gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Mayıs 2012 Cuma

Atatürk’ün Yurt Gezileri, Mehmet Önder

Atatürk’ün Yurt Gezileri, Mehmet Önder, 1998, İstanbul
Atatürk’ün Anadolu’da yaptığı yurt gezileri.
    Yazar, Dr. Mehmet Önder, 1926 yılında Konya'nın Çumra ilçesi’nde doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Konya'da tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne devam etti; ama tarih sevgisi ağır bastığından 1946 yılında bu fakülteden ayrılarak 1950 yılında Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin sanat tarihi bölümünden mezun oldu.
    Bundan sonra, müze müdürlüğü, bu müdürlükler sırasında 20’ye yakın müzenin oluşturulması, yurtdışı müze müdürlükleri,  Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürü, Başbakanlık Kültür Müsteşarı, Almanya'da Bonn Büyükelçiliği’nde Kültür Müsteşarlığı görevlerinde bulundu.
    Mehmet Önder, merkezi Berlin'de bulunan Alman Arkeoloji Enstitüsü üyesi, Londra’da Uluslar arası Mevlana Araştırmaları Kurumu’nun şeref üyesi, Lahore’da İkbal Akademisi üyesi ve daha birçok kültür derneğinin üyesi oldu. Ayrıca Önder, Türk-Alman Dostluk Derneği ve Türkiye-Pakistan Kültür Derneği Genel Başkanlığı’nı da yaptı.
    Pakistan’dan “Sitare-i İmtiyaz” nişanı, Almanya’dan “Üstün Liyakat” Nişanı, çeşitli üniversitelerden fahri doktora unvanına sahiptir. Mehmet Önder araştırmalarını aralıksız sürdürerek yurt içinde ve yurt dışında 150’den fazla kongre, seminer ve sempozyuma katılmış, hepsinde de bildiriler vermiştir. Mehmet Önder Ağustos 2004 tarihinde vefat etmiştir.
    Atatürk’ün Yurt Gezileri
    Kurtuluş Savaşını kazandıktan sonra ölümüne kadar çıktığı yurt gezilerinde 52 il merkezine uğramıştır. Birçok ile birden fazla ziyaret yapmış, buralarda günlerce, haftalarca kaldıkları olmuştur. Atatürk'ün zaferlerini olduğu kadar inkılâplarını da gezileri içinde değerlendirmek lazımdır. İnkılâp Kanunları çıkmadan önce halkın içine girmiş yapacaklarını ve yaptıklarını anlatmaya çalışmış milletin onayını almaktan geri kalmamıştır. Atatürk’ün çeşitli illere yaptığı yurt gezilerinden birkaç örnek aşağıda sunulmuştur.
    Tekirdağ
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Tekirdağ'a 2 Şubat 1915,  23 Ağustos 1928’te olmak üzere iki kez gelmiştir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Tekirdağ'a ilk olarak (2 Şubat 1915), beraberinde emir subayı Üsteğmen Çerkeşli Hasan Çavuş'un mangasını alarak Tekirdağ'a gelmiş, beraberindekilerle sahil kışlasına yerleşmişlerdir.
    Mustafa Kemal'in Tekirdağ'a ilk geliş nedeni Enver Paşa'nın emriyle 19. Fırkayı kurmak içindir. Yarbay Mustafa Kemal Tekirdağ'a geldiğinde böyle bir fırkanın adının var fakat kendisinin yok olduğunu görmüştür.
    Tekirdağlıların olağanüstü yardımlarıyla Tekirdağ, Malkara, Çorlu, Hayrabolu civarından gelen 891 kişiyle 57. ve 72. alayları tamamlayarak 25 Şubat 1915'te gelen bir emirle Çanakkale Savaşları'na katıldı. Bu savaşlarda tarihe altın harflerle geçen başarılar kazandı. Çanakkale Savaşları'nın kazanılması sonucunda Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti düşman işgalinden kurtulduğu gibi, Osmanlı Devleti'nin yıkılması bir süre engellenmiş, kısa bir süre sonra da Türk Ulusu Atatürk'ün önderliğinde Kurtuluş Savaşı'nı kazanarak Cumhuriyet yönetimine geçmiştir.
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün Tekirdağ'a ikinci kez gelişi 23 Ağustos 1928 Perşembe günü Ertuğrul Yatı ile olmuştur. Atatürk'ün Tekirdağ'a bu gelişlerindeki neden 14 yıl önceki ilk gelişlerindeki anıları tazelemek veya Tekirdağ'ın güzelliklerini seyretmek için değildi. Gazi Mustafa Kemal Atatürk kendisini karşılayan Vali Arif Hikmet Bey, Belediye Başkan Vekili Ziya Şıra Bey ve kalabalık bir halk topluluğu ile vilayete gelmiş, meclis odasında siyah tahta ve tebeşir hazırlatarak en büyük devrimlerden biri olan Harf Devrimi'ni başlatmıştır.
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk Tekirdağ'a ikinci kez gelişindeki mutluluğunu şu tümcelerle anlatıyor: "İlk 2 Şubat 1915'te 19’uncu Fırka kumandanı olduğum Tekirdağ'ı 14 sene sonra ziyaret edebildim. Bundan son derece memnun ve mutluyum. Fakat beni en çok memnun ve mutlu eden olay Tekirdağlı vatandaşlarımın daha şimdiden Türk harfleriyle yazıp, okumayı öğrenmiş olmalarıdır".
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün en önemli özelliği devrimlerini halk adına yapmak ve özellikle ona benimsetmekti. Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde 1 Kasım 1928'de Harf Devrimi yapılmış bu sayede Türk toplumu içinde bocaladığı doğu gelenekçiliğinden sıyrılıp Batı uygarlığına yönelmiş ve gerçek bir kültür devrimi yapılmıştır. Bu büyük devrimin ilk adımının ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün ilk başöğretmenliğinin Tekirdağ'da olması Tekirdağlılar için büyük mutluluk ve onur kaynağıdır.
    Havza
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Havza'ya 25 Mayıs 1919,  24 Eylül 1924’te olmak üzere iki kez gelmiştir. 19 Mayıs 1919'da Samsun'a gelen Mustafa Kemal 25 Mayıs 1919'da Havza'ya gelmiş ve burada tam 18 gün kalmıştır. Bu çok önemli bir rakamdır. Milli Mücadele'nin tüm planları, tarihe Amasya Tamimi diye geçen genelge, Havza'da hazırlanmıştır. Havza'dan ayrılırken "Havzalılar, sizleri hiç bir zaman unutmayacağım." diyerek, çetin bir yolculuğa çıkan, Mustafa Kemal, büyük zafer kazanıldıktan ve Cumhuriyet kurulduktan sonra genç Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı olarak 24 Eylül 1924'te Havza'ya gelerek milli mücadele için karargâh olarak kendisine tahsis edilen ve şimdi Atatürk Müzesi olan binanın balkonundan bütün dünyaya şöyle seslenmiştir:
    "Havzalılar! Sizinle en elemli ve yeisli günlerde tanıştım, aranızda günlerce kaldım. Bana mazinin hatıratını hatırlatan şu daire içinde kıymettar mesai ve muavenetinizden çok müstefit oldum. Eğer Havzalıların o samimi ve metin hüsn’ü kabulleri olamasa ve eğer Havza'nın nafi ve şifalı kaplıcaları ahvali sıhhiyem üzerinde müspet bir tesir bırakmasaydı, emin olunuz ki inkılap için çalışamayacaktım. Bundan dolayıdır ki Havza'ya ve Havzalılara çok borçluyum. Kalbi rabıtamı ebediyen saklayacak ve sizi hiç unutmayacağım. Muhterem Havzalılar! İlk cüreti, ilk cesareti gösteren, ilk teşkilatı yapan sizlersiniz. İnkılap ve Cumhuriyet tarihinde kahraman Havza'nın ve Havzalıların büyük bir yeri vardır.”
    Bandırma
    Modern Türkiye'nin kurucusu Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Bandırma'ya, 8 Ekim 1925, 13 Haziran 1926, 20 Ocak 1933’te olmak üzere üç kez gelmiştir.
    Cumhuriyetin ilanından kısa bir süre sonra ilke ve devrimlerini gerçekleştirme ideallerine ışık tutan gezilerinden birisi için 8 Ekim 1925 Perşembe günü, Mudanya İskelesinden Ertuğrul Yatı ve Yunus Torpidosu eşliğinde hareket eden Atatürk, aynı gün Bandırma'ya ilk kez gelmiştir. Ahşap iskelede görülmemiş bir kalabalıkla Bandırmalılar, heyecan ve büyük bir coşku içinde Atalarını bekliyorlardı. Güverteden Bandırma'yı seyreden büyük Atatürk'ün içini birden büyük bir hüzün sardı. Çünkü karşısında Ulusal Kurtuluş Savaş'ında yanmış yıkılmış harabe bir şehir vardı. O, şu tarihe geçen sözlerini, Bandırma ve Bandırmalılar için söyledi: "Milletimiz çalışkandır! Bu fazileti taşıyan Bandırmalıların en kısa zamanda şehirlerini imar edeceklerinden, halen barut ve is kokan bu güzel beldeyi mamur hale getireceklerinden asla şüphe etmiyorum!".
    13 Haziran 1926 Pazar günü, Mudanya iskelesinden Karadeniz Sergi Vapuru ile hareket eden Atatürk, aynı günün akşamına doğru yanındakilerle beraber ikinci defa Bandırma'ya geldi. Şehir halkı, kendilerini emsalsiz gösterilerle karşılandı. Büyük kurtarıcı ve modern Türkiye'nin ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk daha sonra aynı gece törenle Balıkesir'e gitmek üzere, halkın sevgi gösterileri arasında Bandırma'dan ayrıldı.
    1933 yılı Ocak ayının ortasında Ankara'dan Eskişehir'e geçen Atatürk, oradan da Derince'ye geçerek, Gülcemal vapuru ile 17 Ocak 1933 günü Mudanya iskelesine çıktı. O gün saat 18.30'da Bursa'ya vardı. Doğruca Çekirge'deki köşke gitti. Ertesi sabah, resmi ziyaretlerini yaptıktan sonra, Bursa Valisi Fatih Gökmen ile birlikte Gemlik'te zeytin üreticileriyle görüştü. 19 Ocak 1933 günü de Bursa Çekirge'deki modern kaplıca olacak olan Çelik Palas'ın inşaatını, İpek-İş Fabrikası'nı ve Askeri Hastane'yi gezdi. Bursa'dan Gemlik'e giden Atatürk, 20 Ocak 1933 akşamı Gemlik iskelesinden Gülcemal vapuru ile Bandırma'ya geldi. İskelede Balıkesir Valisi İbrahim Ethem (Akıncı), Belediye Başkanı Naci (Kodamaz), Bandırma halkı ile birlikte Atatürk'ü Bandırma'da karşıladılar.
    O eşsiz insan, geceyi Bandırma'da geçirdikten sonra, 21 Ocak 1933 tarihinde, tekrar şehir istasyonunda hazır olan trene bindi. Atatürk, dönemin Belediye Başkanı'ndan bilgiler aldı. Halkın sözlü ve yazılı dilekçelerindeki sorunları dinledi. Çevreden gelen temsilcileri tren salonunda kabul etti. Onlarla görüştü ve konuştu. Sorunlarının çözümleri konusunda bilgiler verdi. Aynı gün de trenle Balıkesir'e gitti.
    Niğde
    Atatürk Niğde'ye ilk olarak 5 Şubat 1934'te gelmiştir. Atatürk, 14 Ekim 1924'te eşi Latife Hanımla birlikte Kayseri'de iken Niğde Valisi Asım Bey başkanlığındaki bir Niğde Heyeti, Kayseri'ye gelerek, Atatürk'ü şehirlerine davet etmişlerse de bu 1934 yılına kadar mümkün olamamıştır.
    1 Şubat 1934 sabahı Atatürk, yanında Prof. Afet İnan, milletvekillerinden Kılıç Ali, Ruşen Eşref (Ünaydın), Falih Rıfkı (Atay) olduğu halde otomobillerle Kırşehir'e gelmiş, buradan Yozgat'a ve Kayseri'ye gitmişti. 5 Şubat 1934 günü öğleden sonra Atatürk yanına Kayseri Kolordu Komutanı Abdurrahman Nazif (Gürman) ve 41’inci Tümen Komutanı Ali Rıza (Artunkal)'ı da alarak özel trenle Niğde'ye hareket ederek gece saat 20.30’da Niğde'ye geldi. Niğde halkı o gece tümüyle istasyondaydı.
    Niğde sorunları hakkında Atatürk'e gerekli bilgiler verildi. Niğde'nin meyveleri boldu. İhraç imkânları yoktu. Bu ürünlerin değerlendirilmesi için fabrikalar isteniyordu. Niğde Milletvekili Halit (Mengi) Niğde'ye bağlı Ulukışla ilçesi Çiftehan bucağında şifalı su olduğunu, sağlığa yararlı bu kaplıcanın geliştirilmesi gerektiğini söyledi. Atatürk, bununla çok ilgilenmişti. "Yarın Çiftehan'a gidelim ve kaplıcayı görelim." dedi. Bir ara, Niğde ve çevresine yerleştirilen Rumeli göçmenleri konusunda bilgi aldı, Vali Ziya (Tekeli) göçmenlerin tamamen yerleştirildiğini, durumlarının çok iyi olduğunu, işleriyle uğraştıklarını söyleyince Atatürk, memnun oldu.
