halil inalcık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
halil inalcık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Şubat 2013 Cumartesi

Edirne, TTK

Eser, Edirne’nin Osmanlılar tarafından alınışının 600’üncü yıldönümünü kutlamak amacıyla Türk Tarih Kurumu üyelerinden Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver, Tahsin Öz, Prof. Dr. Halil İnalcık ve Prof. Dr. Tayip Gökbilgin’den oluşan özel komisyonun yaptığı çalışmaları kapsamaktadır. Edirne eserinin baskısı 1965 yılında tamamlanmıştır.
    Bu çalışma, Edirne hakkında yapılan çeşitli araştırmaları bir araya getiren bir eserdir. Eserde, Türk bilginlerinin hazırladığı 22 orijinal araştırma yazısı bulunmaktadır.
    Eserde, yüzyıllarca Türk kültürüne merkez olmuş ve Türk mimarisinin  şaheserlerini saklayan Edirne ilinin  tarihi ve medeniyeti  anlatılmaktadır.
    Eser, Edirne’nin Osmanlılar tarafından alınışının 600’üncü yıldönümünü kutlamak amacıyla Türk Tarih Kurumu üyelerinden Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver, Tahsin Öz, Prof. Dr. Halil İnalcık ve Prof. Dr. Tayip Gökbilgin’den oluşan özel komisyonun yaptığı çalışmaları kapsamaktadır. Edirne eserinin baskısı 1965 yılında tamamlanmıştır.
    Bu çalışma, Edirne hakkında yapılan çeşitli araştırmaları bir araya getiren bir eserdir. Eserdeki 22  araştırma yazısını şöyle sıralayabiliriz:
    Ord. Prof. Dr. Besim Darkot: Edirne, Coğrafi Giriş
    Ord. Prof. Dr. Şevket Aziz Kansu: Edirne’ nin Tarihöncesine ait Araştırmalar
    Ord. Prof. Dr. Arif Müfit Mansel: İlkçağda Edirne
    Prof. Dr. Semavi Eyice: Bizans Devrinde Edirne ve bu devre ait Eserler
    Prof. Dr. Tayip Gökbilgin: Edirne Hakkında Yazılmış Tarihler
    Prof. Dr. Tayip Gökbilgin: 15. Asrın Birinci Yarısında, 2. Murat Devrinde Hıristiyan Birliği ve Osmanlı Macar Mücadeleleri Esnasında Edirne
    Prof. Dr. Halil İnalcık: Edirne’nin Fethi
    Prof. Dr. Tayip Gökbilgin: Edirne Şehrinin Kurucuları
    Prof. Dr. Bekir Sıtkı Baykal: Edirne’nin Uğramış Olduğu İstilalar
    General Nazmi Çağan: Balkan Harbinde Edirne
    Tahsin Öz: Edirne Yeni Sarayında Kazı ve Araştırmalar
    Prof. Dr. Oktay Aslanapa: Edirne’de Türk Mimarisinin Gelişmesi
    Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver: Edirne Medeniyetimiz ve Tezyini Misalleri
    Rauf Tunçay: Türklerde Oyma Sanatı ve İkinci Beyazıt Camiinin Oyma Süslemeleri
    Prof. Dr. c: Edirne II. Beyazid Darüsşifası
    Salih Zorlutuna: 17. Yüzyılın İkinci Yarısında Edirne’nin Sahne Olduğu Şahane Sünnet ve Evlenme Düğünleri
    Rakım Ertür: Eski Kırkpınar
    Prof. Dr. Hamit Sadi Selen: Yazma Cihannüma’ya Göre Edirne Şehri
    M. Uğur Derman: Edirne Hattatları ve Edirne’nin Yazı Sanatımızdaki Yeri
    Prof. Dr. Feridun Nafiz Uzluk: Edirne Kitaplığındaki Tıp Yazmaları
    Nurettin Kalkandelen: İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinde Bulunan Edirne’ye ait Eserler     Bibliyografyası
    Ord. Prof.Dr. A. Süheyl Ünver: Edirneli İki İnce Oymacımız
    Bu makaleleri incelediğimizde:
      (1) Ord. Prof. Dr. Besim Darkot, Coğrafi Giriş:
    Coğrafi bir tetkikte; ilk olarak Edirne’nin neden bugünkü yerinde kurulmuş olduğu, burada kurulan şehrin bugüne kadar nasıl yaşamış bulunduğu, bugünkü yaşamda nasıl yaşamaya devam ettiği, tarih devirleri boyunca Edirne coğrafyası, bugünkü Edirne, Edirne’nin mahalleleri, nüfusu anlatılmaktadır.
      (2) Ord. Prof. Dr. Şevket Aziz Kansu, Edirne’nin Tarihöncesine Ait Araştırmalar:
    Edirne’nin tarihöncesi ve ilk iskan tarihi ile ilgili bu makalede Edirne’nin yazıdan önceki ve insandan önceki devirleri anlatılmaktadır.       
      (3) Ord. Prof. Dr. Arif Müfit Mansel, İlkçağda Edirne:
    Arda ile Tunca’nın Meriç nehri ile birleştikleri yerde, verimli araziyi sınırlandıran dalgalı arazinin yamaçlarında kurulmuş olan Edirne şehri bir taraftan İlkçag’da seyrüsefere elverişli olan aşağı Meriç vadisi ile Ege Denizi’ne bağlı; diğer taraftan da Orta Avrupa’dan İstanbul Boğazına inen ana yolun üzeride bulunmaktadır. Bu makalede İlkçağda Edirne tarihi anlatılmaktadır.
      (4) Prof. Dr. Semavi Eyice: Bizans Devrinde Edirne ve Bu Devre Ait Eserler:
    Bu araştırmada Bizans devrinde Edirne’nin kısa bir tarih kronolojisi ile burada Bizans devrine ait olduğu bilinen fakat bugün izleri kalmayan birkaç mimari eserden bahsedilmektedir.
      (5) Prof. Dr. Tayip Gökbilgin, Edirne Hakkında Yazılmış Tarihler:
    Edirne hakkında yazılmış tarihlerden bahsederken, ilk olarak Hikayet-i Beşir Çelebi denilen ve Tarih-i Edirne olarak bilinen risale ve Hibri Abdurrahman Efendi’nin Enis-ül Müsamirin adlı eserleri anlatılmaktadır.
