süheyl ünver etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
süheyl ünver etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Şubat 2013 Cumartesi

Edirne, TTK

Eser, Edirne’nin Osmanlılar tarafından alınışının 600’üncü yıldönümünü kutlamak amacıyla Türk Tarih Kurumu üyelerinden Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver, Tahsin Öz, Prof. Dr. Halil İnalcık ve Prof. Dr. Tayip Gökbilgin’den oluşan özel komisyonun yaptığı çalışmaları kapsamaktadır. Edirne eserinin baskısı 1965 yılında tamamlanmıştır.
    Bu çalışma, Edirne hakkında yapılan çeşitli araştırmaları bir araya getiren bir eserdir. Eserde, Türk bilginlerinin hazırladığı 22 orijinal araştırma yazısı bulunmaktadır.
    Eserde, yüzyıllarca Türk kültürüne merkez olmuş ve Türk mimarisinin  şaheserlerini saklayan Edirne ilinin  tarihi ve medeniyeti  anlatılmaktadır.
    Eser, Edirne’nin Osmanlılar tarafından alınışının 600’üncü yıldönümünü kutlamak amacıyla Türk Tarih Kurumu üyelerinden Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver, Tahsin Öz, Prof. Dr. Halil İnalcık ve Prof. Dr. Tayip Gökbilgin’den oluşan özel komisyonun yaptığı çalışmaları kapsamaktadır. Edirne eserinin baskısı 1965 yılında tamamlanmıştır.
    Bu çalışma, Edirne hakkında yapılan çeşitli araştırmaları bir araya getiren bir eserdir. Eserdeki 22  araştırma yazısını şöyle sıralayabiliriz:
    Ord. Prof. Dr. Besim Darkot: Edirne, Coğrafi Giriş
    Ord. Prof. Dr. Şevket Aziz Kansu: Edirne’ nin Tarihöncesine ait Araştırmalar
    Ord. Prof. Dr. Arif Müfit Mansel: İlkçağda Edirne
    Prof. Dr. Semavi Eyice: Bizans Devrinde Edirne ve bu devre ait Eserler
    Prof. Dr. Tayip Gökbilgin: Edirne Hakkında Yazılmış Tarihler
    Prof. Dr. Tayip Gökbilgin: 15. Asrın Birinci Yarısında, 2. Murat Devrinde Hıristiyan Birliği ve Osmanlı Macar Mücadeleleri Esnasında Edirne
    Prof. Dr. Halil İnalcık: Edirne’nin Fethi
    Prof. Dr. Tayip Gökbilgin: Edirne Şehrinin Kurucuları
    Prof. Dr. Bekir Sıtkı Baykal: Edirne’nin Uğramış Olduğu İstilalar
    General Nazmi Çağan: Balkan Harbinde Edirne
    Tahsin Öz: Edirne Yeni Sarayında Kazı ve Araştırmalar
    Prof. Dr. Oktay Aslanapa: Edirne’de Türk Mimarisinin Gelişmesi
    Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver: Edirne Medeniyetimiz ve Tezyini Misalleri
    Rauf Tunçay: Türklerde Oyma Sanatı ve İkinci Beyazıt Camiinin Oyma Süslemeleri
    Prof. Dr. c: Edirne II. Beyazid Darüsşifası
    Salih Zorlutuna: 17. Yüzyılın İkinci Yarısında Edirne’nin Sahne Olduğu Şahane Sünnet ve Evlenme Düğünleri
    Rakım Ertür: Eski Kırkpınar
    Prof. Dr. Hamit Sadi Selen: Yazma Cihannüma’ya Göre Edirne Şehri
    M. Uğur Derman: Edirne Hattatları ve Edirne’nin Yazı Sanatımızdaki Yeri
    Prof. Dr. Feridun Nafiz Uzluk: Edirne Kitaplığındaki Tıp Yazmaları
    Nurettin Kalkandelen: İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinde Bulunan Edirne’ye ait Eserler     Bibliyografyası
    Ord. Prof.Dr. A. Süheyl Ünver: Edirneli İki İnce Oymacımız
    Bu makaleleri incelediğimizde:
      (1) Ord. Prof. Dr. Besim Darkot, Coğrafi Giriş:
    Coğrafi bir tetkikte; ilk olarak Edirne’nin neden bugünkü yerinde kurulmuş olduğu, burada kurulan şehrin bugüne kadar nasıl yaşamış bulunduğu, bugünkü yaşamda nasıl yaşamaya devam ettiği, tarih devirleri boyunca Edirne coğrafyası, bugünkü Edirne, Edirne’nin mahalleleri, nüfusu anlatılmaktadır.
