ilber ortaylı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ilber ortaylı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Şubat 2013 Çarşamba

Tarihimiz ve Biz, İlber Ortaylı

            Osmanlının klasik dönemini, XVIII. ve XIX.asırlardaki toplumsal ve siyasal panoramayı, bugünkü Avrupa’yı var eden koşulları, Türk, Rus ve Japon modernleşme yolculuklarını, kısacası dünya medeniyetinin kökenlerini anlatıyor.

       Tarih yapan milletlerden biri olarak biz Türkler tarih bilincine ne derece sahibiz? Geçmiş belgelerimize ne kadar yakın, ne ölçüde uzağız? Prof. Dr. İlber ORTAYLI derin vukûfiyeti, benzersiz üslubuyla bizi tarihimizle tanıştırıyor, yüzleştiriyor ve tarih yapan bir milleti geçmişiyle buluşturuyor.
             “Tarihimizi okudukça kendimizi daha çok sevecek ve geçmişimize daha çok ısınacağız!”

        Toplumsal bilinci şekillendiren en önemli unsur, geçmiştir. Bu sebepten kimliğin en önemli parçası, en vazgeçilmez unsuru olan tarihi iyi bilmemiz gerekiyor. Uygar milletler, özellikle XVIII. Asırdan itibaren tarih eğitimine son derece önem vermişlerdir. Oysa Türkiye’de tarih bilincinin henüz inşa halinde olduğunu kabul etmeliyiz. “Bizim tarihimiz Cumhuriyet’in kuruluşuyla başlar.” yorumu, bizim tarihsel ve toplumsal kimliğimizin oluşumunu izah edemez. 700 yıllık Osmanlı tarihini görmezlikten gelemeyiz. Fatih’in imparatorluğu, Bosna’dan Doğu Anadolu’ya kadar uzanmakta, Deşt-i Kıpçak ve Ukrayna ovalarına kadar Kırım’ı içermekte; güneye, Suriye sınırına dayanmaktadır. Ondan sonraki 50 yılın içerisinde bu sınır, ikiye katlanır.
        Türkler, arasında üç büyük dine mensup insan vardır. Karaylar Yahudi, Gagavuz Türkleri Ortodoks Hıristiyanlardır. Bizim Çanakkalemiz vardır. Her ülkenin tarihinde böyle zaferler yoktur. Bize Rumeli’yi kaybettiren Balkan Harbi sonrasında gelen muhacirler bugün Türkiye’deki nüfusun en az dörtte birini oluşturuyorlar.
        Türkiye tarihî bir ülkedir, maalesef tarihçi bir ülke değildir. Türkler tarihi yapan uluslardan biridir ama Türkiye tarih bilimine gerekli özeni göstermiş bir ülke değildir. Bunun yanında bu bölgedeki hiçbir kavmin tarihini Türklersiz incelemek mümkün değildir. Türkçe bilmekse, Osmanlıca belgeleri okuyabilmek demektir. Bilim âleminin gözünde Türkçe biliyor sayılmanız için belgeleri okuyabilmeniz gerekir. Eskiden tarih, antropoloji, uluslararası ilişkiler gibi dallarda doçent olmak için Osmanlıca imtihanından geçirilirdi. Ne yazık ki Türkiye’deki sosyal bilimcilerin 70-80 sene önceki metinleri okumamak, bunlarla ilgilenmemek konusunda büyük bir ısrarı var. Aynı şey diğer coğrafyalar için de geçerlidir. Latince bilmeden Macar tarihi çalışılmaz mesela. Ya da orta Yunancayı bilmeden Bizans tarihçisi olunamaz. Bu anlamda ülkemizde ciddi bir filoloji uzmanı eksikliği var. Oysa tarih bilimi, filolojiyle yapılır. Türkiye’de filolojik yanı şiddetle tamamlamak lazımdır, hiç kaçarı yok, yüklü bir filolojik malumatınız olacak ve okuyacaksınız.
        Filoloji bakımından kuvvetli olmayan bir kavim, Batı medeniyetine girmiş değildir. Batı medeniyetini diğer medeniyet çevrelerinden tefrik eden iki vasıf vardır: Bunlardan bir tanesi filoloji, diğeri musikidir. İslam Orta Çağı’nda büyük İslam âlimlerinin çoğu İbranca ve Aramca bilirdi. Mesela ünlü hadis âlimi Buhari, İbranca bilirdi ki İsrailiyat’ı bu sayede tefrik edebilirdi. Yine de tam manasıyla filoloji yapanlar, Batılılardır. Örneğin, XVII. asırda 14 yaşında iki Fransız çocuk, hayatta Türkiye’ye gelmemelerine rağmen Türkçe öğreniyorlar. Gene XIV. Louis devrinin bilim adamlarından biri, Çin metinlerini okuyup içinden Türklerle ilgili bölümleri çıkarıyor. Bir Fransız, Sinoloji[1]çalışıyor, Türklerle ilgili bölümleri ayırıyor; bizse onun yaptığı neşriyatı Hüseyin Cahit tercümesi sayesinde öğreniyoruz. Tarihi komşumuzun bizim hakkımızda yazdıklarını tetkik etmek çabamız yok. Gene mesela Arabica, Persica diye Hafız’ı, Sadi’yi tercüme ediyorlar. Hatta Friedrich Ruckert, İran şairlerini çevirmekle de kalmıyor, çevirisini Almancada aruz vezni kullanarak yapıyor. Oysa Doğu’da hiç kimsenin oturup Titus Livius’u, Vergilius’u, Homeros’u vs. çevirdiği yok. Ta ki Tanzimat dönemi geliyor, Fransızca üzerinden tercüme ediliyor bu metinler. Bir devir ve bir medeniyet düşününüz ki, bir yan da Scubert’ler, Beethoven’ler, bir yanda Ruckert’ler… ve bütün bunlara eşlik eden felsefi birikim. İlginçtir, Engels diyor ki: “Hammer denen Alaman –tabir bu- çıkıp da Osmanlı tarihini yazana kadar bizim diplomatların haberi bile yoktu o medeniyetten, bize bir şey vermediler.”
        Musul konusu ileri sürülüyor ve deniyor ki, “Bizim Musul’da çok yüksek haklarımız var.” Ama ne tür hakları olduğunun farkında bile değiller. Mesela “havass-ı hümayun” dediğimiz imparatorluk hasları vardır. Padişahın özel mülkü görünen şeylerdir bunlar. Onların statüsünü etüt etmeden, ne olduğunu bilmeden kulaktan dolma sözlerle konuşuyoruz.
        Türkiye’de, İnönü Ansiklopedisi ve İslam Ansiklopedisi dışında gerçek anlamda ansiklopedi de yoktur. Çoğu çok hızlı çevrilmiştir, telif edilirken vahim hatalar yapılmıştır. Dolayısıyla ansiklopedilere bakarak tez ileri süremezsiniz.
        “Tarih nasıl yazılır?” dediğinizde genelde söylenen şudur: Osmanlı’daki “vakayiname”ler vardır, bu kronikleri okursunuz. İkincisi, vergi defterlerine bakarsınız. Mahkeme kayıtlarına bakarsınız, toprak kayıtlarına bakarsınız, bu böyle gider. Nihayet denir ki: “mektuplara bakarsınız.” Bizde böyle bir şey maalesef tam anlamıyla söz konusu değildir. Constantin, İstanbul Şehrini bir Seramoni ile kurdu. 13 Mayıs 332 gününe “Uğurlu gün” dendi. Ama Osmanlı Beyliği böyle bir tarih düşünülerek kurulmuş değil. Yalnız kuruluşu betimleyen bazı vakalar var: Bir tanesi, süzeren statüsünde tabi olunan hükümet tarafından gönderilen sancak. 1440’lara kadar bu devletin kroniği, yani olayları günü gününe yazan vakayinamesi yok. Bu devri anlatan kroniklerin hepsi II. Murat ve Fatih Sultan Mehmet devrine ait. “Yahşi fakih”diye, o devirleri görüp sözlü olarak nakleden, bize meçhul bir tarihçi var. Bizans kronikleri epeyce etüt edilmiş vaziyette. Ve tabii Cenova, Venezia gibi İtalyan devletlerinin kayıtları. Osmanlı tarihi bakımından bunların hiçbiri doğru dürüst araştırılmış değil. Vatikan devlet arşivleri (papalığın arşivleri), dünyanın en eski düzenli arşivleridir ve 1135’ten itibaren düzenli ve zengin raporları vardır. Bütün bu kaynakların hepsini incelemek, bir arada değerlendirmek, maalesef Türk tarihçiliğinin iktidarı dâhilinde olmamıştır. Hiç unutmayalım ki, bu kaynakların bundan sonra tarihçiliğimize dâhil olmaması için bir sebep yoktur. Türkiye bunu yapamıyorsa, bunun sebebi nesillerimizin tarih şuurunun eksik olmasıdır.
        Hiçbir Türk tarihçisi o devrin Latincesini öğrenip de gidip o arşivleri okuyup araştırmış değil. Türklerin Dede Korkut Destanı’nın en iyi yazımı bile İtalya’da Vatikan kütüphanelerinde bulundu. Bu, memleketimizin tarih yazımının hazin görüntüsüdür. Osmanlı İmparatorluğu’nu aşağı yukarı 150’nci yahut 140’ıncı kuruluş yıldönümüne kadarki vesikalardan etüt etmekten aciziz. En eski tahrir defterimiz ve en eski kadı sicillerimiz de gene 15’inci asrın 2’nci yarısına aittir. Daha da tuhaf olanı, en eski tahrir defterimiz, bugünkü Türkiye’ye değil, Arnavutluk’a aittir, yani Fatih Sultan Mehmet devrine. Bunu Halil İnalcık neşretmiştir, Halil Hoca’nın böylece Arnavutluk’un milli tarihine yaptığı katkı eşsizdir.
        Zamanımızın Avrupa münevveri de maalesef iyi yetişmiyor. Eski kuşağı, İkinci Cihan Harbi’nden evvelkileri hatırlıyorum. Mesela bizim hocalarımızdan biri daha liseyi bitirdiği zaman, Almanca ve Fransızcanın yanında Yunanca ve Latinceyi de tam biliyordu. Hatta daha dinî ağırlıklı liselerde yetişen bazıları İbranca da öğreniyordu. Arabistanlı Lawrence, Hitit dönemi kazıları, Arab edebiyatı bilgisi dallar yanında İngilizcedeki en iyi Iliada ve Odiseus çevirisini yapmıştır. Neticede bugün Osmanlı tarihçiliği maalesef Şark’ın diğer dallarına göre büyük talihsizlik içindedir.
        Zaman içinde Diyar-ı Rum’a ‘Anadolu’[2] dedik. Balkanlar’a geçtikten sonra, bu sefer Balkanlar’a ‘Rumeli’[3] dedik. Balkan ismi de Türklerin bıraktığı bir coğrafi tabirdir. Bugün bu ismi kaldırmaya çalışıp Balkanlar’a ‘Güneydoğu Avrupa’[4] diyorlar. XII. Asırda insanlar bizim yurdumuza artık Türkiye demektedirler. İtalyan kaynaklarında bunu görüyoruz. XIV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bugünkü Trakya bölgemiz, kuzey Yunanistan, güney Bulgaristan, doğu Sırbistan, Türk devlet idaresi olan Osmanlı’ya katılacaktır. İşte buradan itibaren Avrupa’daki Türkiye diye bir tarihî mesele ortaya çıkmıştır ve bugün de devam etmektedir.
        En son Todor JİVKOV döneminde, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti 300 bin Türk’ü bir anda sınırlarının dışına atmış; Edirne’de sınır kapısının önüne yığarak, ‘Gelin, halkınızı alın’ demiştir. Şüphesiz ki bu tür göç dalgaları devletler için büyük sıkıntı yaratır. Ancak bugün tarihçi gözüyle baktığımızda, Türkiye’nin bu gibi göçleri birçok ülkeye göre daha ustalıkla karşıladığını söyleyebiliriz. XIX. Yüzyılın sonlarında Avrupa’daki Türkiye’nin oluşumu bitmiş, sınırlar artık tespit edilmiştir. Bu tarihten itibaren Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’daki topraklarını geri vermiştir.
        Balkanların her köşesinde Osmanlı izleriyle karşılaşmamız mümkündür. Mesela Bulgaristan’da Mithat Paşa gibi büyük bir valinin varlığını ve icraatını anlarsınız. Osmanlı, askerî bir imparatorluktur. Ama askerî amaçlarla kurduğu tesisler, iktisadî anlamda da önemli olmuştur. Çünkü imparatorluk askerî gelişmeleri ve yeni teknikleri anında uyarlamak zorundaydı, zira yaşamı buna bağlıydı. Devletin temel unsuru Türklerdir, dili Türkçedir, ordusu Türk dilini kullanmayı ve bu karakteri benimsemeyi sürdürmüştür.
        Devşirme dediğimiz sistemle ordunun sadece çekirdek kısmına asker temin edilmiştir. Bürokrasi için de aynı durum geçerlidir. Türk tarihçiler, insanların devşirme usulüyle Türkleştirilmesindeki sürat ve yoğunluğu incelemiş değildir. Bunu daha çok yabancı tarihçiler ve Balkanlılar incelemiştir. Türk evlerine verilerek kendilerine din ve dil öğretilmiş, acemi oğlan olarak yetiştirilmişlerdir. Yönetici olup üst sınıfı teşkil etmek üzere alınanlar ise, Enderun mektebinde, imparatorluğun kültürüne ve ideolojisine göre yetiştirilmişlerdir. Devşirme 2-3 yılda bir yapılır. Sayısı birkaç bin kişi ile sınırlıdır. Bunun da kuralları vardır. Devşirme eminleri, son derece ciddi memurlardır. Seçilecek kişileri, simalarından tanırlar, karakter okurlar. Şehir çocukları devşirilmez. Devşirilenlerin en iyileri Enderun’a kaydırılıp büyük devlet adamları olarak yetiştirilirler. Türk çocukları da bu devşirme kurumunun muhatapları olmuştur. Mesela, Kuzey Afrika’daki dominyonlara gidenler, kul sınıfından Anadolulu çocuklardır, Türklerdir. Bunu götürdükleri kültürel öğelerden biliyoruz.[5]Devşirmeler, alındıkları ordu içinde tamamen merkezî dile, dine ananeye göre yetiştirilirler. Kimse burada Sırplı, Moralı, Bulgar veya Gürcü olarak kalmaz. Ayrıca belirli sınıfların ve bölgelerin insanları devşirilir. Kapadokya yöresi ahalisi inşaat işçiliğinden iyi anladıklarından İstihkâm sınıfı diyebileceğimiz mimarî sınıfı bunlardan devşirilir. Eğer devşirilen çocuk etnik grubunu hatırlıyor, biliyor ve devam ettiriyorsa da bu mesele edilmez.[6]Vezirlerimizden Hıristiyan bir Arnavut olan Ayas paşa çevresini tanımıştır. Devşirme müessesesi için şu husus bilinmelidir: Bu bir dönemdir ve XVII. asrın ortalarında biter.