    Geceyi trende geçiren Atatürk, gazetelerin verdiği bilgilere göre, ertesi gün 6 Şubat 1934 sabahı Niğde'de otomobille kısa bir gezinti yaparak ve trene binerek Ulukışla'ya hareket etti. O günden sonra Niğdeliler Atalarının şehirlerine geldiği gün olan 5 Şubat'ı her yıl törenlerle kutlamaktadırlar.
    Elazığ
    Atatürk, Şükrü Kaya, Sabiha Gökçen, Celal Bayar, Kılıç Ali ve Fazıl Ahmet Aytaç ile birlikte 17 Kasım 1937 tarihinde Doğu Anadolu'ya yaptıkları gezi sırasında Elazığ'a uğradı.
    14 Kasım 1937 günü Yolçatı’ya gelen ve büyük bir törenle karşılanan Atatürk ile beraberindekiler o gün Elazığ'a geçmeden Diyarbakır'a gittiler. Diyarbakır'a giderken, Elazığ'ın Sivrice İlçesinde bulunan Gölcük Gölü'nü gördüğünde beyaz treni göl kenarında durduran Atatürk bu güzellik karşısında duygularını "Dünyanın en güzel memleketi Türkiye'dir." diyerek dile getirdi. Orada bulunan köylülere "Burada Yalova gibi modern bir şehir kuracağım." diye söz vererek gerekli tesislerin yapılması için hemen 500.000 TL'lik bir ödeneğin gönderilmesini emretti.
    Atatürk, Diyarbakır dönüşü 17 Kasım 1937 günü beyaz treni ile Elazığ garına geldi ve büyük bir törenle karşılandıktan sonra Korgeneral Abdullah Alpdoğan'ın arabasına binerek Halk Evi'ne gitti. Burada kendilerine ayrılan odada bir müddet dinlendikten sonra Belediye ve diğer resmi kuruluşları ziyarette bulundu. Daha sonra, Pertek ile Hozat'ı ayıran Sünget Çayı üzerinde yapılmış olan köprüyü tören ile açmış, bu köprüye Singeç adını vermiştir. Buradan Pertek İlçesine geçen Atatürk bu ilçeyi çok beğenmiştir. Aynı gün Elazığ'a dönerek gece kendi onurlarına düzenlenen edebi müsamereye katılan Atatürk bu toplantıda Elaziz adının Elazığ olarak değiştirilmesini teklif etti, teklif alkışlarla kabul edildi. 23 Kasım 1937 günü de Elazığ Belediyesi olağanüstü toplantı yaparak, Elaziz adının Elazığ olarak değiştirilmesi kararını aldı.
    Malatya
    Büyük Önder Atatürk, Ege Vapuru ile 12 Şubat 1931 günü Mersin iline gelmiş, aynı gün saat 18.00'de özel treni ile yeni hizmete açılan Fevzipaşa-Malatya demiryolunu takip ederek Malatya'ya gelmek üzere harekete geçmiştir. 13 Şubat 1931 günü saat 17.30'da Malatya garına gelen Atatürk, burada büyük bir törenle karşılanmış, halk büyük bir sevgi ve saygıyla bağrına basmıştır. O gün ilimizin büyük caddeleri ve resmi daireler bayraklarla donatılarak şükranlarını ifade etmişlerdir.
    Mustafa Kemal, trenden indikten sonra hem Malatya halkını görmekten duyduğu memnuniyeti ifade etmek, hem de demiryollarının önemini belirtmek üzere o dönemin başbakanı İsmet İnönü'ye çekilmek üzere Malatya valisi Mehmet Tevfik'e bir telgraf vermiştir. Atatürk telgrafında şöyle diyordu; "Başvekil İsmet Paşa Hazretlerine, Yeni yapılan tren yolu ile Malatya'ya vardığım bu günde size takip ettiğiniz pek isabetli imar faaliyetlerinden dolayı, bir daha tebrik ve takdirlerimi arz ederim.”
    Tren garından ayrılan Atatürk, otomobile binmedi, İstasyon virajına kadar Malatya halkı ile birlikte yaya yürüdü. Daha sonra yeni açılan Atatürk caddesini otomobili ile geçerek, bugünkü "Atatürk Evi ve Halk Eğitim Merkezi Müdürlüğü" binası olarak kullanılan o günkü adı ile "Türk Ocağı" binasına geldi. Atatürk, burada halka hitaben yaptığı konuşmada şunları söyledi: "Malatya'yı görmek, Malatyalılarla daha çok görüşmek için bu kadar zaman yeterli değildir. İleride daha uygun bir zamanda belki Başvekil İsmet Paşa ile gelip, sizlerle görüşmek fırsatını bulurum."
    Malatya Belediye Başkanı Mustafa Naim (Karaköylü), Atatürk'e hiç olmazsa Malatya'da birkaç gün kalmasını arz edince; Atatürk demiryollarının önemini belirten şu konuşmayı yaptı: "Arkadaşlar, önemli bir ilimizin merkezine bizi getiren, demiryolu olmuştur. Bugüne kadar bu önemli ve feyizli Malatya'ya gelmek isteyenler, bu medeni vasıtanın bulunmamasından dolayı isteklerine kolaylıkla muvaffak olamamışlardır. Yeni eser bu genel isteği tatmin edecektir ümidindeyim. Türkiye Hükümeti'nin tespit ettiği projeler dahilinde belirli zamanlar içinde, vatanın bütün bölgeleri çelik raylarla birbirine bağlanacaktır. Bütün vatan bir demir kitle haline gelecektir.
    Demiryolları memleketin tüfekten, toptan daha önemli bir koruma silahıdır. Demiryollarını kullanacak olan Türk Milleti, doğuşundaki sanatkârlığının eserini göstermiş olmakla övünecektir. Demiryolları, Türk Milletinin refah ve medeniyet yollarıdır"
    Geceyi Malatya'da geçiren Atatürk, 14 Şubat 1931 günü Adana'ya gitmek üzere özel treni ile Malatya'dan hareket etmiştir.
    14 Kasım 1937 günü saat 13:00’de Malatya'ya ikinci defa gelen Atatürk, tren garında Malatya Valisi Belediye Başkanı, milletvekilleri, askeri yetkililer, öğrenciler, izciler ve Malatya halkı tarafından parlak bir törenle karşılandı. Bu karşılama töreni sırasında 21 pare top atışı yapılarak Atatürk'e olan saygı ifade edildi.
    Mersin
    Atatürk, Mersin'i birçok defa ziyaret etmiştir. Mersin'e ilk ziyareti Cumhuriyetten önce 5 Kasım 1918'de olmuştur. Atatürk, bu ziyaretinde Silifke sınırları ve Toros eteklerinde, karakolların artırılmasını ve dağ köylerine depolardaki yeni silah ve cephanelerden bol miktarda dağıtılmasını yetkililere tavsiye etmiştir.
    Gazi Mustafa Kemal Paşa, 17 Şubat - 4 Mart 1923 arasında İzmir'de toplanan "Türkiye İktisat Kongresi"nden sonra ilk yurt gezisini Adana ve Mersin'e yapmıştır. Mersin ve Tarsus'u ziyaret etmek üzere Gazi ve yanındakiler, 17 Mart 1923 Cumartesi sabahı Adana'dan trenle hareket etmişlerdir. Saat 11.30'da Mersin tren istasyonuna halkın coşkun tezahüratlarıyla girdi. Gazi, eşi Latife Hanım ile trenden indikten sonra istasyon önündeki merasim kıtasını teftiş etti. Önce hükümet binasına, daha sonra da Belediye binasına gelen Gazi, başkandan belediye hizmetleriyle ilgili bilgi aldı. Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ve Gençler Yurdu'nu ziyaretinde, gençlere çok çalışmalarım tavsiye ederek, Türk Ocağı'na katılmalarını önerdi.
    Program gereğince Millet Bahçesinde çaylar içildi.  Hükümet Tabibi Reşit Galip Bey'in heyecanlı bir ses tonuyla söylediği, anlamlı ve samimi hitabını dinlerken ve özellikle "senin büyüklüğün, bu milletin bir ferdi olmakla iktifa ve iftihar etmendir" sözlerinden çok duygulandı. Sonra "Mersinliler, memleketiniz, beldeniz Türkiye'nin çok mühim bir noktasında bulunuyor. Çok mühim ticaret noktasıdır. Memleketiniz bütün Dünya ile Türkiye'nin irtibat noktasının en mühim yerindedir. Bunu sizler benden iyi biliyorsunuz. Aziz arkadaşlar, bu memleketin hakiki sahibi olunuz" dediği hitabesini söyledi.
    Atatürk 20.01.1925 tarihinde yine Eşi Latife Hanımla birlikte Mersin'e gelmiş ve günümüzde Atatürk evi olarak müzeye dönüştürülen Christmann Köşkü'nde misafir edilmiştir. Bu ziyaretinde Mersin'de iki gün kalmıştır. Atatürk Mersin’den satın aldığı çiftlik kurtuluştan modern bir çiftlik haline getirilmiş, bağış üzerine hazineye devredilmiştir.
    Atatürk, 10.05.1926 tarihinde Konya üzerinden trenle Mersin'e gelmiş ve doğruca limandaki Ertuğrul yatına binerek Taşucu’na gitmiştir. Atatürk, bundan sonra üç defa daha Mersin'e gelmişse de kentte kalmamıştır.
    Atatürk, 19.11.1936 tarihindeki tren yoluyla Mersin'e gelişinde Mersin Valisine "Vali Bey, konağı çabuk düzenle ve noksanlarını tamamlayın. Her sene Nisan ayını burada geçirmek istiyorum." demiştir. Atatürk'ün Mersin'e son gelişi ise 20.05.1938 Cuma günü 13.30'dur. Bu ziyaretinde de Vali Konağı'nda kalmıştır. Konağın balkonunda oturduğu sürece halk karşı kaldırımda, oradan ayrılıncaya kadar, uzun süre sevgi ve ilgi ile büyük kurtarıcıyı izlemiştir.
    Erzincan
    Atatürk, Erzincan'a ilk olarak 1 Temmuz 1919'da gelmiştir. Erzurum Kongresi'nde bulunmak üzere, 28 Haziran 1919'da otomobille Sivas'tan Erzurum'a hareket eden Mustafa Kemal Paşa, yolu üzerindeki köy ve kasabalara uğrayarak 1 Temmuz 1919 günü Erzincan'a gelmiş, geceyi Erzincan'da geçirdikten sonra ertesi gün Erzurum'a hareket etmiştir.
    Atatürk, Erzurum Kongresi dönüşünde, 30 Ağustos 1919 günü öğleden sonra, Erzincan'a yakın Gazlısu'ya (Ekşisu) geldi. Burada, Erzincan ileri gelenlerinden bir heyet, Atatürk'ü karşıladılar. Kısa bir süre, su başında dinlenen kafile, Ekşi sudan içtikten sonra birlikte Erzincan'a hareket ettiler. Atatürk, Erzincan'da Erzurum Kongresine katılan Şeyh Fevzi Efendi ile de buluştu. Şeyh Fevzi Efendi, Atatürk'ü yürekten destekliyordu. 0 akşam Erzincan'lılar adına, Erzincan Mutasarrıfı, Belediye'de bir yemek verdi. Mutasarrıfın evinde konaklayan Atatürk, sabahleyin Mutasarrıflığa resmi bir ziyaret yaptı. Buradan Belediyeye geldi ve halkla görüştü. Aynı gün Sivas'a hareket etti.
    Cumhuriyet'in ilanından sonra, eşi Latife Hanımla birlikte çıktığı uzun sonbahar gezisi sırasında 29 Eylül 1924 günü Erzincan'a üçüncü defa geldi. Erzincan’a gelmeden Refahiye’ye uğradı. Şehre girişinden Belediyeye kadar olan caddeyi okullar, esnaf birlikleri ve halk doldurmuş büyük bir karşılama yapılmıştı. Atatürk, beraberindekilerle kısa bir süre Belediye binasında dinlendikten sonra Vilayete, kolorduya gitti. Akşam verilen yemekte Atatürk, Erzincanlıların kendisi için gösterdikleri sevgi ve bağlılığa teşekkür ettikten sonra: "Erzincan'ın az zamanda layık olduğu ve Cumhuriyetin kendisinden beklediği mertebede nur ve feyiz kaynağı olacağına tamamen inanıyorum." dedi. 0 gece fener alayı yapıldı. Atatürk, ertesi 30 Eylül 1924 sabahı tekrar geleceğini ve bir gece daha kalacağım söyleyerek Erzincan'dan Erzurum'a hareket etti.
    Atatürk, sözünde durmuştu. Erzurum dönüşü 10 Ekim 1924 günü Erzincan'a tekrar geldi. Bu defa Latife Hanım yanında değildi. Onu Kayseri'ye göndermişti. Gittiği yerlerde karşılama töreni istemiyordu. Ancak Erzincan'da binlerce halk yine yollara, caddelere dökülmüştü. 0 geceyi de Erzincan'da geçirdi. Erzurum'a her gidişinde geceyi Erzincan'da geçiren Atatürk, Erzincan'ı ve Erzincanlıları her zaman sevmiş, onların vatanseverliklerini sıklıkla övmüştür.