      (2) Ord. Prof. Dr. Şevket Aziz Kansu, Edirne’nin Tarihöncesine Ait Araştırmalar:
    Edirne’nin tarihöncesi ve ilk iskan tarihi ile ilgili bu makalede Edirne’nin yazıdan önceki ve insandan önceki devirleri anlatılmaktadır.       
      (3) Ord. Prof. Dr. Arif Müfit Mansel, İlkçağda Edirne:
    Arda ile Tunca’nın Meriç nehri ile birleştikleri yerde, verimli araziyi sınırlandıran dalgalı arazinin yamaçlarında kurulmuş olan Edirne şehri bir taraftan İlkçag’da seyrüsefere elverişli olan aşağı Meriç vadisi ile Ege Denizi’ne bağlı; diğer taraftan da Orta Avrupa’dan İstanbul Boğazına inen ana yolun üzeride bulunmaktadır. Bu makalede İlkçağda Edirne tarihi anlatılmaktadır.
      (4) Prof. Dr. Semavi Eyice: Bizans Devrinde Edirne ve Bu Devre Ait Eserler:
    Bu araştırmada Bizans devrinde Edirne’nin kısa bir tarih kronolojisi ile burada Bizans devrine ait olduğu bilinen fakat bugün izleri kalmayan birkaç mimari eserden bahsedilmektedir.
      (5) Prof. Dr. Tayip Gökbilgin, Edirne Hakkında Yazılmış Tarihler:
    Edirne hakkında yazılmış tarihlerden bahsederken, ilk olarak Hikayet-i Beşir Çelebi denilen ve Tarih-i Edirne olarak bilinen risale ve Hibri Abdurrahman Efendi’nin Enis-ül Müsamirin adlı eserleri anlatılmaktadır.
       (6) Prof. Dr. Tayip Gökbilgin, 15. Asrın Birinci Yarısında, 2. Murat Devrinde Hıristiyan Birliği ve Osmanlı Macar Mücadeleleri Esnasında Edirne:
    Edirne fethedilip de Rumeli’de başlıca bir hareket üssü olduğu ilk anlardan itibaren, Osmanlı Devletinin Balkan yarımadasında temasa geçtiği milletler Şark Hıristiyanlık camiasına mensup ve bu kültür muhitine tabidirler. Bu milletler Batı Hıristiyanlığı ile alakası ile gevşek, çok defa onlardan birinin veya birkaçının emperyalist  emellerine hedef bir cemiyet bünyesine sahiptir. I. Murat ve Yıldırım Beyazıd devirlerinin Balkan harekatı, kuruluş devrini yaşayan devletin meselelerinin hep bu istikamette ve karakterde olduğunu göstermekte ve Doğu Kilisesine bağlı küçük ve zayıf devlet görünümünde bulunduklarını anlatmaktadır.
      (7) Prof. Dr. Halil İnalcık, Edirne’nin Fethi:
    Bulgar tarihçisi A. Burmov’a göre, Edirnenin Çirmen muharebesinden ( 26 Eylül 1371) sonra, yani 1371 yılının Eylül veya Ekim başlarında fethedildiği; İ. H. Uzunçarşılı’ya göre ise Orhan 1362  de ölünce I. Murat tahta çıkmış, kardeşlerinin isyanı ile karşılaşmış, onları itaat altına sokmak için doğuya sefer yapmak zorunda kalmış ve dolayısı ile I. Murat’ın Edirne’ye ancak 1363, hatta 1364 veya 1365 de girmiş olabileceğini anlatılmaktadır.
      (8) Prof. Dr. Tayip Gökbilgin, Edirne Şehrinin Kurucuları:
    Osmanlı İmparatorluğunda şehirlerin teşekkülünde, eski Bizans kale ve kasabalarının tipik birer Türk – Müslüman şehri olarak gelişmesinde ve umumiyetle memleketin inkişafında rol oynayanların, birinci derecede hükümdarlar ve devlet idaresinde belli başlı bir mevki ve vazifesi olanlar olduğu ve Edirne’nin Türklerin eline geçtikten iki asırdan daha az bir zaman içinde, geniş mahalleleri ve mamur semtleri ile muazzam bir şehir haline geldiği anlatılmaktadır.
      (9) Prof. Dr. Bekir Sıtkı Baykal, Edirne’nin Uğramış Olduğu İstilalar:
     Fetihten sonra geçen dört yüzyıla yakın bir zaman  boyunca  Edirne’nin  bir huzur devri yaşadığı, ancak geçen yüzyıl ile bu asrın başlangıcında dört defa düşman istilasına uğradığı, ilk ikisinin Ruslar, üçüncüsünün Bulgarlar ve sonuncusunun Yunanlılar tarafından olmak 1829,1878,1913,1920 tarihlerinde olduğu anlatılmaktadır.