       (6) Prof. Dr. Tayip Gökbilgin, 15. Asrın Birinci Yarısında, 2. Murat Devrinde Hıristiyan Birliği ve Osmanlı Macar Mücadeleleri Esnasında Edirne:
    Edirne fethedilip de Rumeli’de başlıca bir hareket üssü olduğu ilk anlardan itibaren, Osmanlı Devletinin Balkan yarımadasında temasa geçtiği milletler Şark Hıristiyanlık camiasına mensup ve bu kültür muhitine tabidirler. Bu milletler Batı Hıristiyanlığı ile alakası ile gevşek, çok defa onlardan birinin veya birkaçının emperyalist  emellerine hedef bir cemiyet bünyesine sahiptir. I. Murat ve Yıldırım Beyazıd devirlerinin Balkan harekatı, kuruluş devrini yaşayan devletin meselelerinin hep bu istikamette ve karakterde olduğunu göstermekte ve Doğu Kilisesine bağlı küçük ve zayıf devlet görünümünde bulunduklarını anlatmaktadır.
      (7) Prof. Dr. Halil İnalcık, Edirne’nin Fethi:
    Bulgar tarihçisi A. Burmov’a göre, Edirnenin Çirmen muharebesinden ( 26 Eylül 1371) sonra, yani 1371 yılının Eylül veya Ekim başlarında fethedildiği; İ. H. Uzunçarşılı’ya göre ise Orhan 1362  de ölünce I. Murat tahta çıkmış, kardeşlerinin isyanı ile karşılaşmış, onları itaat altına sokmak için doğuya sefer yapmak zorunda kalmış ve dolayısı ile I. Murat’ın Edirne’ye ancak 1363, hatta 1364 veya 1365 de girmiş olabileceğini anlatılmaktadır.
      (8) Prof. Dr. Tayip Gökbilgin, Edirne Şehrinin Kurucuları:
    Osmanlı İmparatorluğunda şehirlerin teşekkülünde, eski Bizans kale ve kasabalarının tipik birer Türk – Müslüman şehri olarak gelişmesinde ve umumiyetle memleketin inkişafında rol oynayanların, birinci derecede hükümdarlar ve devlet idaresinde belli başlı bir mevki ve vazifesi olanlar olduğu ve Edirne’nin Türklerin eline geçtikten iki asırdan daha az bir zaman içinde, geniş mahalleleri ve mamur semtleri ile muazzam bir şehir haline geldiği anlatılmaktadır.
      (9) Prof. Dr. Bekir Sıtkı Baykal, Edirne’nin Uğramış Olduğu İstilalar:
     Fetihten sonra geçen dört yüzyıla yakın bir zaman  boyunca  Edirne’nin  bir huzur devri yaşadığı, ancak geçen yüzyıl ile bu asrın başlangıcında dört defa düşman istilasına uğradığı, ilk ikisinin Ruslar, üçüncüsünün Bulgarlar ve sonuncusunun Yunanlılar tarafından olmak 1829,1878,1913,1920 tarihlerinde olduğu anlatılmaktadır.
     (10) General Nazmi Çağan, Balkan Harbinde Edirne:
    Edirne, 1829 Rus işgali, 1877- 1878 ikinci Rus işgali, 1912-1913 Bulgar işgali 1920-1922 Yunan işgaline uğramıştır. Bu makalede, Balkan harbinde Edirne’nin ve kalesinin Bulgarlar tarafından kuşatılması ve işgali anlatılmaktadır.   
      (11) Tahsin Öz, Edirne Yeni Sarayında Kazı ve Araştırmalar:
    Edirne Yeni Sarayı, Tunca’nın batısında, Sultan II. Murat tarafından 1450’da yaptırılmasına başlanılmış ve hükümdarın vefatı üzerine bir müddet durmuş nihayet oğlu genç Fatih Sultan Mehmet tarafından bitirilmiştir. Makalede ayrıca Cihannüma Kasrı, Kum Kasrı, Kum Kasrı Hamamı, Su Maskemi, Namazgah eserleri tanıtılmaktadır.
      (12) Prof. Dr. Oktay Aslanapa, Edirne’de Türk Mimarisinin Gelişmesi:
    1361 yılında Murat Hudevandigar tarafından zaptedildiği zaman Edirne Meriç nehri kenarında ve kale içinde kurulmuş küçük bir şehirken, Osmanlıların eline geçtikten sonra kısa zamanda camiler, saraylar, köprüler, kervansaraylar, han, hastane ve imaret gibi abidelerle genişleyerek iki yüzyıl içinde mimari tarihi bakımından en canlı bir sanat merkezi haline geldiği anlatılmaktadır.
        (13) Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver, Edirne Medeniyetimiz ve Tezyini Misalleri:
    Edirne ve havalisinin 13. asır ortalarında yeni bir ruh ve iman ile alınmasından ve oralarda milli ve dini benliğimizle vücuda getirilen yeni medeniyetin 600 senedir devam ettiği, bu medeniyetin bizden öncekilerin devamı olmadığı, içtimai yaşayışımızın eskilere nazaran daha iyi olduğu, ilimde, sanatta, his ve hareketlerimizde başka yerlere nazaran emsalsiz olduğu anlatılmaktadır.                   
      (14) Rauf Tunçay, Türklerde Oyma Sanatı ve İkinci Beyazıt Camiinin Oyma Süslemeleri:
    İslam dininin heykeltıraşlık sanatına müsaade etmemesinin, Müslümanlar ve Türkler arasında taş v.e tahta oyma işçiliğinin gelişmesine, Osmanlı İmparatorluğu zamanında en yüksek seviyeye ulaştığı, bu devirde kullanılan şekillerin, hendesi karakterini kaybettiği, çiçek, nebat, hayvanların stilize edilmesinden meydana gelen tezyini modeller kullanıldığı, mimari eserlerin iç ve dış kısımlarının bu sanatın ustaları tarafından bezendiği anlatılmaktadır.
      (15) Prof. Dr. Bedi Şehsuvaroğlu, Edirne II. Beyazid Darüsşifası:
    Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından,  1308’den sonra zamanla kurulan Anadolu Beylikleri ve Osmanoğulları fethettikleri her şehri nice anıtlarla bezerken bir yandan da sağlık ve sosyal yardım tesislerini inşa etmişlerdir.
    Sultan Bayezid II. Kili ve Akkerman fethine giderken, seferde ihtiyaçlarını son bir defa gözden geçirmek için, bir müddet Edirne’de kalmıştır. Bu sırada Tunca kenarında 23 Mayıs 1484 günü cami, hastane, medrese, imaret, hamam, değirmen ve köprüden ibaret bir külliyenin temellerini atmıştır.
