, aralarında savaş yapmadıkları dönemlerde sessiz diplomasi yoluyla dünyayı aralarında paylaşmışkar, nüfuz bölgeleri kurmuşlar ve sömürgeler oluşturmuşlardır.
            Almanya’nın Avusturya ile birleşmek için yürüttüğü temaslar, Soğuk Savaş döneminde ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki görüşmeler, Bosna-Hersek savaşına son veren Dayton Barış Anlaşması görüşmeleri büyük bir gizlilik içinde yürütülmüştür. Türk diplomasi tarihinde de sessiz diplomasinin örnekleri vardır. Lozan Barış anlaşmaları esnasında İsmet İnönü’nün yaptığı bazı temaslar uzun yıllar sonra açıklanmıştır. Kıbrıs çıkartmasından önceki çeşitli temas ve görüşmeler hakkında da kamuoyuna bilgi vermekte acele edilmemiştir.
                                   (b)       Liderlerin Eğilimleri ve Zirve Toplantıları:
                                               Devlet adamlarının arasındaki kişisel ilişkiler ve yakınlıklar, bazen çok önemli sorunların beklenmedik bir biçimde çözümüne yardımcı olabilmektedir. Örneğin AB devlet ve hükümet başkanları zirvelerinde pek çok konunun diplomatların katılmadığı özel yemeklerde çözüldüğü bilinmektedir.
            İkinci dünya savaşı sırasında yapılan konferansların çoğu zirve toplantıları şeklinde yapılmıştı. İnönü ile Churchill’in Adana’da buluşması; İnönü, Roosevelt ve Churchill’in Kahire’de bir araya gelmeleri ,o dönemin uluslar arası ilişkilerini etkileyen toplantılar arasındadır.
            Türk dış politikasında liderlerin eğilimi konusuna bir diğer örnek de Atatürk ile Venizelos arasındaki ilişkidir. Venizelos, Lozan konferansı bittikten sonra Türkiye’yi ziyaret eder. Atatürk’le görüşür. Türk ve Yunan devlet adamları arasında karşılıklı bir güven hissi oluşur. Bu sayede nüfus değişimi gibi çetin sorunları dostluk ve işbirliği havasında çözmek mümkün olmuştur.
            Bazen lider değişiklikleri, ülkelerin politikalarını etkileyebilmektedir. Örneğin, Fransa Cumhurbaşkanı Pompidou’nun AB konusundaki yaklaşımı kendinden önceki De Gaulle’den farklıydı. Thatcher’in ve onu izleyen John Major’un başbakanlığı dönemlerinde İngiltere’nin AB’ye bakışında farklılıklar görülmüştür.

                                   (c)       Yatıştırma Politikası:
                                               Uluslar arası ilişkilerde bazen günü kurtarmak ve yakın tehdidi savuşturmak için yatıştırma politikasına gidildiği görülmektedir. Örneğin İngiltere ve Fransa, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Hitler’e karşı yatıştırma politikası gütmüştür. Bu iki devlet, Almanya’nın Avusturya’yı işgal etmesine sessiz kalmış, Çeklere Almanya’yla iyi geçinmelerini tavsiye etmiştir. Ancak bu yatıştırma politikaları istenen sonucu vermemiş ve Dünya Savaşının çıkması engellenememiştir.       Benzer şekilde Bosna savaşı öncesinde Batılı devletler Sırbistan Devlet Başkanı Miloşeviç’e yatıştırma politikası uygulamaya çalışmış ve büyük bir insanlık dramının yaşanmasına kapı aralamışlardır. Bu olaylar, uluslar arası ilişkilerde önemli bir ders olarak ortaya çıkmıştır: Muhtemel bir saldırgana karşı kararlı ve caydırıcı politikalar izlenmez yatıştırılmaya çalışılırsa acı sonuçlar kaçınılmaz olur.