        Osmanlı ilerleyişi nasıl bir süreçtir? Bu, çağdaş tarihçiler için büyük bir meseledir. Bu konuyu, batı tarihçiliği de halletmiş değildir. Bunun elbette bir sebebi de, yakın ve yaşayan bir tarih olmasıdır. Tarih kesintiye uğramaz; bir sonraki kuşağın hayatında devam eder.
        Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı’daki ilerlemesi üç safhada olmuştur. Birinci safhada anavatanımız kurulmuştur. Sultan II. Murat’ın II. Kosova Savaşı’ndan ve Kosova’daki başarısından sonra Osmanlı Devleti artık yıkılmaz bir imparatorluktur. Türklerin Avrupa’daki hâkimiyetinin çözülüşü açısından, hiç şüphesiz ki II. Viyana Kuşatması sonrası dönem, önemli bir başlangıç noktasıdır. Nihayet XIX. yüzyılın sonundan itibaren, bilhassa Rumeli’deki vatan topraklarının kaybıyla, Türk İmparatorluğu’nun parçalanması süreci başlamış, bu durum gittikçe belirginleştirmiştir.
        Haçlı seferlerinin arkasındaki en hırslı amacı, Akdeniz’in en parlak ve zengin kenti olan İstanbul’dur. Yani Haçlılar Hıristiyan kardeşlerinin başkentine göz diker. En trajik ve utanç vericisi dördüncü Haçlı seferidir. 1204 yılının 12 Nisan’ından itibaren 50 yılı aşan bir süre karanlık bir dönemdir. Şehirde yağmalanmadık eski eser kalmadı, insanların ırzı çiğnendi, kadınlar ve çocuklar öldürülüp sokaklara yığıldı. O gün Doğu medeniyetinin en önemli parçası olan Ayasofya gibi bir mabet bile yağmadan nasibini aldı. İstanbul’dan Batı’ya mukaddes emanetler ve heykeller taşındı. Venedik San Marco Meydanı’ndaki dörtlü tunç heykeller, o günkü yağmada çalınan sanat eserlerindendir. Bu seferle Ortodoks elit şehirden atıldı. İmparator ailesinden Komnenoslar[7], Trabzon’a sığındılar. Bu seferlerde Haçlıların Müslümanlarla ilişkileri kötü olduğu gibi, Hıristiyanlarla da iyi geçinmemişlerdir. Haçlıların geçinebildikleri tek Hıristiyan grup, Lübnan’da yaşayan ve o tarihte Katolik inancına bağlı olmayan Marunîlerdir. Bu yüzden Marunîler Doğu Hıristiyanlarının nefretini kazanmışlardır. Bilindiği üzere bir müddet sonra Lübnan Marunîleri Bat kilisesine tabi olmuştur. Ortodoks dünyasında, Rusya’da ve bu yıkıma maruz kalan Helen dünyasında Haçlılık ve Katolisizm, cahil halka kadar inen bir batı nefreti yaratmıştır. Mesela Yunanlılar, hâlen bu dünyaya soğuk bakarlar. Yunanlı vatandaş ve din adamı, Batı kilisesine karşı şüpheler besler. Bu durum Rusya’da ve Slavlar arasında daha da yaygındır.
        Haçlıların Bizans’a saldırmasından sonra Doğu Ortodoks dünyası artık Batı dünyasına iyi bakmaz. Neticede 1430’ların sonunda toplanan Floransa Konsili’nde Ortodoks âlemini temsil eden Bessarion, birleşmeyi savunur. Fakat Doğulular burada alınan kararı tanımazlar. Çünkü onlar için Katolik; “gaddar, kan içici, barbar” insan demektir. İstanbul’daki ruhbanların ve aristokratların büyük çoğunluğu “Bunlarla mı birleşeceğiz? Biz burada Kardinal mitrası görmektense Türk sarığını tercih ederiz. Bu Batılılar mı bize ekmek vereceklermiş? Onların vereceği ekmektense Türk kılıcı evladır” diyerek karşı çıkarlar. İşte Türkler bu durumdan istifade etmeyi bilmişlerdir. Osmanlı, Katoliklere karşı Ortodoksları himayesine almış, Ermenilerden yana tavır izlemiştir. Fatih’in ilk yaptığı iş, İstanbul’da bir Ermeni Patrikliği ihdas etmek olmuştur. Bundan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilerin ruhanî lideri, ama bilhassa milletbaşı (etnark) İstanbul Ermeni Patriği olmuştur. Avrupa tarihinin en bilge hükümdarı Fatih, Ghennadius’u çağırıp, büyük bir tören ve iltifatla kendisini Roma-Ortodoks Patriği olarak tayin eder. Bütün Ortodoks milletler ve topluluklar kendisine tabi olacaktır.  Bu döneme biz hukuk tarihinde Türk idaresi dönemi (Turkokratia) diyoruz. Kısacası, Türk İmparatorluğu’nun varlığı sebebiyle, İtalya merkezli Roma-Katolik kilisesi ile Ortodoks kilisesinin birleşme ihtimali ortadan kalkmıştır. Bab-ı Âli, din adamlarının ve kilisenin başını tayin ederken, mahallî çevrelerin ve grupların taleplerini dikkate alırdı; aziller konusunda da itirazları göz ardı etmezdi.
        Haçlılık, Müslümanlığın yediği son darbedir ve buradan sonra, Ortadoğu’da yeni bir kuvvet olan Türkler, Haçlı Seferleri’nin yarattığı dağıtıcı ve bozguncu havayı düzeltmek için yeni bir fütuhata ve direnişe geçeceklerdir. XIII. asırdan sonra bütün Ortadoğu’da bir Türk ağırlığı hissedilmeye başlanmıştır. Daha sonra, XV. asırda Granada düşer ve Kurtuba elden çıkar. Bu, Endülüs’teki Müslüman hâkimiyetinin sona ermesi anlamına gelir ki üç dine de mensup insanın birlikte yaşayıp üretebildiği Endülüs’ün elden çıkması, beşeriyetin ortak tarihi bakımından büyük bir kayıptır.
        Osmanlı İmparatorluğunun doğuya doğru ilerlemesinde çok önemli bir rol oynayan iki savaştan biri olan Otlukbeli savaşında, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ı yenen Fatih Sultan Mehmed, Doğu Anadolu bölgesinin bugüne kadar uzanan kaderini çizmiştir. Otlukbeli, iki Türkmen devleti arasında geçmiş bir kavgadır. Ancak hiçbiri Osmanlı’nın karşısında duramamıştır ki bu önemlidir. Memluklular karşısındaki zaferler de aynı şekilde açıklanır.
        Memluk devleti ve askerî yapısı yabana atılmamalıdır. Çünkü Hulagu’nun kan içici fakat ok gibi ordularını, Moğolları durduranlar memluklulardır. Böyle savaşçı bir geleneği olan, Çerkez ve Türk asıllı idarenin hükmettiği bir Mısır devletini, Yavuz Sultan Selim Ridaniye’de ve Mercidabık’ta nasıl ortadan kaldırıyor? Doğrudan doğruya üstün askerî bir teknoloji ile… Unutmayalım ki, Birinci Cihan Harbi’nin çetin günlerinde romantik Kanal Seferi’ne çıkan Cemal Paşa, Sina Çölü’nü, Yavuz Sultan Selim kadar kolay ve kayıpsız geçemedi, çok kayıp verdi. Mevsimi ayarlayamadı; kum fırtınası zamanıydı ve kum gözlükleri olmadığı için askerlerimizin bir kısmı kör oldu, susuzluk çekti. Mısır Seferi, Osmanlı askerî teknolojisinin ama bunun yanında çevre bilgisinin de gelişmişliğini göstermektedir. İran-Osmanlı çatışması, bizim bugünkü İran-Türk gerilimine benzemez. Zira iki tarafta da Türkler yer almaktadır. İran’ı idare edenler, Türkmen Oğuzlardır. Anadolu’ya ve Suriye’ye hükmeden kuvvet, İran’la çatışmak zorundadır. Şah İsmail Türk edebiyatının hürmet edilecek büyüklerinden biridir. Aruz vezniyle tertemiz şiirler yazmıştır. Yavuz Sultan Selim’in şairliğindeyse böyle bir kaygı yoktur. O, İran kültürüyle yetişmiş bir Türk hükümdarı olarak Farsçayı çok sevmektedir. Divanı da öyledir.
        Osmanlı Suriyesi; Filistin’i, Lübnan’ı, Antakya’yı ve Şam’ı içerir. Roma devrinde Antakya, bundan kopuk bir parçadır. Bugün olduğu gibi, Araplar diğer kısımlara “Bilad’uş Şam” derler. Şam demek, sadece Şam vilayeti değildir; Halep dışarıda olmak şartıyla bütün Suriye’dir. Antep ve Urfa, Halep’in ayrılmaz parçalarıdırlar. Nitekim Osmanlı döneminde de, daha önceki imparatorluklar zamanında da Halep ile bu kısım bitişiktir. Bu bölgelerin etnik yapısı çok farklıdır. Tipik Suriye’yi Lübnan ile ve Ürdün’ün bir kısmıyla düşünmek gerekir, bu ayrı bir bölgedir. Bu bölgeler, Türkmenlerin yönetiminin hâkim olduğu bir bölge olup Araplaşma faaliyeti tamamlanamamıştır. Bugünkü Arap siyasî coğrafyası, bu tarihin kültürel realitelerine pek uymaz. Bu sınırlar cetvelle çizilmiş bir yapı söz konusudur. Birinci Cihan Harbi’ne girmeseydik, bu bölgeler daha bir süre bizde kalacaktı. Çünkü Balkanlar’ın aksine, buradaki ulusçuluk o derece örgütlü ve silahlı değildi. Çok ilginçtir, bu bölgeler, merkezi hükümetin politikalarıyla, iktisadî, siyasî, içtimaî sistemleriyle Balkanlar kadar iç içe olmamıştır. Ancak kanuni Sultan Süleyman devrinde ve sonraki asırlarda, burada bir Osmanlı mimarisi görülmeye başlar. Bunu bilmekte fayda vardır.
        Kanuni devrinden niye İmparatorluk diye bahsediyoruz? Çünkü onun devrinde imparatorluğun vasıfları görülür. Kanuni devrinde bütün bir mimari tek elden çıkmış gibidir. Sadece askerleriyle ve kanunlarıyla değil, mimarisi ve sanatıyla da karşımızda bir Osmanlılık vardır. Bu Karlofça’ya kadar devam eder. Tarihi, antlaşmalarla ve harplerle belirleyip bölümlemek, her zaman isabetli değildir. Ama tarihçimiz için bir dönüm noktasıdır diyebiliriz. Osmanlı, hukukî açıdan, uluslararası ilişkiler açısından kendini değiştirir, romanist bir sistem içine girer. Uluslararası alanda devletler sistemine ve Grotius hukuku’na geçmektedir artık. Bu ne Hıristiyan hukuk anlayışıdır ne de Müslüman… Klasik Roma hukuk anlayışının ürünüdür.
        Osmanlı Devleti, Balkanlar’da fethettiği yerlerde köylülerin ve şehirli esnafın vergilerini azalttı. Öncelerde Balkanlar’da bu anlamda bir gelişme yoktu. Osmanlı’nın geçişinden sonra nehirlerin üzerine köprüler[8] yapıldı. Yollara önem verildi. Bu yollar sebebiyle Balkanlar’da ticarette, ziraat ve hayvancılık ürünlerinde gelişme meydana geldi. Bu çok önemli bir şeydir.[9]Anadolu’nun geri kalmasına sebep olsa da, geçen asırlar içerisinde Rumeli’ye daha fazla yatırım yapılmıştır. Bu, XIX. Asırda Balkanlar’daki toprak kaybına kadar böyle devam etmiştir ki bu devir Sultan II. Abdülhamit dönemine rastlar.
        Roma döneminde, Balkanlar’da en önemli alt yapı, Arnavutluk kıyısındaki şehirlerden Selanik’e uzanan kara yoludur. Bu, Romalıların bulduğu esaslı bir çözümdür. Bu sayede, Balkanlar’da, deniz yolunun kuzeyinde kalan kara yolundan ulaşım ve asayiş birlikte sağlanmaktadır. Osmanlı işte bu yolu Edirne üzerinden, Tekirdağ yolundan İstanbul’a kadar getirmiştir. İkinci bir kol ise Balkanlar’dan geçmekte, Makedonya’yı içermektedir. Bu sağ ve sol kollar askerî yollardır.
        Balkanlar’dan Orta Avrupa’ya kadar iktisadî ve idarî bir sistemin kurulması işte bu sayede sağlanabilmiştir. Aynı şey Anadolu için de söz konusudur. Orta Anadolu’dan geçen yollar, bir yandan Doğu Anadolu’dan Tebriz’e, öbür taraftan Haleb, Şam ve Arabistan’a doğru uzanmaktadır.
        Balkan tarihi mevzuu epey sorunludur. Taraflar objektif değildir, kaynaklar kıttır ve bilimsel verilerin incelenmesinden çok, büyük ölçüde spekülâsyonlara dayanır. Başta, yanlış çizilmiş haritalar tarihçileri yanlış yorumlara götürebilmektedir.
        Osmanlılık, Katolisizm karşısında gerileyen Ortodoksluğun desteklenmesidir; Sırplar karşısında eriyip dağlara çekilen Arnavut’ların desteklenmesi ve tekrar Kosova’ya yerleştirilmesi demektir.
        Osmanlılık, vergi ve angaryayla ezilen köylülerin bir dönem için rahat bırakılması demektir.