      (16) Salih Zorlutuna, 17. Yüzyılın İkinci Yarısında Edirne’nin Sahne Olduğu Şahane Sünnet ve Evlenme Düğünleri:
    1674 seferinden sonra Padişah Sultan IV. Mehmed’in şehzadelerine yaptırdığı sünnet ve eşi Hatice Sultanın evlenme düğünlerinin kaleme alındığı bu tarihçe zamanın haşmet, zenginlik ve adetlerini belirtmekte; saray mensupları ve devlet adamlarını tanıtılmaktadır. Makalede düğünden evvel yapılan hazırlıklar, sünnet düğünü ziyafetleri ile sünnetin icrası ve evlenme düğünü anlatılmaktadır.
      (17) Rakım Ertür, Eski Kırkpınar:
    Makalede Kırkpınar güreşlerinin mahalli, güreşlere hazırlık, Kırkpınar’ın başlaması, ödüller, gelen misafirlerin ananevi ağırlanması, hakem heyeti, Kırkpınar ağalığının satılması ve yeni ağanın ilan edilmesi, son zamanın ağaları anlatılmaktadır.
      (18) Prof. Dr. Hamit Sadi Selen, Yazma Cihannüma’ya Göre Edirne Şehri:
    Katip Çelebi yazdığı Cihannüma’da Akdeniz memleketlerinin büyük merkezlerinden İstanbul, Bursa ve Edirne’ye diğer şehirlerden daha fazla yer ayırmıştır. Eserde Edirne’nin mamur olduğu devirdeki büyük tesisler hakkında toplu bir bilgi verilmektedir. Eserde; Edirne hisarı, kuleleri, kaplıcaları, çarşılar, saraylar, kasırlar, camileri, medreseleri, zaviyeleri, türbeleri, hanları, hamamları, nehirler, bahçeleri, köprüleri tanıtılmaktadır.    
      (19) M. Uğur Derman, Edirne Hattatları ve Edirne’nin Yazı Sanatımızdaki Yeri:
    Tespit edilen en eski Edirne’li hattat, Fatih devri şöhretlerinden Yahya es-Sofi’dir. Bunların dışında Yedikule’li Seyyid Abdullah, Yusuf-i Rumi, Kevkep Mehmet Efendi, Darpzade Mustafa, Abdullah b. Ahmet Rodosi zade, Mustafa el Hafız, Hüseyin b. Ahmed, İsmail b. Ahmed, İbrahim bin Mehmet, Ahmet Dede, Seyyid Mehmet b. Ali, Mustafa b. Ali, Mehmet b. İbrahim, Hasan Vasfi, Mustafa Mehdi, Ali Remzi, Mustafa Rasim, Mustafa İzzeti, Şerif Hulusi, Şerif Fıtri, Zahide Züheyla tanıtılmaktadır.
      (20) Prof. Dr. Feridun Nafiz Uzluk, Edirne Kitaplığındaki Tıp Yazmaları:
    Makalede Çelebi Mustafa Paşa’nın Selimiye Camii içindeki kitaplığındaki tıp kitapları tanıtılmaktadır.
      (21) Nurettin Kalkandelen, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinde Bulunan Edirne’ye Ait Eserler Bibliyografyası:
    Burada; yazma eserler, üniversite mezuniyet tezleri, muhtelif mevzuda eserler, mimari ve eski eserler, tarihler, coğrafi eserler, harita ve planlar, fotoğraflar, resimler, dergiler, gazeteler, yıllıkların listesi verilmektedir.
      (22) Ord. Prof.Dr. A. Süheyl Ünver, Edirneli İki İnce Oymacımız:
    Edirneli iki oymacımız Nakşi ve Halazade tanıtılmaktadır.

   

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Halil İnalcık

Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Halil İnalcık, 2000, İstanbul
Osmanlı Devleti’nin kurumsal yapısı.
     Halil İnalcık’ın, Osmanlı Devleti’nin kurumsal yapısına odaklanan bu kitabında; Osmanlı devlet anlayışı, kanun rejimi, kanunların uygulanış biçimi ve adalet yöntemleri üzerinde incelemelerini görmekteyiz. Osmanlı Devletinin 700’ üncü yıldönümünde, bu devletin birçok millet ve dini, altı yüz yıl nasıl bir arada tutmuş ve idare etmiş olduğunu açıklamaya çalışmaktadır. Prensip bakımından Osmanlı ülkesi ve halkı, iktidarı Tanrı’dan alan ve yalnız Tanrı önünde sorumlu patrimonyal, mutlak bir hükümdarın hükmü altındadır. Bununla beraber onun bu iktidarı, nasıl siyasi bir pragmatizm dairesinde kanun, adalet ve ahlak prensiplerine göre icra etme zorunda olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Bu esaslar, gerçekte bürokrasiyi, hatta idareye karşı dava hakkı olan reayayı, hükümdar karşısında direnç gösterebilen bir güç durumuna getirmektedir.
Adalet anlayışı, haksızlıkları kaldırma çabasıyla ilan edilen adaletnameler, bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. Bürokratlar, asker ve ulema ile birlikte hareket ederek bu prensipleri çiğneyen bir hükümdarın saltanatına son verebilir; Osmanlı tarihinde bunun örnekleri az değildir. Bürokrasi; kanunu, yani devlet idaresinde objektif kuralları temsil eden bir kurum olarak, din ve devletin selameti adına hükümdarın karşısına çıkma gücüne sahiptir. Buna karşı hükümdar da, bürokratı(veziriazamı) hiçbir kurala bağlı olmaksızın azletmek gücüne sahiptir; böylece bu iki güç arasında bir dengeden söz etmek mümkündür. Bu durum, yazıya dökülmemiş bir anayasal denge rejimini anımsatır. Osmanlı devletinin uzun yüzyıllar payidar kalmasını, tarihçiler böyle açıklamaktadırlar. Bu kapsamda, yazar, tarihsel süreç içinde incelediği konuları değişik zamanlarda yazdığı beş makalede ortaya koymuş; bu kitapta da makaleleri bir araya getirerek bir bütün halinde bize sunmuştur. Özette, makaleler kendi başlıkları altında ele alınmıştır.

