4 Mayıs 2012 Cuma

Charles Darwin’in Biyografisi, Francis Darwin

Charles Darwin’in Biyografisi, Francis Darwin, Ebookmall, 2001-ABD  
Charles Darwin’in hayat hikayesi.
    Darwin, 12 Şubat 1809'da İngiltere'nin Shrewsbury kasabasında, Robert ve Susannah Darwin'in beşinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Robert Darwin ünlü doktordu.ı. Darwin Temmuz 1817'de, henüz sekiz yaşındayken, annesini kaybetti. Eylül 1818'de ise Shrewsbury Okulu'nda yatılı öğrenci olarak eğitime başladı. Okul döneminde Garnett ismindeki bir arkadaşını hiç unutamamıştır. Arkadaşı bir gün kasabada ona pasta ısmarlar ve hiçbir ödeme yapmadan oradan ayrılırlar. Darwin neden böyle bir şey yaptığını sorduğunda, ona cevap olarak ‘Dedem çok zengin bir insandı. Kim ki kendisine ait olan şu şapkayı onun gibi giyer ve onun yürüdüğü gibi yürürse hiçbir dükkan ondan tek kuruş talep etmeyecektir. Çünkü o toplu olarak ödeme yapmıştır’ der. Darwin’e denemek isteyip istemediğini sorar ve şapkayı ona verir. Darwin onun dedesi gibi yürüyerek aynı pastaneye girer bir kek aldıktan sonra ücreti ödemeden oradan ayrılmak istediğinde dükkan sahibi onu kovalamaya başlar. Darwin’de arkadaşının nasıl güvenilmez birisi olduğunu daha iyi anlamış olur.
Küçük kız kardeşine borçlu olduğu bir insanlık anlayışı vardır. Bir kuş yuvasında iki yumurta (toplama merakından dolayı) varsa mutlaka birini orada bırakmıştır. Çocukluğuna ait unutamadığı anlardan bir tanesi de ölen bir süvarinin mezarında yapılan tören ve saygı atışıdır.
Okul yıllarında Dünyanın Harikaları adlı elinden hiç düşürmemiştir. Bir gün uzaktaki ülkelere gideceğini hissediyordu. Onun bu arzusu yıllar sonra Beagle ile yaptığı dünya turunda gün yüzüne çıkmış oldu.
İlk çalışmalarına bilimsel olmayan boyutta da olsa böcek toplamak ve onlara isimlendirmekle uğraştı. Bazen onları isimlendirmekte zorlanmış olsa da sadece koleksiyon maksadıyla böceklerin öldürülmesine gönlü razı olmadı. Bundan sonra kuşları gözlemlemeye başladı. 
Erkek kardeşi kimya bilimiyle uğraşıyordu. Onun yapmış olduğu deneylerde yardımcı olarak kabul edilmesi ve gece geç vakitlere kadar orada çalışıyor olması kendisine Gaz lakabının takılmasına sebebiyet verdi.
1825'te mezun olan Darwin, bir süre babasının yanında stajyer doktor olarak çalıştıktan sonra İskoçya'daki Edinburgh Üniversitesi'nin tıp fakültesine yazıldı. Fakat cerrahlığa bir türlü ısınamadı ve tıp derslerini boşlamaya başladı. Öğretmeni Robert Edmund Grant'ten Jean-Baptiste Lamarck'ın evrim teorisini öğrendi ve Grant ile beraber deniz canlılarını inceleyip ortak atalardan evrilme teorisini destekleyen homoloji (farklı canlı türlerinde aynı temel yapıya sahip organların bulunması) örnekleri buldu. Bir başka öğretmeni olan Robert Jameson'dan ise jeoloji ve bitkilerin sınıflandırılması üzerine dersler aldı, Edinburgh Kraliyet Müzesi'nin bitki koleksiyonunu düzenlemede Jameson'a yardımcı oldu.
Darwin'in tıp eğitimini iyice boşladığını farkeden babası, 1827'de onu Edinburgh'dan alarak Cambridge Üniversitesi'ne bağlı Christ's College'a yazdırdı. Darwin'in teoloji okuyup bir din adamı olmasını umuyordu. Darwin, teolojide tıbba kıyasla daha başarılı olsa da, asıl ilgi alanı hâlâ doğa tarihiydi. Kuzeni William Darwin Fox ile beraber böcek toplamaktan hoşlanıyordu. Böceklere olan ilgisi sayesinde botanik profesörü John Stevens Henslow ile tanışan Darwin, bu profesörle yakın arkadaş oldu ve hem Henslow'un doğa tarihi dersine yazıldı, hem de ondan özel dersler almaya başladı. Darwin 1831 yazını, jeoloji profesörü Adam Sedgwick ile beraber Galler'in jeolojik katmanlar haritasını çıkararak geçirdi.
1831 sonbaharında Henslow, Darwin'i Beagle gemisinin kaptanı Robert FitzRoy ile tanıştırdı. Beagle, Aralık 1831'de FitzRoy'un komutasında iki senelik bir Güney Amerika yolculuğuna çıkacaktı ve kaptan yolda kendisine arkadaşlık edecek iyi eğitimli bir doğabilimci istiyordu. Henslow'un tavsiyesi üzerine FitzRoy, Darwin'i gemisine almayı kabul etti. Darwin'in babası önce bu uzun yolculuğa izin vermediyse de, kayınbiraderinin araya girmesiyle fikrini değiştirdi.
Beagle'ın yolculuğu iki yerine beş yıl sürdü. Darwin, yolculuk boyunca çok çeşitli jeolojik oluşumlar, fosiller ve canlılar keşfetti ve bunlardan örnekler topladı. Fırsat buldukça Cambridge'e keşiflerini anlatan ayrıntılı mektuplar yazıyor, topladığı ilginç örnekleri postalıyordu. Bu sayede, kendisi uzakta olmasına rağmen, İngiliz doğabilimcileri arasında ünü epey yayıldı. Yolculuk boyunca tuttuğu günlüğüne, doğabilimsel keşiflerinin yanısıra, karşılaştığı değişik insan topluluklarıyla ilgili kültürel ve antropolojik gözlemlerini de yazıyordu. Bu günlüğü 1839'da Beagle Yolculuğu adıyla yayımlayacaktı.
Yolculuk Darwin için kolay olmadı. Deniz tutmasından fena şekilde etkilendi, Ekim 1833'te Arjantin'de ateşli bir hastalık geçirdi, Temmuz 1834'te ise And Dağları'ndan Şili'ye dönerken tekrar hasta oldu ve bir ay yataktan çıkamadı.
Yolculuğun başında Kaptan FitzRoy, Darwin'e Charles Lyell'ın Jeolojinin Prensipleri adlı kitabını vermişti. Lyell bu kitabında jeolojik oluşumların, bugün de devam eden çok yavaş süreçlerin etkisiyle, çok uzun çağlar sonucunda oluştuğunu savunuyordu. Darwin, Batı Afrika açıklarındaki Santiago adasında, yüksek volkanik kaya yamaçlarında mercan ve deniz kabuğu kalıntıları bulunca, bu yamaçların bir zamanlar deniz altında bulunduğunu, ve Lyell'ın söylediği gibi çağlar boyunca yavaş yavaş yükseldiğini anladı. Darwin yolculuk boyunca pek çok önemli jeolojik keşif yapacaktı. Patagonya'da gördüğü, deniz kabukluları ve çakıldan oluşan geniş düzlüklerin yükselmiş sahiller olduğunu tahmin etti. Şili'de bir deprem sonrasında deniz seviyesi üstünde kalmış midye yatakları gözlemleyince, kıyının deprem sonucu yükseldiğini anladı. Benzer şekilde, And Dağları'nın yamaçlarında, kumlu sahillerde yetişen ağaçlara ve deniz kabuklularına ait fosiller buldu ve bu yamaçların zaman içinde yükseldiği sonucuna vardı.
Darwin Güney Amerika'da, soyu tükenmiş devasa memelilere ait fosiller buldu. Bu fosillerin bulunduğu katmanlarda modern deniz kabuklularına ait kalıntılar da vardı, yani bu memelilerin soyu yakın zamanlarda, herhangi bir iklim değişikliği ya da felâket olmadan tükenmişti. Jeolojinin Prensipleri 1832'de çıkan ikinci cildi, Güney Amerika'daki Darwin'e postalandı. Charles Lyell, bu ciltte evrim fikrine karşı çıkıyor, biyolojik türlerin dağılımını "yaradılış merkezleri" fikriyle açıklıyordu. Darwin, bir taraftan bunu okurken, bir taraftan da daha sonra kendi evrim teorisini destekleyecek olan çok önemli gözlemler yapıyordu. Galápagos Adaları'ndan pek çok "alaycıkuş" örneği topladı ve bu kuşların, yaşadıkları adalara göre ufak fizyolojik farklar gösterdiklerini farketti. Yerel İspanyollar'ın, bir kaplumbağanın görünüşüne bakarak hangi adadan geldiğini anlayabildiklerini öğrendi.
Beagle'ın 1826-1830 arasındaki ilk yolculuğu sırasında, Güney Amerika'nın en güney ucundaki Tierra del Fiego'dan alınmış ve İngiltere'de medenîleştirilmiş olan üç Yagan yerlisi, misyonerlik yapmaları için kabilelerine geri verildi. Darwin bu kabileleri sefil ve rezil vahşiler olarak tanımlıyordu. Bir sene geçtiğinde, yerliler misyonerlik görevini bırakmış, eski hayatlarına geri dönmüşlerdi. Darwin, kısmen bu tecrübe sonucunda, insanların hayvanlardan sanıldığı kadar uzak olmadığını düşünmeye başladı. Darwin, insan toplulukları arasındaki yaşayış farklılıklarını, ırksal gelişmişlikle değil, kültürel gelişmişlikle açıklıyordu. Güney Amerika'da şahit olduğu kölelik kurumundan hoşlanmıyor, Avrupalı kolonilerin Avustralya ve Yeni Zelanda'daki yerli halklara verdiği zarardan üzüntü duyuyordu.
Yolculuğun sonlarına doğru Darwin'in tuttuğu ayrıntılı notları okuyan Kaptan FitzRoy, yolculukla ilgili resmi raporun doğabilimle ilgili son kısmını Darwin'in yazmasını rica etti.
Darwin'in seyahatteyken İngiltere'ye yolladığı mektuplar, fosil örnekleri ve doldurulmuş canlılar, eski öğretmeni Henslow aracılığıyla İngiliz doğabilimcilerine aktarılıyor, Darwin'in ünü bu sayede gittikçe yayılıyordu. Beagle 2 Ekim 1836'da İngiltere'ye döndüğünde Darwin saygın bir doğabilimci olarak tanınmıştı. Darwin, İngiltere'ye ayak bastığında, önce Shrewsbury'ye gidip akrabalarını ziyaret etti, sonra Cambridge'e gelerek Beagle yolculuğunda topladığı örneklerin tanımlanıp sınıflandırılması üzerinde çalışmaya başladı. Henslow, bitki örneklerini tasnif edip isimlendirmede Darwin'e yardımcı oluyordu, fakat hayvan örnekleri için Darwin'in uzman zoologlara ihtiyacı vardı. Babasının parasal desteğiyle Londra'ya gidip zoologlarla görüşmeye başlayan Darwin, Charles Lyell aracılığıyla Richard Owen adında bir biyologla tanıştı. Owen, Darwin'in getirdiği fosilleri inceleyerek o güne kadar bilinmeyen pek çok soyu tükenmiş hayvan türü tanımladı.
Darwin, Aralık 1836'da Güney Amerika kıtasının yükseldiğine dair bir bilimsel makale yazdı, ve Ocak 1837'de Lyell'ın da desteğiyle bu makalesini Londra Jeoloji Cemiyeti'ne sundu. Aynı gün, Beagle yolculuğunda topladığı kuş ve memeli örneklerini de Londra Zooloji Cemiyeti'ne sundu.
Londra bilim çevrelerinde, hayatın ve canlı türlerinin kökeni sevilen bir tartışma konusuydu. Matematikçi ve filozof Charles Babbage'ın başını çektiği bir grup, Tanrı'nın Dünya'daki hayatı özel bir mucize aracılığıyla değil, doğa kanunları aracılığıyla yarattığını savunuyordu. Darwin'in Edinburgh Üniversitesi'nden hocası Robert Edmund Grant ve Dr. James Gully gibi bir grup bilimadamı ise türlerin birbirine dönüşebildiğini iddia ediyor, ama bu fikirleri yüzünden çoğunluk tarafından sapkınlıkla ve toplumsal düzeni bozmaya çalışmakla suçlanıyordu.
Mart 1837'de John Gould, Darwin'in farklı adalardan topladığı alaycıkuşların farklı türlere ait olduklarını açıkladı. İspinozları hangi adalardan topladığını not etmemiş olan Darwin, Kaptan FitzRoy'un notlarını inceleyince, Gould'un tanımladığı farklı ispinoz türlerinin de farklı adalardan geldiğini keşfetti. Nisan 1837'ye gelindiğinde Darwin, anakaradan göç edip farklı adalara yerleşen kuşların, zaman içinde bir şekilde değişiklik geçirip farklı türlere dönüştüklerini anlamıştı. Temmuz ayında, her zamanki günlüğünün yanı sıra, türlerin birbirine dönüşümüyle ilgili fikirlerini yazdığı gizli bir "B" günlüğü tutmaya başladı, ve bu günlüğün 36. sayfasına ilk kez bir evrim ağacı çizdi.
Darwin, bir taraftan türlerin dönüşümü üzerinde çalışırken, bir taraftan da Beagle günlüklerini yayıma hazırlıyor, ve Charles Lyell'ın fikirlerini destekleyecek bir Güney Amerika jeolojisi kitabı yazıyordu. Tüm bunların üstüne, bir de kendi getirdiği örnekler hakkındaki uzman görüşlerini içerecek geniş kapsamlı bir eser üzerinde çalışmaya başladı.
Sonunda bu yüksek çalışma temposuna dayanamayarak kalbinden rahatsızlandı. Eylül 1837'de doktor tavsiyesi üzerine çalışmalarına ara verdi ve Shaffordshire'da akrabalarının yanında kalmaya başladı. Kuzeni Emma Wedgwood da aynı evde kalıyor ve hasta bir akrabaya bakıyordu. Haziran 1838'e kadar Shaffordshire'da kalan Darwin, türlerin dönüşümü üzerindeki araştırmalarına devam ediyor, uzman görüşü almak için doğabilimcilerin yanı sıra çiftçiler ve güvercin yetiştiricilerine de danışıyordu. Sonuçta evlenmeye karar veren Darwin, babasına da danıştıktan sonra Temmuz 1838'de evlilik teklif etmek için Emma'ya gitti, ama teklifi yapmaya cesaret edemedi.
Araştırmalarına Londra'da devam eden Darwin, türlerin dönüşümü konusunda çok önemli gelişmeler kaydetti. Thomas Malthus'un Nüfus Prensibi Üzerine Deneme adlı yazısı Darwin için önemli bir esin kaynağı oldu. Malthus bu yazısında insan nüfusunun aslında çok büyük bir hızla (her 25 yılda ikiye katlanarak) çoğalma potansiyeli olduğunu, ama hastalık, savaşlar ve açlık sayesinde nüfusun kontrol altında tutulduğunu anlatıyordu. Darwin, aynı prensibin tüm organizmalara uygulanabileceğini farketti. Tüm canlı türleri, mevcut kaynakların izin verdiğinden çok daha fazla yavru üretiyor, yavrular arasında zayıf olanlar çok geçmeden ölüyor, güçlü olanlar ise hayatta kalarak yeni yavrular meydana getiriyor ve kendilerini güçlü yapan özellikleri yavrularına aktarıyorlardı. Böylece türler nesilden nesile değişerek çevrelerine daha iyi uyum sağlıyorlardı. Bu teorisini ilk defa 28 Eylül 1838'de günlüğüne yazdı.
Kasım 1838'de nihayet Emma'ya evlilik teklif eden Darwin, Ocak 1839'da evlendi. Aynı ay içinde, Royal Society'ye (Kraliyet Cemiyeti) üye olarak seçildi. Darwin çifti, evlilikten hemen sonra Londra'ya yerleşti.
Darwin, doğal seçme fikrinin temelini atmıştı ama şüpheci meslektaşlarını ikna etmek için çok çalışması gerektiğinin farkındaydı. Jeoloji Cemiyeti'nin Aralık 1838'deki toplantısında, evrim fikrini savunan eski hocası Robert Edmund Grant'e nasıl şiddetle karşı çıkıldığına bizzat şahit olmuştu. Teorisini destekleyecek kanıtlar bulabilmek için hayvan yetiştiricileri ile görüşmeye ve bitkiler üzerinde deneyler yapmaya devam etti. Mayıs 1839'da Kaptan FitzRoy'un Beagle raporu yayımlandığında, Darwin'in yazdığı kısım o kadar beğenildi ki, sonradan başlıbaşına bir kitap olarak basıldı.
1842 başlarında Darwin, Lyell'a fikirlerini açıklayan bir mektup yazdı. Her canlı türünün kendi başlangıcı olduğunda ısrar eden Lyell, jeoloji alanında müttefiki olan Darwin'in bunu inkâr etmesine çok üzüldü. Mayıs 1842'de Darwin'in mercan kayalıkları üzerine yazdığı eser yayımlandı, aynı sıralarda Darwin, doğal seçme teorisinin bir kabataslağını kâğıda döktü. Kasım 1842'de Darwin çifti, Londra'nın stresinden uzaklaşmak için şehrin dışındaki Down House'a geçti. Ocak 1844'te fikirlerini botanist arkadaşı Joseph Dalton Hooker'a açan Darwin, kendisini bir cinayeti itiraf ediyormuş gibi hissediyordu ama Hooker Darwin'in teorisini beğendi. Temmuz'a gelindiğinde, Darwin'in kabataslağı 230 sayfalık bir deneme yazısına dönüşmüştü. Ekim 1844'te anonim olarak yayımlanan ve insan dahil tüm canlıların ilkel formlardan dönüşerek ortaya çıktığını savunan Yaradılışın Doğal Tarihinden İzler adlı kitap, doğabilimciler tarafından yerden yere vurulunca Darwin teorisi konusunda ne kadar dikkatli olması gerektiğini bir kez daha anladı. Kitap, Londra orta sınıfından büyük ilgi gördü ve türlerin dönüşümü konusunu bir kez daha gündeme getirdi. Darwin 1846'da üçüncü jeoloji kitabını yayımladı, ve arkadaşı Hooker'la beraber deniz kabuklularıyla ilgili geniş kapsamlı bir araştırmaya başladı. 1847'de Hooker, Darwin'in doğal seçme üzerine yazdığı uzun denemeyi okudu ve önyargıdan uzak tarafsız eleştiriler sundu, fakat bir taraftan da Darwin'in yaradılış fikrine karşı çıkmasını sorguladı.
1849'da uzun süredir kötü giden sağlığını düzeltmek umuduyla Malvern'de bir kaplıcaya giden Darwin, iki ay sonra kendini daha iyi hissetti. 1850 Haziran'ında çok sevdiği kızı Annie ciddi şekilde hastalanınca, kendi kronik kötü sağlığının kalıtsal olduğunu tekrar düşünmeye başlayan Darwin, Nisan 1851'de Annie'nin ölümüyle iyiliksever bir Tanrı'ya olan tüm inancını kaybetti.
Deniz kabuklularıyla ilgili çalışmalarının sonuçlarını 1851-1854 arasında yayımladığı bir dizi kitapla anlatan Darwin, 1853'te bu çalışmasından dolayı Royal Society tarafından madalya ile ödüllendirildi. Ayrıca bu çalışma, o zamana kadar jeolog olarak bilinen Darwin'in biyolog olarak da ünlenmesini sağladı. Darwin, deniz kabuklularıyla ilgili çalışmasında, belli bir fonksiyonu olan bir organın, değişen şartlar sonucunda ufak değişimler geçirerek fonksiyonunu değiştirebileceğine dair kanıtlar gözlemledi. Kasım 1854'te notlarına, ortak bir atadan gelen canlıların, doğanın ekonomisinde ayrı ayrı yerlere adapte olmaları sonucunda anatomik olarak birbirlerinden uzaklaşabileceklerini yazdı.
Hıristiyan inanışına olan bağlılığını yitiren Charles Darwin 19 Nisan 1882'de öldüğünde, ailesi onu bölgedeki bir kilise avlusuna, çocuklarının mezarlarının yanına gömmeyi düşünüyordu. Ne var ki, aynı düşünceyi paylaşmayan bazıları çarçabuk harekete geçerek, önde gelen bilim insanları ve hükümet üyelerini ikna çalışmasına girişti. Amaçları, bu kişileri biraraya getirip İngiltere'nin ünlü kilisesi Westminster Abbey'nin baş rahibinden Darwin'in buraya gömülmesini rica etmelerini sağlamaktı. Baş Rahip George Granville Bradley, gerekli onayın canı gönülden verileceğini bildirdi. Böylece, Darwin 26 Nisan günü öğleden sonra Westminster Abbey'ye gömüldü. Tabutunu taşıyanlar arasında eski dostu botanikçi Joseph Hooker, yazılarıyla Darwin'i kendi kuramını yayımlamaya yönelten genç doğabilimci Alfred Russel Wallace ve ABD'nin İngiltere büyükelçisi James Russell Lowell da vardı. Darwin bu kilisenin Bilginler Köşesi olarak bilinen bölümünde, Sir Isaac Newton'un gömülü olduğu yerin birkaç metre ötesinde ve astronom Sir John Herschel'in yanı başında yatıyor. Darwin, yeryüzündeki canlı türlerinin değişimini betimlemek için gizemlerin gizemi tanımlamasını ortaya atan büyük filozof Herschel'e, Türlerin Kökeni kitabının girişinde göndermede bulunmuştu.