        Osmanlılık, büyük feodallerin Balkanlar’da ortadan kaldırılıp, küçük feodallerin toplumla bütünleşmesine fırsat tanınması demektir.
        Osmanlılık, İtalyan şehirlerinin kendi aralarındaki Doğu Akdeniz rekabetinden istifade etmektir.
        Osmanlılık, değişik dinlere ve dillere fırsat verilip, bunların birbirine karşı kullanılması demektir.
        İşte bunlar Osmanlı’nın ilerlemesinde çok önemli unsurlar olmuştur.
        Osmanlıların Balkanlar’daki hâkimiyeti yaklaşık beş asra tekabül eder. Osmanlı ve Türklük, 1354’te Edirne’nin alınmasıyla, Rumeli’ye adım atmıştır. Rumeli bundan sonra bir vatan olarak inkişaf etmeye başlamıştır. Selanik iki kere fethedilmiştir. 1912 kışının tatsız bir gününde de bütünüyle Yunan ordularına terk edilmiştir. Şimdi Selanik, Yunanistan’ın bir parçasıdır. Oysa Selanik Yunanlı değildi. Orada Helen unsur, en az olanıydı; hâkim unsur Yahudilerdi.[10] 1912’de Selaniğe giren Yunanlılar önce Yahudi mahallesinde etnik temizliğe başlamışlardır. Rumeli’den çekilme de bize ağır bir bedel ödetmiştir. Bu bakımdan Osmanlı inkişafının tarihini çok iyi bilmek zorundayız. “Nasıl bir coğrafyaya adım attık ve o coğrafyadan nasıl çekildik?” sorusunun cevabı önemli. Çünkü Rumeli hâkimiyeti, Türk tarihinin en çok çarpıtılan kısmıdır. Bunun için Türkler Balkan dillerini, Bizans ve Slav tarihini, bu kültürlerin ve Ortodoks Kilisesi’nin tarihini çok iyi bilmek durumundadırlar. Zira ilk kez, Balkanlarda iki ayrı medeniyet, Doğu ile Batı bir araya gelmiştir. Tarihte belki de bu ilktir.
        Toparlarsak; Balkanlar’daki hâkimiyetimiz, Ortadoğu’daki hâkimiyetimizden daha uzun ömürlü olmuştur. İkincisi, Osmanlı hâkimiyetinin yapısı ve bünyesi Balkanlar’da daha kuvvetlidir. Mesela Osmanlı, Arap ülkelerinin birçoğunda, merkezî idarenin unsurlarını o kadar kuvvetle yerleştirememiştir. Buna karşılık Bulgaristan’da, Makedonya’da, Trakya’da, hatta Orta Yunanistan’da Osmanlı hâkimiyeti çok tipiktir; idarî yapının bütün unsurlarını içermektedir. Bu yüzdendir ki Balkanlar’da Osmanlılığın izleri silinemiyor. Bunun için, çok daha uzun bir zaman vandalca gayretler gerekiyor. Gerçi bu kısmen yapılmaktadır.
        Türk Devleti, XII. asırdan beri sistem dışı dinî hareketler         e son derece kuşkuyla bakmaktadır. Çünkü burada devlet hayatı ön plandadır. Mesela Hurufîler… Ne zaman ki devletin içine sızmaya başlamışlardır, işte o zaman Sadrazam Mahmut Paşa buna dayanamamış, Hurufîleri toplayıp yakmıştır. Bu ceza da İslam’dan hareketle verilmemiş, büyücü olarak değerlendirilip cezalandırılmışlardır. Aslında Sadrazam, eski bir Hıristiyan ve ruhban ailesinden gelmektedir. Hurufîlere karşı uyguladığı sert ceza, herhalde buradan ileri gelmektedir. Din bilginleri, Dürzîleri şiddetle İslam’ın dışında bir inanç grubu olarak değerlendiriyorlar. Ancak, aynı şey Yezidîler ve Nusayrîler için söylenemez, zira devletin şiddetine maruz kalmamışlar. Demek ki devlet, reel siyasî duruma karşı gizli bir yapılanma içine girenlere sert davranmıştır. XIX. Yüzyılda ise, devletle problem yaşamış gruplar görmezlikten gelinir. Mesela Ahmet Cevdet Paşa, Anadolu Alevîliği’nden söz etmez. Bu, daha çok, geçmişte yaşanmış bir yarayı, aile içi bir bölünmeyi örtme çabası olarak okunabilir.
        Hilafete ısrarla sahip çıkanlar, XVII. ve XIX. Yüzyıllar arasındaki padişahlardır. Hilafetten maksat, İslam dünyasında bir öncü olarak algılanmaktır ve Hicaz’ın hâkimi olmak gibi bir niyet, hilafeti önemli kılmış ve XVI. asırda yavuz Selim’in seferleriyle bu gerçekleşmiştir. Doğrusu hac işleri, o günün şartları içinde bugünkü Suudilerden çok daha başarılı bir şekilde yürütülmüştür.
        Şark ve Türk tarihinde evlilik yoluyla toprak genişletme bir istisna dışında pek görülmez. Sultan Murad-ı Hüdavendigâr…[11]Diyebiliriz ki Şark devletleri, Avrupa’nın aksine bilhassa Türk-Osmanlı Devleti fütuhatla büyür, evliliklerle değil. Evliliklerle genişlemenin tipik örneği Avusturya’dır. İspanya’dır. Macaristan’dır.
        XVII. yüzyılda Girit’in alınmasıyla ancak Akdeniz’in doğusu bir Türk gölü haline gelmiştir ki bu hâkimiyet, aşağı yukarı XIX. yüzyılın sonuna (son çeyrek) kadar devam etmiştir. Akdeniz adaları korsan deniz üsleriydi; Osmanlı donanmasının yayılmasını ve deniz ticaretini engelliyorlardı. Bunun için, Akdeniz’in Türk gölü haline gelmesi gibi bir hüküm üzerinde ihtiyatla durmalıyız. Bu Akdeniz gölü, bütün Akdeniz anlamına gelmiyor: Malta, Sicilya, Korsika gibi üsler hiçbir zaman elimizde olmadı.
        XVI. yüzyıl boyunca Avrupa, muntazam daimî ordulara sahip değildir. Avrupa’nın son muntazam daimî ordusu Macar Krallığı’nındır.[12] Ağustos 1526’da Mohaç Meydan Muharebesi’nde, bu devlet ve ordu ortadan kalkmıştır. Mukaddes Roma Germen tacını giyen o büyük Macaristan bir anda yok olmuş yerini Türkler almıştır. Macar tacının üzerinde hak iddia eden Avusturya Büyük Dukalığı ve arkasındaki Alman İmparatorluğu bu konuda Türklerle uzun bir çatışmaya girecektir.
        XVI. yüzyıl boyunca, Orta Avrupa’da hâkim bir kuvvet durumundadır. XVI. yüzyıla geçerken Osmanlı’nın askerî gücü ve teknolojisi henüz üstün durumundadır. Bu hâkimiyeti, ateşli silahları çok iyi kullanan teknolojisiyle gerçekleştirmiştir. Afrika devletleri, o dönemde Osmanlı tarafından yönetildiklerini bile ileri sürmektedirler. Niçin? Çok açıktır. Demek ki İslam dünyası, Türklerin hanedanı ile aynileşmiştir. Bu dönemde Hilafetin Türklere ait olamayacağı Kureyşlilere ait olduğu görüş Arap kaynaklı bir görüştür. Pratikte fazla taraftar bulmamıştır. Çünkü kılıç ve kuvvet Osmanlı’nın elindedir.
        Kanuni sonrası Osmanlı hâlâ üç kıtadadır ve Avrupa devletleri ile ilişkilerde taviz vermeye yanaşmayan bir diplomasiye sahiptir. Osmanlı, Fransa ile Bourbon ve Habsburglu arasındaki kavgayı ustalıkla körüklemektedir. Ayrıca, XVI. yüzyıl Avrupası’nı saran Protestan-Katolik çatışmasında Osmanlı, Protestanlar lehine bir kışkırtıcılık yapmaktadır. Macaristan’ın geniş kısmı olan Erdel’de Lutherci mezhebe hamilik siyaseti izlemektedir. Bu dönemde bloklar arasındaki çatışmayı körüklemek, Osmanlı politikasının şiddetle kullandığı bir tekniktir.
        Osmanlı İmparatorluğu’nu XVI. ve XVII. asır boyunca meşgul eden iki olaydan birisi, Avusturya savaşları; ikincisi de meşhur İran harpleridir. Osmanlı, Sultan III. Mehmet devrinde Tuna’yı aşmış, bugünkü Çekya’nın sınırlarına dayanmıştır. İran harpleri; Osmanlı ordusu için son derece yıpratıcı olmuştur. Çünkü bu savaşlar, çok sorunlu bir coğrafyada cereyan etmiştir. Tarihimizde Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, bilhassa IV. Murat hakikaten zor şartlarda, uzun harpleri, seferleri yürütebilen önemli mareşallerdir. Maalesef bizim tarihimizde, bu hükümdar portreleri yeterince ciddiyetle çizilmiyor. Daha da kötüsü şu: Büyük edebiyatçılar, romancılar bu anlamda tarih çalışmıyorlar. Oysa bu çok önemli tarihî şahsiyetler, edebiyatın o incelmiş diliyle, romanın o derinlikli dünyası içinde verilebilir, tarihî bir şahsiyet olarak portreleri çıkartılabilir. Tarih, tiyatromuz ve sinemamıza yeterince konu olamıyor, istenen derinlikte ve sahihlikte işlenmiyor. Bunun büyük bir eksiklik olduğunu bilmemiz gerekiyor.
        Otuz Yıl Savaşları’ndaki orduların yağmacılığının yaşandığı ortamda, Avrupa’da Türk ilerleyişi daha anlaşılır hale gelir. Çünkü Türk ordusu menzillerinden bir disiplin içinde geçmektedir. Geçtikleri yerleri yağmalamak gibi bir huyları yoktur. Köylüler, Osmanlı ordularının ihtiyaçları için, bir vergi şekli olarak “sürsat” dediğimiz sorumlulukla mal pazarlar. Bunu bölgenin kadınları düzenler. Ayrıca ordunun yanında, bir ordu esnafı takımı yürür; bunlar kayıtlı, defterli, disiplinli ve sorumlu insanlardır. Ordunun disiplini ve konaklayacağı yer bellidir. Güzergâhtaki köprüler ve suyolları tamir edilir. Bizim bugün bilmediğimiz askerî bir teknoloji kullanılır.
        Osmanlı savaş düzeni, padişahın da muharebeye gitmesini öngörüyordu. Padişahın olmadığı yerlerde mutlaka aksaklıklar çıkmıştır. Başkomutanın yetkileri sonsuzdur. Para basma yetkisine bile sahiptirler. Viyana’da taktik ve stratejik hatalar sebebiyle yenilgi kaçınılmaz olmuştur. Başta Osmanlı ordusu geri çekilmeyi (ricat) bilmiyordu. Bunu yani düzenli geri çekilmeyi ancak İstiklal Savaşı yıllarında yapabilmiştir.
        Viyana Kuşatması yıllarında Avusturya, Alman İmparatorluğu’nun bir parçasıdır ve söylendiği gibi bu yüzden tarih boyunca Almanya ile bir dostluğumuz da yoktur. Türk ilerleyişine karşı Avrupa’da propagandist bir edebiyat geliştirilmiştir. Avrupa tarihinde ilk kez el ilanları ve küçük risaleler basılıp dağıtılmıştır. Matbaa, ilk kez Türk ilerlemesine karşı yaygın bir şekilde kullanılmış, adeta kitle iletişim aracına dönüştürülmüştür. “Türkler nasıl çocuk keserler, kadınları nasıl öldürürler, adamları nasıl kesip kızartırlar” gibi uyduruk gravürler kullanılmıştır.
        Anti-Türk edebiyat, Protestanlarda Lutherci bir görüşle başlamıştır. Protestanlar anti-Türklük ve anti-Müslümanlık söylemiyle Katolikleri bastırmışlar; bu üslubun başını da Luther çekmiştir. Unutulmasın ki, Luther anti-semitizmin babasıdır. Luther kadın karşıtı bir din görevlisidir. Almanca konuşulan bölgelerde, müthiş bir anti-Türk edebiyatı yerleşmiş, bir Türk tipi çizilmiştir. XVIII. yüzyıl Avusturya halk resimlerinde görülür. Türk; çok kurnaz, çok zeki, şeytan gibi biridir. İspanyol aslana, İngiliz ve Alman ata, Rus Moskof’u eşeğe, Türk ise tilkiye benzetilir. Daha da ilginci, böyle bir tabloda Türk ile Yunan aynı kişilikte görünürler. Halk kitleleri, Yunan ile Türk’ü ayırt edememektedir. Ortodoks kilisesine atfedilen birtakım unsurlar ve karalamalar Müslümanlık için de söz konusu olmuştur. Müslümanlık Türklük ile bir görülmüştür.
        Viyana Kuşatması, Doğu-Batı arasında onulmaz ayrımlar oluşturmuştur. İşte bu yüzden Batılılaşma konusu son derece zor bir meseledir. Türkiye, Batı karşısında nasıl bir vaziyet alacak, hangi safhalardan geçecek, kültürel değişimini nasıl tamamlayacak? Politik bakımdan bunu nasıl tamamladı? Bu soruların cevaplarını aramalıyız. Batı hukuk sistemine geçiş, aynı dünyada yaşıyor olmanın gerektirdiği uyumluluk şartlarından biridir. Batılı da doğulu da bunu yapmak zorundadır. Özellikle de ticaret bunu gerektirmektedir. Dolayısıyla Osmanlı Batılılaşması kaçınılmaz olmuştur. Bu konuda İslam dünyasının Türkiye’ye karşı geliştirdiği tenkitler asılsızdır, hiçbir geçerliliği yoktur. Türk batılılaşmasını “sömürgeleşme” ve “hainlik” ile yorumlamak ucuz bir yorumdur. Bu şekilde ne yazık ki kitleler, tutarlı bir toplum ve tarih analizinden uzaklaşıyor.