                        (3)       Yeni Dünya Düzenine Doğru:
                                   Yatıştırma politikaları yeni bir dünya savaşının çıkmasını engelleyememiştir. Sonuçta milyonlarca insan hayatını kaybetmiştir. İkinci dünya savaşı sırasında başlayan ve savaştan sonra devam eden diplomatik müzakereler daha çok zirve toplantıları şeklinde geçmiştir. Bu arada Türkiye’yi savaşa sokma çabaları da hiç tükenmemiştir. Hatta Türkiye için oldukça cazip teklifler sunulmuştur. Örneğin, Stalin On İki Adaların Türkiye’ye verilmesini, Suriye’nin ve Bulgaristan’ın bazı bölümlerinin de Türkiye topraklarına dahil edilmesini teklif etmiştir. Ancak Sovyetler’in bunun karşılığında Boğazlarla ilgili taleplerde bulunacağı anlaşılmış ve teklifler kabul edilmemiştir. Savaş sırasında yapılan konferanslardan biri olan Potsdam Konferansında da Stalin, Boğazlarla ilgili taleplerini açık açık dile getirmiştir.
            İkinci Dünya savaşının bitimiyle birlikte Sovyetlerin yayılmacı emelleri iyice su yüzüne çıkmış, buna karşın Batı Dünyası, kendini tehdit altında hissettiğinden savunma tedbirleri geliştirdiği “Soğuk Savaş” dönemi başlamıştır.
            İkinci Dünya Savaşının bitimini müteakip kurulan Birleşmiş Milletler, başka devletlerin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne karşı kuvvet kullanılmasını yasaklamaktaydı. Bir yandan yüksek ideallerden, ortak amaçlardan söz ediliyor, ama bir taraftan da dünyada kuvvet dengeleri oluşuyor, güç mücadeleleri yaşanıyordu. Büyük umutlarla kurulan BM  İkinci Dünya savaşından sonra çeşitli yerel savaşlarda ve iç çatışmalarda 18 milyon insanın ölmesini engelleyememiştir.
            İkinci dünya Savaşı sonrasında Sovyetlerin, Boğazlar üzerindeki istekleri bitmemiştir. NATO’nun kurulmasının kısa bir süre sonra Türkiye, NATO’ya üye olarak Sovyet tehdidine karşı bir güvence elde etmiştir.
            Soğuk savaş sırasında nüfuz mücadeleleri yeniden ortaya çıkmıştır. Özellikle uluslar arası barışın ancak kuvvet dengesiyle sağlanacağını savunan İngiltere, Balkanlar’ın nüfuz bölgelerine ayrılmasını ve Sovyetler Birliği ile paylaşılmasını savunuyordu. Nitekim SSCB doğu Avrupa’yı tamamen etkisi altına almıştır.
            Soğuk savaş döneminde yaşanan bazı olaylar nüfuz mücadelelerinin somut örneklerini oluşturmaktadır. Bu dönemde yaşanan en önemli olaylar şunlardır:
                                   (ı)         Mısır’ın Süveyş Kanalını millileştirdiğini açıklamasının ardından İngiltere, Fransa ve İsrail askeri harekatla duruma müdahale etmişlerdir.
                                   (ıı)        Sovyetler Birliği nüfuz alanı altındaki Küba’ya balistik füzeler yarleştirmek istemiş ve bu konu Türkiye’yi de etkileyen bir krizin yaşanmasına neden olmuştur.
                                   (ııı)       NATO ile Varşova Paktı arasındaki güç mücadelesinin dışında kalmak isteyen bazı ülkeler “Bağlantısızlar” grubunu oluşturmuştur.
            1970’li yılların ortalarına doğru yumuşama havası doğar. Nitekim Helsinki’de toplanan konferans bunun en somut örneğidir. Bu konferansta kabul edilen Nihai Senet basın özgürlüğü ve insan hakları ile ilgili hükümler içeriyordu. Bu alanlara yeterince önem vermeyen Sovyetler Birliğinin bu belgeyi imzalamasıyla birlikte ülke içinde kontrolü altındaki Doğu Avrupa’da özgürlükçü düşünce sahipleri örgütlendiler. Demokratikleşme süreci artarak devam etti ve bu süreç Sovyetler Birliği’nin sonunu hazırladı.