Atatürk’ün Yurt Gezileri, Mehmet Önder

Atatürk’ün Yurt Gezileri, Mehmet Önder, 1998, İstanbul
Atatürk’ün Anadolu’da yaptığı yurt gezileri.
    Yazar, Dr. Mehmet Önder, 1926 yılında Konya'nın Çumra ilçesi’nde doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Konya'da tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne devam etti; ama tarih sevgisi ağır bastığından 1946 yılında bu fakülteden ayrılarak 1950 yılında Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin sanat tarihi bölümünden mezun oldu.
    Bundan sonra, müze müdürlüğü, bu müdürlükler sırasında 20’ye yakın müzenin oluşturulması, yurtdışı müze müdürlükleri,  Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürü, Başbakanlık Kültür Müsteşarı, Almanya'da Bonn Büyükelçiliği’nde Kültür Müsteşarlığı görevlerinde bulundu.
    Mehmet Önder, merkezi Berlin'de bulunan Alman Arkeoloji Enstitüsü üyesi, Londra’da Uluslar arası Mevlana Araştırmaları Kurumu’nun şeref üyesi, Lahore’da İkbal Akademisi üyesi ve daha birçok kültür derneğinin üyesi oldu. Ayrıca Önder, Türk-Alman Dostluk Derneği ve Türkiye-Pakistan Kültür Derneği Genel Başkanlığı’nı da yaptı.
    Pakistan’dan “Sitare-i İmtiyaz” nişanı, Almanya’dan “Üstün Liyakat” Nişanı, çeşitli üniversitelerden fahri doktora unvanına sahiptir. Mehmet Önder araştırmalarını aralıksız sürdürerek yurt içinde ve yurt dışında 150’den fazla kongre, seminer ve sempozyuma katılmış, hepsinde de bildiriler vermiştir. Mehmet Önder Ağustos 2004 tarihinde vefat etmiştir.
    Atatürk’ün Yurt Gezileri
    Kurtuluş Savaşını kazandıktan sonra ölümüne kadar çıktığı yurt gezilerinde 52 il merkezine uğramıştır. Birçok ile birden fazla ziyaret yapmış, buralarda günlerce, haftalarca kaldıkları olmuştur. Atatürk'ün zaferlerini olduğu kadar inkılâplarını da gezileri içinde değerlendirmek lazımdır. İnkılâp Kanunları çıkmadan önce halkın içine girmiş yapacaklarını ve yaptıklarını anlatmaya çalışmış milletin onayını almaktan geri kalmamıştır. Atatürk’ün çeşitli illere yaptığı yurt gezilerinden birkaç örnek aşağıda sunulmuştur.
    Tekirdağ
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Tekirdağ'a 2 Şubat 1915,  23 Ağustos 1928’te olmak üzere iki kez gelmiştir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Tekirdağ'a ilk olarak (2 Şubat 1915), beraberinde emir subayı Üsteğmen Çerkeşli Hasan Çavuş'un mangasını alarak Tekirdağ'a gelmiş, beraberindekilerle sahil kışlasına yerleşmişlerdir.
    Mustafa Kemal'in Tekirdağ'a ilk geliş nedeni Enver Paşa'nın emriyle 19. Fırkayı kurmak içindir. Yarbay Mustafa Kemal Tekirdağ'a geldiğinde böyle bir fırkanın adının var fakat kendisinin yok olduğunu görmüştür.
    Tekirdağlıların olağanüstü yardımlarıyla Tekirdağ, Malkara, Çorlu, Hayrabolu civarından gelen 891 kişiyle 57. ve 72. alayları tamamlayarak 25 Şubat 1915'te gelen bir emirle Çanakkale Savaşları'na katıldı. Bu savaşlarda tarihe altın harflerle geçen başarılar kazandı. Çanakkale Savaşları'nın kazanılması sonucunda Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti düşman işgalinden kurtulduğu gibi, Osmanlı Devleti'nin yıkılması bir süre engellenmiş, kısa bir süre sonra da Türk Ulusu Atatürk'ün önderliğinde Kurtuluş Savaşı'nı kazanarak Cumhuriyet yönetimine geçmiştir.
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün Tekirdağ'a ikinci kez gelişi 23 Ağustos 1928 Perşembe günü Ertuğrul Yatı ile olmuştur. Atatürk'ün Tekirdağ'a bu gelişlerindeki neden 14 yıl önceki ilk gelişlerindeki anıları tazelemek veya Tekirdağ'ın güzelliklerini seyretmek için değildi. Gazi Mustafa Kemal Atatürk kendisini karşılayan Vali Arif Hikmet Bey, Belediye Başkan Vekili Ziya Şıra Bey ve kalabalık bir halk topluluğu ile vilayete gelmiş, meclis odasında siyah tahta ve tebeşir hazırlatarak en büyük devrimlerden biri olan Harf Devrimi'ni başlatmıştır.
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk Tekirdağ'a ikinci kez gelişindeki mutluluğunu şu tümcelerle anlatıyor: "İlk 2 Şubat 1915'te 19’uncu Fırka kumandanı olduğum Tekirdağ'ı 14 sene sonra ziyaret edebildim. Bundan son derece memnun ve mutluyum. Fakat beni en çok memnun ve mutlu eden olay Tekirdağlı vatandaşlarımın daha şimdiden Türk harfleriyle yazıp, okumayı öğrenmiş olmalarıdır".
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün en önemli özelliği devrimlerini halk adına yapmak ve özellikle ona benimsetmekti. Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde 1 Kasım 1928'de Harf Devrimi yapılmış bu sayede Türk toplumu içinde bocaladığı doğu gelenekçiliğinden sıyrılıp Batı uygarlığına yönelmiş ve gerçek bir kültür devrimi yapılmıştır. Bu büyük devrimin ilk adımının ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün ilk başöğretmenliğinin Tekirdağ'da olması Tekirdağlılar için büyük mutluluk ve onur kaynağıdır.
    Havza
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Havza'ya 25 Mayıs 1919,  24 Eylül 1924’te olmak üzere iki kez gelmiştir. 19 Mayıs 1919'da Samsun'a gelen Mustafa Kemal 25 Mayıs 1919'da Havza'ya gelmiş ve burada tam 18 gün kalmıştır. Bu çok önemli bir rakamdır. Milli Mücadele'nin tüm planları, tarihe Amasya Tamimi diye geçen genelge, Havza'da hazırlanmıştır. Havza'dan ayrılırken "Havzalılar, sizleri hiç bir zaman unutmayacağım." diyerek, çetin bir yolculuğa çıkan, Mustafa Kemal, büyük zafer kazanıldıktan ve Cumhuriyet kurulduktan sonra genç Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı olarak 24 Eylül 1924'te Havza'ya gelerek milli mücadele için karargâh olarak kendisine tahsis edilen ve şimdi Atatürk Müzesi olan binanın balkonundan bütün dünyaya şöyle seslenmiştir:
    "Havzalılar! Sizinle en elemli ve yeisli günlerde tanıştım, aranızda günlerce kaldım. Bana mazinin hatıratını hatırlatan şu daire içinde kıymettar mesai ve muavenetinizden çok müstefit oldum. Eğer Havzalıların o samimi ve metin hüsn’ü kabulleri olamasa ve eğer Havza'nın nafi ve şifalı kaplıcaları ahvali sıhhiyem üzerinde müspet bir tesir bırakmasaydı, emin olunuz ki inkılap için çalışamayacaktım. Bundan dolayıdır ki Havza'ya ve Havzalılara çok borçluyum. Kalbi rabıtamı ebediyen saklayacak ve sizi hiç unutmayacağım. Muhterem Havzalılar! İlk cüreti, ilk cesareti gösteren, ilk teşkilatı yapan sizlersiniz. İnkılap ve Cumhuriyet tarihinde kahraman Havza'nın ve Havzalıların büyük bir yeri vardır.”
    Bandırma
    Modern Türkiye'nin kurucusu Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Bandırma'ya, 8 Ekim 1925, 13 Haziran 1926, 20 Ocak 1933’te olmak üzere üç kez gelmiştir.
    Cumhuriyetin ilanından kısa bir süre sonra ilke ve devrimlerini gerçekleştirme ideallerine ışık tutan gezilerinden birisi için 8 Ekim 1925 Perşembe günü, Mudanya İskelesinden Ertuğrul Yatı ve Yunus Torpidosu eşliğinde hareket eden Atatürk, aynı gün Bandırma'ya ilk kez gelmiştir. Ahşap iskelede görülmemiş bir kalabalıkla Bandırmalılar, heyecan ve büyük bir coşku içinde Atalarını bekliyorlardı. Güverteden Bandırma'yı seyreden büyük Atatürk'ün içini birden büyük bir hüzün sardı. Çünkü karşısında Ulusal Kurtuluş Savaş'ında yanmış yıkılmış harabe bir şehir vardı. O, şu tarihe geçen sözlerini, Bandırma ve Bandırmalılar için söyledi: "Milletimiz çalışkandır! Bu fazileti taşıyan Bandırmalıların en kısa zamanda şehirlerini imar edeceklerinden, halen barut ve is kokan bu güzel beldeyi mamur hale getireceklerinden asla şüphe etmiyorum!".
    13 Haziran 1926 Pazar günü, Mudanya iskelesinden Karadeniz Sergi Vapuru ile hareket eden Atatürk, aynı günün akşamına doğru yanındakilerle beraber ikinci defa Bandırma'ya geldi. Şehir halkı, kendilerini emsalsiz gösterilerle karşılandı. Büyük kurtarıcı ve modern Türkiye'nin ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk daha sonra aynı gece törenle Balıkesir'e gitmek üzere, halkın sevgi gösterileri arasında Bandırma'dan ayrıldı.
    1933 yılı Ocak ayının ortasında Ankara'dan Eskişehir'e geçen Atatürk, oradan da Derince'ye geçerek, Gülcemal vapuru ile 17 Ocak 1933 günü Mudanya iskelesine çıktı. O gün saat 18.30'da Bursa'ya vardı. Doğruca Çekirge'deki köşke gitti. Ertesi sabah, resmi ziyaretlerini yaptıktan sonra, Bursa Valisi Fatih Gökmen ile birlikte Gemlik'te zeytin üreticileriyle görüştü. 19 Ocak 1933 günü de Bursa Çekirge'deki modern kaplıca olacak olan Çelik Palas'ın inşaatını, İpek-İş Fabrikası'nı ve Askeri Hastane'yi gezdi. Bursa'dan Gemlik'e giden Atatürk, 20 Ocak 1933 akşamı Gemlik iskelesinden Gülcemal vapuru ile Bandırma'ya geldi. İskelede Balıkesir Valisi İbrahim Ethem (Akıncı), Belediye Başkanı Naci (Kodamaz), Bandırma halkı ile birlikte Atatürk'ü Bandırma'da karşıladılar.
    O eşsiz insan, geceyi Bandırma'da geçirdikten sonra, 21 Ocak 1933 tarihinde, tekrar şehir istasyonunda hazır olan trene bindi. Atatürk, dönemin Belediye Başkanı'ndan bilgiler aldı. Halkın sözlü ve yazılı dilekçelerindeki sorunları dinledi. Çevreden gelen temsilcileri tren salonunda kabul etti. Onlarla görüştü ve konuştu. Sorunlarının çözümleri konusunda bilgiler verdi. Aynı gün de trenle Balıkesir'e gitti.
    Niğde
    Atatürk Niğde'ye ilk olarak 5 Şubat 1934'te gelmiştir. Atatürk, 14 Ekim 1924'te eşi Latife Hanımla birlikte Kayseri'de iken Niğde Valisi Asım Bey başkanlığındaki bir Niğde Heyeti, Kayseri'ye gelerek, Atatürk'ü şehirlerine davet etmişlerse de bu 1934 yılına kadar mümkün olamamıştır.
    1 Şubat 1934 sabahı Atatürk, yanında Prof. Afet İnan, milletvekillerinden Kılıç Ali, Ruşen Eşref (Ünaydın), Falih Rıfkı (Atay) olduğu halde otomobillerle Kırşehir'e gelmiş, buradan Yozgat'a ve Kayseri'ye gitmişti. 5 Şubat 1934 günü öğleden sonra Atatürk yanına Kayseri Kolordu Komutanı Abdurrahman Nazif (Gürman) ve 41’inci Tümen Komutanı Ali Rıza (Artunkal)'ı da alarak özel trenle Niğde'ye hareket ederek gece saat 20.30’da Niğde'ye geldi. Niğde halkı o gece tümüyle istasyondaydı.
    Niğde sorunları hakkında Atatürk'e gerekli bilgiler verildi. Niğde'nin meyveleri boldu. İhraç imkânları yoktu. Bu ürünlerin değerlendirilmesi için fabrikalar isteniyordu. Niğde Milletvekili Halit (Mengi) Niğde'ye bağlı Ulukışla ilçesi Çiftehan bucağında şifalı su olduğunu, sağlığa yararlı bu kaplıcanın geliştirilmesi gerektiğini söyledi. Atatürk, bununla çok ilgilenmişti. "Yarın Çiftehan'a gidelim ve kaplıcayı görelim." dedi. Bir ara, Niğde ve çevresine yerleştirilen Rumeli göçmenleri konusunda bilgi aldı, Vali Ziya (Tekeli) göçmenlerin tamamen yerleştirildiğini, durumlarının çok iyi olduğunu, işleriyle uğraştıklarını söyleyince Atatürk, memnun oldu.