28 Nisan 2012 Cumartesi

Eski Dünya Seyahatnamesi, İlber Ortaylı

Eski Dünya Seyahatnamesi, İlber Ortaylı, 2007, Ankara
Prof.Dr.İlber ORTAYLI’nın değişik zamanlarda ve değişik nedenlerle gittiği ve gördüğü  ülkelerle ve şehirlerle ilgili düşünceleri.
KIRIM: ECDAD TOPRAĞI
Yazar bu bölümde, Kırım’ın eski bir ecdat toprağı olduğundan, tarihi birçok yerini (Çehov’un evini, Yalta Konferansının yapıldığı sarayı, Puşkin’in yaşadığı yer gibi) görme imkanına sahip olduğundan, Selanik’le nüfus olarak mukayese edilebilecek bir Yahudi şehri olduğundan ve özellikle Odessa’nın dünya savaşları sırasında çok zarar gördüğünden, hala Osmanlı’dan kalan izler taşıdığından ve halkları (Ukraynalılar, Ruslar, Kırım Türkleri ve Karaylar) arasındaki ilişkilerden bahsetmiştir.

ORTADOĞU
KIRK YIL ÖNCESİ

Yazar bu bölümde, Evliya Çelebi dışında, Ortadoğu ile ilgili doğru düzgün bir çalışma olmadığından, Refik Halit KARAY’ın sürgün zamanı o yöreler hakkında hazırladığı “Gurbet Hikayeleri” kitabının bir şaheser olduğundan, bu bölgeyi anlayabilmek için Arapça, Farsça ve İbranca bilen uzmanlara ihtiyaç olduğundan bahsetmiştir.
Ayrıca, Suriye’deki Halep ve Şam’ın Türkiye için öneminden, bu bölgelerde hala Türkiye’nin etkisi olduğundan ve Türkçenin yaygın bir şekilde konuşulduğundan bahsetmiştir.
SURİYE GEZİM; ŞAM
Yazar bu bölümde, asıl Suriye denilen bölgenin, şu anki Suriye Devletinden daha geniş bir bölgeyi ifade ettiğinden, eski Büyük Suriye’nin Filistin’i, Ürdün’ü, Lübnan’ı kapsadığından, bu bölgelerin Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlı topraklarına katıldığından, eskinin gözde ticaret merkezlerinin bu bölgede olduğundan, dört asırlık Osmanlı döneminin bu bölge için sulh zamanı olduğundan, Şam’ın İslam dünyası için Mekke, Medine ve Kudüs’ten sonra gelen en önemli şehir olduğundan ve Osmanlı’nın da Suriye’ye özel önem verdiği ve bazı ayrıcalıklar tanıdığından bahsetmiştir.
HALEB

Yazar bu bölümde, Suriye’deki ünlü kalelerden ve haleb kalesinden, şehir üzerindeki Osmanlı-Memluk yarışmasından, Cumhuriyet dönemindeki muhalif İstanbul Hükümeti politikacıların burada yaşadıklarından bahsetmiştir.
KUDÜS
Yazar bu bölümde, Kudüs’ün Mekke ve Medine kadar Osmanlı mülkünün gözdesi olduğundan, hala Osmanlı izlerini taşıdığından, Osmanlı yönetiminde 400 yıl boyunca huzurlu bir dönem yaşandığından, Osmanlı döneminde bugünkü görünümüne kavuştuğundan, İsrail’in nasıl kurulduğundan, Arap dünyası ile Yahudiler arasındaki çekişme ve çatışmalardan ve Kudüs’ün sosyo-ekonomik durumundan bahsetmiştir.
IRAK
Yazar bu bölümde, Irak’ın sınırlarının İngilizler tarafından cetvelle çizilerek ortaya çıkarıldığından, birçok yabancı devletin yönetime müdahale ettiğinden, Irak’taki sorunların çözümü için Türkiye’nin taraf olmasının zorunlu olduğundan ve Arap dünyasını tanımamız gerektiğinden bahsetmiştir.
LÜBNAN
Yazar bu bölümde, Lübnan teriminin, Ortadoğu’da karlı dağlara sahip tek yer olduğundan, beyaz anlamındaki “leban” kelimesinden geldiğinden, Beyrut’un Osmanlı zamanında geliştirildiğinden ve merkez haline dönüştürüldüğünden, Katolik Maruni cemaati ve Dürzilerin çoğunlukta olduğundan ve bugünkü halini Fransa mandası zamanında aldığından bahsetmektedir.

MISIR
Yazar bu bölümde, Mısır’ın Yavuz Sultan Selim tarafından fethedilmesinden önce Memlukların elinde olduğundan, Osmanlı’nın nasıl buralara kadar geldiğinden bahsetmektedir. Ayrıca Mısır’ın Mehmet Ali Paşa yönetimindeki zamanından, Mısır’daki hala sürüp giden Osmanlı etkisinden ve Osmanlı zamanı Mısır ile ilgili yazılan eserlerden bazılarından bahsediyor.
İSKENDERİYE KÜTÜPHANESİ
Yazar bu bölümde, İskenderiye’de yaşayan halkların, sadece Mısır’lı Kıptiler olmadığını, aynı zamanda, Yunanlılar, Filistin’i terk eden Yahudiler, Lübnan ve Suriye halkları olduğunu, en eski kütüphanelerden biri olduğunu, birçok bilimsel çalışmaya kaynak teşkil ettiğini ve çağlar boyunca çok fazla tahrip edildiğini bahsediyor.