     (10) General Nazmi Çağan, Balkan Harbinde Edirne:
    Edirne, 1829 Rus işgali, 1877- 1878 ikinci Rus işgali, 1912-1913 Bulgar işgali 1920-1922 Yunan işgaline uğramıştır. Bu makalede, Balkan harbinde Edirne’nin ve kalesinin Bulgarlar tarafından kuşatılması ve işgali anlatılmaktadır.   
      (11) Tahsin Öz, Edirne Yeni Sarayında Kazı ve Araştırmalar:
    Edirne Yeni Sarayı, Tunca’nın batısında, Sultan II. Murat tarafından 1450’da yaptırılmasına başlanılmış ve hükümdarın vefatı üzerine bir müddet durmuş nihayet oğlu genç Fatih Sultan Mehmet tarafından bitirilmiştir. Makalede ayrıca Cihannüma Kasrı, Kum Kasrı, Kum Kasrı Hamamı, Su Maskemi, Namazgah eserleri tanıtılmaktadır.
      (12) Prof. Dr. Oktay Aslanapa, Edirne’de Türk Mimarisinin Gelişmesi:
    1361 yılında Murat Hudevandigar tarafından zaptedildiği zaman Edirne Meriç nehri kenarında ve kale içinde kurulmuş küçük bir şehirken, Osmanlıların eline geçtikten sonra kısa zamanda camiler, saraylar, köprüler, kervansaraylar, han, hastane ve imaret gibi abidelerle genişleyerek iki yüzyıl içinde mimari tarihi bakımından en canlı bir sanat merkezi haline geldiği anlatılmaktadır.
        (13) Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver, Edirne Medeniyetimiz ve Tezyini Misalleri:
    Edirne ve havalisinin 13. asır ortalarında yeni bir ruh ve iman ile alınmasından ve oralarda milli ve dini benliğimizle vücuda getirilen yeni medeniyetin 600 senedir devam ettiği, bu medeniyetin bizden öncekilerin devamı olmadığı, içtimai yaşayışımızın eskilere nazaran daha iyi olduğu, ilimde, sanatta, his ve hareketlerimizde başka yerlere nazaran emsalsiz olduğu anlatılmaktadır.                   
      (14) Rauf Tunçay, Türklerde Oyma Sanatı ve İkinci Beyazıt Camiinin Oyma Süslemeleri:
    İslam dininin heykeltıraşlık sanatına müsaade etmemesinin, Müslümanlar ve Türkler arasında taş v.e tahta oyma işçiliğinin gelişmesine, Osmanlı İmparatorluğu zamanında en yüksek seviyeye ulaştığı, bu devirde kullanılan şekillerin, hendesi karakterini kaybettiği, çiçek, nebat, hayvanların stilize edilmesinden meydana gelen tezyini modeller kullanıldığı, mimari eserlerin iç ve dış kısımlarının bu sanatın ustaları tarafından bezendiği anlatılmaktadır.
      (15) Prof. Dr. Bedi Şehsuvaroğlu, Edirne II. Beyazid Darüsşifası:
    Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından,  1308’den sonra zamanla kurulan Anadolu Beylikleri ve Osmanoğulları fethettikleri her şehri nice anıtlarla bezerken bir yandan da sağlık ve sosyal yardım tesislerini inşa etmişlerdir.
    Sultan Bayezid II. Kili ve Akkerman fethine giderken, seferde ihtiyaçlarını son bir defa gözden geçirmek için, bir müddet Edirne’de kalmıştır. Bu sırada Tunca kenarında 23 Mayıs 1484 günü cami, hastane, medrese, imaret, hamam, değirmen ve köprüden ibaret bir külliyenin temellerini atmıştır.
      (16) Salih Zorlutuna, 17. Yüzyılın İkinci Yarısında Edirne’nin Sahne Olduğu Şahane Sünnet ve Evlenme Düğünleri:
    1674 seferinden sonra Padişah Sultan IV. Mehmed’in şehzadelerine yaptırdığı sünnet ve eşi Hatice Sultanın evlenme düğünlerinin kaleme alındığı bu tarihçe zamanın haşmet, zenginlik ve adetlerini belirtmekte; saray mensupları ve devlet adamlarını tanıtılmaktadır. Makalede düğünden evvel yapılan hazırlıklar, sünnet düğünü ziyafetleri ile sünnetin icrası ve evlenme düğünü anlatılmaktadır.