            İki dünya savaşı arasındaki yıllardan Soğuk Savaş’ın sonuna kadar geçen dönem bir bütün olarak değerlendirildiğinde dikkat çeken bazı noktalar özetle şunlardır:
                                   -           Savaş  yıllarında demokratik ülkeler totaliter devletlerle nüfuz bölgeleri için pazarlık yapabiliyorlar ve bazı ülkeleri karşı tarafın nüfuz bölgeleri içine bırakmakta bir sakınca görmüyorlardı.
                                   -           Ortak bir düşmana karşı savaşmak gerektiğinde karşıt ideolojilere sahip devletler bile birbirleriyle güç birliği yapabilmekteydi.
                                   -           Aynı ideolojiye sahip müttefik ülkeler savaş zamanında bile görüş ayrılıklarına düşebiliyordu.
                                   -           En büyük devletlerin liderleri bile bazen büyük değerlendirme hataları yapabiliyordu.
                                   -           Batı demokrasisinin liderleri şartlar gerektirdiği zaman totaliter liderleri yüceltebiliyorlardı.
                                   -           Devletler askeri açıdan bir mücadeleye hazır olmadıkları zaman hasım ülkelerin başka devletleri işgal etmesine göz yumabiliyordu.
                                   -           Bazı ülkeler savaş dönemlerinde bile büyük devletlerin talep ve baskılarına direnebiliyorlar ve en zor koşullarda bile ulusal çıkarlarını koruyabiliyordu.
            Sovyetler Birliği’nin yıkılması Soğuk savaş döneminin sona ermesiyle birlikte ABD tek süper güç olarak ortaya çıkmıştır. ABD hedefini, dünyanın daha demokratik daha özgür ve barış içinde yaşan bir ortam olmasına katkı sağlamak olarak ifade etmiştir. ABD’nin bu hedefine ne kadar ulaşabileceğini ya da bu hedefinde ne kadar samimi olduğunu ise zaman gösterecektir.
            Soğuk Savaşın bitiminden sonra yaşanan Körfez Savaşı ile Yugoslavya’da yaşanan gelişmeler dünyanın barış ve huzur dönemine gireceğinin düşünüldüğü bir zamanda bile ihtilafların güç kullanılarak çözümü alışkanlığının ortadan kalkmadığını göstermektedir.
                        (4)       Diplomasi ve Güç Politikası:
                                   Uluslar arası ilişkilerin geçmişine bakıldığında çoğu zaman bir ülkenin dış politikası ile sahip olduğu güç arasında yakın bağlantı olduğu görülür. Milli çıkarların gerektirdiği hallerde silahlı güç kullanılabileceğinin ortaya konulması devletlerin uluslararası ilişkilerdeki etkinliğini artıran bir unsur olarak değerlendirilmektedir.
            Askeri gücün dış politikada etkili bir unsur olabilmesi büyük ölçüde silahlı kuvvetlerin etkinliğine bağlıdır. Dünya politikasında önemli bir rol oynamak isteyen ülkeler, daima güçlü ordulara ve deniz kuvvetlerine sahip olmaya önem vermişlerdir.
            Güç politikasının önemi İkinci Dünya Savaşı öncesinde ortaya çıkmıştır. İngiltere’nin ve Fransa’nın Hitler’e karşı izledikleri yatıştırma politikası, bu ülkelerin yeterince güç sahibi olmamalarından kaynaklanmıştır.
            Güç deyince sadece askeri güç anlaşılmamalıdır. Siyasi ve ekonomik gücün yanı sıra toplumun içyapısının istikrarlı olması, halkın milli meselelerde duyarlı olması ve basının ve kamuoyunun desteği de dış politikada ulusal gücü meydana getiren unsurlar arasındadır.
            Güç politikasının etkili olabilmesi için karşı taraftaki ülkelerin sizin gücünüzü hissetmesi ve bu gücü kullanma kararlılığına inanması gerekir. Aksi takdirde blöf yapıldığını düşünerek kararlarında direnebilirler.
            Osmanlı’nın Karlofça’dan Lozan’a kadar diplomaside başarısız olmasının en büyük sebeplerinden birisi diplomatik mücadeleyi destekleyecek gücün olmamasıdır. Çünkü Ordu zayıflamış, ekonomi kötüleşmiştir.