BAHREYN

Yazar bu bölümde, Bahreyn’in Hindu ve Budist mabetlerinin inşa edilmesine bile izin verecek kadar yabancı kültürlere açık bir devlet olduğundan, fakat batılı ülkelerin sermayesinin işgali altında olduğundan, sahillerin doldurulması ve devasa binaların yapılmasından çevresel bir zarar ortaya çıktığından ve bunun da kültürlerini yok ettiğinden bahsediyor.


OSMANLI MİRASINI YOK ETMEK

Yazar bu bölümde, Mekke-i Mükerreme’de Kabe’nin yanındaki Kale-i Ecyad’ın yıkılmasından bahisle, Suudilerin adeta Osmanlı’yı silmek istediklerini, bununla da kalmayıp yaptıkları ile Hz.Muhammed devrinden bir eser bırakmadıklarından ve Suudilerin arsız bir şekilde para hırslarından bahsediyor.

ADI YEMEN’DİR

Yazar bu bölümde, Yemen’deki aşiretlerin Osmanlıyı oldukça uğraştırdıklarından, ekilebilen arazinin çok önemsendiğinden, bitki ve ağaçlarının dünyada bulunan en nadide türler olduğundan, kat çiğnemenin öneminden, turizme yeni yeni açıldığından, petrol gelirinin fazla olmadığından ve Osmanlı için öneminden bahsetmiştir.

YUNANİSTAN
GİRİT

Yazar bu bölümde, adada hala Türklerin sevildiğinden, Girit’teki Ortodoks kilisesinin Yunanistan’a değil de İstanbul’daki patrikhaneye bağlı olduğundan ve hala Osmanlı hakkında araştırma ve çalışmaların yapıldığından bahsediyor.
ATİNA GÜNLÜĞÜ
Yazar bu bölümde, Yunanistan’da hala Türk düşmanlığı yapıldığından, fakat zenginlik ve gerçek eğitimin bu düşmanlığı azalttığından, Atina şehir müzesinden, Benaki müzesinden ve Atina’daki değişimlerden bahsediyor.
SELANİK
Yazar bu bölümde, Selanik’in Atatürk’ün doğum yeri olmasından ve diğer yönlerden Osmanlı için öneminden, Selanik’teki edebi faaliyetlerin ve akımların yoğunluğundan bahsediyor.
SELANİK’TEN AYNAROZ’A
Selanik’in Trakya-Makedonya bölgesinin merkezi olduğundan ve bu konuda bir bakanlığın olduğundan, Selanik’in yaşamak için Atina’dan daha çok tercih edildiğinden, Yunanistan’ın en dindar halkının burada yaşadığından bahsediyor.
Ayrıca, Aynaroz manastırlarından, Halkidiki yarım adasından, buraların bir tür özerkliğe sahip olduğundan, buradaki manastırların Atina’daki patrikhaneye değil, Fener’deki ana patrikhaneye bağlı olduğundan bahsediyor.

ARNAVUTLUK
Yazar bu bölümde, Arnavutluğun doğasının bozulmadığından ve bozulmaması gerektiğinden, birçok yerleşim biriminin sadeliğini koruduğundan, tarımın çok yaygın olduğundan, halkının cana yakınlığından, Enver Hocanın Arnavut tarihinde öneminden, Tirana’nın klasik Balkan havasını verdiğinden bahsetmektedir.

MAKEDONYA
Yazar bu bölümde, Makedonya’da Tito döneminden kalma mükemmel bir karayolu ağı bulunduğundan, Müslüman Arnavut, Makedonlar ve Türk azınlık arasında bir çekişme bulunduğundan, Almanya’nın bölgede etkinliğini koruma çabalarından bahsediyor.

BOSNA
Yazar bu bölümde, Bosna’nın asıl kurucusu Gazi Hüsrev Bey’den, Bosna’nın Osmanlı’ya en yakın eyalet olduğundan, İslamiyetin çok yayıldığından, Bosna ulemasının çok etkin olduğundan bahsetmiştir.
Aynı zamanda, Bosna’nın bugünkü haline gelirken, Osmanlı zamanında yaşadığı sıkıntılardan, son yıllarda yaşanan dramdan ve Bosna’daki İslamiyetin Osmanlı tarzı bir İslamiyet olduğundan bahsediyor.
MOSTAR KÖPRÜSÜ
Yazar bu bölümde, bombalanan Gazi Hüsrev Bey camiinin Suudiler tarafından restore edilmesinin bir ayıp olduğundan, Mostar köprüsünün restorasyonundan, Bosna’daki savaşın etkilerinin hala sürdüğünden ve halkının fakirlik çektiğinden bahsediyor.

BUDAPEŞTE
Yazar bu bölümde, Budapeşte’nin Buda ve Peşte şehirlerinin birleşiminden oluştuğundan, hala Osmanlı eserlerinin varlığından, Macarların Osmanlı hakimiyetine ve eserlerine karşı saygılı olduklarından, Macarların menşei konusundaki araştırmalardan, Avrupa’nın klasik uygarlığını en çok koruyan halkın Macar halkı olduğundan bahsediyor.

İRAN
Yazar bu bölümde, İran tarihinde yaşanan hakimiyet mücadelelerinden, Türklerle ve Osmanlılarla ilişkilerinden, gelenek ile batılı düşünceyi iyi kaynaştırdıklarından, Mollalarla laik kesim arasında bir kavga olduğundan, İran halkını bağlayan unsurun Şii İslam ve imparatorluk geleneği olduğundan bahsediyor.
Aynı zamanda, ekonomisini petrol ve gaza dayandırdığından, diğer alanlarda yatırım yapılmadığından, bizimle önemli ekonomik ilişkileri olmadığından, Büyük Selçuklu döneminde Zerdüşt dininden İslam’a geçişin çok hızlandığından, İran’da Türkçe ve Türk unsurunun ağırlığı olduğundan, Ortaçağ’dan beri değişmeyen, Yazd, Kerman, kaşhan, İsfahan gibi şehirlere sahip olduğundan bahsediyor.
ISFAHAN, NISF-I CİHAN
Yazar bu bölümde, İsfahan’ın bir zamanlar Şark’ın en büyük şehri olduğundan, bu yüzden “nısfh-ı cihan” yani dünyanın yarısı diye anıldığından, hala burada Zerdüştlüğün devam ettiğinden, aynı zamanda Yahudi ve Ermenilerin de bu bölgede yaşadıklarından, başta İsfahan olmak üzere bütün İran’da çok fazla okunduğundan, edebiyatlarına ve kültürel miraslarına çok sahip çıktıklarından, Türkiye ile İran arasındaki akademik çalışmaların azlığından bahsediyor.
HERYERDE İRAN DASKYLEİON’DA DA
Yazar bu bölümde, Bandırma civarında bir harabe olan Daskyleion’dan bahsederken, Hindistan’dan, Asya’ya; güneyde Suriye, Filistin, Mısır’a; batıda küçük Asya’ya etkilerinin görüldüğünden, İran’ın tarihinden, Zerdüşt inancından bahsediyor.

RUSYA
Yazar bu bölümde, her zaman Osmanlı ve Rusya arasında Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya bölgelerindeki etkinlik mücadelesi yaşandığından, Rusya’nın II’nci Dünya Savaşından sonra Türkiye için kâbus olduğundan ve bu dönem içinde diğer NATO ülkelerine nazaran daha kapalı bir ilişki yürüttüğümüzden, ilişkilerin geliştirilmesinde devletlerden çok yurttaş girişimlerinin etkili ve önemli olduğundan ve her iki tarafın devlet adamlarının dostça girişimlerde bulunmalarının gerektiğinden bahsediyor.
DÜKALIĞIN BAŞKENTİ, VLADİMİR
Yazar bu bölümde, Moskova’nın 180 km. kuzeybatısındaki Vladimir şehrinden, bu şehrin tarihteki yerinden, yine Rusya ve Türkiye ilişkilerinden ve Rusya’nın Ortadoğu politikasından bahsediyor.
MOSKOVA
Yazar bu bölümde, Moskova’daki Yahudi ve yabancı düşmanlığından, Türk sermayesinin Moskova’daki rolünden, Rusya’nın nüfusunun azaldığından, Türk ve Rus evliliklerinin arttığından, Rusya’nın sadece petrol gelirleri ile kalkındığından ve bu durumun bir atalet oluşturduğundan, taşradakilerin buna rağmen hala yoksulluk yaşadıklarından bahsediyor.

KAFKASYA
Yazar bu bölümde, Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan’ın Güney Kafkasya’yı; Osetler, Adige ve Çerkesler, Kumuk, Karaşay ve Balkarları, Dağıstan’ın Lezgi ve Avarları’nın ise Kuzey Kafkasya’yı oluşturduklarından, Kafkas halklarının tarihinin çileyle dolu olduğundan, Gürcistan’ın birçok yönden Türkiye ile yakınlığından, Gürcistan’ın akıllı bir dışa açılım yürüttüğünden, Gürcistan halkının eğitim ve kültür düzeyinin yüksek olduğundan, Rusya’nın Kafkasya’daki etkinlik mücadelesinden, Ermenilerin hem Gürcüler hem de Azeriler için bir problem kaynağı olduğundan bahsediyor.
BAKÜ’DE İÇŞEHİR
Yazar bu bölümde, Bakü’de bulunan iç şehirden, yapılaşma içinde nasıl korunduğundan, Azerbaycan halkının sanatı sevdiğinden, petrolün yeni bir zengin sınıfı yarattığından, gelirlerin Bakü’ye harcandığından, buna rağmen özellikle Hazar kenarında çarpık bir yapılaşmanın sürdüğünden bahsediyor.




İTALYA
VENEDİK
Yazar bu bölümde, Venedik’in denize çakılan kazıklar üzerinde inşa edildiğinden, kademeli ve karışık bir meclise sahip olduğundan, Cenova ile rekabetinden, Türklerin Akdeniz’e inmelerinin Venedik’in sonunu getirdiğinden, önce Fransızların daha sonra ise İtalyanların egemenliğine geçtiklerinden, birçok adacıktan ve kanallardan oluştuğundan, Venedik İtalyancasının biraz farklı olduğundan bahsediyor.
TÜRKİYE VE İTALYA
Yazar bu bölümde, Türkiye-İtalya ilişkilerinin 152’nci yılı olduğundan, İtalyanların daimi temsilciliği ilk bulanlar olduğundan, mütareke döneminde İtalya’nın hem İstanbul halkıyla yakın ilişki kurduğundan hem de Anadolu hükümetine el altından yardım ettiğinden, bütün iktisat ve bankacılık terimlerinin İtalyanca olduğundan bahsediyor.
KATOLİK İNANCINA MENSUP KİTLE KAN KAYBEDİYOR
Yazar bu bölümde, Katolik kilisenin dünyadaki en geniş dini grup olduğundan, dinin yorumunun kilisenin idaresinde olduğundan, Protestanlığın Roma Katolikliğine çok kan kaybettirdiğinden bahsediyor.
DEVLET İÇİNDE DEVLET
Yazar bu bölümde, Katolik kilisesinin İtalya içinde Vatikan olarak bir devlet olduğundan, Vatikan’ın dünyanın en iyi müzelerine ve en eski düzenli arşivine sahip olduğundan, “Papalığın yanılmazlığı” doktrini yüzünden muhalif akımların güçlendiği ve değerli rahiplerin Katolik Kilisesinden ayrıldığından, bugün birçok katoliğin kiliseye gitmediklerini ve çocuklarını vaftiz ettirmediklerinden bahsediyor.