      (17) Rakım Ertür, Eski Kırkpınar:
    Makalede Kırkpınar güreşlerinin mahalli, güreşlere hazırlık, Kırkpınar’ın başlaması, ödüller, gelen misafirlerin ananevi ağırlanması, hakem heyeti, Kırkpınar ağalığının satılması ve yeni ağanın ilan edilmesi, son zamanın ağaları anlatılmaktadır.
      (18) Prof. Dr. Hamit Sadi Selen, Yazma Cihannüma’ya Göre Edirne Şehri:
    Katip Çelebi yazdığı Cihannüma’da Akdeniz memleketlerinin büyük merkezlerinden İstanbul, Bursa ve Edirne’ye diğer şehirlerden daha fazla yer ayırmıştır. Eserde Edirne’nin mamur olduğu devirdeki büyük tesisler hakkında toplu bir bilgi verilmektedir. Eserde; Edirne hisarı, kuleleri, kaplıcaları, çarşılar, saraylar, kasırlar, camileri, medreseleri, zaviyeleri, türbeleri, hanları, hamamları, nehirler, bahçeleri, köprüleri tanıtılmaktadır.    
      (19) M. Uğur Derman, Edirne Hattatları ve Edirne’nin Yazı Sanatımızdaki Yeri:
    Tespit edilen en eski Edirne’li hattat, Fatih devri şöhretlerinden Yahya es-Sofi’dir. Bunların dışında Yedikule’li Seyyid Abdullah, Yusuf-i Rumi, Kevkep Mehmet Efendi, Darpzade Mustafa, Abdullah b. Ahmet Rodosi zade, Mustafa el Hafız, Hüseyin b. Ahmed, İsmail b. Ahmed, İbrahim bin Mehmet, Ahmet Dede, Seyyid Mehmet b. Ali, Mustafa b. Ali, Mehmet b. İbrahim, Hasan Vasfi, Mustafa Mehdi, Ali Remzi, Mustafa Rasim, Mustafa İzzeti, Şerif Hulusi, Şerif Fıtri, Zahide Züheyla tanıtılmaktadır.
      (20) Prof. Dr. Feridun Nafiz Uzluk, Edirne Kitaplığındaki Tıp Yazmaları:
    Makalede Çelebi Mustafa Paşa’nın Selimiye Camii içindeki kitaplığındaki tıp kitapları tanıtılmaktadır.
      (21) Nurettin Kalkandelen, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinde Bulunan Edirne’ye Ait Eserler Bibliyografyası:
    Burada; yazma eserler, üniversite mezuniyet tezleri, muhtelif mevzuda eserler, mimari ve eski eserler, tarihler, coğrafi eserler, harita ve planlar, fotoğraflar, resimler, dergiler, gazeteler, yıllıkların listesi verilmektedir.
      (22) Ord. Prof.Dr. A. Süheyl Ünver, Edirneli İki İnce Oymacımız:
    Edirneli iki oymacımız Nakşi ve Halazade tanıtılmaktadır.

   

26 Nisan 2012 Perşembe

Yahya Kemal’in Dünyası, Süheyl Ünver

Yahya Kemal’in Dünyası, Süheyl Ünver, Tercüman Tarih ve Kültür Yayınları, 1980 İstanbul
Yazarın kaleminden Yahya Kemal muhtelif konulardaki görüşleri.
        Şair Yahya Kemal ile 1943-1958 yılları arasında bir çok kez sohbet etme fırsatı bulmuş olan yazar, dinlediklerini kaydetmiş ve diğer insanlarla paylaşmak için kaydettiklerini bir kitap altında toplamıştır. Kitap, Yahya KEMAL’in ağzından yazılmıştır. Ortaya çıkan eserin şairin kendi eseri olmadığını yazar açıkça ifade etmektedir. Yazarın kaleminden şair Yahya KEMAL’in muhtelif konulardaki görüşleri özetle şu şekildedir :
(1)     TARİH KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
Bir millet/insan geçmişi ile bağını koparmamalıdır. Kopardığında kendisi olmayacaktır. Geçmişin tamamını sevmek gerekmez, fakat yapılan güzel işleri sevmek, takdir etmek gerekir. Geçmişte yapılan kötü işleri görüp irtibatı koparmak doğru değildir.