        Bizim topraklarımız, tarih boyunca mültecilerin sığındığı bir yer olmuştur. Macar bağımsızlık hareketinin önderi Ferenc Rakoçi’nin kuvvetleri de bize sığınmıştır, Büyük Petro’dan kaçanlar da. Kars ve Balıkesir civarında Rus köyleri olduğu biliniyor. Batı’dan gelen kadrolar Türkiye’de neler yaptı? Mesela 18 asırdan beri, hasetsen XIX. yüzyılda Macarlar ve 1848 ihtilali esnasında Osmanlı’ya sığınan Polonyalı mülteci kalabalıkların tarihi ayrıntılarıyla incelenmelidir. Mısır Valisi Mehmet Ali paşa’nın oğlu İbrahim Paşa komutasındaki kuvvetlerin Kütahya’ya kadar ilerledikleri zaman Osmanlı kendisine sığınanları geri vermiyor. Sığınmacılar bu fedakârlığı görüyorlar. Bundan olsa gerek, derin bir bağlılık hissi içinde kendilerini bu topraklara adıyorlar ki bunlar, koyu Macar ve Polonya milliyetçileridirler, bunun için Avusturya’ya başkaldırmışlardır. Adeta kendileri için yapılmış fedakârlığı karşılıksız bırakmamak babında Türklük için Müslümanlığı kabul ediyorlar. İşte Osmanlı bu sayede, sayısını bilmediğimiz nitelikli insanlar, modernleşmesinde vazife alacak kalifiye elemanlar bulmuş oluyor. Tesis edilen Macar ve Polonya köyleri modern ziraatı geliştirmiştir. Mesela Mithat Paşa gittiği vilayetlerdeki başarısını bu adamlar borçludur. Bu insanlardan teknisyen olanları, kanalların inşasını idare ediyor, yolları yapıyorlar. Rumeli’den gelen çalışkan ve bilgili muhacir kitleler, demiryolu hattına yerleştirilmekte, Anadolu tahıl ambarı haline gelmektedir. Bu sayede Yunan muharebesinde Türkiye ilk kez kendi ürettiği Anadolu buğdayıyla askerini besleyecektir. Bu sığınmacılar sayesinde Osmanlı birden bir teknotrat sınıfı bulmuştur. Macar ve Polonyalı olan bu insanlar, haritacılıktan topçuluğa, kimyagerlikten ressamlığa kadar Osmanlı cemiyetinin ihtiyacı olan kadroları meydana getirmişlerdir. Bu, Osmanlı için bir talih olmuştur.
        Mültecilerden bir kısmı Müslüman olmuş ama hepsi Osmanlı toplumuna intibak etmişlerdir. Mesela Polonya’dan iltica eden General Jozef Bem, Müslüman olmuş ve Murat Paşa adını almıştır. Generallerden Kosiyevskyi Sefer Paşa adını almıştır. Çok önemli albaylardan biri olan Konstantin Borzecky, Mustafa Celaleddin ismini almıştır ki Nazım Hikmet’in dedesi olan bu zat, sonradan general, yani paşa rütbesiyle Karadağ muharebesinde şehit düşmüştür. İltica etmiş bu insanlar, Osmanlı cemiyetinde yeni bir sınıfın ve yaşam tarzının gelişmesine de ön ayak olmuşlardır. Şair Nigar hanım, Macar Süleyman Paşa’nın kızıdır. Kadınlı-erkekli salon geleneğini geliştirmiştir. Ignacz Kunoş gibi bir Macar Türkolog bile, Nigar Hanım’ın bu yöndeki rolünü ortaya koymaktadır. Medreseden gelme Ahmet Cevdet Paşa’nın kızları –en başta Fatma Aliye Hanım- tıpkı Nigar hanım gibi edebî ve ilmî faaliyetlerin içinde olmuşlardır.
        Türk Batılılaşmasının özelliği, ordunun ve sivil bürokrasinin etrafında gelişmiş olmasıdır. Batılılaşmaya gönüllü girişmiş sivil ve askerî bürokrasi bu süreci temellendirmiştir. Bu mevzuda bize benzeyen iki ülke daha vardır: Uzakdoğu’daki Japonya ve yanı başımızdaki Rusya.
        XVIII. asırdasınız, ordularınız Avusturyalılarla ve Ruslarla kavga ediyor, karşınızdaki ordular modern dönemin kışlalarına, bitişik harp nizamına, topçuluğuna ve mühendisliğine sahip. Bunlarla baş etmeniz ancak bir şekilde mümkün: O ordulardaki mühendisliği, tıp ve cerrahlığı, veterinerliği benimsemeniz yoluyla. O dönemde Osmanlı’da tıp okulu olmasa da tıp ekolü vardır. Mühendislik ise zaten okullaşmıştır. Okullaşan mühendislikle birlikte matematik, trigonometri, sonra fizik kuralları, kimya ve yabancı dil, yabancı dilde okunan eserler ve arkasından aileye yabancı eğitmenler gelmiştir.
        Görülüyor ki XIX. yüzyıl Türk batılılaşması, dışardan, sonradan kendini Türkleştiren bir unsurdan yardım görüyor. Bu önemli bir unsurdur. İkinci unsur; memleket içindeki gayrimüslim cemaatlerin ve milletlerin durumudur. Osmanlı ülkesinde milliyetçilik, çok yönlü, çok düşmanlı, çok çatışmalı olarak devam edecek ve yüz yıl geçmeden bütün ülke bir yangın yerine dönecektir. Yangının, bugün bile söndüğünü iddia etmek kolay değildir. Bu yüzyılda medreseleri iyi değerlendiremedik. Bu kurum gerilemiş ve yerinde sayıyor olsa da orta çağlardan kalma bir geleneğe sahipti. Mesela iyi bir filoloji ve mantık eğitimi veriyordu ki bunun temeli Eski Yunan felsefesine, mantığına dayanıyordu. Ortaçağların Doğusu’nda filolojik metotlar, gramer ve metin tetkikleri son derece gelişmişti. Batılılaşma ile birlikte bu damar epey hasar gördü. Batılılığımızın ve Batı eğitimimizin en büyük zaaf noktası buradadır. Ne Batılılaşmayı savunanlar medreselerin bu tarafını gördüler, ne de medreseler Batı’daki gelişmelerden haberdar oldular. Batıcılar ve medreseliler birbirlerini gırtlaklayarak yollarına devam ettiler. Bu konuda başka türlü duranlar da vardır. Mesela Elmalılı Hamdi (YAZIR) gibi bir ilahiyatçımız bu şekilde Batı dilini öğrenir, Batı tipi bir felsefî yöntemi takip etmeye kalkar ve Kur’an tefsirinde[13] dirayet tefsiri dediğimiz çok etkili yöntemi geliştirir.
        Osmanlı modernleşmesi, sadece Türklerin tarihi açısından değil, bütün dünya tarihi için özgün bir olaydır. Çağdaş Türk aydını, Tanzimat aydınıyla aynı gruptandır. Bugünün Türkçesi, esas itibariyle Tanzimat döneminde oturmuştur. Bürokrat ve edipler sade Türkçe ile yazmaya başlamışlardır. Zira onlar da bugünkü aydınların tartıştığı meseleleri tartışıyorlar; geleneği veya modernleşmeyi savunuyorlardı. Dolayısıyla onları okumak ve bilmek zorundayız.
        Osmanlı’nın klasik yönetim şeması askerî bir hiyerarşiye sahiptir. Beylerbeyi, vilayetlerin başıdır. Merkezde ve sarayda birtakım görevler yine böyle askerî bir hiyerarşi içindedir. Fakat aynı zamanda sadaretin, defterdarlığın, hatta askerî kurumların içinde medreseden gelme insanlar bulunmaktadır. Bu çok enteresan bir yapıdır. 12–13 yaşlarında mahalle mektebinde okuma ve yazmayı söken bir çocuk, doğrudan kaleme çırak olabilmektedir. Böylelikle zeki çocukların, çok genç yaşta devlet memuru olarak yetiştirilmesine başlanmaktadır. Çoğu zaman bu çocuklar fakir bir ailenin içinden gelirler ve tahsillerine ancak bu sayede devam edebilmektedir. Nitekim 1860’ta Tanzimat’ın zeki ve akil adamları Mekteb-i Sultani’yi, bugünkü Galatasaray Lisesi’ni kurdular. Böylelikle Fransızca eğitimin en iyisine, Türkçe de ihmal edilmeden devam edildi.
        XIX. yüzyılda mühendislik okulları, ziraat mektepleri, kız çocukları için mektepler açılmıştır, bugünkü düzeyimizi onlara borçluyuz. O günlerde Türk toplumu kendini yeniliyor ve geliştiriyor, Avrupa ile ticaretini artırıyor. Şark ile de ticaret yapılıyor. Mesela Osmanlı-İran ticaretine bakıldığında, Osmanlı payının daha yüksek olduğu görülecektir. Ordudaki merkeziyetçilik, bir nevi sanayi merkantilizmini meydana getiriyor. Ordunun ihtiyacına yönelik dallarda sanayi inkişaf ediyor. Türkiye sanayinin ve teknolojik bilgisinin esasını teşkil eden askerî fabrikalar; cam, porselen ve kumaş fabrikaları; mesela Safranbolu’da dericilik, birtakım yerlerdeki baruthaneler bu sayede inkişaf ediyor.
        XIX. yüzyıl sanayi ve ekonomisinin en önemli zaaf noktalarından biri, tarıma dayalı olmamasıdır. Arazilerin mülkiyetinin düzenlenmesi ancak 1858 tarihli Arazi Kanunnamesi ile sağlanıyor. Ziraî üretimle sınaî üretim ve planlama at başı gitmemektedir. Ziraata dönük sadece alkol üreticiliği gibi bazı imalathaneler vardır.
        XIX. yüzyılda Sultan Abdülhamit dönemine kadar Osmanlı Devleti’nin henüz merkezî bütçesi yoktur. Bu yüzdendir ki reformlar sürekli yavaşlamış, idareye bile yansımıştır. İflas eden maliye ve kurulan Düyun-ı Umumiye[14]neticesinde, maliye teşkilatı yeniden düzenlenmiştir. Bütün bunlar, modern maliyemizi teşkilatlandıracak bilgileri Düyun-ı Umumiye’de edinen Mehmet Cavid Bey gibi bir seçkin maliyeciyi ortaya çıkarmıştır. İşte bakın: II. Mahmut memurların derecelerini tespit ediyor; orduda, mülkiyede, yani sivil idarede ve ilmiyede bunları birbirine eşitliyor. Fakat maliye henüz bunlara standart maaşlar vermeyi bilmiyor, çünkü maaş verecek durumda değil. Bu iş 100 sene sonrasına, yani II. Meşrutiyet’e kalıyor, Mehmed Cavid Bey Maliye Nazırı oluyor ve bu işi düzenliyor.
        Türkiye’nin XIX. yüzyıldaki Batılılaşması; Rusya’da olduğu gibi, kavgası yapılmamış, teorisi ve ideolojisi kurulmamış bir harekettir. İş ne zaman ki gündelik yaşamımızı düzenlemeye gelmiştir, işte o vakit dananın kuyruğu kopmuştur. Batıcısı, İslamcısı ve milliyetçisi, bir kör dövüşün içinde birbirlerine girmiştir.  Bu da Türk Batılılaşmasının kendine has tarafıdır.
        Bu yüzyılda edebiyat başlamış, romanlar yazılmıştır. İlginçtir, ilk romanı ve ilk oyunu bir Arnavut milliyetçisi (aynı zamanda Türk milliyetçisi) olan Şemsettin Sami (Fraşeri) yazmıştır. Şemsettin Sami Bey, hem de Arnavutçaya hizmet etmiştir. Neticede bir Osmanlı kültürü, Osmanlı kültür adamı ortaya çıkmıştır. Çok dilli bir matbuat dünyası, okuyucu kitlesi doğmuştur. Ahmet Mithat Efendi; “İstanbul insanı sokakta üç dil öğrenir.” diyor.
        Osmanlı’da siyasi muhalefet; kahve ve hamam dedikodularından, yeniçeri ve ulema sohbetlerinden çıkmıştır. Muhalefet ve particilik, bir tür komitacılık faaliyeti olarak başlamıştır. Maalesef particilik, dayatmacı bir zihniyete “Ben olmazsam olmaz. Tek doğru benim” anlayışına dayanmaktadır. Bunun için Türk demokrasisi, XIX. yüzyılda ve XX. yüzyıl başlarında iyi bir başlangıç yapmamış, o dönemden beri hırçın bir gelenek teşekkül etmiştir.
        İmparatorluk, reformlarını, kendi klasik imparatorluk anlayışına göre yapmaktadır. Bugünün tarihçisi bunu anlamıyor. Avrupa tarihçisi ise hiç anlamıyor. Onların Türkiye tasviri herhangi bir Avrupa ülkesine benzemektedir. Oysa bu yanlıştır, oradaki Katolik Alman, Hırvat, Çek ve Macar aralarında çatışırdı. Buna karşı Osmanlı memalikinde Müslüman etnik unsurlar arasında böyle çekişme görülmezdi. İşte bu nedenle yorumlarda metodik bir yanlışlık yapılmaktadır.
        XIV, XV, XVI. asır boyunca kilise, Türklere aleyhinde yoğun bir propaganda yapmıştır. Türkler için korkunç hikâyeler anlatılmıştır. Bunlar matbaa ve tiyatro kanalıyla yayılmıştır. Bugün de benzer önyargılar belli kalıntılarla devam etmektedir. Bu yüzden, Batılı kaynakları da ustalıkla kullanarak Türk tarihini yeniden yorumlamak gerekmektedir.