(1)  Kutadgu Bilig’de Türk ve İran Siyaset Nazariye ve Gelenekleri 
 İslam kültürü dışında, öz Türk kültürünün yazılı zengin kaynaklarını Uygur devri eserleri oluşturur. Bilinmektedir ki, Karahanlılar, İslam kültür çevresine girmiş olmakla beraber Uygur kültürünü kuvvetle temsil ve devam ettirdiler. W.Barthold’a göre Kutadgu Bilig, “Padişahlara, memurlara vesair halka ahlak öğretmek için“ yazılan, Şark’ta, bu arada İran’da, çok yaygın eserler grubu arasına sokulabilir ve “baştan sonuna kadar İslam ruhuyla” yazılmıştır. R.R. Arat’a göre,      Kutadgu Bilig “insana her iki dünyada tam manası ile kutlu olmak için gerekli olan yolu göstermek maksadı ile kaleme alınmış bir eserdir”. Fakat hemen söylemeliyiz ki, Yusuf’un eserindeki görüşler, idare sanatı hakkında 11’inci yüzyılda İran-İslam dünyasında yayılmış ve kökleşmiş kavramlara indirgenebilir ki bunlar da çok daha eski Hint-İran kaynaklarına götürülebilir. Eski Hint-İran nasihatname ve siyasetnamelerinde devlet, hükümdarın kuvvet ve kudretinden, otoritesinden başka bir şey değildir. Siyaset ise, hükümdarın bu otoritesini koruma ve kuvvetlendirme ve bunun araçları olan askeri ve parayı halkın hoşnutsuzluğuna sebep olmadan sağlama yoludur.

 Adaleti temsil eden hükümdarın vazifeleri şunlardır :
1. Para ayarını temiz tutmalı,
2. Halkı adil kanunlarla idare etmeli ve kuvvetlinin zayıfı hükmü altına almasına meydan vermemeli,
3. Haydutları ortadan kaldırmalı,
4. Yolları açık ve emin tutmalı,
5. Herkese mertebesine göre muamele etmeli.         
 Sasaniler’de her ayın ilk haftasında raiyetten herhangi bir kimse divana gelerek doğrudan doğruya hükümdara şikayetini bildirmek hakkına sahipti. Nizamü’l-Mülk, Siyasetname’de bu adetin gerçek gayesini açıklar. Padişahlar haftada iki gün mutlaka doğrudan doğruya halkın şikayetlerini (mezalim) dinlerler ve hakkı yerine getirirler. Böylece, memleketin her yerinde zalimler şikayet korkusuyla kötülük yapmaktan çekinirler.
 Devlet kurucu belli başlı Türk hükümdarlarının bir kanunname çıkarmış olması bir rastlantı değildir. Eski Türk geleneklerini kuvvetle yansıtan eski Osmanlı rivayetlerine göre, Osman Gazi bağımsızlığını ilan ettikten sonra kanunlar koymuştur. Osmanlı imparatorluğunun gerçek kurucusu Fatih Sultan Mehmed biri reaya için, diğeri devlet teşkilatı için iki kanunname çıkarmıştır. Nihayet, imparatorluğu bir cihan imparatorluğu durumuna getiren Kanuni Süleyman bir kanunname yazmıştır. Bu kanunnameler, sırf sultanın iradesine dayanan kanunlar mecmuası yani yasadır ve Şeri’atle bir ilgisi yoktur; başka bir deyişle, ancak Türk devlet geleneğinin bir uzantısı sayılmalıdır. Kaşgarlı Mahmud’un Divanu Lugati’t-Türk’ü ile birlikte Kutadgu Bilig, İslam kültür dairesine girmiş olan Türk topluluklarında ve devletlerinde Orta Asya Türk kültürünün nasıl ve ne dereceye kadar devam ettiği meselesini araştırırken başvuracağımız en zengin hazinedir.

(2) Türk- İslam Devletlerinde Devlet kanunu Geleneği
   Dokuzuncu yüzyıl sonlarına doğru büyük İslam uleması içtihad kapısının kapanmış olduğunu ilan etmişlerdi. İslamiyet, gerek kamu hayatını gerekse bireyler arasındaki ilişkileri düzenleyen, dini temellere dayanan bir tek kanun tanıyordu, o da Şeri’atti. Bir müslüman  hükümdarı, halife olsun sultan olsun, kanun koruyucu sıfatı takınamazdı; o, ancak İslam kanununun, yani Şeri’atın uygulanmasının gözetmeni idi. Gerçekte, tamamıyla özel koşullar altında gelişen Osmanlı devleti, Şeri’atı aşan bir hukuk düzeni geliştirmiştir. Bu yolu açan prensip ise “örf” yani hükümdarın sırf kendi iradesine dayanarak Şeri’atın kapsamına girmeyen alanlarda devlet kanunu koyma yetkisidir.
       Öte yandan bir çok İslam yazarları, adet anlamında örf kelimesini kullanmışlardır. Zira, örf-i sultani ile örf’ü adat arasında yakın bir ilişki vardır; Sultan doğrudan doğruya kendi otoritesine dayanarak örfi kanunlar koyabildiği gibi, örf’ü adatı kendi idaresine katarak kanun haline getirebilir. Başka bir deyişle, örfi kanunların çoğunun menşei, örf’ü adattan ibarettir. Sultanın kanun koyan bağımsız iradesi esastır. Türk hükümdarı, kendi iktidarına ortak veya onun üstünde bir otorite tanımayan mutlak karakterini daima saklamıştır. İslam dinine en fazla bağlı sayılan Türk hükümdarları bile, devlet otoritesini her şeyin üstünde tutmuşlardır.
              Devlet idaresinde ve askeri sınıf arasında geçerli olan örfi hukuk ile halkın gündelik işlerinde (sözleşmeler, aile hukuku) uygulanan Şeri’at arasındaki ayrılığı en açık bir şekilde gösteren müessese, kadıaskerlik (kadileşkerlik) ve yargıcılık kurumudur. Harezmde, İran’da, Irak’ta kadıların şer’i mahkemeleri yanında yargu(yargı) mahkemeleri yer almıştı. Anadolu Selçuklularında  kadıaskerlik kurumu vardı.