    Geceyi trende geçiren Atatürk, gazetelerin verdiği bilgilere göre, ertesi gün 6 Şubat 1934 sabahı Niğde'de otomobille kısa bir gezinti yaparak ve trene binerek Ulukışla'ya hareket etti. O günden sonra Niğdeliler Atalarının şehirlerine geldiği gün olan 5 Şubat'ı her yıl törenlerle kutlamaktadırlar.
    Elazığ
    Atatürk, Şükrü Kaya, Sabiha Gökçen, Celal Bayar, Kılıç Ali ve Fazıl Ahmet Aytaç ile birlikte 17 Kasım 1937 tarihinde Doğu Anadolu'ya yaptıkları gezi sırasında Elazığ'a uğradı.
    14 Kasım 1937 günü Yolçatı’ya gelen ve büyük bir törenle karşılanan Atatürk ile beraberindekiler o gün Elazığ'a geçmeden Diyarbakır'a gittiler. Diyarbakır'a giderken, Elazığ'ın Sivrice İlçesinde bulunan Gölcük Gölü'nü gördüğünde beyaz treni göl kenarında durduran Atatürk bu güzellik karşısında duygularını "Dünyanın en güzel memleketi Türkiye'dir." diyerek dile getirdi. Orada bulunan köylülere "Burada Yalova gibi modern bir şehir kuracağım." diye söz vererek gerekli tesislerin yapılması için hemen 500.000 TL'lik bir ödeneğin gönderilmesini emretti.
    Atatürk, Diyarbakır dönüşü 17 Kasım 1937 günü beyaz treni ile Elazığ garına geldi ve büyük bir törenle karşılandıktan sonra Korgeneral Abdullah Alpdoğan'ın arabasına binerek Halk Evi'ne gitti. Burada kendilerine ayrılan odada bir müddet dinlendikten sonra Belediye ve diğer resmi kuruluşları ziyarette bulundu. Daha sonra, Pertek ile Hozat'ı ayıran Sünget Çayı üzerinde yapılmış olan köprüyü tören ile açmış, bu köprüye Singeç adını vermiştir. Buradan Pertek İlçesine geçen Atatürk bu ilçeyi çok beğenmiştir. Aynı gün Elazığ'a dönerek gece kendi onurlarına düzenlenen edebi müsamereye katılan Atatürk bu toplantıda Elaziz adının Elazığ olarak değiştirilmesini teklif etti, teklif alkışlarla kabul edildi. 23 Kasım 1937 günü de Elazığ Belediyesi olağanüstü toplantı yaparak, Elaziz adının Elazığ olarak değiştirilmesi kararını aldı.
    Malatya
    Büyük Önder Atatürk, Ege Vapuru ile 12 Şubat 1931 günü Mersin iline gelmiş, aynı gün saat 18.00'de özel treni ile yeni hizmete açılan Fevzipaşa-Malatya demiryolunu takip ederek Malatya'ya gelmek üzere harekete geçmiştir. 13 Şubat 1931 günü saat 17.30'da Malatya garına gelen Atatürk, burada büyük bir törenle karşılanmış, halk büyük bir sevgi ve saygıyla bağrına basmıştır. O gün ilimizin büyük caddeleri ve resmi daireler bayraklarla donatılarak şükranlarını ifade etmişlerdir.
    Mustafa Kemal, trenden indikten sonra hem Malatya halkını görmekten duyduğu memnuniyeti ifade etmek, hem de demiryollarının önemini belirtmek üzere o dönemin başbakanı İsmet İnönü'ye çekilmek üzere Malatya valisi Mehmet Tevfik'e bir telgraf vermiştir. Atatürk telgrafında şöyle diyordu; "Başvekil İsmet Paşa Hazretlerine, Yeni yapılan tren yolu ile Malatya'ya vardığım bu günde size takip ettiğiniz pek isabetli imar faaliyetlerinden dolayı, bir daha tebrik ve takdirlerimi arz ederim.”
    Tren garından ayrılan Atatürk, otomobile binmedi, İstasyon virajına kadar Malatya halkı ile birlikte yaya yürüdü. Daha sonra yeni açılan Atatürk caddesini otomobili ile geçerek, bugünkü "Atatürk Evi ve Halk Eğitim Merkezi Müdürlüğü" binası olarak kullanılan o günkü adı ile "Türk Ocağı" binasına geldi. Atatürk, burada halka hitaben yaptığı konuşmada şunları söyledi: "Malatya'yı görmek, Malatyalılarla daha çok görüşmek için bu kadar zaman yeterli değildir. İleride daha uygun bir zamanda belki Başvekil İsmet Paşa ile gelip, sizlerle görüşmek fırsatını bulurum."
    Malatya Belediye Başkanı Mustafa Naim (Karaköylü), Atatürk'e hiç olmazsa Malatya'da birkaç gün kalmasını arz edince; Atatürk demiryollarının önemini belirten şu konuşmayı yaptı: "Arkadaşlar, önemli bir ilimizin merkezine bizi getiren, demiryolu olmuştur. Bugüne kadar bu önemli ve feyizli Malatya'ya gelmek isteyenler, bu medeni vasıtanın bulunmamasından dolayı isteklerine kolaylıkla muvaffak olamamışlardır. Yeni eser bu genel isteği tatmin edecektir ümidindeyim. Türkiye Hükümeti'nin tespit ettiği projeler dahilinde belirli zamanlar içinde, vatanın bütün bölgeleri çelik raylarla birbirine bağlanacaktır. Bütün vatan bir demir kitle haline gelecektir.
    Demiryolları memleketin tüfekten, toptan daha önemli bir koruma silahıdır. Demiryollarını kullanacak olan Türk Milleti, doğuşundaki sanatkârlığının eserini göstermiş olmakla övünecektir. Demiryolları, Türk Milletinin refah ve medeniyet yollarıdır"
    Geceyi Malatya'da geçiren Atatürk, 14 Şubat 1931 günü Adana'ya gitmek üzere özel treni ile Malatya'dan hareket etmiştir.
    14 Kasım 1937 günü saat 13:00’de Malatya'ya ikinci defa gelen Atatürk, tren garında Malatya Valisi Belediye Başkanı, milletvekilleri, askeri yetkililer, öğrenciler, izciler ve Malatya halkı tarafından parlak bir törenle karşılandı. Bu karşılama töreni sırasında 21 pare top atışı yapılarak Atatürk'e olan saygı ifade edildi.
    Mersin
    Atatürk, Mersin'i birçok defa ziyaret etmiştir. Mersin'e ilk ziyareti Cumhuriyetten önce 5 Kasım 1918'de olmuştur. Atatürk, bu ziyaretinde Silifke sınırları ve Toros eteklerinde, karakolların artırılmasını ve dağ köylerine depolardaki yeni silah ve cephanelerden bol miktarda dağıtılmasını yetkililere tavsiye etmiştir.
    Gazi Mustafa Kemal Paşa, 17 Şubat - 4 Mart 1923 arasında İzmir'de toplanan "Türkiye İktisat Kongresi"nden sonra ilk yurt gezisini Adana ve Mersin'e yapmıştır. Mersin ve Tarsus'u ziyaret etmek üzere Gazi ve yanındakiler, 17 Mart 1923 Cumartesi sabahı Adana'dan trenle hareket etmişlerdir. Saat 11.30'da Mersin tren istasyonuna halkın coşkun tezahüratlarıyla girdi. Gazi, eşi Latife Hanım ile trenden indikten sonra istasyon önündeki merasim kıtasını teftiş etti. Önce hükümet binasına, daha sonra da Belediye binasına gelen Gazi, başkandan belediye hizmetleriyle ilgili bilgi aldı. Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ve Gençler Yurdu'nu ziyaretinde, gençlere çok çalışmalarım tavsiye ederek, Türk Ocağı'na katılmalarını önerdi.
    Program gereğince Millet Bahçesinde çaylar içildi.  Hükümet Tabibi Reşit Galip Bey'in heyecanlı bir ses tonuyla söylediği, anlamlı ve samimi hitabını dinlerken ve özellikle "senin büyüklüğün, bu milletin bir ferdi olmakla iktifa ve iftihar etmendir" sözlerinden çok duygulandı. Sonra "Mersinliler, memleketiniz, beldeniz Türkiye'nin çok mühim bir noktasında bulunuyor. Çok mühim ticaret noktasıdır. Memleketiniz bütün Dünya ile Türkiye'nin irtibat noktasının en mühim yerindedir. Bunu sizler benden iyi biliyorsunuz. Aziz arkadaşlar, bu memleketin hakiki sahibi olunuz" dediği hitabesini söyledi.
    Atatürk 20.01.1925 tarihinde yine Eşi Latife Hanımla birlikte Mersin'e gelmiş ve günümüzde Atatürk evi olarak müzeye dönüştürülen Christmann Köşkü'nde misafir edilmiştir. Bu ziyaretinde Mersin'de iki gün kalmıştır. Atatürk Mersin’den satın aldığı çiftlik kurtuluştan modern bir çiftlik haline getirilmiş, bağış üzerine hazineye devredilmiştir.
    Atatürk, 10.05.1926 tarihinde Konya üzerinden trenle Mersin'e gelmiş ve doğruca limandaki Ertuğrul yatına binerek Taşucu’na gitmiştir. Atatürk, bundan sonra üç defa daha Mersin'e gelmişse de kentte kalmamıştır.
    Atatürk, 19.11.1936 tarihindeki tren yoluyla Mersin'e gelişinde Mersin Valisine "Vali Bey, konağı çabuk düzenle ve noksanlarını tamamlayın. Her sene Nisan ayını burada geçirmek istiyorum." demiştir. Atatürk'ün Mersin'e son gelişi ise 20.05.1938 Cuma günü 13.30'dur. Bu ziyaretinde de Vali Konağı'nda kalmıştır. Konağın balkonunda oturduğu sürece halk karşı kaldırımda, oradan ayrılıncaya kadar, uzun süre sevgi ve ilgi ile büyük kurtarıcıyı izlemiştir.
    Erzincan
    Atatürk, Erzincan'a ilk olarak 1 Temmuz 1919'da gelmiştir. Erzurum Kongresi'nde bulunmak üzere, 28 Haziran 1919'da otomobille Sivas'tan Erzurum'a hareket eden Mustafa Kemal Paşa, yolu üzerindeki köy ve kasabalara uğrayarak 1 Temmuz 1919 günü Erzincan'a gelmiş, geceyi Erzincan'da geçirdikten sonra ertesi gün Erzurum'a hareket etmiştir.
    Atatürk, Erzurum Kongresi dönüşünde, 30 Ağustos 1919 günü öğleden sonra, Erzincan'a yakın Gazlısu'ya (Ekşisu) geldi. Burada, Erzincan ileri gelenlerinden bir heyet, Atatürk'ü karşıladılar. Kısa bir süre, su başında dinlenen kafile, Ekşi sudan içtikten sonra birlikte Erzincan'a hareket ettiler. Atatürk, Erzincan'da Erzurum Kongresine katılan Şeyh Fevzi Efendi ile de buluştu. Şeyh Fevzi Efendi, Atatürk'ü yürekten destekliyordu. 0 akşam Erzincan'lılar adına, Erzincan Mutasarrıfı, Belediye'de bir yemek verdi. Mutasarrıfın evinde konaklayan Atatürk, sabahleyin Mutasarrıflığa resmi bir ziyaret yaptı. Buradan Belediyeye geldi ve halkla görüştü. Aynı gün Sivas'a hareket etti.
    Cumhuriyet'in ilanından sonra, eşi Latife Hanımla birlikte çıktığı uzun sonbahar gezisi sırasında 29 Eylül 1924 günü Erzincan'a üçüncü defa geldi. Erzincan’a gelmeden Refahiye’ye uğradı. Şehre girişinden Belediyeye kadar olan caddeyi okullar, esnaf birlikleri ve halk doldurmuş büyük bir karşılama yapılmıştı. Atatürk, beraberindekilerle kısa bir süre Belediye binasında dinlendikten sonra Vilayete, kolorduya gitti. Akşam verilen yemekte Atatürk, Erzincanlıların kendisi için gösterdikleri sevgi ve bağlılığa teşekkür ettikten sonra: "Erzincan'ın az zamanda layık olduğu ve Cumhuriyetin kendisinden beklediği mertebede nur ve feyiz kaynağı olacağına tamamen inanıyorum." dedi. 0 gece fener alayı yapıldı. Atatürk, ertesi 30 Eylül 1924 sabahı tekrar geleceğini ve bir gece daha kalacağım söyleyerek Erzincan'dan Erzurum'a hareket etti.
    Atatürk, sözünde durmuştu. Erzurum dönüşü 10 Ekim 1924 günü Erzincan'a tekrar geldi. Bu defa Latife Hanım yanında değildi. Onu Kayseri'ye göndermişti. Gittiği yerlerde karşılama töreni istemiyordu. Ancak Erzincan'da binlerce halk yine yollara, caddelere dökülmüştü. 0 geceyi de Erzincan'da geçirdi. Erzurum'a her gidişinde geceyi Erzincan'da geçiren Atatürk, Erzincan'ı ve Erzincanlıları her zaman sevmiş, onların vatanseverliklerini sıklıkla övmüştür.