        Topraklarımızı, Osmanlı Devleti’ni ve onun selefi Selçuki İmparatorluğu’nu, daha çok yabancı seyyahların yazdıklarından öğreniyoruz. Bu seyahat notları önemli kaynaklardandır. Seyyahların 1135’ten itibaren sistematik olarak devam eden, Türkiye’ye dair raporlarını bugün Vatikan arşivlerinde bulmak mümkündür. Venedik ve Cenova arşivleri de, bu gibi bilgileri içermektedir. Sadece XIX. yüzyılda, Osmanlı coğrafyasına yapılan gezilerle ilgili seyahatnamelerin adedi 5000’i geçmektedir. Türkiye üzerine en eski Fransızca-Almanca seyahatnameler, Osmanlı öncesine kadar uzanmaktadır.[15] Şark’ın seyyahlarına gelirsek, Evliya çelebi Seyahatnamesi önemli bir Türkoloji kaynağıdır. Çelebi’nin yazdıkları, incelemekle bitmeyecek bir coğrafya ve kültür kaynağıdır. Evliye Çelebi gibisi daha evvel ve daha sonra ne bizde çıkmıştır ne de Avrupa’da…
O günün hayatı içinde konuşulan dilleri, lehçeleri kaydetmiş gibidir. Çoktan kaybolup gitmiş Kafkas dillerinin bazı izleriyle onun seyahatnamelerinde karşılaşılabilir. Bu yüzden Kafkasyalılar için vazgeçilmez bir kaynak haline gelmiştir. XX. yüzyılın Türk seyyahı ki başlarında Falih Rıfkı Atay gelir, dış dünyaya nasıl bakmıştır? Balkanlar’a, komünist Rusya’ya, faşist İtalya’ya ve o zamanki Britanya Hindistan’ına…
        Bu bakımdan seyahatnamelerin derhal Türkçeye çevrilmesi, çeviri yoluyla kazanılması gerekmektedir. Oysa bizler bunu yapmak bir yana seyahatname yazan, hem de iyisini yazan kendi ecdadımızınkini eski harflerden yenisine aktaramadık. Osmanlı Türklerinin muhteşem tarihi, Avrupa Tarihi’nin oluşumunda vazgeçilmez bir parçadır. Avrupa milletlerinin %80’i bugün Osmanlı tarihini ciddi bir şekilde etüt etmektedir. Bütün Balkanlar ve Orta Avrupa ülkeleri için böyle olduğu gibi, doğrudan Osmanlı hâkimiyetine girmemiş komşu ülkeler için de böyledir. Mesela Avusturya, İtalya ve Polonya da bu tarihin bir parçasıdır. Çünkü tarihleri boyunca, bütün askerî ve dış politikaları ve medeniyetleri bununla temas edip şekillenmiştir. Durum böyleyken, başkaları Osmanlı tarihini sağlıklı bir şekilde okurken, biz bunu yapmamakta, kendi tarihimizi çalışmamaktayız. Bizde iyi bir Osmanlı tarihi yazılmamış, büyük sentezler ortaya konulmamıştır. Bunun yanında, halka indirgenmiş, vülgarize edilmiş bir tarih yazımı da yoktur. Mesela okul kitaplarındaki tarih, ihtiyacı karşılamaktan uzaktır. Oysa keyfiyet bütün uluslar için geçerlidir; tarih ancak okullarda öğrenilebilir. İtiraf etmeliyim, 12 ciltlik Tarih-i Cevdet[16] bugünkü Türkçe Latin harflerine doğru dürüst çevrilememiştir. Yüz sene evvel hayatımızın içinde olan bir dil ile yazılmış bu eseri bugün anlayamıyoruz. Bu çeviriyi yapacak bir yazarımız yok. Fuat KÖPRÜLÜ’yü bile okuyamıyor, dolayısıyla tanımıyoruz. Tamamen yeni harflerle yazmış Ömer Lütfi BARKAN’ı bile tam anlamıyla bilmiyoruz. Halbuki bunlar, üslupları ve metotları itibarıyla modern Türk tarihçiliğinin öncüleridir.
        Türkiye’de ihtisas müzeleri teşkil ettirilmesi son derece önemlidir. Artık elimize geçmiş bulunan, ama aşırı yük sebebiyle Topkapı Sarayı gibi bir yerde teşhir edemeyeceğimiz, Ayvazovskiler’i ve Picassolar’ı koyabileceğimiz bir millî müzeye ihtiyaç vardır. Louvre ve British Museum gibi veya Hermitage Müzesi gibi bir müzemiz yoktur henüz. Bu bir eksikliktir. Bu eksiklik derhal giderilmeli, ihtiyacımız olan müzeler kurulmalıdır.
        Türkler tarih yapan uluslardan biridir. Yerkürede Türklerin adının geçmediği hemen hemen hiçbir kompartıman yoktur. Almanya, Fransa, İspanya, özellikle Orta Avrupa, Rusya ve Ortadoğu tarihini Türksüz okumak mümkün değildir. Türkler hakkında; Çince, Hintçe ve Pahlavi denen eski İran kaynaklarında bilgi vardır. Filoloji ve tarih alanında ortaya konulan düşük icraat ise, Türk milletinin büyük noksanlarından biridir. Tarih yapımında bu kadar aktif olan bir ulus, tarihçilik alanında emeklemektedir. Biz bazılarının telkin ettiği gibi bir mutluluk ve ilerleme safhasından geçmiyoruz. Mücadelenin en derin, yaralı ve sıkıntılı safhasından geçiyoruz. Bunun üstesinden nasıl geleceğimiz konusu beşer tarihinin en önemli meselesidir. Bütün ahlakî sorunlarımız ve toplumsal tahlillerimiz bu eksenin etrafında toplanmaktadır.


[1] Sinoloji; yaklaşık 300 yıllık, bir geçmişe sahip ÇİN Uygarlığını, dili, kültürü, dünü ve bugünüyle araştıran bilim dalıdır. Dünyada Sinoloji araştır-malarının tarihi 16. yüzyıla kadar uzanır. Ülkemizde ise Çin kültürü üzerine araştırmalar Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren başlar. 1935’te kurulan DTCF’nin ilk kürsülerinden biri de Sinoloji’dir. Ardlarında pek fazla yazılı metin bırakmamış İç Asya Türklerinin Tarihi, onların komşuları olan Çin-lilerin tuttuğu kayıtlarda bulunmaktadır. Hunlar, Uygurlar, Göktürkler gibi Türk kavimlerinden bahseden kısımlar bu kaynaklarda bolca bulunur.
[2]Anatolia, bilindiği gibi Yunancada “doğu” demektir.
[3]Rumeli, Roma ülkesi anlamına gelen bir isimlemeydi.
[4]Bize göre niye Güneydoğu Avrupa olsun ki?
[5] Mesela bugün Tunus’ta Milli Kütüphane olan eski kışladaki odaların üstüne “odabaşı” olan zabitlerin lakapları kazınmıştır. Gelenlerin nereli olduğunu ve köklerini buradan öğreniyoruz.
[6]Mesela Vezir-i Azam Sokullu Mehmet Paşa, ailesiyle irtibat kurmuş, kardeşini bir ara Sırp Patriği yaptırmıştır.
[7] Uzun Hasan, bilindiği gibi Trabzon Komnenos hanedanının torunudur. Bizans İmparatorluğu ailesinin, dolayısıyla Gürcü hükümdarlarının kanını taşır. Bu soy, ilerde Şah İsmail’in şahsında etkisini gösterecektir. Şah İsmail, Uzun Hasan ile Erdebilli Şeyhlerin çocuğudur.
[8]Ivo Andriç, “Drina Köprüsü” [Na Drina Cuprija] adlı romanında bunu veciz bir şekilde anlatır.
[9]Ünlü Bulgar tarihçisi Nikolai Todorov, “Balkan Şehri” [Balkanski Gorod] isimli eserinde bunu çok iyi ifade etmektedir.
[10]Bilindiği gibi Osmanlı, İspanya’dan ve Avrupa’nın muhtelif yerlerinden göç eden Yahudi nüfusu Selanik’e yerleştirmiştir.
[11] Sultan Murad, çok akıllı bir politika güder ve Germiyan hükümdarının kızı Devlet Şah Hatun’u oğlu I.Beyazid’e nikâhlatır. Böylece Germiyan Beyliği Osmanlı’ya çeyiz olarak gelir. Bu; Kütahya’nın merkez olduğu, Simav, Emet, tavşanlı gibi civar kazaları içeren geniş ve verimli bir toprak parçasıdır. Fatih Sultan Mehmet, iki kuşak sonrası itibariyle, bu evlilikten dünyaya geliyor ki Osmanlı tarihi açısından bu çok önemlidir. Diyebiliriz ki Osmanlı hanedanına, devlet Şah Hatun ile Yıldırım Beyazid Han, annelik yapmaktadır.
[12]Bunlara “karakartallar” denirdi ki Macar varidatını, hazinesinin kökünü kurutan bir ordudur.
[13]Bu tefsir Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından yaptırılmıştır.
[14]Osmanlı Borçlar İdaresi
[15] Hatta Hans Schiltberger, eserinde Tatarca, yani Kırım Kazan Çağatay Türkçesiyle dualar kaydetmiştir. Bu çok enteresan bir olgudur. Demek ki misyonerler daha o zamandan Türk halklarına yönelik propaganda metinlerini bu halkların kendi dillerinde hazırlamaktadırlar. Bu Vatikan’ın tarihi ve dünyevi konumunun gücünü gösterir.
[16]Ahmet Cevdet Paşa; XIX. asır Türk iyesi’nin, Türk edebiyatı ve hukukçuluğunun dehası ve bizim ilk büyük tarihçimizdir.

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Osmanlı’da Milletler ve Diplomasi, Prof.Dr. İlber Ortaylı

Osmanlı’da Milletler ve Diplomasi, Prof.Dr. İlber Ortaylı, 2008, İstanbul
Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde yaşayan farklı dinlere mensup olanlarla ve çevre ülkelerle ilişkiler
        (1)    Osmanlı Yönetiminde Dini Gruplar
            İmparatorluk, dinler bakımından çok renkli ve kalabalık bir listeye sahipti. Türkiye, bugünkü sınırları içinde dahi, dünyada pek az ülkede rastlanacak dini bir çeşitlilik gösterir; Rum Ortodoks Kilisesi, Ermeni Gregoryen, Ermeni Katolik, Ermeni Protestan, Süryani Ortodoks (Süryani Kadim), Süryani Katolik, Kaldani eski kilisesi ve Kaldani Katolik, Nasturi Kilisesi. Çok tekrarlanan bir söz de; “Memleketimizin yüzde doksan dokuzu Müslüman’dır” sözüdür. Mezheb, akide, ibadet biçimleri itibariyle renklilik ve bölümlenme Müslümanlar için de söz konusudur. Yani, Türkiye aslında sayılamayacak kadar çok dini cemaatin ülkesidir. Bu kadar çeşitlilik ancak Amerika’da olur, ama orası göçmen ülkesidir, burası ise dinlerin otokton (yerli) toprağıdır. Tüm bunlara rağmen, Türkiye’de insanlar dinleri tanımazlar ve merak etmezler. Hıristiyanlar da Müslümanlığı tanımazlar. Kısacası, kapalı kompartımanlar halinde yaşayan bir toplumduk ve halen de öyleyiz. Din kültürüne karşı ilgi ve bilgilenme olayı bizim toplumumuzun üyelerine gerçekten uzaktır. Dinle ilgili laik bir tutum, merak ve hoşgörü ciddi bilgiyle temellenmiş değildir. Ortodoks Kilisesi ve inancı da bu bilgisiz-lik havasının dışında kalmamıştır. Evvela, ortodoks kelimesi yanlış değildir, fakat tam doğru da değildir. Ortodoks bilindiği gibi sapmaz, doğru inançlı adam demektir. Bu bir vasıflandırmadır. Ama patrikliğin adı Ortodoks Patrikliği değil, Ökümenik (Üniversal) Patriyark’tır. Kilise bütün dünyaya hükmettiği iddiasındadır. Tabii bu iddia gerçekle bağdaşmamaktadır. Ortodoks Kilisesi aslında Türkiye topraklarında, ortaçağda yeşeren, gelişen bir müessesedir ve elan bu dinin mühim merkezlerinden biri ve birincisi İstanbul’dadır. Katoliklikle Ortodoksluk arasında büyük fark vardır. Hem kilisenin birliği bakımından hem dayandıkları kültür ortamı bakımından çok farklıdır. İki dini grup arasındaki asıl mesele, Papa’nın ulûhiyet iddiası ve üstünlüğüdür. Ortodoks Kilisesi bunu kabul etmi-yor. Çünkü Ortodoks Kilisesi’ne göre, üç derece vardır ruhban arasında: bildiğiniz keşiş, sonra papaz, yani cemaati aydınlatan, ibadeti yaptıran ve nihayet piskopos. Patrik ise, ilahi bir makam değildir; piskoposlardan birinin idareci-koordinatör olmasıdır. Yani Ortodoks Kilisesi’nde aslında ulû-hiyet kesbetmiş tek bir yüksek ruhani yoktur. Hâlbuki Roma Kilisesi’nde Papa’ya bu ulûhiyet veril-mektedir. Hele 19’uncu yüzyılda Papa’nın yanılmazlığı da kabul edilmiştir ve hükümleri tartışılmaz olmuştur. Katolik Kilisesi büyük bir dünyevi kuvvettir. Roma’daki Papa’nın yanında en güçlü rahip-kardinal, aynı zamanda. dışişleri bakanı olan bir devlet sekreteri vardır. Bütün dünyada yatırımları olan, bankaları ve emlaki olan, hayır kurumları, propaganda misyonları, sağlık kurumları vs. olan bir teşkilattır Vatikan. Hâlbuki Ortodoks Kilisesi için böyle bir renklilik ve güç söz konusu değildir. Bugünkü Ortodoks Kilisesi’nde belki bir tek standart unsur vardır; bir tek renk vardır; o da Hellenizmdir. Görünüşte Ortodoks Kilisesi dünyevi iktidarla, siyasetle Katoliklerden daha fazla uğ-raşıyor gibidir. Görünüşte çünkü; Katolikler siyasetle daha az uğraşmıyorlar, ama onu örtüyorlar, daha kozmopolit bir görünümleri vardır. Normal olarak Hıristiyanlıkta başından beri beş patrik var-dır. Patrik dediğimiz, aslında yalnız bölge piskoposları arasında önde gelenlerdir. Bunlar Roma, İstanbul, Antakya, Kudüs, ve İskenderiye patrikleridir. Roma, bu beş patrik içinde protokolde önde gelenidir. Bu en büyük beş piskoposun içinde İstanbul hariç, diğerleri; yani Roma, Antakya, Kudüs ve İskenderiye, Hıristiyanlığın neşet ettiği, ilk cemaatlerin oluştuğu makamlardır. Bunların içinde sadece İstanbul’un bu vasfı yoktur. İstanbul doğrudan doğruya Konstantinos devrinde, artık Hıristi-yanlığın resmen tanındığı Büyük Roma İmparatorluğu’nun başkenti olduğu için oradaki piskoposa da patriklik izafe edilmiştir. Roma ayrıldığına göre, bugün geride dört patrik kalmıştır. Ortodoks Kili-sesi de bu esasa göre bölünmüştür. Bu dört patriklik görünüşte birbirinden müstakildir. Aslında iliş-kilerine Ortodoks inancın ve Helenliğin getirdiği bir bağ egemendir. Bu dört patrikliğin daireleri bel-lidir. Antakya, aşağı yukarı bugünkü bütün Suriye, Lübnan ve Antakya ve Hıristiyanların bulunduğu Kilikya ve Yukarı Mezopotamya’yı kapsıyor. İskenderiye Patrikliği ise, güya bütün Afrika’yı içeriyor. Kudüs Filistin’le ilgilidir, yani İsrail ve Ürdün’ün batısıyla sınırlı bir dairedir. İstanbul Patrikliği dendi-ğinde de dünyanın geriye kalan bölgeleri üzerindeki bir ruhani örgüt söz konusudur. Tabii bu geniş alan için “güya” deyimi kullanmak gerekir. Bu patrikhanenin kontrol ettiği dünyadaki merkezlere ya-kından bakılacak olursa hiç de sanıldığı kadar çok olmadığı görülür. Amerika üzerinde kontrolü vardır. Avustralya için de aynı şey söz konusudur. Çok daha ilginç bir durum, patrikhaneye bağlı Finlandiya’daki Ortodoks Kilisesi’dir. İşte İstanbul’daki Ökümenik Patrikarya’nın nüfuzu budur. Sa-yacak olursak: Türkiye’deki iki bin beş yüz Rum-Ortodoks, Avustralya ve Amerika’daki bir milyonu aşkın kişiyle, Finlandiya’daki yirmi bin kişi. Hepsi budur. Fener’in bütün beynelmilelliği, ruhani alanı bundan ibarettir. Rum-Ortodoks Kilisesi’nde Yunanlı ruhbanın ve Yunan dilinin kesin hâkimiyeti vardır. Bu yüzden Ortodoks inanca mensup sair etnik gruplar bir memnuniyetsizlik içindedirler. 