    Osmanlı örfi hukukunun gelişmesinde Fatih devri kesin bir dönüm noktasıdır. Osmanlı teşkilatının ve hukukunun, onun tarafından Bizans örnek alınarak meydana getirildiği varsayımı hayli abartılıdır. Ama, Köprülü’nün  de işaret ettiği gibi, vergiler ve başka alanlarda, bazı örfi kanun ve kurumlarda Bizans örneklerinin devam ettiğini son araştırmalar ortaya koymaktadır. Fatih’ten önce Müslüman hükümdarlardan Selçuklu Melihşah’ın, Delhi sultanlarının, İlhanlıların kanunnameler çıkardıkları  işaret edilmiştir. Fatih’in, biri devlet teşkilatına, öteki reaya ile ilgili idare, maliye ve ceza alanlarına ait çıkarmış olduğu iki kanunname, bab ve fasıllara ayrılmış, olabildiği kadar sistemleştirilmiş resmi kanun kodlarıdır. Bu kanunların ve teşkilatın büyük bir bölümünün, Fatih’in hatt-ı hümayununda da söylendiği gibi, ondan önceye ait olduğuna kuşku yoktur. ”Kanunumdur” veya “Emrim olmuştur” ifadelerini kullandığı noktalarda dahi, Fatih’in çok kez eski teamül ve kuralları onaylamaktan başka bir şey yapmadığı söylenebilir. Fakat “defter ve nişancılık verilmek Sahn müderrislerine dahi kanunumdur” dediği zaman bu kuralın, kendisi tarafından konduğu kuşku götürmez. Osmanlı devletinin sınıflar statüsüne ait temel anlayışı, askeri ve reaya statüsündeki temel ayrılık prensibini yansıtır. Askeri içeriğine, devlet hizmetinde olup berat ile maaş alan bütün sınıflar girer. Onlar kadı askerlerin  hükmü altındadır. Reaya, askeri sınıf dışında vergi veren bütün tebaa, tarımcı, esnaf ve tüccardır.

(3) Şeri’at ve Kanun, Din ve Devlet
   İslam’ı incelerken temel olarak iki farklı yaklaşım gerçekleştirilmiştir. Dinin sıkı yorumu, yalnız Kur’an ve Sünnet’te ortaya konan İslam’ın değişmez ve ebedi ilkelerine dayanan bir yorum önermektedir. Bu temel kaynaklardan getirilen delillerle, “ hakimiyetin Allah’a ait olduğu; aslında kainatın bir olan Allah’ın mülkü olduğu ve bu yüzden hukukun bir tek kaynağı bulunduğu” belirtilmiştir. Buna göre, Allah’ın emirleri, insan topluluklarını, devlet de dahil, bütün cihanı yönetir. Kanun yapan, koyduğu kanunun İslam Şeri’atı’na uygun olduğundan emin olmak için her zaman kendini, dini otoritenin fikrini almaya zorunlu hissetmiştir. Bu düşünce okulu, büyük imamların birincil kaynaklara dayanarak getirdiği yorumun dışında herhangi bir yeniliğe, bid’ata izin verilmeyeceğine inanmıştır. İslam tarihinde, en azından belli bir dönemden sonra, yalnız Sultan’ın mutlak yetkisiyle çıkarılan ve uygulanan kanunlar da mevcut olmuştur. Bağımsız bir hukuk, bağımsız bir siyasi yetkinin varlığını gerektirir. Burada İslam için temel soru, ayrı bağımsız bir kurum olarak böyle bir siyasi otoritenin İslam’da bir gereklilik olup olmadığıdır.
Ne var ki, bağımsız sırf dünyevi bir otoritenin oluşturulması, aynı zamanda bağımsız bir kanun yapıcı otoritenin de kurulması anlamına gelmektedir. Diğer taraftan, zamanla, Şeri’at’ın çözüm için bir kural koymadığı durumlar ortaya çıkmakta idi. Fetva kurumu, her zaman, özellikle kamu işlerinde yeterli değildi. Sultan tarafından verilen hükümler, bazen Şeri’at’la uyumlu görünmese bile, sivil otoritenin devamı ve Müslümanların hayrı için zorunlu kabul edilerek uygulama alanına konmuştur. Bu kurallar, tamamen bağımsız bir hukuk konusu olarak, Şeri’at ile yan yana mevcut devlet hukuku anlamına gelen ‘kanun’ veya ‘zevabit’ terimleriyle adlandırılmıştır. Başka bir değişle, burada da, İslam’ın ve halkın hayrı prensibi, bağımsız siyasi otoriteyi ve onun kural koyma gücünü geçerli kılan ilke olarak kabul edilmiştir. Aynı mantık, Sultan’ın otoritesinin bağımsız niteliğini ve bağımsız kanun yapma yetkisini savunmak için Osmanlılar zamanında da tekrarlanmış, bu durumu ifade için daima ‘Şer’ ve Kanun’ ve ‘Din-ü Devlet’ terimleri kullanılmıştır.
Devlet hukukunu oluşturmaya gelince, bu süreç üç kaynağa indirgenebilir. İlkin, çoğu kanun veya kanunnameler, kaynağı bakımından, nesiller boyunca halk tarafından izlenen ve uygulanan yerel örf ve adetleri esas almaktadır. Hükümdarın yaptığı, sadece, bunlara hukukilik kazandırmaktan ibarettir. Böylece, Sultanın örfü, yahut dünyevi otoritesi, yerel adetleri devlet hukukuna çeviren anahtar etmendir. İkinci kaynağa göre hükümdarın egemen gücü, eski İran ve Türk kaynaklarından gelen uygulama ve kavramları devlet hukukuna dönüştürmekte idi. Üçüncü olarak, günün ihtiyaçlarına cevap veren fermanlar, genel kurallar içerdiği zaman birer kanun niteliğini kazanıyordu.
Büyük sultanların hizmetindeki bürokratlar, ‘hükümdara öğüt (nasihatu’s – selatin) edebiyatı içerisinde, bu uygulamaları ve kavramları sunmuşlardır. Bu tür eserler, sadece hükümdarları aydınlatmakla kalmamış, aynı zamanda bürokratlara ve devlet adamlarına da kamu idaresinde yol göstermiştir. Osmanlılar’ da Şeri’at’tan bağımsız olarak ortaya çıkan geniş kanun yapma faaliyeti, bu nasihatnameler tarafından sağlanan fikirleri izlemiştir.