3 Mayıs 2012 Perşembe

Gün Olur Asra Bedel, Cengiz Aytmatov

Gün Olur Asra Bedel, Cengiz Aytmatov, 2005, İstanbul

“Gün Olur Asra Bedel” adlı eserde Türkistan'ın Kazak bölgesindeki 8 hanelik bir tren yolu bakım istasyonunda yaşayan Aral bölgesi Kazak Türklerinden Kazangap adlı yaşlı işçinin ölümü ve vasiyeti üzerine düzenlenen cenaze törenini anlatan ana eksen etrafında, Türklerin destanî devrine dönüşler ile uzay kolonileri arasındaki ilişkilerin sınırladığı geniş bir açılım sergilenmekte ve tek bir günün anlatıldığı roman böylece ismine uygun olarak 'yüzyıldan uzun bir gün' ün hikâyesi olarak şekillenmektedir. Romanda Türk geleneği temsil eden Kazangap'ın en yakın dostu Yedigey ile Sovyet devrinin yenik insanı Kazangap'ın oğlu Sabitcan arasındaki çelişki ortaya konularak, Türk insanı' ile 'Sovyet insanı' karşılaştırılmakta ve açıkça 'Türk insanı'ndan yana tavır alınmaktadır. Yazar bu trajik karşılaştırmasını sağlam bir zemine oturtabilmek için destanî geleneğe yaslanarak Yedigey'e Nayman Ana Destanı'nı anlattırmaktadır.
Romanın vakası Kazak boylarında geçer. Bir kazak Türkü olan Yedigey’in ekim devriminden sonra sosyal karışıklık ve belirsizlik yüzünden bir yere tutunmak ihtiyacı ile Kumbel istasyonuna tanıştığı Kazangap vesilesiyle Sarı-Özek bozkırlarındaki Boranlı istasyonuna yerleşir.
Yedigey, 1944 de savaşta sakatlanınca kızıl saçlı, sevimli ve güler yüzlü doktor ona: “Savaş bitmek üzere. Aklına kötü bir şey gelmesin. Bir an önce memleketine dön. Bir yıl içinde eski gücüne kavuşursun.”der.
Aral Gölü kenarındaki Cangeldi’ye geldiğinde dar sokakları, ayağına yapışan çamurları ile Cangeldi’yi hepten ıssızlaşmış bulur. Savaş erkekleri adeta silmiştir. Açlıktan ölmemek için herkes hayvan çiftliklerine dağılmıştır. Balıkçılıkla geçinen köyde Aral’a açılacak erkek kalmamıştır.
Evde onu bekleyen eşini bulan Yedigey işe yaramaz bir durumda olduğunu söylenip durur. Görünüşte sağlam biri olarak görünür. Ama güçsüz beyni zonklayan ayakta zor duran bir hali vardır. Eşi Ukubala’nın yakınları onu bozkıra çağırmışlardır. Şimdilik otlaklarda otlayan hayvanları gözetler. Gururlu bir kişi olan Yedigey ailesine yük olmamak için demir yollarında çalışmaya koyulur. Demir yollarında çalışa çalışa, istasyon istasyon savrula savrula Kumbel istasyonuna gelir. Kumbel demir yollarının kavşak noktasında olan bir istasyondur. Trenlerin kullandığı yakıt burada depo edilir. Yedigey ve eşi Ukubala vagonlardan boşaltılan kömürleri el arabasıyla depoya taşırlar. Bir gün istasyona devesiyle bir Kazak Türkü olan Kazangap gelir.
Kazangap’ın gerçekte belirli bir özelliği yoktur, sade bir adamdır; ama hayat çilesi çekerek olgunlaştığı bellidir. Esmerleşen yüzünden ve iri damarlı ellerinden, hep ağır işlerde çalışmış bir bozkır adamı olduğu anlaşılır. Onun gibi dürüst, cesur, bilge bir insanın bu zamanda eşine rastlamak mümkün değildir.
Boranlı Yedigey ve karısı Ukubala, kendi köyleri Cangeldi’yi terk ederken, emektar arkadaşı Kazangap’la karşılaştıkları o günün bütün geleceklerini ve hayatlarını etkileyeceğinden habersizdirler...
Kazangap, onlara sadece kendisiyle birlikte Boranlı istasyonuna gelmelerini ve çalışmak için oraya yerleşmelerini teklif eder. Aynı gün, Kazangap’la birlikte Sarı Özek bozkırındaki Boranlı istasyonuna hareket ederler; ama sonradan bunun bir talih, bir kader olduğunu anlayacaklardır.
Her şey, bir devenin sırtında Ana Beyit mezarlığına yol alan cenaze konvoyunun en önünde giden Yedigey'in bilincinde oluşur ve gelişir. Sarı Özek'teki istasyondan kutsal mezarlığa giden cenaze konvoyunun başını çeken Yedigey, can dostu Kazgangap'la yaşadıklarını, bu kısa yolculuk sırasında geri dönüşlerle bilinç üstüne çıkarır. Romanın ilerleyen sayfalarında, anlatılanların, bu yolculuk boyunca tahayyül edilenlerin ürünü olduğu ortaya çıkar. Yedigey, koca ömrü, bir güne hatta saatlere sığdırır; geçmişin, şu anın ve geleceğin aynı şey olduğunu, deve sırtındaki bilinç akışlarında yaşar ve yaşatır.
Romanda anlatılan bir günün hikâyesidir. Ard zamanlı bir anlatım tekniğiyle Yedigey-Kazangap ve Sarı-Özek bozkırlarının hikâyesi 24 saatlik bir süre içinde yüzyılın hikâyesine dönüşür.
Yedigey Kazangap’ın ölümüyle Sarı-Özek’in geçmişini hatırlar. Yedigey arkadaşı Kazangap’ın cenazesini onun vasiyeti üzerine Ana-Beyit mezarlığına gömmek ister. Burası onların atalarının mezarlığıdır. Ancak Kazangap’ın oğlu Sabitcan Ana-Beyit mezarlığının Boranlı’ya uzak mesafede olduğu için “Oraya gitmemize ne gerek var. Hem rahmetli tren düdüklerinin çok severdi. Hemen şuraya gömelim. Tren düdüklerini dinleye dinleye huzur içinde yatsın.”diye karşı çıkar.
Romanda Sarı-Özek bozkırlarının tarihiyle anlatılanları iki şekilde anlatabiliriz:
1.  Düne ait; Nayman Ana efsanesi,
2. Bugüne ait; Kazangap, Yedigey, Abu Talip Kutlubayev ve 2. Cihan Harbi sırasında yaşadıkları özellikle de Kazangap’ın defin işleriyle ilgili işlemler yapılırken yer yer geriye dönüşlerle dünün bugüne aktarılması dikkatle sunulur. Boranlı istasyonuna gelerek yerleşen Yedigey, inançları için mücadele edecek karakterdedir. Ancak inançları şifahi gelenekten beslendiği için pasif bir mücadelededir. O bu haliyle çalışan, kararlı, biraz da romantik bir kişidir.
Nayman Ana destanında Göçebe Türk oymaklarının düşmanı olan Juan juan'lar -Türklerin tarihi düşmanları olarak semboli¬ze edilmektedir- savaşlarda ele geçirdikleri tutsakları ya uzak yerlerde satmakta veya güçlü-kuvvetli olanları ayırarak korkunç işkencelerle "Mankurt”laştırdıktan sonra köle olarak kullandıkları anlatılmaktadır. "...Önce tutsağın kafasını kazırlar, kesilen bir devenin boyun bölgesinden yüzülen bir deri parçası tutsağın kafasına bir başlık gibi geçirilir. Kafasına deri geçirilen tutsak başını yere sürtmesin diye boyuna tahta kalıp takılır, yürek paralayıcı çığlıklarını kimse duymasın diye ıssız bir yere götürülürdü. Kolları, bacakları bağlı tutsak orada güneşin alnacında, aç-susuz birkaç gün kalırdı. Başına deri geçirilenlerden çoğu acıya dayanamayıp ölür, sağ kalanlarsa belleklerini yitirerek geçmişlerini anımsamayan birer "mankurt" -köle- olurlar. Tutsakların ölüm nedeni açlık, susuzluk değildir. Zavallılar başlarına geçirilen taze deve derisinin güneş altında kuruyarak büzülmesi sonucu acıya dayanamadıkları için ölürler. Sımsıkı sarılan deri kurudukça tutsağın kazınmış başını mengene gibi sıkıştırır. Bütün bu acılar sonunda tutsak aklını yitirmeye başlar. Juanjuanlar işkencenin beşinci gününde sağ kalan var mı diye bakmaya gelirler. İşkenceye tutulanlardan biri bile sağ kalsa amaçlarına ulaşmış sayarlar kendilerini... "Mankurt" kim olduğunu, soyunun-sopunun nereden geldiğini, adını, çocukluğunu, anasını-babasını bilmezdi kısacası insan olduğunun bile farkında değildir. Benlik bilincini yitirdiği için efendisine iktisadi açıdan büyük avantajlar sağlar... Herhangi bir köle sahibi için en büyük tehlike, kölesinin başkaldırmasıdır. Her köle fırsat bulunca isyan eder; oysa mankurt köleler arasında kaçmayı, karşı koymayı, başkaldırmayı düşünmeyen, alışılmışın dışında tek varlıktır. Köpeklerin sahiplerini dinlemeleri gibi mankurt ta efendisinin sözünden dışarı çıkmaz. Efendisinden başkasının sözünü dinlemez, bedeninin gereksinmelerinden başkasını düşünmez... En kirli, en ağır işler mankurtlara verilir, sonsuz sabır isteyen bıktırıcı, sıkıcı, sinir törpüleyici işler onlara yaptırılırdı."...(s. 151)
Juan juanlarla girişilen bir savaşta babasını kaybeden ve babasının öcünü almak için Juan juanlara karşı düzenlenen bir akına katılan Nayman Ana'nın oğlu Colaman akından geri dönemez. Cenk meydanında oğlunun cesedini arayan ancak bulamayan Nayman Ana hep oğlunun bir gün çıkıp geleceği ümidiyle yaşamaktadır.
Bir gün kervancılardan yakınlarda bir mankurt'un deve güttüğünü işiten Nayman Ana analık sezgisiyle bu mankurtun oğlu olabileceği hissine kapılır. Bu fikrini, hiç kimseye açamayan Nayman Ana, kitaptaki ifadeyle "torkunlarına (kızlık akrabalarına) uğrayacağını, onlarda bir süre konuk kaldıktan sonra eğer kendisi gibi istekliler çıkarsa Kıpçak ülkesine erenlerden Yesevi Dede'nin türbesine gideceğini" söyleyerek yola çıkar. Nihayet deve güden mankurtu bulan Nayman Ana önsezisinde yanılmamıştır. Bu mankurt onun sevgili oğlu Colaman'dır. "İki gözüm benim!" diye oğluna atılan Nayman Ana oğlunun kendisini tanımaması ve adını "Mankurt" olarak bildirmesi üzerine kahrolur ve şunları söyler: "Bir insanın dinden malı-mülkü, tüm zenginliği, gerekiyorsa yaşamı alınabilir. Ama belleğini köreltmeğe, beynini sakatlamaya kim cüret edebilir?" Ağlayarak oğluyla konuşan Nayman Ana sözlerine devam eder: "-Senin adın Colaman. İşitiyor musun beni? Colaman senin adın. Babanın adı Dönenbay. Öldü baban. Anımsamıyor musun babanı? Sana ok atmayı o öğretti. Ben senin ananım. Sen de benim oğlum. Göçebe oymaklarındansın sen. Bizim oymağa Naymanlar denir. Sen de Naymansın."
Oğluna bu şekilde kim olduğunu, nereden geldiğini anlatmaya, hatırlatmaya çalışan Nayman Ana onun hafızasını tamamen yitirdiğini acıyla fark eder; buna rağmen yine de onu obalarına götürmek ister. Ana yüreği onun bir gün aklının başına geleceğine inandırmıştır. Bu sırada yanlarına yaklaşan efendi Juanjuan, Nayman Ana'yı görür ve kaçan Nayman Ana'nın mankurtuna anlattıklarını öğrenince Colaman'a anasının ona işkence yapmak istediğini ve bu yüzden Nayman Ana'yı öldürmesi gerektiğini söyler. Romanda belirtildiği üzere "..oğlunu alıp götürerek göçebe Naymanlara istilacıların tutsakları nasıl sakatladıklarını, akıldan yoksun bırakarak nasıl alçalttıklarını göstermek isteyen ve böylece onların düşmana diş bileyerek silaha sarılmalarını" sağlamayı düşünen Nayman Ana Juanjuanlar oğlunun yanından ayrılınca tekrar oğlunun yanına döner. Ancak anasının kendisine kötülük yapmak istediği "öğretilen" oğlu, Nayman Ana'sını dinlemez bile! Kitapta bu hazin öykü şöyle bitiriliyor:
"Nayman Ana son anda oğlunun okunu ona çevirdiğini gördü; deveyi dehleyip ileri fırlamağa fırsat bulamadan kısa bir vınlama duydu, yaydan fırlayan ok sol böğrüne saplandı. Öldürücü bir saplanmaydı bu. Nayman Ana yavaş yavaş aşağı eğildi, yıkılmamak için devesinin boynuna sarıldıysa da yere düşmeye başladı. Fakat ondan önce başından ak yazması kaydı, bir kuş olup havalanırken; "-Adın ne senin? Kimin oğlusun? Anımsa adını! Senin baban Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!" diye çığlık attı.

İşte o günden beri Sarı-Özek bozkırında gece¬leri Dönenbay kuşu uçarmıs. Bir yolcuya rastlarsa yanına yaklaşır: "Adın ne senin? Kimin oğlusun? Anımsa adını! Senin baban Dönenbay! Dönenbay, Dönenbay, Dönenbay, Dönenbay!" diye bağırırmış...(s. 147)
Aytmatov’un eserlerinde birinci kuşak ve ikinci kuşak arasında değer farkları görülür. Birinci kuşak çalışmayı alın terinin değerini ve atalarından öğrendiklerini milletine ait inançları yaşatmaya çalışır. İkinci kuşak ise Sabitcan’da portatif olarak karşımıza çıkar. Bu kuşağın özellikleri rahat bir yaşam peşinde koşan varlık sebebini kültürel varoluş olarak değil, fiziki varoluş olarak görür. Hayatta kalma kaydıyla efendilerinin emrindedir. Colaman’ın şuurunu kaybettirilerek işkence yoluyla köleleştirilmesi gibi Sabitcan’da okullarda eğitim yoluyla kendi milletinin değerlerine yabancılaştırılan çağdaş bir “mankurt” tur. Yedigey milli ve dini hayata bağlıdır. Arkadaşı Kazangap onun gözünde sıradan bir cenaze değildir. Kazangap Sarı-Özek bozkırlarının ilk sakinlerindendir. Boranlı’da vahşi hayata karşı mücadele edip hayatta kalmayı başarabilen bir irade abidesidir. Ama Kazangap da şifahi bir kültürden yetiştiği için mankurtlaşmasına engel olamamıştır.
İkinci kuşaktan Abu Talip Kutlubayev bir coğrafya öğretmenidir. 1951 yılını sonlarında soğuk bir kış günü Boranlı’ya gelmiştir. Eşi Zarife sınıf öğretmenidir. İkinci Dünya Savaşında cepheye çağırılmış, Almanlara esir düşmüş taş ocaklarında çalışırken bir fırsatını bulup kaçmıştır. 12 arkadaşıyla birlikte Yugoslav partizanlarla, faşist İtalyanlara karşı gösterdiği Adriyatik Denizindeki kahramanlıkları gazeteye yansımış ve nişan almışlardır. Sovyet denetleme heyetinin soruşturmasıyla yurda dönmüş, tekrar coğrafya öğretmenliğine başlamıştır. Derslerinin birinde Avrupa kıtasını anlatırken ders kitaplarından farklı olarak oraların gelişmiş, yeşil ormanlarla, bakımlı çiftliklerle dolu olduğunu anlatırken askere alma merkezinde çalışan birinin oğlu “Siz Sitali’nin emrine rağmen niye kendinizi öldürmediniz de Almanlara esir düştünüz? Siz bir vatan hainisiniz” der. Öğrencilerin çoğu bunun hainlikle ne ilgisi var diye karşı çıksa da sınıf karışmıştır bir kere. 1948’te Yugoslav meselesi çıkınca ilçe merkezine çağırılıp kendi rızasıyla görevinden ayrıldığına dair bir dilekçeyle istifa ettirilir. Kader onları Sarı-Özek bozkırlarındaki Boranlı’ya savurmuştur. Abu Talip Kutlubayev kendi kültürel değerlerinin farkında olan, her türlü hayat şartlarında onu gelecek kuşaklara aktarmakla kendini sorumlu tutan kitabi kültürün temsilcisidir.
Kazangap’ın, oğlu Sabitcan’ı şifahi kültürle yetiştirmesine rağmen, Sovyet eğitimin bir mankurt olarak karşısına çıkmasını önleyememiştir. Abu Talip ise Boranlı’nın bütün imkânsızlıklarına rağmen hem kendi çocuklarına hem de Yedigey’in çocuklarına ders vererek Türk tarihinin coğrafyasını anlatır, başından geçenleri yazar. Böylelikle aydın sorumluluğunu yerine getirecektir. 5 Ocak 1953 günü gelen trenle ellerinde siyah çantalı üç kişi iner. 1952 yılının son günü Abu Talip vermiş olduğu şenlikte halk dansları eşliğinde halk türküleri söylediği Nayman Ana ve Dönenbay gibi efsaneler anlattığı için Boranlı halkı Abu Talip hakkında sorgulanır. Abu Talip sorgulanma sonunda alınır, bilinmeyen bir yere götürülür. Gelen bir mektupta Abu Talip’in öldüğü duyulur. Yedigey Zarife ve çocuklarının peşinde pervane olmuştur. Abutalip’in ölümünden sonra Zarife ve çocuklarıyla çok yakından ilgilenir, zamanla bu ilgi Zarife’ye karşı büyük bir aşka dönüşür. İçten içe Zarife’ye karşı bir takım kıpırtıların olduğunu hisseder, kendini suçlamaya başlar. Yedigey Zarife’ye olan aşkını göstermek için Roymalı Ağa ve Begümay aşkını gündeme getirir. Zarife, Yedigey’in onu düşünmekten vazgeçmesini istediği için çocuklarıyla çekip gider. Yedigey uzun süre kendini yatıştırmaya, kaderine razı olup Zarife’yi unutmaya çalışır. Fakat başarılı olamaz.
Bütün bu geçmişin gözler önüne serildiği yukarıdaki bölümlerden sonra tekrar cenaze konvoyuna dönen kurguda Kazangap’ın ölümü ile ilgili her şeyin, bütün hazırlıklar onu Naymanlar’ın kutsal mezarlığı olarak kabul edilen Ana-Beyit’e gömmek için yapıldığı hatırlatılır. Ancak konvoydakiler sevdikleri kişinin cenazesini Nayman’ların kutsal mezarlığına götürdükleri zaman, orada bir uzay üssünün kurulmuş olduğunu görürler. Üsse yaklaşan cenaze konvoyunu durduran nöbetçiler, buranın askerî bölge olduğunu söyleyerek cenaze konvoyunun Ana Beyit'e girmesine izin vermek istemezler. Tartışma sürerken Nöbetçi subay gelir. Nöbetçi subay Kırgız kökenli bir delikanlıdır. Kendi halkından bir muhatapla karşılaşan Yedigey sorunu çözeceği inancıyla konuyu açıklamaya başlar. Nöbetçi subayın cevabı çok kısa ve çarpıcıdır:
"Yoldaş, Rusça konuş" . Yedigey afallayarak niçin Kırgızca konuşmadığını sorar. Kırgız subay görevde olduğunu, görevde iken Kırgızca konuşamayacağı cevabını verir...(s. 409)
Konvoy çaresizlik içinde, kutsal topraklardan uzaklaşır. Yedigey başka bir yerde cenazeyi yaparak gömer; ancak Kırgız geleneklerini, tam olarak bilmeden ve uygulayamadan gömmek onu çok rahatsız etmiştir. Babası Kazangap'ın Nayman Ana Kabristanı'na gömülmesi vasiyetine karşı çıkarak bir an önce cenazeyi toprağa gömüp şehre dönmek isteyen Sabitcan, dikenli tellerle yolları kesilince;
"Ben ta başında söylemiştim. Ölüyü ta buralara taşımanın ne gereği vardı? İşiniz-gücünüz boş inançlarla uğraşmak! Bu masallara kendi inandığınız yetmiyormuş gibi bir de başkalarını inandırmağa çalışıyorsunuz." diye tavrını ortaya koyar. "Nasılmış? Kapıdan geriye dönersiniz değil mi? Bunun böyle olacağını ben size baştan söylemiştim! "Ana-Beyit, Ana-Beyit!" diye tutturmanın sonu budur. Sopa yemiş köpeğe dönersiniz işte böyle!.. Adamlar "Plana göre gömütlük yerinden kaldırılacak" diyorlar. Karar kesin. Daha fazla uzatmağa gerek var mı? Eski masallara fazla kapılmışsın, sen, Yedike. Adamlar burada dünya çapında uzay işleriyle uğraşıyorlar, sen de tutturmuşsun "Ana-Beyit'imiz, Ana-Beyit'imiz!" diyorsun. Kim dinler seni? Kimin işine yarar senin Ana-Beyit'in?.. İhtiyar ıvır zıvır işlerle kimsenin kafasını şişirmeye kalkma. Hele böyle bir konuda bana hiç güvenme. Senin Ana-Beyit'in bana vız gelir, tırıs gider." şeklindeki sözleriyle inançları alaya alan "okumuş-eğitilmiş" Sabitcan sözlerini şöyle tamamlar: "..Başka isim gücüm yok da o işlere mi koşa¬cağım? Hem de ne için? Bak ihtiyar, benim ailem, çocuklarım, iyi de bir işim var. Ne diye durup dururken rüzgâra karşı işeyeyim? Bir telefondan sonra kıçıma bir tekme atsınlar diye mi?.."(s.378)
Atalarının yattığı Nayman Ana Kabristanı'nın ortadan kaldırılacağını öğrenince "birşeyler" yapmayı teklif eden Yedigey'e işbirlikçi aydınların sembolü Sabitcan'ın verdiği bu cevaplarla Cengiz Aytmatov'un sis¬temi sorguladığı açıktır. Yazar bu türden bir teslimiyeti bir tür Mankurtlaşma olarak değerlendirerek şunları yazmıştır:
"Yedigey düşündükçe incinmişliği artıyor, durumu daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. Buna gencecik adama (Sabitcan) bir yandan kızarak, bir yandan acıyarak, bir yandan da ondan iğrenerek; "-Mankurtsun sen! Gerçek bir mankurt! diye mırıldandı..." ...(s. 437)
Sonuç olarak Gün Olur Yüzyıl Olur, dönemin yönetim anlayışına, Stalin diktatörlüğüne eleştirel bir bakış getirir. Bu eleştirel bakış, devlet kademelerinde görev yapan kişilere olumsuz karakterler çizilmesiyle kendisini gösterir. Roman kahramanlarında Sabitcan, bozkırın karşısında şehri, sıradan Kırgız’ın karşısında ise yönetime yakın, toplumsal yabancılaşmaya örneği temsil eder. Aytmatov'un yapıtlarında olumsuz kişilerin şahsında, sistemin yozlaşmış uygulamaları, üstü kapalı da olsa acımasızca eleştirir.
Cengiz Aytmatov'un eserinin ana ekseni olan "mankurtlaştırma" olayının bu yönü son derecede entere¬sandır. Çağdaş mankurt olan Sabitcan'ın kafasına hiç kimse deve derisi sarıp güneşin altında bırakmamıştır ama işte o tam bir mankurt olarak ortadadır! Bu mankurtlaştırma metodu henüz tam olarak açıklığa kavuşmamıştır, ancak eldeki veriler bu işlemin Sovyetleştirilen eğitim sistemi ile ilişkisini fısıldamaktadır.