19’uncu yüzyıldan beri Rum-Ortodoksinin yanında Grek-Katolik Kilisesi’nin güçlenmesi bu yüzden-dir. Kudüs Patrikliği’ndeki Ortodoks manastırları artık bomboştur. Buna rağmen Yunanlılık Rum-Ortodoks Kilisesi’nin vazgeçemeyeceği bir unsurdur. Fatih İstanbul’u fethettikten sonra, protokolde Ortodoks patriklerine tarihte gösterilmeyen bir yer vermiş, iltifat etmiştir. İlk patrikhane o zaman Pammakaristos Kilisesi idi. Fakat 16’ncı asırda, bugünkü yerine, Aya Yorgi Kilisesi’ne (Fener) geç-ti. Fener aslında eskiden beri Bizans Patrikhanesi’nin bulunduğu, Rum aristokrasisinin bulunduğu bir yer değildi. Sonradan olmuştu. Osmanlı devrinde Bizans’taki durum yeniden restore ediliyor; Bulgaristan, Romanya, Sırbistan, Yunanistan İstanbul’a bağlanıyor ve patrik birinci dereceyi alıyor. Osmanlı idaresinin burada en önemli yanı, manastırların otonomisini tanımış olmasıdır. Dolayısıy-la, Hellen asıllı olmayan Ortodokslar kendi manastırlarında eğitim görmek, araştırma yapmak, kü-tüphanelerini kurmak gibi görevleri rahatça yapabiliyor. Osmanlı politikasının manastırlara bu ö-zerkliği tanıması, Fener’in bütün üstünlüğüne rağmen, Slavların Hellenizasyonunun önlenmesinde etkili olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nda kilise deyince akla ilk önce “Rum-Ortodoks Patrikhane-si” ve buna tabi Hıristiyanların gelmesi doğaldır. “Frenk’in ekmeğindense Türk’ün kılıcı evladır.” zihniyeti 15’inci yüzyıl boyu Batı ve Doğu kiliselerinin birleşmesine haklı olarak karşı çıkmış, İstan-bul’un fethinin tamamlanmasıyla imparatorlukta imtiyazlı ve diğer gayrimüslim tebaaya karşı son derece üstünlüğü olan bir kurumun ortaya çıkmasını da sağlamıştır. Ancak, Tanzimat dönemi re-formları bir yerde klasik Rum-Ortodoks Patrikhanesi’nin ve hatta Ermeni-Gregoryen Kilisesi’nin e-rime tarihidir denebilir. Bu erimenin nedeni Batı’nın dini propagandası kadar, imparatorlukta doğan yeni Osmanlı dünya görüşü ve laikleşmeye başlayan eğitim ve basındır. Fener’deki Rum-Ortodoks Patrikhanesi, çok önceden kiliseye bağlı muhtelif dilden etnik cemaatlerin içinde doğan Batı Avrupa tesirine ve özellikle laikleşme eğilimine karşı mücadele vermek zorunda kalmıştır. Nihayet, ulus-laşma çağında kilise günden güne nüfuz alanının daraldığını görmüştür. Aslında uluslaşma çağın-da görülen ulusal kiliselerin Fener’den kopma süreci, Balkan kavimlerin tarihinde yatan eski bir ör-gütlenmeye de dayanmaktadır. Sırp ve Bulgar kiliselerinin ayrılmasında bu özellik göze çarpar.
            Osmanlı meşrutiyetinin siyasal ve sosyal tarihi içindeki en ilginç unsurlardan biri de Osmanlı Museviliği’dir. 1908 Temmuz’unda Osmanlı İmparatorluğu’nda meşrutiyet ilan edildiğinde, Musevi milleti ilginç bir sosyo-politik konumdaydı. İkinci Meşrutiyet yıllarında Osmanlı Musevilerinin genel durumu şöyle özetlenebilir; coğrafi yönden Museviler, imparatorluğun en geniş alana yayılan grubudur. Bütün Arap vilayetlerinde ve eski Osmanlı egemenlik bölgeleri olan Mağrib ve Mısır’da, Trablusgarb’da, Yemen, Suriye, Lübnan ve Filistin dışında Mezopotamya ve Güneydoğu Anado-lu’da, Orta Anadolu’da, özellikle Batı Anadolu’da her kentsel merkezde ve İzmir’de geniş bir cema-at halinde yaşıyorlardı. Avrupa eyaletlerinde de Bosna, Güney Bulgaristan ve Makedonya’da birçok kentte Musevi cemaatine rastlamak mümkündü. Siyonizm 19’uncu yüzyılın bütün ulusalcılıkları gibi laik bir ulusçuluktu. Yahudi dini ve akaidi kadar, Avrupa muhitinin etki ve tepkileri içinde yeşeren bir düşünceydi ve yayılıp geliştiği alan itibariyle Siyonizm, Doğu Avrupa ulusçuluklarından biridir. Kuş-kusuz vatan edinmek emelindeki bir hareket olarak, izlediği politika çok farklı olacaktır. İşte bu fark-lılık dolayısıyla da Siyonizm Osmanlı ülkesinde gerek Museviler gerekse yöneticiler ve aydınlar ta-rafından değişik biçimde algılanmış ve değişik tepkiler yanında, bazen göze çarpacak ölçüde tep-kisizlik ile karşılanmıştır. Osmanlı Museviliği 19’uncu yüzyıl Avrupa kültürüyle geç temasa geçmişti; ulusçuluğu soyut bir kavram olarak öğrenip hayata uygulaması hem bu açıdan hem de coğrafi da-ğınıklığı dolayısıyla beklenemezdi. Diğer yandan, Balkan ulusları, özellikle Hıristiyan unsurlar ulus-çuluğu 18’inci yüzyıl sonundan beri birbirinden öğrenmiş ve Osmanlı yönetimine karşı başlangıçta birbirini desteklemiştir. Siyonizm, Avrupa’nın 19’uncu yüzyıldaki laik ırkçılığına tepki olarak çıktı. Gettodan çıkmayı ümit eden Avrupa Yahudileri, eski Hıristiyan antisemitizminin ırkçı bir nitelik ka-zandığını gördükten sonra, Yahudi vatanı için daha somut bir program ve hareketin etrafında top-lanmaya başladı. Çeşitli çevrelerin Siyonizm’e karşı tepkisi farklıydı. Osmanlı yöneticileri, Siyonizm konusunda şüpheci olmakla birlikte, zaman zaman takdirden ve hatta Siyonistlerle temastan çe-kinmemişlerdir. İttihat ve Terakki liderleri Osmanlılaşmayı şart koşarak, Filistin’de Yahudi varlığını kabule eğilimli görünüyorlar. Osmanlı Musevilerinde de bu dönemde Siyonizm’e karşı suskun ve ihtiyatlı bir tavır gözlemleniyor. Diğer yandan, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Siyonizm’in Os-manlı Musevileri arasında ne gibi bir etki kurabildiğini de araştırmak ihmal edilmemesi gereken bir konudur. Osmanlı’da ve yeni Türkiye’de Musevilerin siyasal tutumu ve toplumla bütünleşmeleri ge-nelde çok özgün bir nitelik gösterir. Onu genel Musevi tarihi veya anti-Siyonist neşriyata bakıp de-ğerlendirmek mümkün değildir.
             Dini ve vicdani serbesti, İmparatorlukta o güne kadar (Tanzimat dönemi) görülmeyen ve tarihçiliğin de gözünden kaçan bir gelişmeyi ortaya çıkardı; o vakte kadar dinini gizleyen ve şek-len Müslümanlığı kabul etmiş bazı gizli Hıristiyan cemaatler asıl dinlerini açıklamakta bir beis gör-mediler. İlginçtir ki, İslam şeriatına göre bir tanassur sayılabilecek bu olayın, pek de öyle değerlen-dirilmediği ve hatta göz yumulduğu görüldü. Bilindiği üzere İslam devletinde ve klasik Osmanlı top-lumunda bir gayrimüslimin sadece ihtida etmesi, yani İslam dinine geçmesi mümkündür. Bunun dışında Musevilikten Hıristiyanlığa yahut Müslümanlıktan Museviliğe geçiş gibi din değiştirmeler yasaktır ve tanassur olarak adlandırılmaktadır. Hiç şüphe yok ki, tanassur İslam devletinde ölümle cezalandırılacak bir suçtur. Durum böyleyken, Tanzimat asrının muhtelif dinden tebaa için eşitlik ve dini hürriyet alanında önemli bir aşama olarak saptanması kaçınılmazdır. Tanzimat döneminin etki-leri İmparatorlukta sanıldığından daha derin olmuştur. Taassup artıyordu, taasubun yanında din değiştirmeler görülüyordu. Hepsinden önemlisi birçok inanca salik cemaatlerin içinde, laikleşen ve dini amme hayatından çıkarmaya başlayan zümreler doğuyordu.
            19’uncu yüzyılda ABD, siyaset arenasına henüz büyük güçler arasında çıkmayan bir devlet olarak bilinir. Bu nedenledir ki, Osmanlı devlet adamları arasında ABD’ye karşı “ehven-i ser” (kötünün iyisi) bir güç olarak yaklaşma eğilimi beslendiğini biliyoruz. Daha 1876’da ABD ile Osman-lı ticareti, hacim bakımından dördüncü sırada yer alıyordu; ilk üçteki ülkeler sırasıyla Büyük Britan-ya, Almanya ve Fransa olmakla birlikte Rusya beşinci sıradadır. Fakat ticari faaliyet dışında, Os-manlı devletinin iç sorunlarına karşı diğer devletlerle kıyas edilmeyecek derecede yansız kalan ve karışmayan Amerika diplomasisinin bir konuda dinamik bir politika izlediğini görüyoruz: ABD va-tandaşlarının misyonerlik faaliyeti. Misyonerlik faaliyetinin desteklenmesi sonucunda 20’nci yüzyıl başında Osmanlı İmparatorluğu’nun her yerinde Amerikan eğitimi görmüş, Amerikan tarz-ı hayatı-na ve politikasına sempati duyan bir aydın tabaka yetişmişti. Naif bir dini inançla işe girişen, saf gayretli ve çalışkan ama Katolik Cizvitlerle karşılaştırılmayacak derecede politik nitelikten yoksun bu misyonerler, müstakbel ABD çıkarlarının ve başkaca bir yığın idari ve etnik problemin platfor-munu hazırlayan yarı bilinçli veya bilinçsiz öncüler olmuşlardır. Protestanlığı yaymak isteyen bu misyonerler, Müslümanlar ve Ortodoks Rumlar arasında şansları olmadığını çabuk anlamışlardı. Bundan sonra yöneldikleri asıl cemaat Ermeni Gregoryenler oldu. Amerikan misyonerlerinin faali-yet alanının genel olarak Suriye, Lübnan, Filistin, Doğu Anadolu, Yukarı Mezopotamya, Çukurova ve kısmen de Orta Anadolu olduğu görülmektedir. Sayılan bu bölgelerin etnik niteliğine bakıldığın-da da Amerika’nın Ermeniler ve Şark Katoliklerini kendine hedef olarak seçtiği söylenebilir. Osman-lı İmparatorluğu’nda ilk Amerikan okulu 1824’te Beyrut’ta açıldı. 1886 yılına gelindiğinde imparator-luktaki Amerikan eğitim kurumlarının sayısı 400’e yaklaşmıştı. Önceleri gerek hükümet gerekse her din ve ırktan ahali, bu okulların kurulmasını hoş görenlere, arazi ve bina kiralayan ve satanlara iyi gözle bakmıyordu. Ama Amerikan misyonerleri okul yanında, dispanser ve hastane açarak sağlık hizmetlerini de birlikte götürmek gibi bir yol izlediler. Açtıkları bu okullarda okuyanların dışarıda iş bulamaması söz konusuydu. Bu nedenle toplumda bulunmayan modern ve nadir zanaatların öğre-tilmesi için “industrial school”lar da kuruldu. ABD’nin Türkiye hakkında iyi hisler beslemediği, mis-yonerlerinin faaliyetinin daima bu yönde desteklendiği açıktır. Daha 1896’da Everett P. Wheeler: “Biz Türkiye’de Hıristiyanlar ve Hıristiyanlık için okul, hastane açıyoruz, ilaç götürüyoruz, modern tıbbı ve eğitimi kuruyoruz. Türk bizi istemeyebilir ama oranın asıl sahibi Türkler değil ki…” diyordu. ABD gayrimüslim Osmanlı tebaasına en çok vatandaşlık hakkı veren bir devletti. Bu nedenle de Amerikan misyon mektepleri Osmanlı ülkesinde adeta Amerikan vatandaşı yetiştiren kurumlar ol-ma işlevini yükümlenmiş oldular.