İSPANYA
ENDÜLÜS
Yazar bu bölümde, Endülüs’ün tarihte önemli bir bilim merkezi olduğundan, daha sonra 12’nci yüzyılda Endülüs’ün eski ihtişamını kaybettiğinden, İbn-i Haldun’un bu topraklarda yetiştiğinden, bugünkü İspanya’nın Endülüs mirasını turizm ve kültür merakıyla değerlendirdiğinden, Mısır ve İspanya üniversitelerinin yakın bir işbirliği içinde olduğundan bahsediyor.
Aynı zamanda, Avrupa Birliği desteğini de alarak, gerçekçi, ciddi ve verime yönelik politikalarla hızla geliştiklerinden, Türkiye ile yakın ilişkiler kurmak için istekli olduklarından Bask ve Katalunya bölgelerinden, Baskların sanayileşme üzerinde Katalanların ise ticaret üzerinde yoğunlaştıklarından bahsediyor.
İSPANYA ZİL, ŞAL VE GÜL MÜYDÜ?
Yazar bu bölümde, İspanya’da Amerikanizmin hızla geliştiğinden, ülkenin her geçen yıl biraz daha zenginleştiğinden, uyuşturucu ve kara para ticaretinin çok fazla olduğundan, fazla da çalışkan bir millet olmadıklarından bahsediyor.


BARSELONA VE MADRİD
Yazar bu bölümde, İspanya’nın Katolizmin kalesi olduğundan, buna rağmen medeniyetlerin birliğini en çok savunan ülke olduğundan, Kuzey Akdeniz ülkelerinin gittikçe öneminin arttığından, bu çerçevede bir ortaklığın düşünülmesi gerektiğinden bahsediyor.
Aynı zamanda, Barselona’nın bir moda merkezi olduğundan, tarihten beri burada yaşayan burjuvazinin gösterişi sevdiğinden, burada Katalanların yaşadığından, sanayileşmiş bir bölge olduğundan, tarihte ilk kapitülasyonların aslında Yavuz Sultan Selim tarafından 1517’de Katalanlara verildiğinden, Akdeniz birliğinin gerekliliğinden bahsediyor.

ALMANYA
Yazar bu bölümde, 16’ncı ve 18’inci yüzyıllar arasında savaştığımız Avusturya İmparatorluğunun Alman İmparatorluğunun ta kendisi olduğundan, Almanya’nın Orta Avrupa ve Balkanlarda etkin olma çalışmalarından, eskisi gibi sanayi ülkesi özelliğini yitirmeye başladığından, Alman’ların aceleci, saldırgan ve gürültücü bir üslupları olduğundan bahsediyor.
BERLİN’DE BİR HAFTASONU
Yazar bu bölümde, eskiden Berlin’e göç eden Yahudiler sayesinde yükselen Yahudi merkezi haline geldiğinden, önemli miktarda Osmanlı eserlerinin bulunduğu Pergamon müzesinden, Türk sempatizanlığının varlığından, şehir birleştikten sonra biraz daha canlandığından ve renklendiğinden bahsediyor.

ÇEK CUMHURİYETİ VE PRAG
Yazar bu bölümde, Çeklerin, Polonyalıların ve Slovakların dillerinin çok yakın olduğundan, Çeklerin diğer ikisine nazaran daha bireyci, daha girişken ve endüstriyel toplum çizgilerine sahip olduklarından, Protestanlığın öncülüğünü yaptığından, Avrupa’daki en faal proletaryayı yarattıklarından bahsediyor.
Aynı zamanda, Prag’ın dünya edebiyatı açısından öneminden, sanatsal etkinliklerin yoğunluğundan, tarihi motifini hala koruduğundan bahsediyor ve Floransa, Roma ve Prag’ın Avrupa’nın kültürünü anlamak adına görülmesi gereken en önemli üç şehir olduğunu belirtiyor.

HİNDİSTAN
Yazar bu bölümde, Hindistan’ın 1.3 milyarı bulan nüfusunun 1 milyara yakınının aç ve çok fakir olduğundan, Hindu dini, Müslümanlık, Hıristiyanlık, Küçük animist dinlerden oluşan dinler mozaiği olduğundan, dini hareketliliğin çok fazla olduğundan, Sihlerin yerinden ve öneminden, Pakistan’ın İngilizler tarafından ayrılmasından sonra dinler arasında bazı çatışmaların yaşandığından, coğrafyanın çok geniş olmasından dolayı hiçbir zümrenin tam anlamıyla hakim olamayacağından bahsediyor.
21.YY EŞİĞİNDE HİNDİSTAN
Yazar bu bölümde, Hindistan’da yaşanan sefillikten, başıboşluktan, kirlilikten, gelir dağılımının olmadığından, ama renkli bir aydın kesimine sahip olduğundan bahsediyor.
ÇİN
Yazar bu bölümde, Çin’in batı medeniyeti dışında bırakıldığından, diğer uygarlıklar (Mısır, İran, Yahudi, Yunan, Roma, Hint ve Arap) kadar uygarlığa hizmet etmediğinden, yoksulluğundan, buna rağmen gelişme ve değişme isteğinden, batıyı dikkatli bir şekilde tetkikinden ve gelişimini turizmle değil derin bir yapısal değişimle gerçekleştirmesi gereğinden bahsediyor.

JAPONYA
Yazar bu bölümde, dünyanın en eski seramik eserlerinin Japonya’da olduğundan, Çin’le Japonya arasında kültür bağı olmasına rağmen yaşamlarının ve sanatlarının çok farklı olduğundan, Japonya’nın sanayileşen dünyaya, coğrafi olumsuzluklarına rağmen çok kolay intibak ettiğinden, ülke içindeki ulaşım ağının çok iyi kurulduğundan, Türkiye’ye karşı önyargılarının bulunmadığından ve dünyanın üçüncü sanayi ve iktisadi kuvveti olduğundan bahsediyor.