Eğil Dağlar, Yahya Kemal

Eğil Dağlar, Yahya Kemal, Yapı Kredi Yayınları, 2005, İstanbul
İstiklâl Harbi yazıları
        Şark İnsaniyeti
        Son senelere kadar siyasî tarihin “Şark Meselesi” diye başlı başına ayrılmış mahut faslı bir düstura istinat ediyordu: “Avrupa’da Türkler bulundukça bir şark meselesi vardır.” Türk Avrupa’dan çekildi gibi, boyunduruğundan kurtulan milletler birer birer inkişaf ettiler. Lakin bu sefer bir şark meselesi değil on şark meselesi çıkar.Balkan Harbi’nden sonra Balkanlı devletlerin hududu bir türlü tabiîleşmez; belki de hiçbir zaman edemeyecek de. Mansıbından bir asırdır kan akan Şark Meselesi’nin bir defa da menbaını tetkik etmek gerektir. Şark milletleri idarî bir murakabeden çok ziyade, fikrî bir murakabeye muhtaçtırlar.
        Vatan Mefhumu
        Bir inkılâp fikrine meş’ale olan her siyasî, milletin bir tabakasını kurtarırken diğer tabakasını mutlaka ezer, yeni fikirleri yayarken eski fikirleri mutlaka kudurtur. Namık Kemal’i bilâkis vezirinden hademesine kadar bütün bir devlet şebekesi, eşrafından esnafına kadar bütün bir ümmet ittifakla sevmektedir.İlk defa Osmanlı ülkesinin adını “vatan” koyan bu inkılâpçı, ruhlarda vakıa yeni bir ateş uyandırdı, lakin fikirlerde bu kelimeyle ne değiştirdi acaba? Namık Kemal’in muasırları vatanı belki acı, lâkin doğru mefhumunda anlayabilmek için pek hamdılar. Dün trende zarif bir arkadaşımla konuşurken şöyle demiştir: “Bu şehre girmek için Fatih’in her topuna doksan manda koşmuştuk. Şimdi ise koca saltanatı bir mandaya değişeceğiz.” (Manda ve himaye taraftarlarına atıfta bulunarak)
        Yürüyen Bir Fikir
        İzmir faciası karşısında kan ağladığımız günlerdir.Fransızca bir darbımesel vardır: Bazen felâket bir işe yarar derler. İzmir faciası da Avrupa’nın bir şeyi anlamasına yarar.Osmanlı Devleti’nin saltanat kısmını teşkil eden toprakları gittikten sonra ortaya çıkar ki Edirne’den Adana’ya, Erzurum’a kadar Türk vatanı ayrılmaz, kopmaz, parçalanmaz bir kütledir.Türk milletini harpten fazla yoran Paris Konferansı’nın malî ve iktisadî zararlarına mukabil hiç olmazsa Türk birliğinin daha ziyade efkâra yerleşeceğini ümit ederiz.
        Eser
        Yavuz Sultan Selim Mısır yollarında mı, İran yollarında mı belli değil demiş ki: “Bu seferler, at koşturmalar beyhude değil ! Biz gönülleri toplu bulundurmak için perişan oluyoruz.” Bu söz Mustafa Kemal’in ve onu milletin timsali görüp de takip edenlerin iki senedir kin köpüklerine karşı, aforozlara, Anzavurlara karşı, Parakevopuloslara karşı daima aynı imanla söylediği sözdür. Mustafa Kemal ve onu milletin timsali gören Türkler Anadolu’da ademden bir Türk ili çıkardılar.Milî hareketi bir kıvılcımken söndüremeyen nefesler bir gün bir güneş olduktan sonra söndürmeye çalışırlarsa ne demeli?

        İki Yol
        Milletin nasibini tayin, ancak milletin bağrından kopmuş olan bugünkü vekillere aittir. Biz ancak devletlerin teklifini nasıl telâkki edeceklerini tahmin edebiliriz. Hükûmetin bugünkü beyannamesini okuduktan sonra tutabileceğimiz iki yol olduğunu görüyoruz.Biri çapraşık, diğeri düzdür.Çapraşık yol, hiçbir zaman unutamayacağımız İzmir ve Edirne’yi, şimdiye kadar olduğu gibi şimdiden sonra da millî programın en mukaddes maddesi hâlinde kalplerimize hakkederek, muahedeye rıza vermek ve muahede bir defa tatbik edildikten sonra, Yunanla baş başa kalmak ve mukaddes emelin husulüne kadar uğraşmaktır.İkinci yol düzdür: Hiçbir zaman unutamayacağımız, veremeyeceğimiz İzmir’i ve Edirne’yi bugün istemek, yarın muahedenin tatbikinden sonra sergüzeşt siyasetinden azade, devletlere itminan verecek bir sükûnla yaşamaktır.
        Gönül Kerestesiyle
        Anadolu’daki macerayı uzaktan yakından kâh sevine sevine, kâh korka korka seyreden nice gafiller zannediyor ki eğer bu harpten Yunan’a karşı silahlarımızın zaferiyle çıkarsa, Kırım ve Teselya seferlerinden sonra olduğu gibi, devlet eski düzende bir daha dirilir, bir müddet daha keyif süreriz.Lâkin bu macerayı bu gözlerle seyredenler aldanıyorlar.Yeni Türk devleti millî hareketle doğmuştur. Şimdiye kadar milletin uzakta yakında bütün gönüllerini al bayrak altında toplayan bu devlet ihtilâl devrinden nasıl muzaffer çıktıysa harp devrinden de muzaffer çıkacak ve sulhten sonra yeni bir hayata girecektir.Osmanlı tarihinde ıslahat ve inkılâplar bir değil, on değil bütün bir silsiledir. Lâkin hep eskiyi tamir ettikleri için tesirleri neticesiz kaldı. Bu son necat tamamıyla tecelli ettiğinden sonra da eski bünyanı, eski zihniyet, eski idare ile, eski tabakalarında tekrar kursak az bir müddet sonra aynı neticeyi verir. Özleyeceğimiz şeyler eski saltanatın şanları, bayrakları, medeniyeti, musikisi, mimarisi, şiiridir, lâkin şekli, idaresi, siyaseti değildir.
        Taarruz Şayiası
        Yunanlılar birkaç gündür gazetelerde, telgraflarda, muttasıl “Üçüncü taarruz” çanlarını çalıyorlar. Bu haberlerin bize korku, tabanları gevşeten Yunanlılara teselli vermekten başka bir hedefi de vardır ki dikkat edilmeye değer; hatta belki de bu haberlerin en ziyade gözettiği de o hedeftir. Yunanistan mağlup olmakla, kendine Trakya ve İzmir’i temin eden büyük rolü kaybetti demektir, değil mi? Mağlup olarak hak talep eden bir fatihle, galip olarak vatanını isteyen bir millet arasında vaki olan bu davanın bir numunesi şimdiye kadar görülmeliydi. Harbin halledemediği hulyasını, tehditkâr bir tavırla siyaset nasıl halledebilir?
        Neticeye Yakın
        Yunan ordularını önce İnönü’nde sonra da Dumlupınar’da çifte bir yıldırım darbesiyle vurup kaçırmak musâlâhayı müşkülleştirmiştir. Yunanlılar mağlubiyetten ziyade neşriyata ehemmiyet verirler. Son aylarda güneşi balçıkla sıvayamadılar. İnönü’nde ve Dumlupınar’da tabanları kaldırıp kaçtıklarını bütün cihanın gazeteleri olduğu gibi yazdı.Yunanlılar şimdi sulhe talip, lâkin, yüzlerinde de bir mağlubiyet lekesi var, bu lekeyle nasıl musâlâha edebileceklerini düşünüp taşınıyorlar.
        Mîsak-ı Millî               
        Kıştan beri İstanbul’un manevî ağrıları durdu,millî hareketin hür nefesiyle yürüyen genç ordular düşmanı yendiğinden beri de İstanbul millî vahdetin büyüklüğünü Ankara kadar, Sivas kadar, Erzurum, Trabzon, Kastamonu hâsılı herhangi bir Anadolu şehri kadar derinden duyuyor. Bütün bu muzafferiyetler ancak birer merhaledirler. Gaye İzmir’e ve Edirne’ye kavuşarak bir devlet olmaktır. Bu gayeye varmak için de kalp kuvveti veyeni zamanların çok meşhur bir tabiriyle sinir kuvveti göstermekten bir an bıkmamak, bir an gevşememek lâzım gelir. İzmir ve Edirne devlete kavuşmadan önce gevşemek bir Türk için küfürdür.
        O
        Mustafa Kemal Paşa’nın simasını ileride tahattur edecek her Türk Abdülhak  Hâmid’in bu mısra’ındaki çerçeve içinde görecek:
        “Akardı pâyına mahşer-misâl bir millet!”
        Çoktan, pek çoktan beri bu millet bir oğlunun şahsında böyle temessül etmemişti.Mustafa Kemal Paşa diyor ki: Bu İnönü mucizesi yalnız Türk neferlerinin eserleridir; neferler diyor ki: O gün İnönü’nde bizim başımızda arslan gibi zabitler vardı, onların elinde kendimizden geçtik, yürüdük; zabitler diyor ki: O gün başımızda İsmet Paşa vardı; bu muzafferiyet onundur, Fevzi Paşa hazırladı O kazandı, İsmet Paşa da diyor ki: Bu eser Mustafa Kemal Paşa’nındır! Bu söyleşileri tevazu zannedenler ne kadar aldanırlar!
        Yunanlılar İzmir’e çıktıkları gün çok bed-mesttiler, o gün, o feci gün İstanbul’dan Samsun’a bir adamın gittiğini fark edemediler. Her şeyin bittiğini zannettikleri o gün her şey başlıyordu; o adamın neden sonra ismini öğrendiler. Şimdi de rüyalarına giriyor.Yunanlılar, bu ismi ve bu adamı, Kartaca “Kadîm Caton” u nasıl sürekli hatırladıysa öyle hatırlayacaklardır.
        Temsil Bahsi
        Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi inkırazını Avrupa siyasiyatına derme çatma bir vukufla taharri edenler bir sebep üzerine ittifak ederler: “Türkler fethetmiş lâkin fethettikleri kıt’aların halkını temsil edememişler, Osmanlı saltanatı onun için battı.” Diğer bir faraziye: “Türklerin diğer milletleri temsil etmek kudreti yoktur.” Gariptir ki Türklerin temsil kudreti olmadığını en ziyade Türkler tarafından temsil edilmiş olanlar söylerler.
        Türklerde temsil kudreti harikulâde bir derecede vardı ve Anadolu’dan Rumeli’ye kadar vâsi ülkede milyonlarca insanı temsil ettiler, bu toprakları benimsediler.Bugün bu milletin yüzüne bakmak bu temsil kudretini görmeye derhal kifayet eder.
        Cetlerimiz fatih bir milletin mâlik olabileceği bütün meziyetlere mâlik oldukları gibi, büyük bir temsil kudretini haizdirler; aslen Asyalı oldukları ve Küçük Asya’ya pek geç geldikleri halde Anadolu’yu ve Rumeli’yi Türkleştirdiler, bir Türk toprağı yaptılar, lâkin insandılar daimü’l-bâki olmak şartıyla her şeyi yapamazlardı, oğullarına da yapacak bazı şeyler bıraktılar.Bu yapılacak şeyler her hâlde cetlere sövüp sayma, onların büyük eserini küçük görme, ipe sapa gelmez tarihi mütalâalardan başka şeylerdir.
        Eğil Dağlar
        Felâketin bin acısına mukabil bir hayrı da olmaz mı? Yunanlılar bin seneden beri Hudâvendigâr toprağına kök salmış olan Türklüğün köklerini koparmaya çalışırken o topraklar altında yatan ilk Türk beylerini, ilk Osmanlı padişahlarını uyandırdılar.İki sene evvel İzmir rıhtımında açtıkları facia devresinde bu millet umdukları gibi kanlar içinde boğulmadı, bilâkis kanlar içinde dirildi, gözlerini açtı, yepyeni bir hayat idrak etti.Teselya ovalarını inleten meşhur türkü bütün Anadolu vadilerinden geliyor:
        “Eğil dağlar eğil üstünden aşam
        Yeni talim çıkmış varam alışam!”
        “Eğil dağlar…” şimdi bir daha Anadolu dağlarından işitiliyor; bu türküyü Kral Konstantin de hatırlar, Papulas da, arkadaşları da, lâkin bu defa söyleyen ordular değil, önünden kaçamayacakları bir çığdır. Hudâvendigâr toprağında bugün bulunuşları siyasi talihlerinden midir, siyasi talihsizliklerinden mi yakında anlaşılır!

        Basit Bir Tecrübe
        İki yüz sene, sekiz ay, iki sene, Türkiye’nin kendi cephesinden görünen tarih-i siyasisi bu üç devreye ayrılır. İlk iki yüz sene Rusya’nın Deli Petro ile şark muvazenesine bir tehlike olmaya başladığından başlar ve ta Harb-i Umumî’nin başlangıcına gelir.Bu devirde Rus tehlikesi artar, gözlerini Akdeniz kıyılarına diker,kendi eseri olan Balkan devletlerini Devlet-i Osmaniye’nin üzerine saldırtır ve Balkan Harbi’nin kendi eseri olduğuyla iftihar eder. Harb-i Umumî’nin nihayetinde Rusya umulmadık şekilde dağılır, diğer taraftan Alman İmparatorluğu mağlup olur, cenuba inmeye çalışan iki imparatorluktan eser kalmaz. Devlet-i Osmaniye bundan sonra kuzey tehlikesinden masun kalır ama, bu sefer de talihinin kötülüğünden mağluplar safında yer alır, işte ilk iki yüz senenin hikâyesi!
        İkinci devre sekiz aydır; bu kısacık devrede ilk defa Devlet-i Osmaniye menafii kâbil-i te’lîf, büyük devletler karşısında bulunur, o büyük devletlere mağluptur, onların barış şartlarına boyun eğmeye mecburdur; lâkin bu devre göz açıp kapayıncaya kadar çabuk geçer.
        Son iki sene ise Yunanistan ile didişmekle geçer.Küçük Yunanistan hiç intizar edilmedik bir anda, Devlet-i Osmaniyye’nin son barınacağı toprağa, öz vatanına saldırır.Küçük Yunanistan şarkı altüst etmekte, eski Rusya’nın yerine geçer, Trakya’ya yerleşmekle Balkanlar’da sulhü zedeleyen bir  mikrop olur.
        Bu Muharebenin Askerleri
        İzmir rıhtımına Yunan ordusu çıktığından bugüne kadar istiklâl için döğüşen bu askerler kimdiler? Eğer bu milletin evlâtları arasında herkesten ayrılan bir sınıf varsa onlardır. Bu devletin son günleri gibi gözüken bu acıklı günlerde gazi ve bani cetlerimiz bu askerlerin kılığında dirildiler.
        Birinci ve İkinci İnönü’nde,Adana’da, İzmir’de, Büyük Sakarya’da şehit düşenlerin isimleri sıra ile Ayasofya’nın, Fatih’in, Süleymaniye’nin sütunlarına hakkedilsin…
        İzmir’e Yunan baskınından sonra Anadolu’da birdenbire parlayan mukaddes ateş ve dökülen mukaddes kan, bu milleti müebbeden yaşatacak bu iki unsurdur.
        Teşkilat Kabiliyeti
        Son devirlerde dimağlara yerleşmiş bir fikirdir ki Türklerin tek bir meziyeti vardır: Askerlik. Eğer Avrupalılar bu tek meziyeti de inkâr etselerdi, kendilerini, denizde balık gibi Avrupa irfanı içinde kaybeden Türklerin dünya üzerinde hiçbir meziyetleri olmadığına kâni olurlardı. Fakat Avrupalılar birçok sebepler yüzünden bunu inkâr etmediler, çünkü askerlik hakikaten, milli farika derecesinde, büyük bir meziyetimizdi, mazi itibariyle Avrupalıların şerefli bir düşmanı idik.
        Hakikatte askerlik Türklüğün tek meziyeti değil inkâr olunmayan tek meziyetidir.Zaten bu meziyet teşkilata olan istidadını göstermez mi? Müverrih Michelet, meşhur Fransa tarihinde, Sultan Süleyman’ın ordusunu Macar ovalarını istila ettiği zaman bütün teşkilatı ve idaresi ile tasvir ederken hayretten coşar, en muazzam bir teşkilat numunesi olarak tasvir eder.Türk’ün askerlikte olan bu kabiliyeti, fütuhat asırlarında, mülkî, kazaî, malî, ilmî, sınaî, bütün teşkilatında aynı mükemmeliyetle göze çarpardı.
        Bu kabiliyetimize evvelâ inanmak, sonra onları bu asra göre tahmin etmek lüzumu biran hatırımızdan çıkmasın.İstiklâlin sırrı bundadır.
        16 Mart
        Gelecek nesiller 16 Mart gününün ne nevi bir facia olduğunu idrak edemeyecekler.Aslında İstanbul şehri 1918 sonbaharından beri zaten işgal altındaydı, Türkiye’nin taksimi ise, o taksim iki seneden beri zaten başlamış ve Anadolu’nun birçok yerlerini müttefik devletler, bir sebeple, istilâ etmişler.Türkleri tazyik, tahkir, hor görme ise bütün bunlar iki senden beri muttasıl oluyordu.Öyle ise 16 Mart’ın hususiyeti nedir?
        1919 baharındaki İzmir baskını Türkiye’de yepyeni bir uyanıklığın başlangıcı olmuştu.İlk sersemliğin geçmesinin ardından bambaşka bir manzara ortaya çıkmıştı.Müdâfaa-i Hukuk Cemiyetleri, dolaşan çeteler, Urfa, Maraş ve Ayıntap feveranları, evvelâ Erzurum sonra Sivas daha sonra Ankara’da beliren ciddi teşekkül, Heyet-i Temsiliye ve bütün bunların fevkinde Mustafa Kemal Paşa’nın ismi…
        Bu devrede muhalefet fevkalâde sönmüştü. Ferid Paşa, sukutundan sonra iflâs ettiğini idrak eden adam hâliyle Baltalimanı’na çekilmişti.Ali Kemal son Dahiliye Nâzırlığı’ndan sonra ortadan kaybolmuştu.Ortada muhalefet gazetesi olarak bir Alemdar, bir de Sait Molla’nın Türkçe İstanbul gazetesi kalmıştı.
        Yalnız 16 Mart’tan önce bende bir önsezi vardı: İngilizlerin milliyetperverliğe İstanbul’da şedit bir darbe indireceklerini havada dolaşan bir şeyden hissediyordum. 16 Mart darbesi gayet gizli tutuluyordu. Yalnız birkaç gün evvel Refik Hâlid Alemdar’da bir başmakale yazmıştı.Bu makalede yakında bir şey olacağını sevinçle inceden inceye tehditkâr bir şive ile ima ediyordu.
        16 Mart sabahı sokağa çıktım, sokakta hiçbir fevkalâdelik yoktu. Süleyman Şevket Bey’e tesadüf ettim; Letafet Apartmanı faciasını, Harbiye Nezareti’nin işgal edildiğini, çok miktarda evler basıldığını, Meclis-i Meb’usan’ın ve Meclis-i Âyân’nın kordon altında tutulduğunu ve olayların devam ettiğini nakletti.
        Beyazıt Meydanı’nda darbenin bütün emareleri vardı; birçok şapkalı Rumlar, Ermeniler ve ecnebiler seyirci gibi dolaşıp sırıtıyorlardı.Harbiye Nezareti’nin kapısında İngiliz nöbetçiler görülüyorlardı.Orada bu elim ve sessiz manzarayı bir süre seyrettim.       