            Lozan’da başarılı olmamızda, Hatay’ın Anavatana katılmasını sağlamamızda sahip olduğumuz gücü gerektiğinde kullanacağımıza dair karşı tarafa verdiğimiz mesajın önemli bir etkisi olmuştur.
            Yunanistan’la yaşanan Kardak krizinde de diplomatik temaslara ilave olarak askeri gücü kullanma kararlılığımız krizin çözümünde etkili olmuştur. Benzer şekilde terörü besleyen Suriye’ye karşı güç kullanma tehdidimiz sonuç vermiştir.
                        (5)       Baskı Yöntemleri:
                                   Güçlü devletler kendi nüfuz alanlarını genişletmek maksadıyla daima daha zayıf ülkelere karşı baskı uygulayarak onları etki alanları altına almaya çalışmışlardır. Osmanlı İmparatorluğunun gerileme dönemlerinden yıkılışına kadar geçen dönemde bu gibi dış baskı örneklerine çok sık rastlanmaktadır.
            Uluslar arası ilişkilerde baskıların çoğu ekonomik içerikli yöntemler olmaktadır. Demokratik ülkeler arasındaki ihtilaflarda daha çok ekonomik önlemler alınması yoluna gidilmektedir. Ancak otoriter devletlere karşı ekonomik ve siyasi yaptırımların sonuç vermemesi halinde askeri güç kullanıldığının örneklerine rastlanmaktadır.
            Uluslar arası ilişkiler alanında sık kullanılan deyimlerden biri “havuç ve sopa” taktiğidir. Yani büyük devletler diğer devletleri kendi istedikleri çizgiye getirmek, onların dirençlerini kırmak için duruma göre bazen onları teşvik edici yollara başvururken bazen de caydırıcı, cezalandırıcı önlemler ve yaptırımlar uygulamaktadırlar.
            Ekonomik açıdan yaşayabilmek için başka devletlere aşırı bağımlı olanlar zaman zaman egemenliklerinden ödün vermek zorunda kalabilmektedirler. Başka ülkeleri etkilemek isteyen büyük devletler de tam aksine o ülkeleri kendilerine ekonomik açıdan bağımlı kılacak önlemlere başvurmaktadır.
            Dış ticareti diplomatik baskı aracı olarak en etkili kullanan devletlerden biri ABD’dir. Ambargo Yasası, Düşmanla Ticaret Yasası, Tarafsızlık Yasası, İhracatın kontrolü yasası gibi yasalar Kongreye veya yönetime ihracatın belli ülkelere kısıtlanmasına veya yasaklanmasına imkân sağlamaktadır.
            Baskı yöntemlerinden bir diğeri uluslar arası yaptırımlardır. Özellikle BM Güvenlik Konseyi tarafından alınan yaptırım kararlarının etkisi güçlüdür. Ancak Konsey üyelerinin menfaat çatışmaları yüzünden yaptım kararlarının gerektiği şekilde alındığını söylemek güçtür.
            Türkiye çeşitli tarihlerde yaptırımlara maruz kalmıştır. Özellikle Kıbrıs Barış Harekâtını müteakip ABD, Türkiye’ye ambargo uygulamıştır. 1990’lı yılların başlarında Almanya, Türkiye’ye silah yardımını durduran bir karar almıştır.
            Ekonomik yaptırımlar sadece yaptırım uygulanan ülkeye değil uygulayan ülkeye de zarar vermektedir. Özellikle ihracat yapan şirketler durumdan olumsuz etkilenmektedir.
                        (6)       Dış Politika ve Bağımlılık:
                                   Bir ülkenin bağımsız bir dış politika uygulamasının en önemli şartlarından biri tek bir ülkeye aşırı bağımlı olmamaktır. Meksika dış ticaretinin %89’unu, Kanada %84’ünü ABD ile gerçekleştirmektedir. Bu ülkelerin ABD’den bağımsız bir politika izlemeleri neredeyse olanaksızdır.