Avrupa’nın yaşayış tarzı bize hakim olmaya başladı. Tepeden tırnağa kadar Avrupa’ya benziyoruz. Saçlarımızı onlar gibi kestiriyoruz, onlar gibi yatıyor, onlar gibi kalkıyoruz. Bu sebeple; Türk üslubu, Türk çarşısı kayboldu. Artık bu güzellikleri hatıra olarak duvarımıza asıyoruz. Türk mimarları toplanıp “İngiliz evi” gibi bir “Türk evi” inşa etmelidir ve bu her Türkün hayaline işlenmelidir. Avrupalılardan eski doğu kültürüne ait eşyaların, silahların zevkini almaya başladık. Belki bu münasebetle bir gün kendi eşyalarımızı da sevmeğe başlarız.
Avrupa’dan aldıkları yarım ilimle yetinen tarihçilerimiz bizim aslen bir göçebe halkı olduğumuzu yazmakta ve bunu ispat etmeye çalışmaktadırlar. Yataklarımızı gece dolaptan çıkarıp yere serdiğimizi sabahleyin tekrar kaldırıp dolaba koyduğumuzu göçebeliğimizin emaresi saydılar. Evimizde kullandığımız nakli kolay eşyayı göçebeliğimize örnek olarak gösterdiler. Bu görüşleri ifade ederken yabancılardan etkilendiler. Bu emareler göçebe olmak için yeterli olabilir mi? Atalarımızın evleri ve eşyası yaşayış tarzından doğmuştu. Bağdaş kurmak şilteyi minderi, sahandan el ile yemek yendiğinden leğeni, ibriği, el silecek sırma havluları icat etmişti. Söylenenler göçebe olduğumuzu ispat için yeterli değildir.
Osmanlı’nın zaferleri diğer uluslarınkiyle mukayese edilemez. Napolyon’un ve Hitler’in zaferleri mekanî ve geçici olmuştur. Halbuki, Osmanlı 600 yıl Rumeli’de, 400 yıl Suriye ve Mısır’da kaldığından daha kalıcı ve etkili olmuştur.
Türkler ilk olarak 1360 yılında Rumeli’ye geçtiklerinde; Peçeneklerin, Oğuzların, Komanların ve Vardar Türklerinin nesillerini bulmuşlardı. Bu nesiller zamanla Hıristiyan olmuşlar ve Ortodoks kilisesine bağlı yaşıyorlardı. Göçebelilikleri devam ettiğinden, Hıristiyanlıkları zayıf kalmış ve  hala Türkçe konuşuyorlardı. İşte Osmanlı aslen Türk olan bu Ortodoksları bünyelerine almışlar ve ilk Yeniçeri devşirmelerini bu unsurlardan yapmıştır. Bu sebeple, Yeniçeri Ocağı Türk mizacında bir ocaktı denilebilir.
 (2)     DİL KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
Dil insanlardan hariç yaşar ve gelişir. İnsanlar bir araya gelip yeni bir dil oluşturamazlar. Tarihte bu ana kadar alimlerin, ediplerin ve şairlerin üzerinde anlaşıp bir dil vücuda getirdikleri görülmemiştir. Bunlar belki, milletlerin yaptığı lisanlardan abideler yapmışlardır ama bir dil vücuda getirememişlerdir.
Dilimiz her dil gibi diğer dillerden etkilenmiş ve alıntılar yapmıştır. Medreselerimizde Arapça okutulmasına rağmen, Araplık üzerimizde etkili olamamıştır. Acem’in tahakkümünde Müslüman olduğumuzdan, dilimiz daha çok Farsça’dan etkilenmiştir. Arapça’dan resul, nebi kelimelerini almamışız, Farsça’dan peygamberi almışız. Müslüman, oruç, abdest, padişah, şehzade kelimelerinin tamamı Fars’çadır. Dilimizde “–dar” ile biten sancakdar, silahdar kelimeleri de Fars’çadır. Buna rağmen, Acemin esiri değil, hakimi olduk. Gaznelilerde ve Selçuklularda onları hakimiyetimiz altına aldık, o da bizi medeniyeti ile ezdi.
Bir millet yeni kavramları lisanıyla birlikte alır. Sadece biz değil, diğer milletler de alır. Dilimiz önceleri İtalyanca’dan, daha sonra Fransızca’dan etkilenmiştir. Bir kavram bir dile girecekse kelimesiyle birlikte girer. Bir millet lisanını terk etmemelidir. Lisanımız, bizim milliyetimizdir. Çünkü vatanımızdan eskidir. En eski milli unsurumuz dildir. Fakir bile olsa, zamanla zenginleşir. Dil bizi birleştiren değerlerden birisidir ve sahip çıkılmalıdır.