3 Mart 2012 Cumartesi

At Sırtında Anadolu, Fred Burnaby

At Sırtında Anadolu, Fred Burnaby, İletişim Yayıncılık A.Ş., 2005, İstanbul
1886'da Anadolu'yu beş ayda gezen İngiliz bir subayın gezi notları.
Osmanlı Devleti’ndeki azınlıkların durumuna ilişkin Avrupa kamuoyunda ortaya atılan iddiaların gerçeklik durumunu anlamak, Anadolu’da olan bitenleri kendi gözleriyle görmek isteyen İngiliz subayı Fred Burnaby, 1876 yılında, Anadolu’yu baştanbaşa dolaşır, izlenimlerini bu kitapta toplar.
Frederic Gustovus Burnaby, 1842 yılında doğmuş, 1885 yılında 43 yaşında iken Sudan’a sefere giderken bir mızrak darbesiyle ölmüştür. Howard Kolejinde eğitim görmüş, 16 yaşına İngiliz Ordusunda süvari subayı olarak göreve başlamıştır. 1881’de Alay Komutanı olmuştur. İzin sürelerinde çeşitli gazetelerin özel muhabiri sıfatıyla savaş bölgelerini gezmiştir. 1876 yılında aynı şekilde Hive’ye yaptığı seyahati aktardığı “At Sırtında Hive’ye Yolculuk” adlı eseri best-seller olmuştur.
Fred Burnaby, Anadolu’yu beş ayda gezmiş, yaklaşık 3200 kilometre yol kat etmiştir. Gezinin zamanlaması olarak 1877 Osmanlı-Rus Harbi öncesine denk gelmiş olması sebebiyle, çıkacak savaş hakkında pek çok görüşmelerde bulunmuş, halkın, komutanların, yabancıların bu konuda düşüncelerini aktarma şansı bulmuştur. Ayrıca, yazar, 1876 Kanuni Esasi’nin ilan edildiği günlerde de Anadolu’dadır.
Yazar, Anadolu’ya gitmesinin nedenleri olarak, Avrupa’da Türkler hakkında söylenenlerin, medyada yazılan haberlerin ve bilhassa İngiliz medyasında yer alan Bulgaristan katliamının aslını öğrenmek, Anadolu’yu yerinde keşfetmek olarak belirtmiştir.
Yolculuğuna başlamadan evvel Osmanlı hükümetine ziyaretini bildirmiş ve olumlu yanıt almıştır. Osmanlı hükümeti bir pasaport hazırlatarak yazara göndermiş ve Anadolu’da her bölgeyi gezebileceği, mülki makamların bu konuda yardımcı olacağı belirtilmiştir.
İngiltere’den gemiyle yola çıkan yazar İzmir’e gelir. Ertesi gün İstanbul’a geçer. Çeşitli görüşmelerden sonra sırasıyla Üsküdar-Maltepe Mah.-İzmit-Sakarya Nehri-Geyve Köyü-Taraklı Köyü-Mudurnu-Nallıhan-Beypazarı-Ayaş Köyü-İstanoz Nahiyesi-Ankara-Sivrihisar-Kızılırmak-Maden-Yozgat-Sivas-Zile-Pazar-Tokat-Erzurum-Divriği-Malatya-Erzincan-Fırat Nehri-Ağın-Kemah-Erzurum-Beyazıt-Ağrı Dağı çevresi-Van-Erciş-Aksaray-Patnos-Murat Nehri-Malazgirt Nehri-Aras Nehri-Kars-Ardahan-Çoruh Nehri-Livane-Miradet-Batum-Trabzon-İstanbul güzergâhını takip etmiş ve Londra’ya dönmüştür.
Yazar, gezisi sırasında her gittiği şehirde, günlük yaşamdan, seyahatte yaşadığı güçlüklerden, halkın durumundan, tutumundan, örf ve adetlerinden, isteklerinden yöneticilerin duruşlarından, özelliklerinden ve tarihe yönelik yorumlardan bahsetmektedir.
Örneğin Nallıhan’da Kaymakamla yediği yemekte, kişilerin servetlerine göre yerlerini aldığını söyler. Serveti çok olanın kaymakamın yanına, fakir olanın ise kapının dibine oturduğunu gözlemlemiştir. Halk demiryolu istemektedir. Türk yataklarının ilkel olduğunu, karyola kullanmadıkları, çarşaf ve battaniye yerine yorgan kullanıldığını söylemektedir.
Bir erkeğin vefatından sonra mal varlığının nasıl dağıtılacağına ilişkin Türk yasasının bir hayli tuhaf olduğunu, kız ve erkek evladın farklı uygulandığını aktarmaktadır.
Yemeklerin elle yenildiğini ve bu durumu yadırgadığını belirtmektedir. Ermenilerin giyim tarzının Türklere çok benzediğini, kadınların dışarı çıktığı zaman sımsıkı peçe taktıklarını, çoğu durumda bir Ermeni’nin evlenmeden önce karısını görmesine izin verilmediğini ifade etmektedir.
Osmanlı kanunlarına göre Türkün şahitliğine karşı, bir Hıristiyan’ın şahitliğinin kabul edilmediği belirtilmektedir.
Konukseverlik, Fatih zamanındaki gibi yaygın bir özellik olarak, Türklerin en büyük erdemidir demektedir.
İstanbul’da iken yaptığı görüşmelerde, Sultan Abdülaziz’in intihar veya suikast sonucu öldüğü konusundaki belirsizlik olduğu, Sultanın Rus büyük elçisi İgniyatev’in oyuncağı haline geldiği geçmektedir. İstanbul’da basın özgürlüğünün olduğu, gazetelerin diledikleri gibi yazdığı, hükümeti gönüllerince yerden yere vurduğu ama herhangi bir baskı görülmediği belirtilmektedir.
O sıralarda Osmanlı, Rus ve diğer Avrupa devletlerinin de katıldığı bir konferans devam etmektedir. Rusya’nın konferansı askeri hazırlıkları tamamlamak amacıyla kurnazca kullandığı, İngiltere’nin ise Rusya’yı gözden düşürüp diğer devletlerle arasını açmaya çalıştığına inanılmaktadır. Ermeni’lerle yaptığı görüşmelerde yazar, Ermeni’lerin Rus uyruğuna girmeyi kesinlikle istemedikleri; girdikleri takdirde kendi dillerini kullanmasına izin verilmeyeceği, mezheplerinin değiştirilmesi için baskı uygulanacağı fikrinde olduklarını belirtmektedir.
Yazar, doğanın İstanbul’u savunmak için yaratıldığını tepelerin İstanbul’u koruduğunu belirtmektedir. Yazar İstanbul ‘dan 8 Aralık 1976 yılında seyahatine başlar. Gemi ile Üsküdar’a geçer ve gezisine başlar.
Ermeniler çeşitli önemli kamu görevlerinde de bulunmaktadırlar. Örneğin İzmit telgraf müdürü bir ermenidir. Yozgat telgraf müdürü de bir ermenidir.
Yazar gittiği şehir, kasaba ve köylerde halkın her kesimiyle görüşmektedir. Ancak Ermenilerle mutlaka muhatap olmaktadır. Geceyi geçirdiği yerler genellikle ermeni aileleridir. Eğer şehrin valisi veya kasabanın kaymakamı davet etmişse bu davete icabet etmektedir. Gittiği hemen hemen her yerleşim biriminin en büyük mülki amiriyle, kimi zaman kendi teşebbüsüyle, kimi zaman mülki amirin daveti üzerine görüşme fırsatı bulmuştur.
Yazar, Ermeni’lerle ve diğer yabancılarla her muhatap olduğunda, Türkler aleyhinde abartılmış katliam, işkence ve cezaevi söylentilerine muhatap olmuş, doğruluk derecesini anlama isteği, yazarın söylentilerin geçtiği yörelere gitmesinde ateşleyici faktör olmuştur. Her defasında söylentilerin yalan ve abartılmış olduğunu, bu nedenle Ermenilere bu türlü konularda inancını yitirdiğinden bahsetmektedir.
Yazar kitabında çeşitli askeri konulardan da bahseder. Ateşli silahlar bakımından her türlü çağdaş donanımı benimseyen Türk askeri otoritelerinin kılıç yapımı konusunda yetersiz kalmasına şaşırdığını, kabzasız kılıç kuşanmış bir süvarinin, İngiliz ağır süvarisiyle göğüs göğse mücadele şansının çok zayıf olduğunu ifade etmektedir.
O dönemde Osmanlı devletinde bir Rus harbine karşı askeri bir hareketlilik vardır. Gittiği bazı yerleşim birimlerinde İstanbul’a ya da doğuya intikal eden askerlerin ev ve hanlarda kaldığından bahseder. Gezileri esnasında Türk tabur ve alaylarını talim yaparken gördüğünü beyan etmektedir. Çoğu kışla, tabya, top mevzii ve sayıları ile istihkâm mevzileri bizzat komutanlar tarafından gezdirilmiştir. Dolayısıyla yazar bilhassa doğu illerdeki bu türlü askeri bölgeleri sayılarıyla ve savunma durumları ve imkânlarıyla bize bahsetmektedir.
Geçtiği arazilerin çoğunun boş olduğunu, hiçbir şey ekilip biçilmediğini gözlemlemiştir. Bunun sebebini ise nüfusun azlığına, rençper yokluğuna bağlamaktadır. Oysa İngiltere’nin tamamına yetecek kadar buğday yetiştirmeye uygun arazilerin hep nadasa kaldığını belirtmektedir.
Yolculuğu boyunca Müslümanların, gerek Ermenileri gerekse Rumları hiç sevmediklerini gördüğünü, Hıristiyanlığın doğudaki neferlerinin, tek gerçek dinin (!) adını böylesine kötüye çıkarmış olmalarının çok yazık olduğunu belirtmektedir.
İstanbul’da bir anayasanın ilan edildiğine dair haberi Ankara’da iken alır. Ancak anayasanın işlemeyeceği, konuşulmaktadır. İngiltere gibi bir yönetimin Osmanlı’da uygulanmasının zor olduğu, halkın çok eğitimsiz olduğu, eğitimsiz halkın seçtiği, yarı eğitimli bir parlamentonun başarılı olması için zamana ihtiyaç olduğunu belirtir. Ulaşım araçları yeterli olsa, insanlar yolculuk edebileceğini, yaşadıkları yerlerin uzağında pek çok öğrenebilecek husus olduğunu fark edebileceklerini belirtmektedir. Hatta bir paşanın, demiryoluna kavuşmanın, elli anayasaya bedel olduğunu belirttiğini aktarmaktadır.
Sivrihisar’da olan bir olayı aktarır. Sivrihisar’da büyük bir yangın çıkmıştır. Ermenilerin çoğu evsiz kalmıştır. Türkler, Ermenileri misafir etmede isteksiz davranmışlar, konukları gittikten sonra gâvurların vücutlarıyla kirlendiğini söyleyerek kullanılmış döşekleri pencerelerin dışarısına attıklarını aktarmaktadır. Yazar daha sonra Ermenistan’ı ziyareti sırasında Türklerin çok haklı olduğunu, Ermenilerin vücutlarının çok pis olduğunu, Türklerin aksine çok temiz olduğunu ve yıkanma konusunda titiz olduğunu aktarmaktadır.
Yöneticilerin çok sık değiştiğinin bunun da davaların sonuçlanmasını geciktirdiğini aktarmaktadır.
Maden’de iken yörede maden olmasına rağmen Türklerin böylesine az yararlanmalarına şaşırdığını, Anadolu’nun maden zenginliğini keşfedecek zeki mühendisler sayesinde Türkiye’nin, borçlarını ödeyip kısa zamanda dünyanın en zengin ülkelerinden biri olabileceğini ifade etmektedir. Şekerin zenginlerin bile alım gücü ötesinde çok pahalı olduğunu, ancak niye üretim yapılmayıp İstanbul’dan getirildiğine de hayretlerini ifade etmiştir. Bütün bunların sebeplerinden en önemlisi nüfusun yetersizliği olarak ifade etmektedir.
Anadolu’da konuşulan bütün dilleri anlamak için pek çok dil bilmek gerektiğini, Türkçenin yanı sıra, Ermenice, Rumca, Çerkezce, Kürtçe, Tatarca, Farsça, Gürcüce ve Arapça yaklaşık iki yüz kilometre çapında bir alan içerisinde duyulabilecek diller olduğunu ifade etmektedir.