            Dış bağımlılığın bir diğer çeşidi enerji ihtiyaçlarını aynı kaynaktan temin etmek şeklindedir. Maalesef Türkiye son yıllarda doğalgaz ihtiyacı bakımından Rusya’ya aşırı bağlanmıştır. Bu durumun önümüzdeki yıllarda sorun teşkil edebileceği değerlendirilmektedir. Savunma Sanayinde belirli bir kaynağa bağımlılık da siyasi bedel ödemeyi gerektirebilmektedir.
            Dış ekonomik ilişkilerde bağımlılığın en önemli göstergelerinden biri de dış borçlardır. Dış borçlar devletin normal gelirleriyle ödenemeyecek duruma geldiyse ve borcu çevirme olanakları kısıtlandıysa o ülkenin dış baskılara maruz kalması kaçınılmazdır. Özellikle IMF ve Dünya Bankasından sağlanan kredilerin yüksek olması bu ülkelerin söz konusu kuruluşların politikalarına bağlı kalmasına neden olmaktadır. Maalesef bunun en somut örneklerinden birisi Türkiye’dir.

                        (7)       Diplomasi ve İnsan Hakları:
                                   Günümüzde insan hakları yalnız devletlerin değil uluslar arası ilişkilerin de önemli bir konusu haline gelmiştir. Devletler ve sivil toplum örgütleri çeşitli raporlar düzenleyerek ülkelerin yasaları ve uygulamaları hakkında eleştirilerde bulunmaktadır. Demokratik ülkelerde insan hakları iç sorun olarak algılanmamaktadır. BM’nin kurulmasından ve insan hakları alanında uluslar arası sözleşmelerin kabulünden sonra insan hakları artık uluslar arası hukukun bir parçası olmuştur.
            İnsan hakları alanında dünyadaki gelişmelerin olumlu olduğunu belirtmek mümkünse de son yıllarda bu konunun da bazı devletler tarafından istismar edilerek bir baskı aracı olarak kullanıldığını söylemek gerekmektedir. Özellikle AB ülkelerinin Türkiye’ye insan hakları alanında getirdiği eleştirilerin önemli bir kısmı objektiflikten ve iyi niyetten uzaktır.
            İnsana hakları alanında Türkiye’nin bazı eksikliklerinin olduğunun kabul edildiği ve bunları gidermek için gerekli tedbirlerin alınmaya başlandığı bilinse de bazı çevreler Türkiye’yi insaf ölçülerini aşan ve başka maksatlar güden eleştirilerini sürdürmektedirler. Gerçeklere ve somut verilere dayanmayan bu tür eleştiriler karşısında gerekli cevapları vermekten kaçınılmamalıdır.
                        (8)       Diplomasi ve Basın
                                   20’nci Yüzyılın ortalarından itibaren kamuoyunun giderek artan ölçüde dış ilişkilerde etkili olduğu, devletlerin sık sık kamuoyunun eğilimlerine göre hareket ettiği görülmektedir. Önceden kapalı kapılar ardında yürütülen dış politika konuları artık kamuoyunda açıkça tartışılmaktadır. Politikacılar çoğu zaman başka ülkeleri rahatsız eden kararlar aldıkları zaman bunu basının ve kamuoyunun önünde açıklamaktadır.
            Basın ile hükümetler arasında karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. Bazen basın hükümetleri yönlendirirken bazen de hükümetler basını kendi politikaları doğrultusunda hareket ettirmektedir. Özellikle ABD basınının dış politika uygulamaları konusunda ABD hükümeti yanlısı tutum sergilediği bilinmektedir. Basın sadece demokratik ülkelerde değil komünist ve otoriter rejimlerde de hükümetlerin etkili bir aracı olarak hizmet görmektedir.
            Dünya kamuoyunun belirli siyasal tercihler yönünde oluşturulmasında Batılı ajanslar önemli rol oynamaktadır. Basının kullandığı bazı kelimeler bile kamuoyunu etkilemeye yetmektedir. Örneğin bizim tarafımızdan “terörist” olarak adlandırılan grupların “gerilla” veya “özgürlük savaşçısı” gibi kelimelerle tanımlanması geniş kesimleri yanlış yönlendirmektedir.