(4)  Şikayet hakkı:  Arz-i Hal ve Arz-i Mahzar’lar
Orta-Doğu devlet ve hükümet sisteminin temel prensibi, özel bir yorumu olan adalet kavramına dayanır. Bu adalet kavramı, halkın şikayetlerini doğrudan doğruya hükümdara sunabilmesi ve onun emriyle haksızlıkların giderilmesi demektir. Divan-ı Hümayuna yapılan başvurular, sultan daima orada hazır bulunduğu inancıyla, doğrudan doğruya Sultana yapılmış başvurular sayılır. Tanrıdan başka kimseye karşı sorumlu olmayan tek otorite olarak, haksızlığı giderebilecek en yüksek otoritedir. O, kendisinin otoritesini temsil edenlerin hepsinin üstündedir. Ve onların yetkiyi kötüye kullanmalarını ancak O bertaraf edebilir. Bir kelime ile, hükümdar adaletin son başvuru yeridir, bu nedenle de adaletin yerini bulması için toplumda herkes, birey olarak yahut toplu halde ona şikayetini götürebilmelidir. Başlıca şikayet konuları şu kategorilerde toplanabilir:
1.    Kadının verdiği hükmü tanımayan ve gereğini yerine getirmeyenlere karşı şikayet.
2.    Kişiler arasında hak davaları.
3.    Askeri sınıftan olanların, kanun dışı reayadan eşya ve para almalarının önlenmesi.
4.    Halkın kanuna aykırı alınan vergilerden şikayetleri.
Şikayet defterleri, başındaki cümleden de anlaşılacağı üzere, şikayetler üzerine yazılan padişah hükümlerini içerir. Reayanın sundukları “arz-i hal” dir.Yahut kadı doğrudan bir şikayet konusu için mektup veya arz gönderebilir. Şikayet konusuna gelince, şikayet için arz veya arz-i hal gönderilmesi, ilgilinin mutlaka bir zararını veya uğradığı bir haksızlığı gidermek için olmalıdır. Zarar gören taraf, bir şahıs, bir grup veya bir kurum (vakıf gibi) olabilir. Haksız ve zararlı durum, eşkiyanın veya memurların soygunculuğu, bir mahkeme kararını tanımama, borcunu ödememe, genellikle kanuna aykırı hareketlerden doğma olabilir. Bir yöre halkının yıkık bir köprünün tamiri için başvurmaları da aynı kategoride sayılır. Şikayet defterlerindeki hükümlerin yazılmasına temel olan vesika, ‘arz veya arz-ı hal’dir. Toplu halde yapılan şikayet arzlarına genellikle arz-i mahzar denir.

(5)  Adaletnameler
 Adaletname, devlet otoritesini temsil edenlerin, reaya’ya karşı bu otoriteyi kötüye kullanmalarını, kanun, hak ve adalete aykırı tutumlarını, olağanüstü tedbirlerle yasaklayan beyanname şeklinde bir Padişah hükmüdür.Adaletnamelerde, kökünü eski İran imparatorluklarına kadar götürebildiğimiz Orta-Doğu devlet ve hükümdar anlayışı en belirli ifadesini bulur. Burada, hükümdarın, bütün otoriteler, kanun ve nizamlar üstünde olan mutlak otoritesi, bir haksızlığı bertaraf etmek için en son tedbir olarak ortaya çıkar. İlk Osmanlı hükümdarlarının, Orhan’ın ve II.Murad’ın, sabahları saray kapısı önünde yüksek bir yere çıkarak doğrudan doğruya halkın şikayetlerini dinlediklerini ve hüküm verdiklerini biliyoruz ki, bu geleneğin bir devamından başka bir şey değildir. Divan-i Hümayun’un ilk ve en önemli ödevi, şikayet dinlemektir. 1702 de eşkıya Eyüboğlu’nu payitahtta koruyan devlet adamlarına karşı halk” burada adalet icra olunmazsa nereye varalım” diye bağırıştılar. Padişah Adalet Köşkü’nde bunu duydu ve ertesi günü olağanüstü bir divan toplanarak Eyüboğlu’nun idamına karar verildi. Osmanlı kanun koruyucusuna göre, bid’at, haksız yenilikler, “şer’e ve örfe ve emr-i padişahiye ve kanun-i kadime ve deftere “ aykırı olan şeylerdir.  
 Vilayetlerde kadılar, halkın toplu şikayetlerini arz-i mahzar denilen bir yazıyla Sultan’a arz etme yetkisine sahiptiler. Osmanlılardan önce padişahlar birtakım haksızlıkların ve özellikle haksız vergilerin kaldırıldığını ilan eden hükümler çıkarır ve bu hükümleri eyaletlerde otorite sahiplerine karşı herkesin görebileceği yerlere, büyük camilerin duvarlarına veya şehirlerin giriş kapısına taş kitabe halinde koyarlardı. Adaletnameler de yaygın bir hal alan birtakım haksızlıkları, Padişahın yasakladığını halka ve görevlilere bildiren bir genel beyannameden başka bir şey değildir.
     Öşür yerine harac-i mukaseme olarak mahsulün beşte biri alındığı zaman salarlık vergisi alınamazdı, fakat bazı timar sahiplerinin onu da almaya çalıştıkları saptanmıştır. Bazı vergilerin toplama zamanı da yolsuzluğa yol açar. Mesela bazı sipahiler, koyun resmi, dönüm resmi gibi birtakım resimleri tahsil zamanı gelmeden almaya kalkışırlar.
Fatih Sultan Mehmed İstanbul fethinden az sonra yayınladığı reaya kanunnamesini ‘atası ve dedesi kanunu ‘ olarak bildirir. Gerçekten de bu kanunname, o tarihe kadar Kanun-i Osmani’nin aldığı şekli açık bir şekilde gösteren en eski kaynaktır. Kanunnamelerde beylerin yaptığı bazı salmalara, bilhassa arpa ve buğday salmalarına ancak bazı seyrek durumlarda müsaade olunmuş, bununla birlikte salmaların miktarı dikkatle sınırlandırılmış, reayanın gelişigüzel soyulması önlenmek istenmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda Kanuni Süleyman devrine kadar genellikle öşür onda bir alınabilirdi. Hububatta salarlık ile birlikte bu nispet sekizde bire yükselirdi. Anadolu’da ve Rumeli’de müslüman ve hristiyan reayaya aynı nispet uygulanırdı. Adaletnamelerin halka duyurulması şarttır. Bunun için vesikanın bitiş protokolunda, genellikle halkı toplayıp adaletnameyi önlerinde okutması ve içindekileri iyice anlatması kadıya emredilir. 

26 Nisan 2012 Perşembe

Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar, Halil İnalcık

 Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar, Halil İnalcık, Türk Tarih Kurumu,1987, Ankara 
1443-1453 Fatih Dönemi olayları ve 15.asırda Rumeli’de hristiyan sipahiler ve menşeileri
    Fatih Devrinin tam bir tarihini yazmanın mümkün olmadığını söyleyen İnalcık, bu kitabında İstanbul’un fethiyle neticelenen 1443-1453 arasındakı gergin devreyi, imparatorluk buhranının tahlilini yeni kaynak malzemesi “Gazavat Sultan Murat” adlı eseri değerlendirerek yapmıştır.