Yazarın gözlemlerine göre, Ermeni bir bayan hiç eğitim almamıştır. Hareme hapsedilir. Kocasının kölesidir, onun için her türlü bayağı işi yapmak zorundadır, ayaklarını yıkar, kurular, yemek yerken ona yardım eder. Evlendiklerinde, Türkler çok kolay boşanabilirken, bu kadınlar erkek istemezse boşanamazlar.
Ermenilerin orduda askerlik yapmadıklarını askerlik hizmeti yerine Osmanlı Devleti’ne her erkek evlat için doğumundan ölümüne kadar yılda bir miktar para ödediklerini, Çerkezlerin de orduya katılmak gibi zorunlulukları olmadığından bahseder.
Hıristiyanlar, din veya mezhep değiştiren kimselere karşı Türklere oranla, çok daha hoşgörüsüzdürler. Bir türkün Hıristiyanlığı kabul etmesi pek ender görülen bir durumdur. Oysa Anadolu’daki Amerikan misyonerlerinin pek çok Ermeni’yi Protestanlığa döndürdükleri söylenmektedir.
Kiliseleri kadınlar doldurur, erkeklerin yokluğu dikkat çekicidir. Türkiye’de camiye gitmemezlik eden bir erkeğe çok ender rastlarsınız, gitmemeye niyetlense bile batıl inançları nedeniyle camiye gitmemezlik yapamaz.
Yozgat’ta yaşayan Ermeni’ler ve Rumların çoğu kendi dillerinin alfabelerini kullandıkları halde bu dillerde yazamazlar, hemen her zaman aralarında Türkçe konuşurlar.
Tokat’ta birkaç Ermeni Okulu vardı. Türklerle Hıristiyanlar çok iyi geçiniyorlardı. Birkaç yıl önce Rus yetkililer, Çerkezlere isteyen herkesin imparatorluk topraklarından ayrılıp başka yerlere gidebileceğini bildirmişken, buna yeltenen tüm Çerkezleri katlettiği söylenmektedir. Yazar, hamile kadınların ve çocukların hunharca Ruslar tarafından katledildiğini İngiliz Konsolosunun resmi raporundan doğrulandığını ifade etmektedir.
Adam kayırmaya dayalı terfi sistemi, Türkler arasında köklü bir yere sahip olduğunu belirtmektedir.
Çiftlik Köyü ermeni köyüdür. Yazar, Sivas’tan bahsederken Küçük Ermenistan’ın başkenti olarak bahseder. Sivas için Asya tarafındaki yarım adanın kilit noktasıdır demektedir. Anadolu’nun Rus tehdidi altında olduğu bir dönemde bu yer mutlaka tahkim edilmelidir. Aksi takdirde, Kars ve Ardahan ilk savunma hattını geçebilecek Ruslar, Erzurum’u alırlarsa Üsküdar’a kadar müstahkem bir şehir kalmayacaktır.
Yirmi beş yıl öncesine kadar Türklerle Hıristiyanların çok iyi geçindikleri, Kırım Savaşı ile birlikte Rusların Ermeni azınlığını kışkırtmaya başlamasıyla beraber ilişkilerin bozulduğunu ifade etmektedir.
Sivas’ta ise şeker pancarı ekiminin yapıldığı ancak, fabrikanın olmadığı, bu yüzden şekerin İstanbul’dan geldiğini, oysa fabrika kurulmuş olduğunda ulaşım masraflarının en aza indirilebileceği ve şekerin daha ucuz satılabileceğini belirtmektedir.
Anadolu’daki askeri birliklere tedarik edilen barutun tamamının İstanbul’dan gönderildiğini, doğu bölgesinde tek bir barut imalathanesinin olmadığını, bu nedenle bir Rus harbinde kullanılacak barutun yüzde 50 daha pahalı olacağını ifade etmektedir.
Yazar, bir Ermeni’nin, kaymakama hiç duraksamadan ve korkmadan problemini aktarabildiğini, hatta verilen kararda kadıya suçlayabildiğini, ama mülki yetkililerin sabırla dinlediğine şahit olduğunu, bununda Ermenilerin dediği gibi baskının olmadığının bir işareti olduğunu beyan etmektedir.
Malatya’nın 12 bin nüfusu içerisinde üç bin Hıristiyan olduğunu aktarmaktadır.
Ağın’da bir Protestan kilisesine gittiğinde papazın dinleyicilere çıkacak bir savaşta Osmanlıya destek verilmesi gerektiğini, padişah uğruna kanların son damlasına kadar akıtılmasını öğütlediğine şahit olduğunu söylemektedir.
Erzincan’da uğradığı bir postal imalathanesinde iki ay önce 40 bin postal üretilip gönderildiğini, Erzurum’a 12 bin postal daha gönderilmesinin emredildiğini, imalathanenin tertipli ve düzenli olduğunu müşahede ettiğini, üretimde kullanılan ipliklerin İngiltere’den geldiğini öğrendiğini beyan etmektedir.
Kendisine ulaştırılan bir haberde Rusların, kendisinin yaptığı geziden çok endişe duydukları, hatta Rusya’ya girmesi halinde tutuklanması için resminin sınır karakollarına gönderildiğini öğrendiğini ifade etmektedir.
Eski Rus İmparatoru Nikola’nın şimdiki imparator Alexandr’ı bilgilendirmek amacıyla yazdığı mektuptan alıntı yapan yazar, Rusların Kafkasya’ya çok önem verdiğini ifade etmektedir.
Erzurum’daki incelemesinde, bir taburu atış talimi yaparken gördüğünü, subayın atış komutuyla askerlerin tüfeğini mümkün olduğunca çabuk boşaltmaya çalıştıklarını, bir savaş ortamında böyle yapılması durumunda mühimmatın çabucak biteceğini, subayların bunu desteklediklerini, nitekim Delibaba’daki ilk çarpışmada bu durumun meydana geldiğini aktarmaktadır.
Erzurum ve civarındaki geçitlerde yapılması gereken istihkâm mevzilerinden bahsetmektedir. Erzurum askeri paşasının Erzurum’un savunmasının zayıf olduğunu ve kuşatmaya karşı direnemeyeceğini düşündüğünü aktarmaktadır. 
Delibaba geçidinden bahseder. Burada bol cephaneyle donanmış bin cesur askerin,  yüz misli bir güce meydan okuyabileceğini, ancak tahkim etmek konusunda bir şey yapılmamış olduğunu belirtmektedir. Ona göre “Kış bitince..”, “Bugün olmaz yarın…” lafları bir Türkün daima dilinde dolaşan yanıtlar olduğunu söylemektedir.
Gittiği bir İran köyünde evlerin Kürtlere göre çok daha temiz olduğunu gördüğünü ifade etmektedir. Gezisi esnasında birkaç yezidi köyüne de uğramıştır. Yezidilerin inanışında iki tanrı vardır. Birisi iyi birisi kötü; iyi olana bir şey yapmaya, korkmaya gerek yoktur, zaten iyidir. Onlara göre asıl olan kötü tanrıdan korkmak, ona yalvarmaktır. Kötü tanrı şeytandır. Ancak şeytan lafını asla ağızlarına almazlar.
Bazı kürt köylerinin Rusya ile işbirliği yaptığını, bu nedenle kendisine zorluk çıkarttıklarını söylemektedir. Birkaç Nasturi köyüne uğradığında, bunların Kürt köylerinden daha pis olmakla nam saldığını aktarmaktadır. Çerkez köylerinin temiz olduğunu, bütün evlerin ahşap olduğunu aktarmaktadır.
Kotur’da bulunurken, Kotur kaymakamının Rusların bölgeyi ele geçirmesinin istemesinin altında bu bölgede madenlerin bulunmasının yattığını söylediğini aktarmaktadır.
Doğu bölgesindeki sağlık uzmanlarınca, sürekli tifo ve benzeri salgın hastalıkların çıkmasından ve bilhassa havaların ısınmasıyla birlikte gerekli önlemlerin alınmaması halinde bu türlü salgınların çıkacağına kesin gözüyle bakıldığından bahsetmektedir.
Kitapta çok fazla tarih geçmemesine karşın, Van’da bulunduğu sırada tarihin 7 Mart olduğunu beyan etmektedir. Van Erciş hakkında bahsederken, Erciş’in 200 haneli bir ermeni köyü olarak bahsetmektedir.
Ardahan’ın savunma amacı bakımından kötü bir yer olduğunu, Rus sınır istasyonları Akellaki ve Akiska’dan gelen yolların Türk sınırlarına hakim önemli mevziler sunduğundan bahsetmektedir. Ramazan adlı tepeyi ele geçiren düşman, şehrin en güçlü savunma mevzii Manusa Kalesine kolayca hakim olacak ve Ardahan’ı ele geçirebilecektir. Bunu oradaki Türk istihkâm subayına söylediğinde kış bitince tahkim edileceği şeklinde cevap alır. Bunun üzerine yazar, Türk yetkililerinin en büyük kusurunun, askeri konularda ağırdan almaları olduğunu düşündüğünü ifade etmektedir. Bu bağlamda kendi İngiliz hükümetini de aynı konuda elştirmektedir.
Batum’da deniz tarafından ağır silahlarla donamış çok sayıda batarya bulunduğunu, suyun derinliği nedeniyle, gemilerin kıyıya 30 metreye kadar yanaşabildiklerini belirtmektedir. Batum’da 8000 asker bulunduğunu, bu askerlerin o zamana kadar gördüklerinden daha iyi eğitimli, disiplinli ve teçhizatlı olduğunu müşahede ettiğini belirtmektedir.  O sıralarda tarih 26 Mart 1877’dir. Daha sonra geri dönmeye karar verir ve deniz yoluyla Trabzon ve İstanbul’a oradan da 8 günlük bir yolculukla İngiltere’ye geri döner.
Yazar, İngiltere’de Türklerin ıslahının olanaksız ilan edenlerin, Türk dilini öğrenip padişahın topraklarında yolculuk etmelerinin daha iyi olacağını açıklıkla ifade etmektedir. Yazar, “İngiltere’de Türk milletinin onurunu lekeleyen, onları dünyanın bütün kötülüklerine sahip olmakla suçlayanlar, broşürler yazmayı bir kenara bırakıp, biraz Anadolu’da dolaşsalar iyi ederler. Kendilerini Hıristiyan addeden yazarlar pek çok konuda Anadolu’daki Türklerden ders alabilirler.” demektedir.
Yazar’ın Londra’ya dönüşünden birkaç hafta sonra Osmanlı-Rus harbi başlamıştır. İngiltere Rusya’ya savaş açmamıştır. Ancak yazar, İngiliz hükümetinin deniz gücüne güvenmekle hata yaptığını, Rus’ların İstanbul’u alması halinde kara gücüyle Rus’ların buradan çıkartılamayacağı, sadece Osmanlı’ya yardım için değil, Hindistan ve Hindistan’a giden yolun güvenliğinin sağlanabilmesi için Rus’lara savaş açılması ve Osmanlı Devleti’nin yanında yer alınması gerektiğini ifade etmekte ve kendi hükümetini şiddetle eleştirmektedir.
Yazar kitabın ekler bölümünde, kitapta yaptığı yorumları desteklemek maksadıyla bazı belgelere atıf yapmaktadır. Rusya’daki Hıristiyanlık anlayışı, Rus uygarlığı, Rus ajanları ve Bulgaristan’daki katliamlar, Osmanlı Parlamentosu, Rusların Türkleri Hıristiyan yapma yöntemi, Katliam öğretmenleri, Çerkezleri kurtarmalı mıydık? Katliam dersleri, Çerkez temsilcilerinin Kırım Savaşı’na ilişkin açıklamaları, Ermeni kamu görevlilerinin yolsuzluğu, Kadın haydutlar, Anadolu ile Fırat ve Dicle’den geçen yollar, Suriye’nin askeri önemi, İstanbul’un savunma mevkilerine ilişkin bir not, Çekmece savunma hatları adlı eklere, kitap içerisinde pek çok yerde atıf yapmaktadır.