            Basının bahsedilen rolü göz önünde bulundurulduğunda Türkiye aleyhinde Batı basınında çıkan haberleri yadırgamamak gerekir. Çünkü çıkarları gereği Türkiye’yi haksız duruma düşürmek isteyen ülkeler basını bu yönde etkili olarak kullanmaktadır. Devletlerarası dengede önemli bir yer edinmek isteyen ülkelerin basın diplomasisini çok uygulamak zorunda olduğu bir gerçektir.


                 (9)       Lozan Müzakereleri
                            Lozan müzakereleri diplomasi tarihinde dikkatle incelenmesi gereken bir vakadır. Oldukça yoğun geçen, zaman zaman kesintilere uğrayan bu süreç müzakere teknikleri açısından da çok önemli veriler içerir. Lozan’da müzakerecilik açısından öne çıkan konular şunlardır:
     Müzakerede ilk ana konuşmacı genellikle müzakerenin havasını ve tartışılan konunun değişik yönlerine verilen ağırlığı doğrudan etkileme avantajına sahiptir. Lozan görüşmelerinde İsmet İnönü bu avantajı kullanmak için ciddi bir mücadele vermiştir. Lord Curzon’un İsviçre Cumhurbaşkanı’nın açılış konuşmasına cevap konuşması yapmak istemesi üzerine İsmet İnönü de bir konuşma yapmış ve bu konuşmasında “Türk heyetinin mağlup ve ricacı bir ülkenin değil,galip ve muzaffer bir ülkenin temsilcisi” olduğunu ispatlamıştır. İnönü bu konuşmasında Türk milletinin çektiği acıları, ıstırapları anlatmış ve Konferansta izleyeceği kararlı tutumun ipuçlarını vermiştir.
     Türk heyeti Lozan Müzakerelerine iyi hazırlanmıştır. Ellerinde ayrıntılı istatistikler vardı.Gerek Batı Trakya ile ilgili gerekse Musul ile ilgili detaylı verilerin olması Türk tarafının haklılığını ispatlanmasında etkili olmuştur.
            Lozan görüşmelerinde İngilizler bir hesap hatası yapmışlardı ve kesin bir vaziyet karşısında bırakırlarsa Türklerin müttefiklerin önerilerini kabul etmeye mecbur olacaklarını düşünmüşlerdi.Türklerin dayanma gücünü ölçmek istemişlerdi. Oysa Türkiye savaşa da hazırdı.
            İngilizler,  Konferansta taktik  olarak,  kendilerinin  önem  verdikleri  bir  konuda  Türklerin  itirazıyla  karşılaştıklarında  işi  kopartmıyorlar,  daha  ilerideki  oturumlara  bırakıyorlar,  bu  arada  diğer  devletlerin  Türklere  karşı  taleplerini  bütün  güçleriyle  destekleyerek  Türk  heyetini  yıpratmaya  çalışıyordu. İsmet  Paşa  bu  oyunu  gördü  ve  önce  İngilizleri  doğrudan  ilgilendiren   sorunları  çözmeye  karar  verdi. İşte  Boğazlar  meselesi  bunlardan  biriydi. Gerçekten  İngilizler  kendilerini  yakından  ilgilendiren  sorunlar  çözüldükçe  diğer  müttefiklerini  desteklemek  için  fazla  çaba  göstermediler. İsmet  Paşa’nın  taktiği  başarılı  olmuştur.
                        (10)     Hatay’ın Anavatan’a katılması
                                   Bu konu, Türkiye’nin Cumhuriyetin başlarında Türkiye’nin meşgul olduğu önemli dış politika gündemlerinden birisi olmuştur. Hatay’ın Anavatana dahil edilmesi, Atatürk’ün sabırlı politikası, günün şartlarını ve uluslar arası ortamı iyi değerlendirmesi ve gerektiğinde güç kullanabileceğimizi karşı tarafa göstermesi sayesinde gerçekleşmiştir.