(3)     MEDENİYET     KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :   
Alimlerin dediğine göre medeniyet beynelmileldir ve müşterektir. Ayrıca medeniyet elden ele verilen bir meşaledir ve her seferinde iklim değiştirir. Bir zamanlar medeniyet Mısır’daydı, oradan Bağdat’a, Irak’a gitti. Asur ve Kalde medeniyeti ortaya çıktı. Derken Yunan medeniyeti diye bir medeniyet ortaya çıktı. Bu böylece sürüp gidecektir.
Son zamanlarda Amerika medeniyeti öyle gelişti ki, atomu geliştirdi. Her gün yeni bir şeyle buluyorlar. Amerika’daki medeniyeti görenler Avrupa’ya geldiklerinde, Avrupa’yı köy sanabilirler. Amerika medeniyeti eskiler gibi yalnız manevi değil, biraz da maddi bir medeniyet.
Roma’da kadın haremdeydi. Hatırı sayılır bir mevkie getirildi. Roma’da seksüel ahlak yüksekti. Doğu insanı sekse başka türlü bakar. Doğuda sövme seks ile ilgiliyken, batı bunu pek anlamaz. Batı kadına dost veya zevce diye bakarken doğu öyle bakmaz.
Yahudi menşeinden bir din olan Hıristiyanlık, hem Yahudilikten ayrılmış, hem de Avrupai bir din olmuştur. Hıristiyan dünyası Isa ve Meryemleri kendi hayaline uydurduğundan, Isa heykelleri maddidir. Hollanda’da İsa Hollandalı gence benzer. Biz Araptan dini aldık ve onu kendinize uydurduk. Bizim Müslümanlığımız o bakımdan Araptan farklıdır.
Osmanlı Bizans’tan medeniyetin başkenti İstanbul’u, hamamı almış ve Türk yapmıştır. Avrupalı da hamamı bizden görmüştür.
İnsanlığı iyi yola, doğru yola sevk eden hukuk ve hürriyet fikridir. Bizde hürriyet fikri, ferdin hürriyeti fikridir. Herkesin kendi hukuku vardır. O da egoizm demektir.
(4)     ŞİİR KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
Şiir sadece insan tarafından yapılan, insanı dile getiren bir sanat dalıdır ve doğrudan doğruya fikri söyler. Şiir beşeridir, hayvan söyleyemez. Yıldırımdan çıkmaz. Deniz gürültüsü onu ifade etmez. Kelimeyi yalnız insan söyleyebilir. Kelimeleri fertler değil, cemiyetler yapar. Bu sebeple şair cemiyetin kelimeleriyle şiirini yazar.
Şiirin konusu her şey olabilir. Hatta şiir cemiyetin aleyhinde de olabilir. Ne kadar şair varsa o kadar şiir vardır. Şiir manası güzel olduğu için değil, kelimelerin dizilmesi ile güzel olur. Nice güzel sözler var ki şiir değildir. Doğan fikirle şiir yazılmaz, kelimelerle yazılır.
Bir şiir, okuyucusunu kendisine hayran bırakmalı, hayretlere sokmamalıdır. Yeni nesil şairler hayret uyandırma gayreti içindeler. Halbuki hayret çabuk geçer, hayranlık ise uzun süre devam eder. Şairler şiirlerinde okuyucularını hayretlere sokmaya çalışmamalıdır. Çünkü şiirin amacı hayret ettirmek değildir.
Şiir değişik kompleksleri olan bir insan tarafından yazıldığından, şiiri tarif etmek oldukça güçtür. Şiir bir şuur değil, bir şahsın ayrı görüşüdür. Dünyadaki tüm şairlere şiirin ne olduğunu sorsalar düzgün bir cevap alamazlar. Şiiri en iyi tarif edecek kişi, asla en iyi şair değildir. Bütün filozofların şiir üzerinde anlaştıkları nokta; şiirin bir duyuşu deyiş haline getirmek olduğudur.
Şiir ile müziğin farkı; müziğin ses ile, şiirin kelime ile ifade edilmesidir. Şair şiirin bestesini yapmıştır demek yanlış olmaz. Biz şairlere yeteri kadar değer vermiyoruz. Avrupa’da Fuzuli kadar kıymetli olmayan şairlerin kadrini bilir ve büyük değer verirler.
(5)     MÜZİK KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
Müziği önce Acemden aldık. Daha sonra Rumdan aldıklarımızla harman ettik. Ordularımız Mora ve Macaristan’a girince onlardan havalar aldık. Müziğimiz Itri zamanında tamamen millileşti. Tüm bunlardan kendimize has bir sentez yaptık. Hakimiyetimiz altındaki milletlere müziğimizi yayabilseydik, tek millet olabilirdik.