11 Şubat 2012 Cumartesi

Türkistan’a Bakış (A Peep into Toorkisthan), Rollo Burslem

Türkistan’a Bakış (A Peep into Toorkisthan), Yüzbaşı Rollo Burslem, 1846 Hampshire İngiltere


Afganistan’da ülkenin kuzeyine doğru yapılan bir gezinti

Afganistan, Orta Asya ile Güneydoğu Asya’nın önemli stratejik geçiş noktasında bulunur ve coğrafi şekiller açısından üç ayrı fiziki görünüm arz eder. Bu fiziki özelliklerden en önemlisi, ülkenin orta ve kuzey kesimlerini kuşatan sıradağlardır. Bu sıradağların en önde geleni ise Himalayalar’ın uzantısı olan ve ülkeyi batıdan doğuya ikiye bölerek kuzey ile güney arasında adeta bir set gibi duran 7.697 metre yüksekliğindeki Hindikuş dağları, güneyde Safid Kuh ve Süleyman dağı, kuzeyde ise Bendi Türkistan dağıdır.


Bu dağları ülkenin güneyindeki Hayber Geçidi ikiye böler. Stratejik önemi olan bu geçit, Afganistan’ı Pakistan’a, eski Sovyet topraklarını (Tacikistan, Özbekistan ve Türkmenistan) Umman Denizi, Pakistan ve Hindistan’a ulaştıran karayollarının geçtiği bir merkez konumundadır.
Afganistan’ın fiziki olarak ikinci önemli yapısı ovalardır. Yerleşim birimleri Kabil, Herirud, Andarab ve Hirmand nehirlerinin arasındaki bu vadilerde yoğunlaşmıştır. Ülkenin kuzeyindeki sulak araziler, tarım ve çiftçiliğin gelişmesinde ve bununla birlikte bölgenin kalkınmasında önemli bir rol oynamaktadır.
Üçüncü fiziki özellik ise kuzeydekinin tam tersine ülkenin güneyine hâkim olan çorak topraklar ve çöldür.
Coğrafik olarak yukarıda bahsedilen özelliklere sahip olan Afganistan tarihsel olarak da değişik süreçler yaşar ve ilk kez Dost Muhammed döneminde ülkede birlik yeniden sağlanır. Dost Muhammed her biri birer aile devleti olan devletçikleri toplar ve üniter Afganistan’ı kurarak ulusal birliği sağlar. Ancak oluşan yeni ulusal bütünlüğün hemen yanı başında tehditler de belirmeye başlar.
Aynı dönemlerde Hindistan’a iyice yerleşen İngilizlerin kuzeyden gelebilecek Rus tehlikesine karşı Afganistan topraklarını tampon olarak kullanmak istemesi, İngiliz-Afgan savaşlarının başlamasına yol açar. Bu şekilde İngilizlerin Afganistan’a saldırmasıyla başlayan savaşın sonucunda Dost Muhammed her ne kadar büyük bir direnç göstermişse de etrafını kuşatan İngilizlere karşı daha fazla direnemez ve iktidardan uzaklaşır.
1839 yılında başlayan İngiliz-Afgan savaşının neticesinde İngilizler Dost Muhammed’den boşalan koltuğa eski Afgan kralı Şah Şuca’yı getirirler. Yalnız İngilizlerin Afganistan üzerindeki emelleri Rus tehlikesinden dolayı son bulmaz ve Afganistan’ın işgali sürekli olarak gündeme gelir.
Afganistan’ı işgal ederek sürekli olarak Rus tehdidiyle karşı karşıya kalan İngilizler, Rus saldırılarına karşı Afganistan’ı ve kendi birliklerini korumak ve olası saldırıları önlemek maksadıyla çareler ararlar.
İngilizler işe Afganistan coğrafyasını keşfetmek ve Rus ordusunun muhtemel yaklaşma istikametlerini tespit etmekle başlarlar. Bölgenin keşfi için 80 kişilik bir keşif birliği oluştururlar. Bu birliği çoğunluğunu muhafız askerler oluştururken aralarında asıl keşif görevini icra edecek unsurlar da vardır. Doğal olarak arazi keşfini istihkâmcılar yüklenir ve bu iş ile Teğmen Sturt görevlendirilir. Keşif faaliyeti tamamen onun sorumluluğundadır. O zamanlarda çok da güvenli sayılamayacak Afganistan’da yakın emniyetlerini almak için de kuvvetli bir muhafız birliği ile takviye edilirler. Bu keşif birliğinin asıl görevi Hindukuş dağlarının üzerinde bulunan ve muhtemel Rus işgali esnasında Rus ordusunun kullanabileceği geçiş yerlerini ve istikametlerini tespit etmektir.
Teğmen Sturt’un Hindukuş dağlarında ve kuzeyinde keşif faaliyeti için görevlendirilmesini haber alan arkadaşı Yüzbaşı Rollo BURSLEM, arkadaşına eşlik etmek ve sırf macera ve seyahat heyecanı yaşamak maksadıyla o zamanlar Kabil’de bulunan birliğinden izin ister ve gönüllü olarak çok farklı bir maksatla da olsa keşif birliğine katılır.
Yüzbaşı Rollo BURSLEM, gidilen ve görülen her yeri bir seyyah gözüyle veya daha çok doğasever bir şairin ya da yazarın üslubuyla değerlendirir. Yüzbaşı Rollo BURSLEM, araziyi bir asker gibi değerlendirmek yerine ikramiyeden çıkmış bir tatil gibi olaya bakarak tabiatın ve bakir Afganistan coğrafyasının tadını çıkamaya çalışır. Askeri açıdan değerlendirmeyi de zaten bu iş için görevlendirilen Teğmen Sturt’a bırakır. Yüzbaşı Rollo BURSLEM, çıktığı bu gezi boyunca sürekli not tutar ve bu notlarını 1846 yılında derleyerek kitap haline getirir. Yüzbaşı Rollo BURSLEM, bu kitabı o tarihten sonra gezi notları şeklinde okuyucularıyla buluşturur.
1840 yılının haziran ayı ortalarında Kabil’den kuzeye doğru başlayan ve tekrar Kabil’de aynı yılın eylül ayı başlarında biten, Teğmen Sturt için kritik bir keşif görevi, Yüzbaşı Rollo BURSLEM için ise gezinti niteliğinde olan seyahat boyunca Yüzbaşı Rollo BURSLEM;
Bu gezinin Afganistan’a giden bir askerin hayatından önemli kesintilerle dolu ve daha önce çok az Avrupalının gezdiği yerlerden biri olan Afganistan bölgesindeki ilk gezilerden biri olduğunu,
1840 yılının yazında Afganistan siyasi hayatında fırtınaların koptuğunu ve Afganistan’da kamu düzeninin tam olarak sağlanamadığını,
İngilizler tarafından iktidardan indirilerek yerine eski Afgan kralı Şah Şuca’nın getirildiği Dost Muhammedin hala kaçak olarak yaşadığı ve İngilizlere teslim olmayı reddettiğini,
Bozuk emniyet ve asayişe rağmen 80 kişilik bir İngiliz birliğinin ülkenin başkentinden kuzeye doğru çok da büyük bir sıkıntı yaşamadan seyahat edebildiğini,
Hindukuş dağlarında bulunan ve eşine az rastlanan doğal güzelliklerin yanında İsviçre Alplerinin çok da fazla bir anlam teşkil etmediğini,
Seyahat esnasında yağmacı Afgan köylülerinin hırsızlık gayretlerini boşa çıkarmak için aldıkları güvenlik tedbirlerini ve Afganlıların medeniyetten uzak tutum ve davranışlarını,
Başka ülkelerdeki kölelik anlayışının Afganistan’dakinden farklı ve Afganistan’daki kölelerin birer sadık ve güvenilir dost olduğunu,
Özellikle Özbeklerin yaygın olarak evlerini ve köylerini hırsızlardan ve haydutlardan korumak için köylerinin etrafına kaleyi andıran kare şeklinde büyük duvarlar inşa ettiklerini,
Özbek ve Özbek savaşçıların heybetli aynı zamanda geleneksel kıyafetin üzerine silahlarını kuşanmış diğer Asyalıların aksine uysal, sevecen ve insancıl olduğunu,
Şah Suca’ın Gurka alaylarının düşmanlarına karşı amansızca savaştıklarını ve her birinin birer kahraman olduğunu,
Afganistan coğrafyasından Hindistan’a ilerleyecek hem Rusya için hem de Avrupa’ya doğru ilerlemek isteyecek Hindistan için bu coğrafyanın kolay kolay geçit vermeyeceğini ve geçiş maliyetinin yüksek olacağını,
Afganistan’da yaşayan halkların tamamına yakınının medeniyetten uzak ve yağma kültürüne sahip olduğunu,
Cengiz Han ordusunun 700 kişiden fazla insanı bir mağarada nasıl ölüme terk ettiğinin acı hikâyesini yerel halktan ürkerek dinlediğini,
Gezilen tüm bölgelerde yaşayan topluluklardan en misafirperver ve medeni olanların çoğunluğunu Özbeklerin teşkil ettiğini,
Dost Muhammed’in Afganistan’da kurduğu milli birliğin İngiliz işgaliyle tekrar bozulduğunu ve aşiret devletlerin tekrardan oluşmaya başladığını,
Yerel liderlerin okumamış olmalarına rağmen bilge ve çok tecrübeli olduklarını,
Uğrak yerlerinden biri olan Koollum şehrinin sahibi ve yöneticisi Mir Vali tarafınsan ilk önce düşman olarak ilan edildiklerini ancak sergiledikleri cesaretleri sayesinde Emir Valinin kendilerini dost kabul ederek affettiğini,
Seyahat esnasında paraya ihtiyaç duydukları ve sırf İngiliz namıyla rahatlıkla borç para ve yardım bulabildiklerini,
Huzareh kabilesinin diğer bütün kabileler tarafından işkence ve şiddete maruz bırakıldığını ve bu kabilenin bölgedeki en zayıf ve savunmasız kabile olduğunu,
Afganistan’da bulunan gedik ve geçitlerin birbirine çok benzer ve aşılması zor engeller olduğunu,
Afganistan’da bulunan İngiliz birliklerinin istihbarat açısından sıkıntı çekmediğini ve iyi istihbaratları sayesinde ülkede meydana gelebilecek olumsuz hadiselere karşı önceden tedbir alabildiklerini,
Afganistan’daki İngiliz mevcudiyetine karşı yavaş yavaş ülke genelinde beraberliklerin oluştuğunu ve bunun sonuncunda bütün Özbek beylerinin ve diğer kabilelerinin katılımıyla İngilizlere karşı bir direniş hareketinin başladığını ancak bu hareketin başlangıç itibariyle İngilizler tarafından bastırıldığını,
Direnç gösteren Afgan aşiretlerine karşı İngiliz (Avrupalı) subay ve askerlerin üstün cesaret ve kahramanlık gösterdiklerini,
Aşiretlerin savaşta hayatını kaybeden İngiliz askerlerinin mezarlarına bile tahammül etmediklerini ve bu nedenle İngilizler tarafından gömülen askerlerin aşiretler tarafından tekrar yeryüzüne çıkarıldığını,
İngilizlerin aşiretlere karşı yerel bazda görülen başarısızlıklarının İngiliz askerleri arasında bulunan Müslüman askerlerin Afgan aşiretlerine karşı dini hassasiyetlerinden dolayı savaşmak istemediklerinden kaynaklandığını,
Seyahatten çok hoşlandığını ve keşif esnasında tespit edilen askeri hususların yazacağı bu kitabın çok ötesinde olduğunu yani bu kitapta askeri özelliği olan çok da fazla bir şeyden de bahsetmeyeceğini, coğrafi ve askeri bir gezintinin sonuçları olarak edebiyat dünyasına not düşer.