            Bir konuşmasında Atatürk, “Haklarımızı korumaktan aciz değiliz. Onurumuzu korumak zorunluluğu bizi savaşa zorlarsa bunun sorumluluğu Fransa’ya ait olacaktır” demiştir. Atatürk bunları söylerken Fransa’nın bir savaşa girmeyi göze alamadığını çok iyi biliyordu.
            Fransa Büyükelçisi ile yaptığı bir görüşmede gerekirse Cumhurbaşkanlığından istifa edip Hatay için gönüllü olarak savaşabileceğini söylemiştir. 1937 yılının Kasım ayında doktorların tavsiyesini dinlemeyip Adana ve Mersin’e bir gezi yapıp askeri birliklerin resmi geçitlerini izlemiştir. Bütün bu davranışlardan Atatürk’ün davayı kazanmak için kamuoyunu nasıl etkilediğini ve güç politikasını ustalıkla kullandığını görmek mümkündür.
                        (11)     Kıbrıs’ta Barış İçin Savaş
                                   Kıbrıs sorunu Türkiye’nin gündeminden hiç düşmeyen konulardan biri olmuştur. Müzakere teknikleri açısından Kıbrıs sorunu uzlaşma zemine bir türlü çekilemeyen bir sorun halinde mevcudiyetini sürdürmüştür. Rumların çabaları hep konuyu uluslar arası alana taşıyıp Türkler üzerinde baskı uygulatarak isteklerini elde etme yönünde gelişmiştir. Rumlar bu politikalarında başarılı olmuşlardır. Küresel aktörler ise uluslar arası hukuk kurallarını dikkate almadan kendi çıkarları doğrultusunda ve Rum-Yunan lobilerinin etkisiyle Türkiye’ye baskılarını sürdürmüştür.
            Türkiye’nin politikası ise baskılara karşı yılmadan haklılığını her platformda dile getirmek şeklinde sürdürülmüştür. Türkiye’nin politikalarını savunurken en önemli kozu Kıbrıs’ta bulunan güçlü ordusudur. Bu durum her ne kadar Rum tarafınca eleştirilse de fiili durum Kıbrıs’ta yaşayan vatandaşlarımızın huzur ve güvenliği için vazgeçilmez gerekliliktir.
                        (12)     Kardak Krizi
                                   1995 yılında meydana gelen olay, Türk-Yunan ilişkilerinde kısa süreli de olsa ciddi bir kriz yaşanmasına yol açmıştır. Bir Yunan gazetesinin provokatif haberi Yunan kamuoyunu etkilemiş ve kayalıkların kime ait olduğu sorunu iki ülkeyi savaşın eşiğine getirmiştir.
            Türkiye, işin başından itibaren sorunu serin kanlı bir biçimde diplomatik yollardan çözmek istemiştir. Ancak Yunanistan’ın kayalıklara asker çıkarması, fiili bir durum oluşturduğundan Türkiye de güç gösterisi yapmak durumunda kalmıştır. Krizin aşılmasında ABD’nin arabuluculuğu önemli rol oynamıştır. Ancak konunun kalıcı çözümü yönünde henüz bir ilerleme kaydedilememiştir.
                        (13)     Sonuç
                                   Dünyanın değişen koşullarına rağmen uluslar arası ilişkilerin değişmeyen özelliği ulusal çıkarların korunmasının öncelikli hedefi oluşturmasıdır. Devletlerin zaman zaman birbirlerine yaklaşmaları veya birbirinden uzaklaşmaları, değişen şartlara paralel olarak gelişen çıkar alanlarından kaynaklanmaktadır.
            Savunma gücü zayıflamış bir ülkenin diplomasi gücü de azalır. Sadece iyi niyete, sadece uluslar arası hukuk normlarına uygun davranan bir diplomasinin başarı şansı yok denecek kadar azdır. Gerektiğinde askeri gücün kullanılabileceğinin hissettirilmesi diplomatik başarının önemli şartlarından birisidir.
            Türkiye’nin dış politikada başarılı olmasının yolu, makul esneklik göstererek uzlaşmalar aramak ama dış baskılara boyun eğmemek şeklinde özetlenmektedir.