    1444 BUHRANI:
    1439’da Floransa’da Şark ve Garp kiliseleri arasında “Unıon”un imzalanması ile Osmanlılar aleyhine bir haçlı seferi çıkarılmıştır. Bu toplantı; buhranın başlangıcı kabul edilmektedir. 1443 yılında Macaristan ve Lehistan Kralı Ladislas ve Sırp despotu Georg Brankovıc’in Balkanları istila etmesi Türkler’in yakın zamanda Balkanlardan atılacağı düşüncesini getirecektir. Balkan İstilası ve II.Murad’ın tahttan çekilmesi Osmanlı Devlet’ini bir buhrana sürükleyecektir. 1444 yılı hem Osmanlı hem de Avrupa genel tarihi için bir dönüm noktası olmuştur. 1443 yılında Macaristan ve Lehistan Kralı Türkler’den gelen sulh teklifini kabul etmiş ancak Haçlı donanmasının boğazlara doğru bir harekete geçtiğini öğrenince ve Türkler’in Balkanlardan çıkarılmasının çok kolay bir hale geldiği inancına varınca da antlaşmayı bozmuştur. Bu antlaşma ile ilgili tetkikler, görüşler, vesikalar uzun uzadıya açıklanmaya çalışılmış 1444 yılında olup bitenleri yakından izleyen Cyriacus’un mektupları sırasıyla Türkçe tercümeleri ile verilmiştir. (Cyriacus; Klasik çağ eserlerine meraklı oldukça tanınmış bir hümanist seyyahtır. Papa tarafından 1444 yılında durum hakkında bilgi toplamak üzerine gönderilmişti.)
    Cyriacus’un mektupları ortaya çıktıktan sonra Macar Kralının Edirne’ye bir elçi heyeti gönderdiği kati bir şekilde anlaşılmış ve müzakerenin teferruatı öğrenilmiştir. Buna ek olarak 1443-1444 yılları üzerine bir Osmanlı vekayinamesi olan “Gazavat-ı Sultan Murad” adlı eser Edirne sulh müzakerelerinin hangi şartlar altında açılmış bulunduğunu ve müzakerelerin seyrini çok iyi anlamamıza yardım etmektedir.. Özellikle Segedin müzakereleri hakkında yeni bilgiler vermektedir.  Gazavat’ın verdiği bilgilerle Batı kaynaklarının kati bir şekilde çözemediği esaslı bir takım meselelere ışık tutulmaktadır. Barış müzakerelerinde ilk teklif Osmanlılar’dan gelmiştir. Hunyadi ve Sırp Despotu, Macar Kralını barış müzakerelerine girmeye ikna etmişlerdir. Gazavat’ın diğer kaynaklarla karşılaştırılmasından çıkan sonuç şudur ki; Sulh görüşmelerinin yapılması hristiyan ordusunun toplanmasına zaman kazandırmak; Osmanlılar’a son darbeyi indirmekti. Bu barış müzakerelerine baktığımızda II.Murad, Halecki’nin iddiasının aksine iki yüzlü siyaset le değil gerçekten batıda barışı sağlam temellere dayandığına inanarak doğuya yönelmeyi burada da Karamanoğlu ile bir antlaşma yaptıktan sonra oğlu II. Mehmet lehine tahttan çekilmeyi istiyordu.
Kitabın bu bölümünde Edirne müzakerelerine ve Edirne barışı üzerine Batı ve Osmanlı rivayetlerine yer verilmiştir. Gazavat meydana çıkmadan önce Edirne müzakerelerine ait bilgiler bulunmamakta idi. Gazavat’la birlikte Edirne antlaşmasının neden bozulduğu sorusuna cevap bulunmaktadır.
    Fatih Sultan Mehmed’in ilk Culüsu:
    Sultan Murad 1443 yazına doğru Mehmed Çelebi’yi eski Türk Devlet ananesine göre idare ve hükümet işlerine alışmak üzere Manisa’ya gönderir. Bu bölümde II. Murad’ın tahttan çekilme nedenleri ayrıntılı olarak verilmiştir. Macar Kralı ve Sırp Despotu idaresinde bir ordunun Osmanlı topraklarını istilası, istilayı durduracak olan askerin dağılması, uc beyliklerinde ayrılıkların yaşanması, II.Murad’ın hassas karakterli bir insan oluşu özelliklede oğlu Alaeddin’in ölüm haberi II. Murad’ın tahttan çekilmek istemesinde etkili olmuştur. Kaynaklara bakıldığında Mehmed Çelebi’nin culüsu, Sultan Mehmed’e gönderilen namede saltanat ünvanlarının kullanılması, II. Mehmed’in kendi adına bakır mangır bastırması, 1444 yılında II. Mehmed’in babası tarafından tahta geçirildiğini göstermektedir. II. Murad kendi sağlığında oğlunun tahta sağlamca yerleşmesine birinci dereceden önem vermiştir. Daha sonra kendiside Bursa’da inzivaya çekilmiştir.
    İstanbul’un Fethinden Önce Fatih Sultan Mehmet:
    II. Murad’ın tahtı oğluna bırakıp çekilmesi bir hata olarak görülmüştür. Çünkü Haçlılar Türkler’i Rumeli’den çıkarmak için bunu bir fırsat olarak görmüşlerdir. Diğer taraftan saltanat için Düzmece Orhan’ın ortaya çıkması, Haçlı Ordusu’nun Tuna’yı aşması, Edirne’de çıkan Hurufi ayaklanması, Bedestan’ı ve şehrin büyük bir kısmını küle çeviren yangınla halk iyice hoşnutsuz olmuştur. Sultan Murad tekrar tahta geçmesi için Edirne’ye çağrılmıştır. II. Murad haçlı tehlikesi karşısında boğazı geçerek ilk defa Osmanlı ordusunun Rumeli’de yer almasını sağlamış ve Varna Savaşı’nın kazanılmasında büyük rol oynamıştır. II. Mehmed, Varna muharebesi sırasında ve sonra daima padişah olarak tasvir edilmiştir. Varna Zaferinden sonra II.Murad, Manisa’ya çekilmiştir. Bir culus veya saltanattan feragat bahis mevzuu değildir.