Asitane, Ahmet Ragıp Akyavaş

Âsitâne, Ahmet Ragıp Akyavaş, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2000, Ankara   

        A.Ragıp AKYAVAŞ’ın eşi Mukaddes AKYAVAŞ; eşinin başta Zafer Adalet ve Son Havadis gazeteleri olmak üzere muhtelif gazete ve dergilerde neşredilen makalelerini büyük bir özenle saklamıştır. Bu çalışmaları,  Prof. Dr. Ali BİRİNCİ ve Prof. Dr. Beynun AKYAVAŞ derlemişlerdir. Prof. Dr. Beynun AKYAVAŞ, A.Ragıp AKYAVAŞ’ın oğludur. Eserdeki, İstanbul ile ilgili yazılar bir araya getirilirken kronolojik bir sıralama yapmak yerine mevzu bütünlüğü göz önünde bulundurulmuştur. Eser İstanbul’u 1960’lı yılların bakış açısıyla, 10 ana başlık altında, makalelerle değerlendirmektedir.
        (1). FETİH: Fatih Sultan Mehmet Edirne’de bulunuyordu. Ecdadının Anadolu’da kurduğu devlet gittikçe genişliyordu. Fatih bu muazzam toprakların ortasında bir Bizans devletine tahammül edemiyordu. Genç Padişahın geceleri gözünü uyku tutmuyordu. Bu buhranlı gecelerin birinde Veziriazamı çağırdı:
— Lala şu yatağı görüyor musun? İçinde sabahlara kadar uyuyamıyorum.
Rumeli Hisarının tarihi adı Kal’a-i Boğazkesen’dir. Anadolu Hisarının adı da Güzelce hisardır. Rumeli Hisarının yapımında bizzat kendisi nezaret ediyordu. İnşaat geceleri meşaleler ışığında aralıksız devam ediyordu.  Firuz Ağa Kala kumandanı nasp edildi. Bu inşaat karşısında rahatsız olan Bizans Kayseri sürekli Fatihe elçi gönderiyordu. Bizans elçisine Fatih şöyle diyordu:
— Git efendine söyle ki, şimdiki Padişah evvelkilere benzemez. Benim gücümün yettiği yerlere onun arzusu bile ulaşamaz.
Fatih 6 Nisanda Edirne’den İstanbul surlarının önüne geldi. 11 Nisanda büyük toplar surların önüne getirildi ve ertesi gün şafakla beraber bombardımana başlandı. Büyük topların her atışında surlara çarpan altı yüz kilo ağırlığındaki gülleler yüzlerce parçaya ayrılarak etrafa ölüm saçıyor ve surlarda büyük gedikler açıyordu. Bayrampaşa vadisindeki ön surların bir kısmıyla arka surda bir burç yıkılmış olduğundan taarruz kararı verildi. Fatih düşmanı Haliç surlarında müdafaaya mecbur etmek için donanmanın bir kısmını karadan çekerek Haliç’e indirmeye karar verdi. Beşiktaş önünde duran donanma, yağlı kalaslar ile Kasımpaşa’ya indirildi. Bir gecede 67 gemi Haliç’e nakledildi. 53 gün süren kuşatmadan sonra 29 Mayıs 1453’te Osmanlı ordusu Topkapı güneyinden açılan bir gedikten şehre girdi. Hızır Bey İstanbul’un fethine müteakip ilk Osmanlı kadısı olmuştur. Eski İstanbul’un safiyesi Kadıköy semtinde Hızır Bey’in geniş arazisi olduğu için o semte Kadıköy ismini verdiler. Bugünkü nesil bilmez. Dersaâdet, Âsitâne, Darülhilafetülaliyye İstanbul’un eski isimleridir.

        (2). İSTANBULDA GEZİNTİLER: Terbiye her şeyden evvel cemiyet hayatı yaşayan insanların birbirlerine saygılı davranması demektir. Eski İstanbullular terbiye dediğimiz kıymeti bina etmişlerdir. Sokakta giderken insanların yanında ıslık çalmak pek ayıp sayılırdı. Bu gibileri Külhanbeyi derlerdi, kısacası terbiyesiz. Güzel ve nezih konuşmak kişinin kemaline, çirkin konuşmak ise terbiyesizliğine delalet ederdi. Dillere destan olan İstanbul terbiyesi diye bir şey kalmamıştır.
        (3). İSTANBUL SEMTLERİ: Eserin en ayrıntılı ve önemli bölümüdür. Semtlerin tarihlerini, kültürlerini, sosyal ilişkilerini ve isimlerini anlatmaktadır.
Rami: Semte adını veren Rami Mehmet Paşa, Osmanlı devlet adamları ve sadrazamları arasında nüktedanlığı, hazır cevaplığı ve zarafeti ile tanınmış vezirlerdendir. Bu zat sütbesüt Eyüplüdür.
Aynalıkavak: Aynalıkavak Kasrı Haliç sahilindedir. Kasrın Aynalıkavak alması Üçüncü Ahmet zamanına tesadüf eder. Venedik Cumhuriyeti ile imzalanan Pasarofça antlaşması neticesinde Venedik Cumhuriyeti Osmanlı Padişahına gayet güzel ve muhteşem Venedik aynaları hediye etmiştir. Üçüncü Ahmet bu aynaları Tersane Kasrı denilen sarayın muhtelif dairelerine ayrı ayrı yerleştirdi. Bu hadise ile Kasra Aynalı Kavak adı ile anılması adet oldu.
Kâğıthane: Su katılmamış eski İstanbullu Hanımlar Kehtane diye telaffuz ederlerdi. Kâğıt imalathanelerinin, un değirmenlerinin bulunduğu Kâğıthane, cirit oyunlarının, ok talimlerinin ve yarışlarının yapıldığı bir eğlence yeriydi.
Kapandakik (Unkapanı): Kapan yağ, bal, un gibi toptan satılan yerlere denilirse de lügat manası büyük teraziye denir. Vaktiyle Haliç büyük bir ticaret limanıyken Rumeli den, Afrika dan, Anadolu dan gelen gemiler yüklerini burada indirirdi. Unlar Un kapanı’nda, ballar Bal kapanı’nda ve yağlar Yağ kapanı’nda muhafaza olunurdu. Unkapanı bunardan biridir. Ancak resmi yazıda Unkapanı denmezdi. Kapandakik denirdi.
Eskiden ne yapardık: Harbiye sınıfında iken tramvaya binmezdik, yasaktı. Piyade yürümeye alışmalı derlerdi. İçimizde Edirnekapı’sına gitmek mecburiyetinde olanlarda vardı. Yürü ey şanlı piyade… kambur kambur Arnavut kaldırımları üstünde lodosa tutulmuş vapur gibi bata çıka azmı gidip geldik bu yollardan!... Yürüyebilenlerimiz lapacılığı bırakıp biraz yürümek zahmetini ihtiyar etseler, vasıtalarda bu kadar izdiham olmaz. Davutpaşa sahrasından kalkıp Edirne, Sofya, Belgrat Viyana’ya, Haydarpaşa çayırından Bağdat’a yaya gidip gelen bir neslin evlatlarıyız. Neden bu derece çekiniyoruz yürümekten!...
Papazın bahçesinde geçen günler: Papazın bahçesi ehli diller yatağı idi. Vaktiyle bir papaza ait olduğu için bu ismi almıştır. Yaz geceleri sofralar kurulur, cam fenerler asılır, fenerlerin ışığı altında saz ve sözle sabah edilirdi. Bütün Kadıköy halkı buraya dökülürdü.
Mütehassiri olduğum Kadıköy: İstanbul’da oturanlar Kadıköy’ünden bahsedecekleri vakit “Kadımehmediler“ derlermiş. Bu söyleyiş semti Kadıköy yapmıştır.
Fenerbahçe: Dil şeklinde denizin içine doğru uzanmış Fenerbahçe Bizans devrinin en mühim semtlerinden biridir. Mevki itibarı ile de gelen geçen gemiler tarafından daima görülür. Bir zamanlar Boğazdan sonra İstanbul’un yegâne eğlence yeri idi. Fener burnun eski adı Hieron idi.
Bugün de Üsküdar’da dolaşalım: Üsküdar’ın eski adı Chrysopolis yani altın şehir idi. Yöre halkının ödedikleri vergilerden hâsıl olan altınlar burada saklandığı için bu isim verilmiştir. Başka bir rivayete göre de, güneşin battığı esnada şehre yayılan sarı renkten dolayı böyle isimlendirilmiştir. Sultan Mahmut Çamlıca’ya gidip gelmek için Selimiye kışlasının alt tarafında zatı şahanelerine mahsus birde iskele yaptırmış ve bu iskelenin adına Harem denilmiştir.

Kâtibim: “Kâtibime kolalıda gömlek yaraşır” mısraı yok mu, o zamanlarda kısmet bekleyen genç kızların hayallerini doldururdu. Kolalı gömlekli er kişiye sahip olmak bütün genç kızların idealiydi. Çünkü o tarihin iki ideal erkeği vardı.  Biri kolalı gömlek giymiş katip, diğeri kılıç kuşanmış zabittir.
Seyyitahmet deresi: Bu mevki,  Üsküdar’da Karacaahmet mezarlığının hemen bitişiğinde bulunur. Türkiye’de yaşayan İranlı kardeşlerimiz hükümetin gösterdiği müsamahadan istifade ederek tantanalı Muharrem ayinleri yaparlardı. Hayret ve hasenat erbabı tarafından kazanlar kurulur, fakir ve fukaralar doyurulur, semaverler kaynatılır, mersiyeler okunarak Kerbela menkıbeleri yadedilirdi.
Miskinler tekkesi: Cüzamın Arpça adı barastır, Latincesi lepra, dilimizde ise miskin hastalığı diye geçer. Umumiyetle Hindistan’a, Mısır’a, Filistin’e mahsus olan bu hastalık Yavuz Sultan Selim Mısır’ı zaptedip dönünceye kadar İstanbul da pek bilinmezmiş. Bize oradan bulaşmış. Elazığ vilayetinde cüzamlılar için bir hastane bile mevcuttur. Bu hastalığa tutulanlar için İstanbul da Karacaahmet mezarlığının tam ortasında bir kamp kurulmuş yani Miskinler Tekkesi.  Kapının önünde bir taş tekne vardı. Et, ekmek, şeker, pirinç verenler buraya koyarlar yani içerdekilerle temas etmezlerdi.
Valide-i Atik Mahallesi: İstanbul’un en eski ve büyük semtlerinden biridir. Tarihi adı Valide-i Atik olan Nur Banu Sultan, İkinci Selimin kadınlarındandır. Üçüncü Murat’ın annesidir.
Bizim zamanımızda spor: harbiye de iken eskrim ve kılıçla mübareze yapardık. Top denilen nesne ise ele alınmazdı. Top oynamak hem ayıp, hem de o zamanki taassup icabı günah sayılırdı.
 Haydarpaşa kayıkçıları: Kayıkçılar umumiyetle zeki ve ferasetli insanlardır. Sultan İkinci Mahmut şahsiyetini gizleyerek kayıkla gezmeye çıkar. Kayık gelir Topkapı’ya yanaşır. Sultan Mahmut karaya çıkar çıkmaz, kayıkçı derki: Derviş baba, dur hele! Yanlışlıkla bir Osmanlı altını bırakmışsın, yüz para ver, al şunu! Sultan Mahmut için için gülümser, senin olsun bıraktığım altın, der. İşi anlayan zeki ihtiyar kayıkçı derki: Gitme,  sana bir çift sözüm var derviş baba. Hakikaten eğer sen, gördüğüm gibi böyle bir dervişsen, bu verdiğin para çoktur al geri, yüz paradır hizmetimin değeri. Yok, eğer şu sarayda ortan devletliysen iş değişir o zaman. Talih bana her gün böyle yar olmaz, hakkımı ver bu verdiğin para az!
İstanbul köprüleri: İstanbul’da yaşayanların günlük hayatlarında birinci derece rol oynayan iki tane köprü vardır. Galata ve Unkapanı köprüleridir. İlk köprüyü Fatih Sultan Mehmet ordularını ve toplarını yakın mesafeden karşıya geçirebilmek için Hasköy ile Ayvansaray arasına sallar üzerine kurmuştur. İşte Haliç’in bizden gördüğü ilk köprü budur.
Tiring Galata: İstanbul belediyesince alınan bir kararla Galata’nın adı değiştirilmiş, Karaköy olmuştur. İstanbul’un sütünü temin eden ahırların burada bulunmasından dolayı, Galata adı süt manasında olan Yunanca “gala” kelimesinden çıkmıştır. Galata Bizans’ın ilk devirlerinde “Syka” adını taşıyordu. Bu adın yetişen incir ağaçlarından dolayı verildiği rivayet edilir. Galata Avrupalı ve bilhassa Venedik, Cenova, Pisa tacirlerinin eskiden beri çok önem verdikleri bir yerdir. Yabancılar buralara yavaş yavaş yerleşmiş ve buralarda ticarethaneler kurarak mülk sahibi olmuşlardır. Eskiden ismi Haraççı iken sonraları Hikmeti Hüda Domuza çevrilen ve daha sonra istimlak olarak açılan sokağın başında muazzam bir bina ve hemen alt tarafında da Alman şehirlerindeki Kaufhof’ların, Paris’teki Galerie’lerin küçük çapta numunesi bir mağaza görülürdü. Üzerinde “Tiring Galata” diye yazardı. Her şey bulunurdu Tiring Galata’da. Galata’nın üst tarafında bulunan mıntıkanın adı Beyoğlu’dur. Eskiden buraya Pera denirdi ki karşı yaka manasına gelen bu kelime ile Galata da dahil edilmek üzere bütün mıntıka kastedilirdi.  Beyoğlu adı Kanuniden sonra verilmiştir.