            Osmanlı İmparatorluğu’nda “millet” şeklindeki örgütlenme kapsamında, “ehl-i kitap” veya “zımmi” statüsü altında İslam’ın tanıdığı farklı inanç toplulukları; özel statü, özel idari-mali dü-zenlemelerle idare edilirdi. Ruhani sınıfları ve yöneticileri belliydi, inançları açıktı ve sadece dini değil, dünyevi işleri de ruhani liderlerine bırakılmıştı. Bu arada inançlarını belli etmeyen, gizleyen veya daha ilginci, devletin inançlarını bilmezlikten geldiği gruplar da vardı. Şüphesiz gizli cemaatle-rin en ilginci; iyi incelenmeyen ve mensuplarının ritüelini, akidesini ve ibadet şekillerini açıklamadığı topluluk, “dönme” olarak da adlandırılan Sabetayistlerdir. Sözü edilen cemaatler İslam dini içinde kategorize edilirken rafizi (heterodoks) olarak adlandırılır; gene bazı yazarlar tarafından da yanlış olarak “harici” ismiyle anılan gruplardır. Bu kapsamda öne çıkan üç grup Kuzey Irak ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan Yezidiler, Suriye-Lübnan-Filistin’de kalabalık bir grup teşkil eden, iyi teşkilat-lanmış, Arapça konuşan Dürzîler ve Anadolu ile Rumeli’nin her yerinde yaşayan Aleviler ve bazen Alevi diye anılmakla beraber, Suriye-Antakya bölgesinde yaşayan Nuseyrilerdir. 19’uncu yüzyıl bo-yu Osmanlı idaresinin en çelişkili politikası Yezidiler üzerindedir. İdare Yezidileri vergi, askerlik gibi konularda ne İslam ne de gayrimüslimler gibi muamele ediyordu. Diğer Müslümanlar gibi askerlik yükümlülüğü olan, kendilerinden cizye (capitation) alınmayan Yezidilerin, inançlarını terk etmeleri ise ısrarla ihtida ve İslam’la şereflenmek diye zikrediliyor. Oysa diğer gruplar için “tashih-i itikat” (i-nancı düzeltme) tabiri kullanılırdı. Benzer durumdaki Dürzîlerden de cizye gibi vergiler alınmaz ve kur’a-i şer’iyye usulü ile asker toplanırdı. Dürzîler, Sünni-Hanefi hukuku tatbik ettiklerinden kamu hayatında bir sorun teşkil etmiyorlardı. Dürzîler güçlü bir baskı grubuydu. II’nci Abdülhamid devrin-de Dürzîlerin Osmanlı sistemiyle bütünleşmeleri için okul açma faaliyetine hız verilmişti. Babıâli’nin görmezlikten geldiği bir diğer rafizi grup da Aleviler ve Nuseyrilerdir. Babıâli Nuseyrileri sadece heretique veya sapkın olarak görüyor; tabii bu gruptan gayrimüslimler gibi cizye almıyor ve onları resmen bir gayrimüslim (millet) olarak görmüyordu. Şayet bunlar Sünni olduklarını veya bu görüşü kabul ettiklerini söylerse, tashih-i itikat deyimi kullanılıyordu. Babıâli, misyonerlerin Nuseyri liderle-rini mali yönden desteklediğini, karşı tedbir olarak aynı şeyin yapılması gerektiğini düşünüyordu. 19’uncu yüzyıl boyu Nuseyriler hakkında kullanılan ifadeler veya resmi yazışmalarda ortaya konan görüşlerin benzerine, Anadolu Alevileri hakkında şahit olmak mümkün değildir. Muhtemelen bu ko-nudaki suskunluk, devletin Alevi grupların farklı ritüelini görmezlikten gelmesi ile izah edilebilir. Ahmed Cevdet Paşa, birçok din ve mezhep üzerinde bilgi verip yorum yaptığı halde, Alevilik konu-sunda susmayı tercih etmiştir. Kuşkusuz Osmanlı idaresi, Basra vilayeti gibi yerlerde İranlı Şii ule-manın propagandasına karşı tedbirler alıyordu (mezheb-i Şia’nın men’i için). Bu mezhebi yayan İranlı ulemaya karşı bölgeye özel maaşlı müderris ve din görevlileri tayin ediliyordu. Fakat Şia’nın akide yönünden sözünü ettiğimiz mezhep ve inançlar gibi mütalaa edilmediği; siyasi bir akım olarak ciddi bir tehlike diye görüldüğü açıktır.
            1826’da Yeniçeri Ocağı büyük olaylar, kanlı katliam ve bir ihbar furyası içinde kaldırıl-dı. Bu, o dönemin toplumunu ve olayları gözlemleyenleri sarsan ve belki de Sultan II’nci Mahmud’un “adli” unvanı üzerinde düşünmeyi gerektirecek, bir despotik devirdi. Yeniçerilerle birlik-te imha edilmesi, hiç değilse sindirilmesi gerekli görülen bir zümre de Bektaşi tarikatı mensuplarıy-dı. İşte bu karar, birçok kimsenin de yerli yersiz suçlanması, sürülmesiyle sonuçlanan bir ihbar me-kanizmasını doğurdu. İstanbul’un ulema ve üdeba muhitinden bazı insanları karalamak için olayın iyi bir fırsat olduğu anlaşılıyor. Bektaşilerin takibinin nedeni, onların Yeniçeri zümresi üzerindeki dini eğitimi ve tarikatın ruhani tesir vehmidir. Tanzimat dönemi bürokratları, II’nci Mahmud devrinin aksine, Bektaşilik ve Melamilikle böyle amansızca uğraşmak yöntemini terk ettiler. Zamanla bu ta-rikatların bir rehabilitasyonu da sağlandı. Fakat genelde bütün tarikatlar üzerinde gözetleme, dene-tim ve sınırlayıcı bir mekanizma geliştirdiler. Tekke devlete yamandı, devlet tekkenin gözeticisi ve hamisi oldu. Devletin Vehhabilik ve İsmailiye gibi mezhebleri tanımadığı, hoş görmediği, buna kar-şılık, Dürzîlik ve Yezidilik gibi inançları İslam inanışı dışında gördüğü halde, idari yönden sabır gös-terip, eritme ve sakinleştirme yoluna gittiği biliniyor. Aynı şekilde tarikatlar için de benzer tavır söz konusudur. Hurufilik hoş görülmemiş ve 15’inci asırda mensupları takip, te’dip ve idam edilmiş; Ti-canilik tarikatı İslam akidesine aykırı görülmemiş ve fakat resmen tanınıp himaye görmemiştir. II’nci Mahmud’dan sonra Bektaşilik yeni bir yaşam tarzı, bir ritüel benimsedi ve bir tür takiyye yoluna saptı. Diğer tarikatlara, hatta Nakşibendiliğe sızdılar. Bugün Bektaşilik, Melamilik gibi düzenli bir tarikat değildir. 1925’te tekke ve zaviyelerin kapatılması Cumhuriyetin icat ettiği bir radikalizm ol-maktan çok, kökleri Tanzimat’a kadar uzanan bir resmi kontrol ve şüpheciliğe dayanmaktadır.

        (2)    Osmanlı-Yunanistan İlişkileri
            Yunan ayaklanması 14 Eylül 1829 Edirne Antlaşması’yla bitti. Bu, İmparatorluk tarihin-de ilk toprak kaybı değildir. 1699’dan beri Osmanlı İmparatorluğu Avrupa eyaletlerini kaybetmek-teydi. Fakat Yunan bağımsızlığı, Avrupa müdahalesiyle desteklenen ilk geniş ulusal ayaklanmadır ve bu ulusal ayaklanmanın bağımsızlıkla başarıya ulaşması çarpıcı bir olaydır. Yunan bağımsızlığı ile Pelopones’in güneyinde, sorunlar içinde küçük bir devlet doğmuştu. Bu devlet Avrupa müdaha-lelerine açıktı ve bağımsızlık daha ilk anda Avrupa’nın kontrolü ile başladı. Diğer yandan gerek ikti-sadi sorunlar gerekse bu devletin yaşaması, erkenden yeni bir ideolojiyi, “pan-Hellenizm”i sahneye çıkardı. Yunanistan istikbal için, var olan sorunlarına sabreden bir devletti. İmparatorlukta o vakte kadar Rum-Ortodoks cemaati, gayrimüslimler içinde en seçkin idari-adli statüye sahipti. Patrikhane Ortodoksların en yüksek mercii idi; imtiyazları diğer cemaatlerden fazlaydı. Üstelik bu kilise saye-sinde, Yunanca ve Roma Hukuku yaşayabiliyordu ve Balkanlar ve Ortadoğu’da yaygınlık ve üstün-lük sahibiydi. Osmanlı İmparatorluğu ile diplomatik ilişki kurmakta ilk hamle Yunanistan’dan geldi. 1834’te genç devletin önde gelen diplomatlarından ve geleceğin hariciye nazırı Zografos’un İstan-bul’a gelmesiyle ilişkiler başlamış oldu. Babıâli’nin gözünde bu dönemdeki yani 19’uncu yüzyıldaki Rum ruhbanı, “cahil ve yolsuzluk yapan” bir grup olarak, pek saygın olmayan bir şöhrete sahipti. Yunanistan dünyaya geldiği andan itibaren irredantist (kaybedilen ülke topraklarını geri isteyen) bir politika izliyordu. 1830 ve 1860’lar arasında bu politikanın Ege adaları, Girit ve İşkodra, Yanya, Se-lanik bölgesi ile sınırlı olduğu görülür. Yunanistan bu dönemde bütün Avrupa ve Rusya’daki Yunan-lı grupların maddi, manevi desteğiyle bir Helen diasporası halinde yaşama amacındaydı. Bu yay-gınlık Yunanistan’a bazı kazançlar sağladığı gibi, onun dış politika yönünden erkenden Avrupa’ya bağlanmasının ve özellikle de ülkenin yetişmiş insan ve aydın gücünü devamlı kaybetmesinin bir nedeni oldu. Yunanistan, Akdeniz ülkeleri içinde erkenden beyin göçüyle eriyen ve işgücünü kay-betmeye başlayan ülkelerin en tipik örneğidir. Diğer yandan Yunan Krallığı, Osmanlı İmparatorlu-ğu’nun Rumeli eyaletlerinde Yunanca konuşan halk arasında propaganda ve siyasi örgütlenme yoluyla etkinliklerde bulunmaya ve Balkanlar’daki diğer etnik unsurlarla çatışmaya başlıyordu. İşte bu dönem, Balkan ve Osmanlı tarihinin en karmaşık boyutlar gösteren bir devridir. Osmanlı eyalet-lerinde Yunanistan’ın kiliseyi kullanarak, Osmanlı Rum tebaasına propaganda yapmak istediği bili-niyor. Maamafih, Ortodoks Kilisesi’nin bu alanda müttehit ve kararlı hareket edebildiğini söylemek zordur. Bundan başka Ortodoks Kilisesi’nin rakibi Hıristiyan cemaatlerin de bu konuda Babıâli ka-dar önemli bir engel teşkil ettiği görülüyor. 1830-1870 dönemi incelendiğinde, Yunanistan sorunu-nun Osmanlı yönetimini en çok meşgul eden yanı, Hetairia çeteleri olmuştur. Sınırı geçen bu çete-lerle muharebe ve çatışmanın ardı arkası kesilmiyordu. Osmanlı resmi vesikalarında “Yunan eşkı-yası, Eteryalar, Eterya eşkıyası” olarak anılan bu gruplar Rumeli vilayetindeki asayiş sorununu had safhaya çıkarmıştı. Kırım Savaşı ve Paris Antlaşması ve onun yanı başında Islahat Fermanı’nın ilanı nedeniyle, Batı Avrupa ve Osmanlı Devleti’nin uyumlu politika devri; Yunan Krallığı’nın Os-manlı Rumeli’sindeki bu tip faaliyetlerini bir süre için yavaşlatmasını gerektirdi. Fakat 1878 Berlin Antlaşması’ndan sonra Yunan dış politikası İngiltere desteğinde Balkanlar’da sıcak bir döneme gir-di. Osmanlı-Rus Savaşı sonucu ilk anda imzalanan Ayastefanos Antlaşması, bilindiği gibi Ege De-nizi’ne kadar inen ve Makedonya’yı da içeren bir büyük Bulgaristan yaratıyordu. İşte bu büyük Bul-garistan ön planda Yunan politikasını şoka itti. Ancak 1878 Berlin Kongresi’nin birinci antlaşmayı tashih edip Makedonya ve Batı Trakya’yı Osmanlı Devleti’ne iade etmesi, Yunanistan’a artık izle-yeceği politikanın kimlerle yandaş olacağını bir kere daha hatırlattı. Yunan Krallığı bu dönemde Batı Trakya’da Bulgar ahali ve Bulgar çeteleriyle, Makedonya’da ise Bulgar ve Sırp çeteleriyle mü-cadeleye başladı. İşte bu dönemden itibaren Makedonya ve Batı Trakya, Avrupa politikasının barut fıçısı haline geldi ve Yunan dış politikasının İngiltere, Fransa ve diğer Avrupa güçlerinin desteğini arama çabası arttı.