Bestekârlarımız notayı bilmediklerinden, eski müziğimizden günümüze çok sayıda eser ulaşamamıştır. Eski dönemlerde yaşamış bir çok bestekar, güfte ve makam olmasına rağmen, fazla eser günümüze ulaşamamıştır. Zamanında Kumkapı’da ortaya çıkan Hamparsum bir nota yapmış ve müziğimizi unutulmaktan kurtarmıştır. Hamparsum notasından istifade edilerek birçok besteler kurtulmuştur. Şiirimiz bu konuda daha şanslı. Yazılabildiği için daha kalıcı olabilmiş. Müziğimizdeki dahimiz İsmail Dede Efendi nota bilmediğinden az sayıda eseri bize ulaşabilmiş. Nota bilseydi kim bilir daha ne güzel eserleri günümüze ulaşacaktı.
(6)     SANAT KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
İnsanlar sanatı kendi derecelerine göre anlarlar. Mimariyi, heykeli ve resmi ince ruhlu insanlar anlar. Şiiri de az sayıda insan anlar.
Sanatlar ikiye ayrılır: Büyük Sanatlar ve Küçük Sanatlar. Büyük Sanatlar; mimari, resim, heykeltıraş, müzik ve şiirdir. Küçük sanatlar daha az önemlidir. Örneğin; dekor da bir sanattır ama resim yanında bir şey değildir.
Memleketteki şair, ressam, hakkak, nakkaş hepsi milletin yaptığı Türk güzelliğinden ve ikliminden sanat yapmalıdırlar. Çünkü 7-8 yüz yıllık bir kaynak var. Bunlardan ilham alıp yeni eserler meydana getirmelidirler.
(7)  MİLLİYET VE RESİM KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
Vatan ecdadın küllerinden yapılmış bir topraktır. Vatanı milletle beraber düşünür, yani milletin yerleştiği toprak sayarız.
Milliyetini idrak eden millet, ölüleri ile birlikte yaşar. Türkler ikametgahından ziyade mezara ehemmiyet vermiştir. Bizim için ecdadımızın yattığı yer mühimdir. Atalarımız Vatanı fethedince Türkleştirmek için öncelikle mezarları esaslandırmışlar. Bizim için atalarımızın oturdukları yerlerden ziyade yattıkları yerler önemlidir. Biz ölülerimizle birlikte yaşarız.
Avrupalıların Latin ve Yunan medeniyetinin etkisi aldıklarında kaldıklarından iftihar ettikleri gibi, bizim de Bizans ve İran’dan aldıklarımızla iftihar etmemizde bir sakınca yoktur. Tüm milletler birbirlerinin sentezleridir. Fransızlar Almanlarla karışıktır. Fakat onlarla gerektiğinde harp ediyor. Demek ki; mesele kanda değil, sonra olan sentezdedir. Bizans’tan miras olarak aldığımız şeyler var. Şehri geliştirirken bunları muhafaza etmek gerekir. Barbar denen Türkler, İstanbul’da Bizans’tan kalma bir çok eseri muhafaza etmişlerdir.
Resmimiz olmadığından milli tarihimizi doğru dürüst bilmiyoruz. Bizim milliyetimiz gerçekten çok kuvvetlidir. Hayal dünyamızı tahrik edecek resim ve nesir olmadığı halde bu kadar kuvvetlidir. Malazgirt’i bir Ermeni papaz yazmasaydı bilemeyecektik. Hünername’nin, Nusretname’nin resimleri üzerimizde ne kadar müthiş bir tesir yapıyor. Tarihimiz resmedilmiş olsaydı milliyet daha da kuvvetli olurdu. Resimde İslamiyet bize geniş miktarda tesir etmiş. Kaçak eşya gibi kullanılmış. Asıl etkisi medresede resim öğretilmemesidir. Türk milleti bunun zevkini alamamış. Okulda resim öğretilmediğinden zevkimize girmemiştir.
Beyazıt’taki Türk ocağından beri Türk değiliz. Kendimize Türk demediğimiz, Türklüğe kötü baktığımız zamanda da çok Türk idik, Frenk gömleğini giydik, gavur oluruz korkusu vardı. Türk’ü kaba saha manasına kullandık. Lakin realite Türk’tü. Ne zaman milliyetimize uygun olursak, o zaman Türk oluruz.
Milliyette ne mazi, ne hal, ne ati vardır. Maziyi, bir milliyetçi sever zannedilir. Lakin bu yanlış bir düşüncedir. Çünkü bu mazinin güzelliklerini sever. Demek ki maziyi değil, güzelliklerini sever. Mazi olmayacak bir vakit yoktur ki. Maziyi vatandan ayırmak, ruhu bedenden ayırmak kadar imkansızdır.