Şişhane mi, Şeşhane mi: Şişhane şişe haneden bozmadır. Vaktiyle İstanbul’da, Beykoz’da, Eğrikapı’da şişe yapan imalathaneler vardı. Onun için bu meşhur yokuşa şişhane demek doğru değildir. Nizam-ı Cedidden sonra ordudaki kaval tüfekleri Fransız mamulâtından altı yivli tüfeklerle değiştirilmişti. Bundan dolayı Farsça altı manasına gelen Şeşhane tabiri kullanılmıştır.
Boğaz köylerinden Kandilli: Evliya Çelebi: “Kandilli has bahçesi veya Bahçe-i Kandil dedikleri yer, Göksu’nun cenubu garbisinde bir bağı iremdir.” diye ballandırıyor. Filhakika Kandillinin havası latif, ahalisi zarif olup yazması da pek meşhurdur. Rivayete göre vaktiyle burada bir papaz otururmuş, güzelde bir bahçesi varmış. Üçüncü Murat buraya âşık ya! Akşamları Göksu’dan dönen Padişahın şerefine servi ağaçlarını kandillerle süslermiş de, semte verilen Kandilli adı da oradan kalmış.
Boğaz köyleri (Beykoz): yeryüzünün en güzel sularından biri olan Karakulluk Suyu Beykoz’dan çıkar. Akbaba civarında bulunan bu suyu vaktiyle Karakulluk Ahmet Ağa adında biri bulmuştur. Ahmet Ağa müptela olduğu bir hastalığı bu şifalı su sayesinde geçirmiştir. Sonraları Cennet Hatun adında bir hayırsever kadın, suyun bulunduğu yeri satın alarak imar etmiştir. Bu köye Akbaba denilmesinin nedeni, köy mezarlığında Akbaba Mehmet Efendi adında bir zatın metfun bulunmasındandır.
Kalender: Kalender dünya ile alakasını kesmiş filozof tabiatlı, laubali meşrep adam demektir. Bu tip insanların konuşmalarında, hareketlerinde, giyinip kuşanmalarında devamlı bir rahatlık göze çarpar. Yeniköy ile Tarabya’nın birleştiği noktada olan bu güzel köyün havası pek latiftir. Ayrıca, yaşmaklı feraceli dilberlerin sandal sefaları akşam gezintilerinde ki insanların yüreğini hoplatır.
Boğaz köyleri: kalkan balığı fizik yapısı itibariyle avını kolaylıkla yakalayamaz. Geçim için hilekârlığa başvurur. Denizin dibinde yaşamayı sever. Dipte yattığı zaman üstünü kumla örter, yalnız gözlerini açık bırakır. Bu suretle pusuya yatar, avını bekler. Kalkanın sevdiği uskumru ve istavrit gibi balıklardır. Bu balıklar suyun altında kalkanın üzerinden geçerken, müşarünileyh hemen silkinip fırlar, ağzı da beylik fırın kapağı gibi büyük olduğundan o balıkları kolayca yutuverir. Erbabınca Kalkanın tavası en nefis bir taamdır.
Boğaz âlemi (İstinye): İstanbul’u Bizanslılardan teslim aldığımız günlerde, İstinye Manastırlarla çam kuleleri ile dolu idi. Konstantinus burada bulunan büyük bir mabedin yerine Aya Mikail isminde bir kilise yaptırmıştı. Evliya Çelebi eski mabedin temellerini kendi zamanına dahi görünmekte olduğunu yazar. Buraya adını veren İstinye adındaki bir rahiptir. Sonraları Cenevizlililer İstinye’yi işgal ettiği zaman, rahip Girit’e kaçmıştır. Orada yeni bir manastır kurup ikamet etmiştir. Evliya Çelebi, İstinye’nin bir parça gemi alacak kadar bir limanı vardır. Kasabada İslam ve Rumlar karışık yaşar. Bağ ve bahçesi çok olup, fukaralar balıkçılık ve bağcılık ile geçinir.
 Kuzguncuk: Fransız muharriri meşhur Théophile Gautier: “İstanbul bütün güzelliği ile bütün haşmeti ile Türk’e yaraşır, zarf ile mazrufun bu kadar uygun düştüğü bir yer küre-i arzın hiçbir tarafında görülmemiştir.” demiştir. Vaktiyle Kuzguncuk’ta yetmiş İslam, iki yüz elli Rum,  altı yüz Ermeni, dört yüz Musevi evi varmış. Sultan Aziz zamanında Nakkaş caddesinde bir gazhane yapılmıştır. Bu gazhane Beylerbeyi sarayına ışık verirdi.
Çengelköy: Beylerbeyi ile Kuleli arasında vaki bir koyun içindedir. Fatih devrinde bu sahilde bulunmuş olan gemi çapalarından dolayı bu semte Çengelköyü denmiştir. Evvelce buraya Kuleli bahçe denirmiş. Kanuni Sultan Süleyman’ın da buraya kendi elleri ile bir servi diktiği söylenir. Sultan İkinci Mahmut Adli 1244 senesinde buraya ahşaptan bir süvari kışlası bina etmiştir. Sultan Abdülaziz zamanında ise bu bina kâgir olarak inşa olunmuştur. Askeri İdadi Mektebine çevrilmesi 1289 senesine rastlar.

Kanlıca: Vaktiyle Gilaras adında bir Bizans köyü imiş. Fethi müteakip köyün eski sakinleri kaçmış, bir müddet sonra kağnılarıyla Anadolu’dan gelen bir kısım halk burada kağnıcılık yapmaya başlamış. Kağnıcıların buraya yerleşmesi ile buraya Kağnılıca adı verilmiş ise de, Kağnılıca halkın diline zor geldiği için yavaş yavaş Kanlıca’ya dönmüştür. Yoksa ismin ifadesi gibi kan veya kanlı ile hiçbir münasebeti yoktur.
Bebek: fatih devrinde orada bulunan kasrın muhafazası ve o civarın emniyet işleri ile meşgul bostancı başının ünvanı olan Bebek Boğazın bu güzel köşesine ad olarak verilmiştir. Bizans devrinde adı Chelae’dır.
Tarabya: Bizans devrinde harp esirleri burada hapis olunurlardı. Eski adı Pharmacias veya Farmakos’dur. Hastalanan Rum Patriği Attikus burada şifa bulduğundan adını, şifa ve tedavi manasına gelen Therapia’ya çevirmiştir. Bu teleffuz zamanla bozularak tarabya olmuştur.
Tarihi at meydanı(Sultanahmet): Evvelce bu meydanda vahşi hayvanların oyunları gösterilirdi. At ve araba yarışları yapılırdı. Maviler ve yeşiller adını alan iki gurup arasındaki at ve araba yarışları pek heyecanlı olurdu.
        (4). NAKİL VASITALARI: Posta usulü Şarkta Avrupa’dan daha eskidir. Türkiye’de her nevi haber ve mektuplar, tatarağalar vasıtasıyla götürülüp getirilirdi. Eski trafik edebiyatımızda bir Varda tabiri vardı. Varda, dikkat, savulun manasında kullanılan bir ihtardır. Anlayacağınız otomobil kornasının ağababası gibi bir şeydir. İstanbul’da atlı tramvay zamanında arabaların önünde soluk soluğa koşan Vardacılar bulunurdu. Tramvayın İstanbul’da doğum tarihi 1869’dur. Yani bugün doksan dört yaşındadır.  Eskiden tramvay arabalarını iki beygir çekerdi ve üç hattı. Birinci hat Sirkeci – Aksaray,  ikinci hat Taksim – Pangaltı, üçüncü hat Karaköy – Beşiktaş hattı idi.
        (5). SARAYLAR: Dolmabahçe sarayı 1854 tarihinde Sultan Abdülmecit tarafından yaptırılmıştır. Mimarı Karabet Balyan adında bir ermeni vatandaşımızdır. Atatürk rahatsızlığını ve son yıllarını burada geçirdi. Hayata ve milletine burada veda etti. Beylerbeyi sarayı Osmanlı İmparatorluğunun saltanatlı günlerine şahit olmuş ve sonrada Sultan ikinci Abdülhamit’e mahbes olmuş bir saraydır. Çırağan, Farsça çirağ, çerağ (yağlı fitil, kandil)  manasına gelen çoğul şeklidir. Çırağan sarayı, Meclisi Mebusan dairesi olarak da kullanıldı.
        (6). SULAR VE ÇEŞMELER: Ayasofya’dan Cağaloğlu’na giden yolun başında küçük bir kapı görülür. Üzerinde üç dille adı yazılı olan bu kapı Yerebatan Sarayının kapısıdır. Bu saray Bizans imparatoru tarafından Su Sarnıcı olarak yaptırılmıştı. Harplerde şehrin suyu buradan temin edilirdi. Fatih Bizans’ı fethettikten sonra suyolları, bentler, cetveller, kemerler, çeşmeler inşa ettirdi.
        (7). CAMİLER: Sultan Ahmet gayet dindar bir padişahtı. En büyük arzusu Ayasofya ile boy ölçüşecek bir cami inşa etmekti. 1609’da inşası başlayan cami yedi yılda bitti. Sultan Ahmet Cami bazı mabetler gibi loş değildir. Mimar Mehmet Ağa 260 pencere ile camiye çok aydınlık ve ferah bir hava vermiştir. Avrupalılar içindeki mavi çinilerden dolayı bu camiye Mavi Cami derler. 
        (8). KABRİSTANLAR: Karacaahmet Orhan Gazi devrinde meydana çıkan dervişlerden olup İran’da bir hükümdar hanedanına mensuptur. Karacaahmet’in mücahit bir veli olduğu kadar kuvvetli bir hekim olduğu da rivayetler arasındadır.   İstanbul’un en büyük mezarlığı olan Karacaahmet’te binlerce insan yatar. Cellât mezarlığı Eyüp Sultandadır. Vaktiyle cellâtlar ölünce buraya getirilip gömülürdü.
        (9). VELİLER: Nasrettin Hocanın torunu Hızır Bey İstanbul’un ilk kadısıdır.

        (10). RAMAZAN: Eskiden Ramazan başladığı şimdi olduğu gibi riyazî hesaplarla tespit edilmezdi. Ayı gökyüzünde görmek ve bunu şahit ile ispat etmek lazımdı. İftar açmak için o zamanlarda zıpçıktı kol saatleri henüz yok. Oda kapısında görünen ev sahibi topa beş dakika var diyerek misafirleri yemek odasına davet ederdi. Eskiden muharrem ayı ile beraber mahalle aralarında goygoycular dolaşmaya başlardı. O kapıdan fasulye, bu kapıdan bakla, aşı boyalı evden pirinç verilir, aldıkları bu erzakları her birinin nevine mahsus torbalara koyarlardı. Toplanan erzak Şehzade Camindeki karargâha yığılırdı. Muharremin onuncu gününden sonra sır olup giderlerdi. İşte bu nevi dilencilere Goygoycular denirdi.


II. CİLT

Kitap dört bölümden oluşmaktadır.Eski Cemiyet Hayatımız adlı birinci bölümde aşağıdaki makaleler;
Eski Cemiyet Hayatımız, Dünkü Hayat, İsabet-i Ayn, Kürkçülerkapısı, Oturmak, Minder, Vardakosta, Ot Bulucuyan, Erbab-ı Şerr ü Fesat, Maşallah Bekçiye, Dünya Evine Girerken Dünya Evinden Çıkarken, Dan Dada Dan Dan, Yiğitlik ve Kabadayılık, Kaldırım Kabadayıları, Kopuklar, İstanbul’un Namlı Tulumbacıları, Kan Davası, Kanlıca’daki Vampirler, Tarihimizdeki Garip Vak’alar, Döğme,Musiki ve İbadet, Musiki ve Hatıra, Eski Zaman Düğünleri, Eski Düğünler, Eski Düğünlerde, Koltuk, İnsan Alımı Satımı, Hıdırellez, Nevruz, Nevruz ve Nevruziye, Baharın Hatırlattıkları, Üçüncü Cemre Toprağa Düştü, Sayfiye Mevsimi, Hamam Safası, İstanbul Hamamları, Aynalara Dair, Saat, Hey Gidi Cennetten Çıkma Dayak, Pek Şifalıdır, Kötü Bir Terbiye Sistemi:Dayak, Dideler Ruşen, Evvel Şiddeti Serma, Erbaine Girdik, Berdelacuz, Kış Gecelerinde, Mangaldan Kalorifere, Sahaflar ve Hakkaklar, Hakkaklar, Tesbih ve Tesbihçilik, Berberbaşı, Tıraş Beyanındadır, Perukar, Moda Bu Ne Denir,Sakal Babında, Asri Cinci Hoca, Efsun, İyisaatte Olsunlar, Eski Adetlerimizden, Moda Hastalığı, Yangın Var, Fedakarlık ve Karşılığı, Tas, Tarihte Cibali Yangını, İlk Yangın Son Yangın, Yangın ve Patlıcan, İstanbul’un Geçirdiği Zelzeleler, Mürekkep Yalamak, Gitti Gider Dahi Gider, Deniz Mevsimi Başlarken, Eski Cemiyet Hayatı, Deniz Hamamları, Lodos Fırtınası, Mektepler Tekkeler, Süslenme, Kandilli Temenna, İlk Mürüvvet, Yeni Yıla Girerken, Pazar Safası, Ayı Şakası, Bitpazarı ve Bedesten, Uğur ve Uğursuzluk, Tahtabiti, At Sevgisi, Kuş ve Ökse, Çok Yaşa, Terbiyeli Kereviz, Köpekbalığı İstilası, Karides Muharebesi, Maymunların Başına Gelenler, Bana Göre Balıkhane Kapısı, Perhiz ve Lahana Turşusu, Karaelmas, Deliler Veliler, Deliler Divaneler.
Çiçekler adlı ikinci bölümde aşağıdaki makaleler;
Çiçek Bayramı, Milli Çiçeğimiz Karanfil, Karanfil Diyarı, Florist, Gül, Bizim Lale Hollanda’da,  Lale Merakı, Sümbül.
Meyvalar adlı üçüncü bölümde aşağıdaki makaleler;
Kınalıyapıncak, Çilek, Şeftalu, Elmanın Fazileti, Kiraz, Kavun Karpuz.
Mutfak adlı dördüncü bölümde aşağıdaki makaleler;
 Lahana ve Kral, Patatesin Hatırlattığı, Memleketimizin Nimetleri, Enginar, Patlıcana Dalkavukluk, Aşçılarımız, Bolulu ve Mengenli Aşçılar, Aşura, İnce Kiler, Ekmek ve Nimet, Nan-ı Aziz, Buyurun Zırvaya, Kar Helvası, Helva Sohbeti, O Caaanım Tahin Helvası, Hindenburg ve Tahin Helvası, Eski Kışlarda Boza, İnsan ve Bakla, Pırasaların Başına Gelenler, Tatlı Yemeli Tatlı Konuşmalı, Sofra, Mönü, Havalar Soğudukça, Çorba Borusu, Türk Mutfağı. yer almaktadır.