    Sultan Murad’ın veziri Çandarlı Halil Paşa Sultan’ın Manisa’ya çekilip tahtın Sultan Mehmed’e bırakılmasına taraftar değildi. Genç padişah’ın tahtta kalmasını isteyenler ile Halil Paşa arasında gruplaşmalar vardır. İkinci vezir Şahabettin Paşa, Üçüncü vezir Saruca Paşa, İbrahim Paşa ve Zaganos Paşa genç padişahın yakın arkadaşlarıydı ve fetihçi bir politika izliyorlardı. İstanbul’un fethine genç padişahı teşvik etmekteydiler. Böylece O’nun saltanatının da ispatlanacağı görüşündeydiler. Diğer taraftan Çandarlı ise barışçı bir politikanın izlenmesinden yanaydı. Bu sırada çıkan yeniçeri isyanı tam Çandarlı’nın istediği türden bir olaydı. Sultan’ın tekrar tahta çıkması için uygun bir zemindi ve istediği gibi de oldu.
    II. Murad’ın beş yıllık ikinci saltanat devresi Balkanlarda Osmanlı hakimiyetini tehdit eden Macarlarla uğraşmakla geçti. II. Mehmed ise ancak babasının ölümünden sonra tahta geçebildi. II. Mehmed tahta geçer geçmez Karamanoğlu üzerine sefer düzenledi. Bizans Osmanlı’nın işlerini karıştırmak maksadıyla yanında bulundurduğu Yıldırım Bayazıd ‘ın oğullarından Orhan’ı saltanat mücadelesi için Anadolu’ya gönderdi. Bu durum karşısında İstanbul’un alınması artık gerekliydi. Çünkü Bizans’ın faaliyetleri durmayacaktı. Mehmed hazırlıklara başladı. İlk olarak hisar yapımına başlandı. Aslında hisarın gerekliliği II. Murad zamanında anlaşılmıştı. Bizansın erken savaş hazırlıklarının önüne geçebilmek için bu hisarın iki taraf arasında geçişin kolaylığı amacıyla yapıldığı söylenir. Bizans olası bir saldırıda bütün ümidini Batı’dan gelecek yardıma bağlıyordu. Sultan da İstanbul’un fethi için en büyük tehlikenin batıdan gelebileceğini iyi bildiğinden Venedik ve Macarlarla antlaşmalarını yeniledi. Bu hazırlıklara rağmen Çandarlı İstanbul’un fethine muhalif kalmıştı. Çünkü O İstanbul fethedilse bile Haçlı seferleri’yle Osmanlı’nın mahvolacağına inanmaktaydı.
    Sultan Mehmed bütün vezirlerinin katıldığı divanını toplayarak İstanbul’un fethinin gerekliliğini anlatmış ve bundan sonra Bizans surlarına top atışları başlamıştı. 20 Nisan deniz savaşında başarısız olunmasına karşılık Bizans sevinmiş, Osmanlı da  ümitsizlik oluşmuştu. Sultan Mehmet, Akşemseddin’in tarruzu şiddetlendirmesi tavsiyesine uymuş, Osmanlı donanmasının bir kısmı Galata sırtlarından Haliç’e indirmişti. Diğer taraftan Venedik 7 Mayısta donanmasını Ege sularına göndermiş, Papa da beş kadırgasını yollamıştı. Artık bu iş bitirilmeliydi, işin sonuna gelinmişti. 27 Mayıs’da yürüyüş ve yağma kararı orduda ilan edilerek 29 Mayıs’da nihai taarruz başlatıldı ve sabaha karşı şehir fetholundu.
    İstanbul’un fethi aynı zamanda Fatih’in saltanatının da fethi olmuştu. İlk iş İstanbul’un fethine muhalif olan Çandarlı’nın tutuklanması oluyor, Çandarlı’nın idamı ile Şehabettin ve Zaganos Paşaların nüfuzları artıyordu. Böylece Fatih bundan sonra merkeziyetçi imparatorluğunu kurmak için çalışabilirdi.
    Fatih, İstanbul’un fethi gibi büyük bir başarı ile sonuçlanan 1443-1453 yılları arasında buhran içinde yaşamış ve ona kesin bir çözüm getirmişti.
    Stefan Duşan’dan Osmanlı İmparatorluğu’na:
    Bu bölümde on beşinci asırda Rumeli’de hıristiyan sipahiler ve menşei ile Fatih Sultan Mehmed devrine ait tahrir defterlerinden yararlanılarak o devirde devletin fetholunan memleketlerde yerleşme politikası anlatılmıştır.
    Yazar, artık hiçbir tarihçinin, Osmanlı hakimiyetinin yerli idareci ve askeri sınıfları, asilleri ya kılıçtan geçirmek, yahut zorla İslamiyete sokmak suretiyle ortadan kaldırdığını ve onların yerine imtiyazlı feodal bir hakim sınıf olarak müslüman Türkler’in gelip yerleştiğini iddia etmediğini, Osmanlı İmperatorluğunun on beşinci asırda, kuruluştan farklı bir karakter taşıdığını ısrarla söylemektedir. Burada Balkan tarihçilerinin görüşlerine yer verilmektedir. Bu kapsamda; C. Jireçek, N.İorga, L. Hadrovics, P. Wittek gibi isimlerin görüşleri yer almaktadır. Osmanlı İmparatorluğunun Rumelideki teşkilatının kuvvetle Rum ve Slav tesiri altında kalmış olduğu belirtilmektedir.
    II. Murad ve Fatih Sultan Mehmed devrine ait tımar ve tahrir defterlerine göre, Balkanlar’da Osmanlı yayılışının tamamiyle muhafazakar bir karakter taşıdığı belirtilmektedir. Ani bir fetih ve yerleşme bahis mevzuu olmadığını, eski Rum, Sırp ve Arnavut asil sınıfları ve askeri zümrelerinin yerlerinde bırakılarak mühim bir kısmının hıristiyan timar-erleri olarak Osmanlı timar kadrosuna sokulduğunu; on beşinci asırda Osmanlı devletinin hiçbir şekilde bir islamlaştırma politikası gütmediğini rakam ve delilleriyle göstermeye çalıştıklarını belirtmektedirler.
    Kitabın son kısmında “Gazavat-i Sultan Murad Han”, varak, Fatih Sultan Mehmed’in borç senedi, II. Murad’ın vasiyetnamesi(Ali Emiri tasnifindeki nüsha), II. Murad’ın vasiyetnamesi (Maliye nüshası), II. Murad’ın vasiyetnamesi (Evkaf nüshası); üç nüshanın mukayesesi,  II. Murad’ın azadnamesi, Akşemseddin’den Fatih Sultan Mehmed’e mektub, Çandarlı Halil Paşa’ya ait bir mülkün sınır temessükü, Derbend bekliyen hıristiyan reayaya verilmiş bir muafiyet hükmü, Serez civarında Glamovik oğluna mülk köyünden timar ayrıldığına dair hüküm belgeleri yer almaktadır.