        (3)    Osmanlı-Rusya İlişkileri
            18’inci yüzyıl Türk-Rus ilişkileri veya Türk-Rus tarihi dediğimiz zaman, aslında sadece iki ülkenin tarihini değil, Avrupa tarihinin çok önemli bir dönüşüm noktasını ve içtimai ilimler bakı-mından çok önemli iki vakıayı, yani geleneksel iki cemiyetin modernleşmesini ve bu modernleşme-nin getirdiği kavgaları, gerilimleri ortaya koymuş oluruz. 18’inci yüzyılda Avrupa değişmektedir. Eski devlet düzenleri, merkeziyetçi hükümet sistemine dönüşmektedir. Eski toplum yapıları değişmekte ve Avrupa artık milli devletlerin ve milliyetçi ideolojilerin hükmetmeye başladığı bir toplum olmakta-dır. Nihayet üçüncü ve son safha olarak, Avrupa artık kesin bir üstünlük duygusunu (euro-centrisme) benimsenmekte, kendisini uygarlığın doruğu olarak görmektedir. Hiç şüphesiz, Osman-lı-Rus ilişkilerinin yoğunlaşması 18’inci yüzyılın olayıdır. Diplomatik ilişkilerin kurulması ise, 15’inci yüzyıldan itibaren söz konusudur. 15 ve 16’ncı yüzyıllarda Rusya ve Osmanlı ilişkileri ticaret ve sa-vaş etrafında döner. Rusya, Karlofça Antlaşması’na kadar İstanbul’la doğrudan ilişki kurabilen bir devlet değildi. Rus sefaret heyetleri İstanbul’la belirli mübadele sistemi içinde ilişki kurardı. 18’inci yüzyıl başlarında ise İstanbul’da Rusya mukim elçilik açmıştır. 18’inci yüzyıl boyu Rusya ile yapılan savaşlar kadar, ticaret ve kültürel ilişkiler de iki ülkenin tarihinde kalıcı izler bıraktı, çünkü ilişkiler kurumlaştı. Bundan başka, belirttiğimiz gibi, 18’inci yüzyıl iki imparatorluğun batılılaşma dediğimiz süreci yaşadığı asırdır. Bu önemli bir olaydır. Batılılaşan bu imparatorlukları Avrupa her şeye rağ-men kendinden saymıyordu. Avrupa’da avam ve havassın dışladığı bu iki imparatorluk şüpheyle bakılan dünya parçalarıydı. Nitekim Avrupa’nın anti-Rus ve anti-Türk tutumu, bu iki ülkede aydınlar arasında iki asırdır bitmeyen Batı ve batılılaşma kavgasına ve münakaşalı yorumlara neden olmuş-tur ve bu hal bir ölçüde devam etmektedir. Belirtildiği gibi, kendine dönük (eurocentrique) bir Avru-pa dünyası karşısında direnmek için yavaş yavaş o dünyayla bütünleşmek durumunda olan, yaşa-ma savaşı veren iki geleneksel Asya imparatorluğu vardı. Arnold Toynbee’nin teşhis ve yorumu doğrudur. Rusya Avrupalaşsa da, Avrupa’ya güvenemez ve Avrupalılar Avrupa kültürüne hizmet etse de Rusya’yı benimseyemez. Bu durum batılılaşan Türk İmparatorluğu için de söz konusudur. Bu iki imparatorluğun menşelerinde çok benzer taraf vardır. Çünkü bunlar, İran medeniyetinin, Bi-zans medeniyetinin, Moğol-Tatar hâkimiyetinin unsurlarını bünyelerine almışlardır. Birisi Müslü-man, öbürü Hıristiyan’dır, ama Ortodoks Rusya ile İslam adına mücadele eden Türkiye İmparator-luğu Avrupa’nın dışında ve karşısındadır. Batılılaşmaya rağmen de bu kaderi paylaşacaklardır. Av-rupa güvenilmeyen bir kültürel partner ve bu iki dünyanın ısınamadığı bir çevredir. 18’inci yüzyılda Rusya-Türkiye ilişkilerini üç devirde mütalaa etmek gerekmektedir. Birinci dönem, 1699 Karlofça Antlaşması’ndan itibaren Mukaddes Liga dolayısıyla Osmanlı için Büyük Petro devri başlar. Bu dö-nemde Osmanlı yöneticileri henüz Petro Rusya’sının reformlarına şüphe ve hatta istihza ile bakar-lar. Gerçekte, 1711 Prut Seferi’nin tarihi tetkik edildiğinde, Osmanlı Devleti için Rusya askeri yön-den bir üstünlük göstermez. Prut Barışı sayesinde, Karlofça ve onu izleyen 1700 tarihli İstanbul Antlaşması’nın getirdiği kayıplar, Rusya’dan geri alınmıştır. Büyük Petro, Azak Kalesi’ni bu son ant-laşmayla almıştır. Fakat Karadeniz’e çıkamamaktadır. Çünkü Kırım yarımadasını ele geçirememiş-tir ve bu gerilimli durum, 1711’de XII’nci Karl’ın Osmanlı topraklarına sığınmasıyla birlikte Rusya’ya karşı bir savaşın açılmasıyla neticelenir. Rus tarih yazıcılığında, özellikle S.F. Oreşkova’nın da çok üstünde durduğu gibi, Fransa’nın bu konuda çok etkili olduğu ileri sürülmektedir. Aslında, Fran-sa’nın müstakil bir kuvvet olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nu Rusya’ya karşı kışkırtmasından çok; devletin içyapısında, özellikle Kırım Hanlığı’nda Fransa’ya yönelik bir politika ve Rusya’nın muhalif-leriyle dostluk -Polonya’yla, sonra da İsveç’le- ve bu yüzden Kırım Hanlığı’nın Babıâli’yi, yani süzerenini Rusya’ya karşı savaşa sürüklemesiyle başlayan bir dönem söz konusudur. İkinci dö-nem, Çariçe Yelizaveta Petrovna (1741-1761) ile başlayan ve artık Osmanlı-Rus ilişkilerine, Avru-pa’nın önemli güçlerinin, yani Fransa, Habsburglar İmparatorluğu ve giderek, İngiltere’nin de karış-tığı ve iki devletin etrafında Avrupa kutuplaşmalarının meydana geldiği dönemdir. Avusturya ve Rusya müttefik haldedirler ve Osmanlı hayatında Rusya çok önemli bir yer işgal etmektedir; ilk ö-nemli Türk askeri reformları da bu devirde yapılmaktadır. Fransa’ya verilen devamlı kapitülasyon-larda bu göze çarpmaktadır ve devletin ideolojisinde ve hayatında da değişik bir bakış söz konusu-dur. Nihayet, üçüncü dönem, Büyük Katerina yahut II’nci Katerina devridir ki, özellikle Küçük Kay-narca Antlaşması ve buradaki ahkâmın ve durumun tamamen tasdiki ve Kırım’ın 1783’teki ilhakının da tasdiki demek olan 1792 Yaş Antlaşması’yla, Rusya’nın artık Osmanlı İmparatorluğu’ndan top-rak ilhak eden, üstünlüğü olan bir kuvvet olarak tanınması ve hepsinden de önemlisi, politik ve ide-olojik değişikliklerin ortaya çıktığı görülmektedir. 18’inci yüzyıl Türk-Rus tarihinde dönüm noktasını, kuşkusuz, II’nci Katerina dönemi oluşturur. Anhalt-Zerbst Hanedanı’ndan gelen Alman prensesi, yani Çariçe II’nci Katerina’nın uzun hakimiyetiyle (1762-1796), Rusya tarihi hem aristokrasi ve mo-narşinin konumu açısından yeni ve sağlam bir evreye oturdu, hem Avrupa kültürü ve düşüncesi cemiyetin yüksek tabakası arasında yayıldı, hem de 19’uncu yüzyıl Rusya’sının gerçek temelleri atıldı. Bu dönemde Rusya, Osmanlı İmparatorluğu’nda en yaygın konsolosluk ağını kurdu. Rusya ve Türkiye imparatorlukları artık 150 yıllık bir süre için birlikte yaşama, devamlı savaş ve teyakkuz haline girdiler. 18’inci yüzyıl tarihimizde Rusya ile son savaş 1792 Yaş Antlaşması’yla bitti. 19’uncu yüzyılda, iki devletin ilişkileri yeni çevre şartları içinde gelişecek, toplumsal tarihimizde kalıcı etkileri olacaktır. Osmanlı İmparatorluğu, Aralık 1876’da meşrutiyet rejimini ve anayasayı ilan ettiği zaman, bu olay İstanbul’daki Rus diplomatlarını telaşa düşürür. İngiliz raporlarına göre, birisi şöyle demiştir: “Bu Osmanlı Devleti’nin bir meydan okumasıdır. Bizi parlamentosuz son Avrupa devleti olarak bı-rakma gayretini pahalıya ödeyecekler.” Üstünde durulmayan bir konu, iki devletin ve iki sistemin çok benzeyen kültürel yapısı ve batılılaşma programıdır. Rusya ve Türkiye kaçınılmaz olarak aynı dünyayı, aynı değerlendirmeyi paylaşmaktaydı.
        (4)    Osmanlı-Avusturya İlişkileri
            Osmanlı İmparatorluğu, 1739 Belgrad Antlaşması’ndan sonra sınır komşuları olan Avusturya, Rusya ve İran’la uzunca sayılacak bir barış dönemine girdi. 1768 Osmanlı-Rus Sava-şı’na kadar süren bu barış döneminin devlet hayatı kadar, kültür ve iktisadi hayatta da derin etkileri olmuştur. Bu gelişme Habsburglar monarşisinin güçlenme dönemine rastlar. Maria Theresia dö-nemi, Habsburglar monarşisinin Avrupa’da ılımlı bir politika içinde Osmanlı İmparatorluğu toprakla-rına, özellikle Balkanlar’a yöneldiği bir dönemdi. Avusturya’da 18’inci yüzyıl Maria Theresia döne-midir ve modernleşmenin yanında, Avusturya’nın Doğu Akdeniz, Mağrib ve özellikle Tuna boyunda önemli bir ticaret ve ulaşım devrimi oluşturduğu asırdır. Avusturya (Roma-Germen İmparatorluğu) birdenbire yüklendiği bu eski Akdeniz ticaretinin patronluğunu önce Fransa, 19’uncu yüzyılın başla-rında İngiltere lehine kaybedecekti. 1727’de yapılan bir seyr-i sefain ahidnamesi de, Habsburg ge-milerine Mağriblilerin resmi korsanlığına karşı garanti veriyordu. Habsburg gemileri bu sayede fiili bir kabotaj hakkı da elde ettiler ve Osmanlı limanları arasında yolcu taşımaya da başladılar. 18’inci yüzyıl Osmanlı-Habsburg ticaretinin bir özelliği de, eskisi gibi sadece lüks emtiaya değil; yarı ma-mul maddeye, hammaddeye ve manüfaktür ürünlerine dayanmasıdır. Avusturya manüfaktürünün ihtiyacı olan ipek ve özellikle ham veya eğrilmiş halde tiftik ve yün ve hatta pamuk büyük ölçüde Osmanlı ülkelerinden geliyordu. Gene Avusturya Balkan tütünlerinin başlıca alıcısı ve işleyicisiydi. Habsburgların Osmanlı ülkelerinden yaptıkları ithalat arasına, yüzyılın sonunda gıda maddeleri bile girmeye başladı. 19’uncu yüzyıla gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu’nda sivil reformlar devrini a-çan bürokratlarla, Avusturya’nın tutucu başvekili ve Napolyon sonrası Avrupa’da, Restorasyon’un mimarı olan Metternich arasındaki ilişkiler üzerinde çok durulmuş, farklı yorumlar getirilmiştir. 19’uncu yüzyılın ortalarında başlıca üç devlet vardı ki bunlar, eski Avrupa’nın yapısını sürdürmekte ısrar ediyordu: Avusturya, Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu. Her üç devletin de gelişen ulusalcılık akımları karşısında yakın bir tehlikeyle karşı karşıya oldukları açıktır. Fakat bu üç devletin içinde bu tehlikeye karşı en inatlı, kararlı ve acımasız bir politika izleyeni Metternich Avusturya’sıydı. Metternich’in izlediği Avrupa politikası, Osmanlı Devleti’nin bütünlüğü açısından, Osmanlı devlet adamlarına çekici gelmiştir. Metternich’in, “İmparatorluk dış politikada güçlü olmak istiyorsa, içte de düzenini sağlamalıdır.” sözü Tanzimatçıların düsturu olmuştur. Tanzimat’ı gerçekçi bir gözle değer-lendiren ve destekleyen Metternich, kuşkusuz Tanzimat adamlarının her davranışını onaylamış değildir. Politikasının çizgilerine ve prensiplerine ters düşen her olaya ve alınan her karşıt tedbire karışmak, Metternich’in Restorasyon düzenini kurmak yolundaki başlıca göreviydi. Metternich 19’uncu yüzyılın ortasında, yeni Avrupa’nın direnişine karşı koyamadı. Oysa Tanzimat adamları, yeniliklere ılımlı bir üslupla uyum sağlamayı bildiklerinden, hem yaşadıkları zamanda hem de tari-hin önünde böyle bir yazgıdan ve yargıdan uzak kaldılar.
        (5)    Modernleşmenin Yeni Düşünce Dünyası
            Tanzimat dönemi, siyasal ve kültürel tarihimizde adeta bir tek kurumun doğuşu ve ge-lişmesiyle tanımlansa yeridir; bu da kitap ve özellikle süreli yayınlardır. 18’inci yüzyılda Türk mat-baası başarılı sınav verememiş, basılan kitap miktarı başlık ve baskı adedi olarak pek düşük dere-cede kalmış, matbaa, okuyanların hayatına girememiştir. Nedenleri ikidir. Evvela, hurufat farklılığı nedeniyle baskı ve dizgi teknikleri uyarlanamamış, ama asıl önemlisi, kitap okuma alışkanlığı yer-leştirilememiştir. Bu alanda dini nedenlerin ve despot idarenin rolü ise aslında tartışılmaya değer. Çünkü okuma alışkanlığı ve talebi olsa, birtakım eserlerin o devirde Venedik ve Viyana gibi Şark dillerinde matbaaların işlediği yerlerde, basılıp getirilip satılması pekâlâ mümkün olurdu. Osmanlılar okumaya kitapla değil, gazete ve dergi ile başlamışlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nda esaslı biçim-de faaliyete geçen ilk matbaa, yani Türkçe basım yapan kurum, Mısır’da, Kahire yakınlarında Bulak kasabasında 1822’de kurulmuştur. Tanzimat asrı, gerek vesikaların özelliklerinin incelenmesi, yani diplomatika, gerekse bununla ilgili olarak bürokratik işlemlerin süreç ve usulünün incelenmesi ba-kımından kayda değer bir dönemdir. Bu kayda değerlik her şeyden önce bürokratik büyüme ve modernleşme asrının esas veçhelerini tetkik ve kavrama lüzumundan ileri gelmektedir. Buna rağ-men, Tanzimat dönemi Osmanlı paleografisi ve hele diplomatikası, meseleyi aydınlatan müstakil tetkikler şöyle dursun, küçük monografilere bile konu olmamıştır. Tanzimat asrı, bürokratik teşkilat ünitelerinde kadro ve işlem hacminin büyüdüğü, idari-mali-askeri yönden merkeziyetçiliğin arttığı bir dönemdir.