Ankara, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Ankara, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 1981, İstanbul
Başkent Ankara, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki farklı karakterlerin dünyasından anlatılıyor.
Cumhuriyetimizin başkenti Ankara'yı anlatan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun "Ankara" adlı romanı, Cumhuriyetin ilk yıllarının farklı karakterlerin dünyasından anlatılıyor. İlk baskısı 1934’de yayınlanan roman üç bölümden oluşuyor; birinci bölümde Milli Mücadele ruhunu özlemle ve övgüyle anlatan yazar, ikinci bölümde Cumhuriyetin ilk yıllarının ardından bu Milli Mücadele ruhunun yitirilmesini eleştiriyor, kendi deyimiyle bir karikatür yapıyor. Son bölümde ise yazar, Cumhuriyetin yirminci yılında gerçekleşmesini hayal ettiği Türkiye düşünü anlatıyor.
Roman kahramanları Selma Hanım ve Neşet Sabit'tir. Nazif Bey ve Hakkı Bey'ler de romanın diğer kişileridir. Selma Hanım, İstanbul'dan Ankara'ya gelen idealist bir inkılâpçıdır. Önce Nazif Bey'le evlenir. Bankacı Nazif Bey'de istediğini bulamaz. Bu, Nazif Bey'in şahsında, aynı zamanda bürokrasinin de kokuşmuşluğunu simgeler. Hakkı Bey binbaşıdır. Sivil bir bürokratta aradığını bulamayan Selma Hanım, asker Hakkı Bey'le evlenir; fakat o daha büyük bir hayal kırıklığına uğratır Selma Hanım'ı. Daha sonra idealist bir gazeteci olan Neşet Sabit'le hayatını birleştirir.
Millî Mücadele yıllarında hiçbir çıkar gözetmeksizin yurtları için çalışan bazı subayların ve politikacıların, zaferden sonra “sermaye çevreleriyle ilişkileri” ya da “arsa spekülasyonu”, “taahhüt işi” gibi girişimlerle zenginleşmeleri, “inkılap”a boş vermelerini, romanın kadın kahramanı Selma’nın yaşamı izlenerek Millî Mücadele inancının ateşli dönemleri ve sonrası anlatılmaktadır.
Cumhuriyetimizin başkenti Ankara'yı anlatan Yakup Kadri'nin "Ankara" adlı romanı, üç ayrı dönemi ve bu dönemlerin Ankara hayatını yansıtması yönüyle ilginç ve okunmaya değer bir eserdir. Romanın baş kahramanı Selma Hanımın hayatı, evlilikleri ve insanî ilişkileri ile birlikte Ankara'nın üç dönemi canlı tasvir ve olaylarla verilir.
Bu dönemler:
1. Millî Mücadele'den önceki Ankara (Savaş zenginlerinin, yolsuzlukların ve arayışların belirdiği Ankara).
2. Millî Mücadele'deki Ankara (Millî silkinişin ve yeniden toparlanan, zaferi kazanan Ankara).
3. Millî Mücadele'den sonraki Ankara (Savaş sıkıntılarının geride kaldığı, modernleşen ve bir o kadar da özünden kopup sosyeteleşen Ankara).
Selma Hanım, İstanbul'daki bir bankada muamelât şefi olarak görev yapan kocası Ahmet Nazif Bey ile birlikte Ankara'ya gitme hazırlıkları yapar. Önce deniz yolu ile İnebolu'ya; oradan da kara yolu ile (İnebolu - Kastamonu - Çankırı güzergâhı = İstiklâl Yolu) Ankara'ya gelirler. Onların Ankara'ya gelmek istemelerindeki en büyük amaç; bir kurtuluş ümidi aramalarıdır. Çünkü, İstanbul yabancı devlet askerleri tarafından işgal altındadır ve Türklere her türlü işkence ve zulüm yapılmaktadır. Onlara göre; Ankara'da başlatılan Millî Mücadele, dolayısıyla Ankara adı, bir kurtuluş umududur. 
Yıl 1921... İşgal altındaki İstanbul’da Ankara’nın adı bir kaçış ve kurtuluş parolası olarak fısıldanıyor, her fısıldanışta gözlerde bir umut ışığı parlatıyordu. Kadın ya da erkek Ankara’ya gidenlerin diğer insanların gözünde önemi bir anda artıyor adeta kutsallaşıyorlardı. Bütün şehirlerde Ankara’dan gelecek haberler heyecanla ve merakla bekleniyor, Ankara’da olup biten her şey gazetelerin baş sayfalarını süslüyordu.
Selma Hanım ve Nazif Bey, Ankara'ya gelişlerinde Tacettin Mahallesi'ndeki küçük bir eve yerleşirler. Yerleştikleri evin sahibi Ömer Efendi ve ailesi Ankara'nın seçkin kimselerindendir. Bu seçkinlik, soydan ziyade para ve mala dayanmaktadır. Ömer Efendi ve ailesi Birinci Dünya Savaşı'ndan yararlanmayı bilen savaş zenginlerindendir. Birinci Dünya Savaşı döneminde bu tür zenginlerin birdenbire ortaya çıkması olağan olduğu için halk, Ömer Efendiyi ve ailesinin bu türedi zenginliğini yadırgamaz.
"Zira Büyük Kavga'da cephe gerisini tutanlardan birçoklarının, yalnız Ankara'da değil, memleketin her bucağında böyle hiç yoktan servet ve samana konuverişleri en tabiî hadiselerden biri hâlini almıştır."
Nazif Bey, bir gün eski arkadaşlarından Murat Bey’le karşılaşır. Murat Bey, Büyük Millet Meclisi'nde mebustur ve Etlik'teki bağ evinde oturur. Murat Bey; Nazif Bey ve karısı Selma Hanımı Etlik'teki bu bağ evine davet eder. Ankara'nın monoton havasından sıkılan Selma Hanım, kocasını razı eder ve Murat Bey'in Etlik'teki bağ evine gidilir. Murat Beyin evinde bir başka misafir daha vardır. Binbaşı Hakkı Bey... Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyin gururlu, milliyetçi ve vatanperver düşünceleri karşısında büyülenir. Sonraki günlerde ve haftalarda Bnb. Hakkı Bey ve Selma Hanım at gezintilerine çıkarlar. Nazif Bey, karısı Selma Hanım’ın Bnb. Hakkı Bey’le yaptığı bu at gezintilerine sesini çıkarmaz, doğal karşılar. 1921 Ankara’sında bir kadının eşiyle birlikte bile olsa bu kadar çok gezmesi, Çankaya, Keçiören gibi semtlerde dolaşması, ata binmesi hiç alışılmamış şeylerdir.  Fakat, ev sahibi Ömer Efendi; Selma Hanım, kocası Nazif Bey ve Bnb. Hakkı Bey’in tutum ve davranışlarını hoş karşılamaz; onları "yabanlar" olarak nitelendirir. Nazif Bey, Ömer Efendi’nin kendileri için kullandığı "yabanlar" kelimesini, "yabancılar" olarak yorumlar. Ömer Efendi, bu kişilerin hareketlerini onaylamamasına rağmen sesini çıkarmaz. Çünkü, neticede Nazif Bey, bankada çalışmakta ve biri mebus, diğeri binbaşı olan iki önemli dostu bulunmaktadır. Ne de olsa bu makamlarda bulunan kimselere ihtiyacının olacağını düşünür ve beğenmese de onlarla iyi geçinmenin menfaati icabı olduğuna kanaat getirir.
Bir başka gün Selma Hanım; kocası Nazif Bey, kocasının arkadaşı Murat Bey ve ailesinin, Bnb. Hakkı Bey’in de birlikte bulunduğu bir sohbet toplantısında Neşet Sabit adında İstanbul'dan yeni gelmiş bir yazarla tanışır. Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyden etkilendiği gibi, Neşet Sabit Beyden ve konuşmasından çok etkilenir. Neşet Sabit'in Selma Hanım üzerinde bıraktığı bu etki, sonraki zamanlarda da kendini gösterir.
Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyin yaptırdığı atış denemelerinde başarılı olur. Bu başarısından cesaret alan Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyden kendisinin cephe ya da cepheye yakın yerlerde görevlendirilmesini talep eder. Bu talep karşısında Bnb. Hakkı Bey, aracı olur ve onun Eskişehir'deki bir askerî hastanede görev almasını sağlar. Selma Hanımın hastanede göreve başlamasından bir hafta sonra Yunanlılar taarruza geçer. Bu durumda Ankara'ya geri döner. Ankara halkı, ümitsiz biçimde şehri boşaltma faaliyetlerine girişir. Selma Hanım ise, Yunanlıların Ankara'ya gelemeyeceği konusunda kesin inançlıdır. Çünkü, hastanede görev yaptığı kısa süre içinde yaralı askerlerin bir an önce cephedeki arkadaşlarının yanına dönme isteklerini unutamamıştır. Bu inancını, tanıdığı herkese söylemeye ve halka moral vermeye gayret eder. Kocası Nazif Beyin tüm ısrarlarına rağmen Ankara'yı terk etmez ve Cebeci hastanesindeki görevinin başından ayrılmaz. Ona göre, Ankara; vatanın kalbinin attığı kutsal bir şehirdir. Millî uyanış ve zafer; ancak Ankara'daki mücadeleye bağlıdır. Bu nedenle, Ankara terk edilmemelidir. Nazif Bey, karısı Selma Hanım’ın kendisini dinlememesi karşısında ondan ayrılır.
Nihayet, Selma Hanımın beklentileri meyvesini verir. Yaklaşık bir ay sonra, Sakarya kıyılarından zafer haberi geldiğinde Ankara’da gösterişsiz bir sevinç yaşanır.  Bu zaferin arkasından ise, Büyük Meydan Muharebesi ile Türk milleti Yunanlılara ağır darbeler vurur ve nihayet Yunanlıların elindeki güzel İzmir, geri alınır. Türk milleti kesin zaferi elde eder. Bnb. Hakkı Bey de "Miralay" rütbesi ile Ankara'ya döner. Selma Hanım, önceden de çok takdir ettiği Miralay Hakkı Bey ile evlenir. Bu arada Nazif Bey, Selma Hanımdan boşandıktan sonra kötü bir hayata sahip olur; tanınmaz ve silik özellikler çizer.
"Selma Hanım, Nazif'in kendisini bıraktıktan sonra, ne kadar bedbaht olduğunu da biliyordu... Yumuşak, pembe, sessiz ve uslu Nazif; kuru, sinirli, sert ve haşin bir insan olmuştu. Kendini tamamıyla içkiye verdiğini söylüyorlardı."
 Romanın ikinci bölümünde Cumhuriyetin ilk yıllarının Ankara’sını görüyoruz. Aradan üç yıl geçtikten sonra Yenişehir’de yeni bir evde karşımıza çıkan Selma Hanım iki yıldan beri Emekli Miralay Hakkı Bey’in haremidir. Selma Hanım’ın bütün hoşnutsuzluğuna rağmen Miralay Hakkı Bey, emekli olur ve bir şirkette meclis idare reisliği görevini alır.
 Hiçbir çıkar gözetmeksizin vatan için mücadele eden, pek çok kişi için milli mücadele ruhunun simgesi olan bu emekli subay artık taahhüt işleriyle uğraşmaktadır.
  Sonraki zamanlarda ise, Nazif Bey gibi o da Selma Hanım’ın gözünden düşer. O artık, cepheden yeni döndüğü zamanlardaki Selma Hanım’ın gözündeki "ilah" değildir. Giyinişini, yaşayışını ve Selma Hanıma olan tavırlarını çok değiştirir. Ayrıca, lüks yaşamaya merak sarar. Miralay Hakkı Bey’deki bu tür değişiklikler, Ankara'da yaşayan diğer insanların da pek çoğunda görülür.
"Nazif, ne kadar eski Nazif değilse, Miralay Hakkı Bey de o kadar eski Hakkı Bey değildir. Selma Hanım’ın, bu Hakkı Bey’e, ikide bir 'Nerede o tunç rengin? Nerede o çelik gövden? Nerede o sert ağzın? O koyu kumral bıyıkların?' diye soracağı geliyor."
Batılılaşmayı yanlış algılayan insanlar, alafranga hayat tarzını kendine ölçü almaya başlar. Ankara'da yaşayanların önemli bir bölümü; Gazi Hazretleri'nin inkılâplarını yanlış yorumlar; çağdaş yaşamanın balolarda, gece eğlencelerinde ve çaylarda boy göstererek eğlenmek olduğunu düşünür. Özellikle, dönemin bürokrat ve aydınlarının bir bölümü birbirleriyle gösteriş yarışına girerler. Hakkı Bey de, Avrupa'yı gören ve Avrupalılarla sıkı ticarî ilişkilerde bulunan biri olarak bu gösteriş yarışının içinde yerini alır.

"Hakkı Bey:
- A hanım, diyordu. Bir defa , ben Avrupa'da bulunmuş bir adamım. (Harb-i Umumî'de bir kere Almanya'ya gitmişti.) Sonra da Avrupa adap ve muaşeretine dair ne kadar kitap görürsem alıp okuyorum. Artık, benim yaptığımın doğruluğundan şüphe edilir mi?"
Hatta, sade bir aile hayatı olan Murat Bey bile, bu olumsuz ortam içinde gülünç duruma düşmekten kendini kurtaramaz ve bilinçsiz faaliyetleri ve tavırlarıyla Selma Hanımı şaşırtır. Murat Bey, mebusluğu bırakır ve safahat âlemi içinde özünü kaybeder. Murat Beyin arabasından, çay ve yemek davetlerinden azamî derecede yararlanan insanlar, gerçekte onun samimî dostları değildir.
Ankara Palas’ın açıldığı yıl yılbaşı baloları ayrı bir heyecan yaratır. Ankara Palas’ın büyük salonlarında çeşitli eğlenceler planlanmaktadır. Hazırlıklar aylar öncesinden başlar, İstanbul terzilerine siparişler verilir, Beyoğlu’nun büyük mağazalarında kalmayan mallar Avrupa’ya sipariş edilir. Balo günü geldiğinde Ankara Palas’ın önünde heyecanlı bir hareketlilik yaşanıyordu. Şık otomobilleriyle baloya gelenler otelin kapısında birikmiş olan meraklı halk kümelerini zorlukla açarak içeri girebiliyorlardı. Bütün bu olanları bir film şeridi gibi izleyen yerli ve köylülerin oluşturduğu kalabalık için ise, balo denilen şey Ankara Palas’ın önünde başlıyor ve bitiyordu. Onlar içerideki dünyada olup bitenleri merak etmekle ve kendi aralarında tahminler yürütmekle yetiniyorlardı. İçerideki dünyada ise, davetliler dans  ediyorlar, birbirlerinin üst baş ve davranışlarını inceliyorlar ve memleket meseleleri üzerine derin sohbetlere dalıyorlardı.
Selma Hanım, yılbaşı eğlencelerinin düzenlendiği yeni açılan Ankara Palas Oteli'nde önceden tanıştığı ve etkisinden kurtulamadığı Neşet Sabit Bey’le tekrar karşılaşır. Neşet Sabit Bey; Ankara'da bir evde tek başına yaşamasına rağmen, İstanbul'daki bir gazetenin yazarlığını ve muhabirliğini yapar. Ayrıca, tercüme işleriyle uğraşır. Neşet Sabit Bey de, Selma Hanım gibi Ankara sosyetesinin bilinçsiz hayat tarzından rahatsızdır. İki eski dost, duygu ve düşüncelerini birbirlerine aktarırlar. O günden sonra birlikte gittikleri tüm balo ve davetlerde Selma Hanım ile Neşet Sabit Beyin sohbet konusu Ankara halkı üzerindeki değişme ve Batılılaşma kavramının yanlış anlaşılmasıdır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara, yalnız insanlarıyla ve hayat tarzı ile değil, mimari ve evlerin iç dekorasyonu ile de Avrupaî tarza uygun olarak değişiklik gösterir. Gerek Selma Hanım, gerekse Neşet Sabit Bey; Batılılaşmanın bir eğlence tarzı olmadığı; bilimsel gelişme, değişme ve işletme gücü olduğunda hemfikirdirler. Bu düşünceler; Selma Hanımı Hakkı Beyden iyice uzaklaştırır. Ayrıca, Hakkı Beyin yabancı bir kadınla olan flörtü ve Selma Hanım’ın kendi hayatını kurmak istemesi, onları boşanmaya kadar götürür. Selma Hanım ikinci kocası Miralay Hakkı Beyden ayrılır.
Neşet Sabit Beyin yardımıyla Selma Hanım öğretmen olur. Cumhuriyet'in kuruluşunun onuncu yıl kutlama törenlerinde Gazi Hazretleri'nin konuşmasını Selma Hanım, yeni kocası Neşet Sabit Beyle birlikte büyük bir coşkunlukla dinler. Artık, Atatürk'ün oluşturduğu inkılâplar, halk tarafından özümsenir; Ankara'nın çehresi ve bütün Türkiye'nin hayat tarzı da olumlu bir değişme sürecine girer. Ankara'nın bu değişen çehresine ayak uyduramayan, kendi menfaatlerini, ülkenin menfaatlerinden önde gören, yanlış Batılılaşan sosyete grup, Ankara'yı terk eder ve Avrupa'ya yerleşirler. Murat Bey ve ailesi de bunlardan biridir. Selma Hanım, Murat Bey ve ailesine acır ve onların Avrupa'da barınamayacağını düşünür.
Selma Hanım ve üçüncü kocası Neşet Sabit Bey, Kaledibi'nin Cebeci'ye bakan yamacında bir apartman dairesinde yaşar. Selma Hanım, öğretmenliğine devam ederken Neşet Sabit Bey de roman yazarlığı ile meşgul olur. Ayrıca, Neşet Sabit Beyin yazdığı "Kaltabanlar" adlı komedi eseri, Devlet Tiyatrosu'nun açılış töreninde sahnelenecektir. Neşet Sabit Bey, bu büyük güne hazırlanmanın telaşı ile faaliyetlerine hız verir. Nihayet, oyunun sahneye konacağı gün gelir. Tiyatro oyununu izlemeye gelenler arasında Atatürk de bulunmaktadır. Oyun, çok başarılı bir şekilde sahnede sergilenir. Atatürk, Neşet Sabit Bey’i yanına çağırtır ve onu tebrik eder. Oyunun sahnede sergilenmesinden sonra oyunda görev alan ekip ile birlikte sabaha kadar eğlenen Selma Hanım ve Neşet Sabit Bey, yorgun bir şekilde evlerine dönerler.
Selma Hanım, Neşet Sabit Bey’i çok sevmesine rağmen, onun başka kadınlarla olan ilişkisinden şüphelenir. Özellikle, oyunda rol alan Yıldız Hanım adlı genç bir kızla olan yakınlığını kıskanır. Ancak, Yıldız Hanımın sporcu bir gençle evlenmesi ile bu şüphelerinden kurtulur.
Romanın üçüncü ve son bölümünde ise, 1937 yılından başlayarak yazarın hayalini kurduğu Ankara portresi sergilenmektedir.
 Son sistem limuzinlerle bir arada geçen kağnı kafileleri, yığın yığın kok kömürü taşıyan Berliez kamyonları yanında, sırtlarında birer tutam odunla dolaşan eşeklerin manzarası kadar, hep birlikte çıkardıkları sesler de tam kaos yaratıyordu.
 Ankara’da kalabalık sokakların sayısı çoğalmıştı. Gerçi Jansen planına göre açılan ana cadde, henüz, Avrupa metropollerindeki “boulevard” veya “avenue”ler gibi işlek ve canlı görünmekten uzaktı ama, ana caddeye doğru inen sokaklarda eski tenhalıktan eser kalmamıştı. Kale içindeki esnaf, tüccar ve zanaat sahipleri buradaki modern dükkan ve mağazalara yerleşirler.
 "Ankara, bütün manasıyla bir Orfe masalını yaşamaya başlamıştı ve bu masalın kahramanının, saçlarındaki güneş, gözlerindeki gök parıltısıyla daima taze, daima coşkun bir ezeli gençlik kaynağı gibi yeşil Çankaya tepesinde çağladığı ve onun varlığından bir seyyalenin daima aşağıya doğru aktığı hissolunuyordu."
Bilimsel çalışmalarla oluşturulan gelişim haritasına göre Orta Anadolu ziraatı tamamen bırakmış hayvancılık merkezi olmuştu. Büyük devlet çiftliklerinin geniş otlakları cinsi ıslah edilmiş ve üretilmiş eski Ankara keçileriyle, iklime uydurulmuş Merinos koyunlarıyla doluydu. İç Anadolu’nun kumaş ve şayak fabrikalarına yün buralardan temin ediliyordu. Ayrıca, yine İç Anadolu’nun yağ, peynir ve et sanayisi zanaatı için bu çiftlikler de inek ve sığır da yetiştiriliyordu.
 Selma Hanım, hayal kurmaktadır. 1943 yılında yapılacak Cumhuriyetin 20’nci yıl dönümü kutlamaları arasında kendini hissetmeye başlar. Hayalleri içinde, bir gün evine döndüğünde kendine gelen bir mektuptan Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun yirminci yıldönümü için yapılacak kutlamaların düzenleme komitesine seçildiğini öğrenir. Bu mektupla, yaşlandığının farkına varır. Cumhuriyet kurulalı yirmi yıl olmuştur.
Cumhuriyetin yirminci yıl kutlamaları da, onuncu yıl kutlamalarında olduğu gibi büyük bir coşku yapılır. Binlerce insan, bir sel gibi Çankaya'ya akar, halk tek vücut olur. Kutlamalara katılan Selma Hanım ve Neşet Sabit Bey, ilerleyen yaşlarının verdiği zayıflıkla yorgun düşer ve evlerine dönerler. Uzaktan işitilen şenlik seslerinin eşliğinde ve içtikleri ıhlamur sayesinde yorgunluklarını atmaya çalışırlar. (Cumhuriyetin 20. yıl kutlamalarını anlatan bölüm içindeki ifadeler, Selma Hanımın hayalleriyle ilgilidir.)