Millet başka, milliyet başkadır. Birçok insanlar vardır ki, Türk milletinden değildir. Fakat milliyeti Türk’tür. Maksat Türk olmamız değil, Türklüğü sevmektir.
(8)     İSTANBUL KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
Hiçbir devlet İstanbul kadar güzel bir başkente sahip olmamıştır. Çünkü her yönüyle eşsizdir. Mütarekede düşman içine girdiğinde bile alamamıştır. İstanbul bizim milliyetimizin yer yüzünde verdiği en büyük eseridir.
İstanbul her şeyden önce bir Türk şehri olmalı ve bu esas dahilinde imar edilmelidir. İstanbul’un yalnız millî, siyasi ve hukuk bakımından Türk olması kafi değildir. Şekilce üslupça Türk olması şarttır. Eski İstanbul’un muhafaza edilmesi ve kendimize benzer bir üslupta yaratılması gerekir.
İstanbul medeniyetinin yarısı Bizans, ama Boğaziçi medeniyeti tamamen Türk’tür. Fakat, Boğaziçi’nin Türklüğünü koruyamıyoruz. Sinemasına, gazinosuna, lokantasına yabancı isimler vererek kendi elimizle yabancılaştırıyoruz.
İstanbul’dan daha turistik mekanları olan bir memleket yok. Ama biz bunun farkında değiliz. Bir garson mektebi bile açmamışız. «Türk İstanbul» medeniyetini bazıları beğenmezler. Bizansı medeniyetçe daha büyük görürler. İstanbul’da Bizanslılardan daha büyük bir medeniyet yapmışız. Fetihten sonra Boğaziçi medeniyetini icat ettik.
İstanbul kadar renkli bir şehir dünyada yoktur. Hiçbir yeri birbirine benzemez. İstanbul’da sıkılma ihtimali yoktur. Kocamustafa Paşa da içine girdiniz mi başka bir aleme girersiniz. Kendisine göre ruhu vardır.
İstanbul’un Türk tarafının cazibesi, yalnız yabancılar arasında değil Türkler arasında da gerektiği kadar bilinmemektedir. Bilinenler ancak toplamın %5’i oranındadır. İstanbul’un sahip olduğu güzellikler ve hatıralar iyi tetkik edilir ve iyi yaşatılırsa, ayrıca turizme ait kitaplar hazırlanırsa, İstanbul’u görenler onu anlayıncaya kadar orada kalırlar ve aylar geçirirler. Bir de konforları sağlanırsa kolay kolay şehirden ayrılamazlar.
Orta Çağın sonlarına doğru, Osmanlı Türklüğü Latinliğe medeniyetçe ve yaratıcılık bakımından çok üstündür. Fransızlar ve İtalyanlar İstanbul’u 1204 senesinde fethettiklerinde 57 yıl orada kaldılar. Yaktılar, yıktılar, yağma ettiler ve çıkıp gittikleri gün bir mezbele halinde bıraktılar. Bugün onların namlarına bir eser dahi yoktur. 1453’te bu mezbeleyi fetheden Türkler onu imar ettiler ve emsalsiz bir şehir vücuda getirdiler. Medeni bir yaklaşımla Türkler Bizans eserlerini muhafaza etmişlerdi. Mübalağa etmeksizin diyebiliriz ki, İtalyanlar miras olarak aldıkları eski Roma’yı bu kadar olsun muhafaza etmemişlerdir.
Bizans, Jüstinyen zamanından sonra surlarıyla, kendini ancak gelen ordulara karşı müdafaaya hazır, korkak ve ürkek bir vaziyette idi. Halbuki Osmanlı zamanında İstanbul asırlarca bir düşman tehlikesinin mevcut olacağını hatırından bile geçirmedi. İstanbul müdafaa edilen değil bir tecavüz merkezi oldu.
İstanbul’un fethi bir Müslüman ideali olarak farz olunur. Peygambere atfedilen bir hadis ve Emeviler zamanında İstanbul’un Araplar tarafından muhasaraları bu faraziyenin doğruluğunu hükmettirebilir. Ancak aksini de iddia etmek mümkündür. Çünkü İstanbul’un fethi bir Müslüman ideali olsaydı, bu idealin Araplarda devam etmesi, Acemlerde ve diğer milletlerde de olması gerekirdi. Acem edebiyatında İstanbul fethi idealine ait bir iz bulunmadığı gibi, Araplarda da böyle bir ideale rastlanmaz.