antropoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
antropoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Mayıs 2012 Cuma

Charles Darwin’in Biyografisi, Francis Darwin

Charles Darwin’in Biyografisi, Francis Darwin, Ebookmall, 2001-ABD  
Charles Darwin’in hayat hikayesi.
    Darwin, 12 Şubat 1809'da İngiltere'nin Shrewsbury kasabasında, Robert ve Susannah Darwin'in beşinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Robert Darwin ünlü doktordu.ı. Darwin Temmuz 1817'de, henüz sekiz yaşındayken, annesini kaybetti. Eylül 1818'de ise Shrewsbury Okulu'nda yatılı öğrenci olarak eğitime başladı. Okul döneminde Garnett ismindeki bir arkadaşını hiç unutamamıştır. Arkadaşı bir gün kasabada ona pasta ısmarlar ve hiçbir ödeme yapmadan oradan ayrılırlar. Darwin neden böyle bir şey yaptığını sorduğunda, ona cevap olarak ‘Dedem çok zengin bir insandı. Kim ki kendisine ait olan şu şapkayı onun gibi giyer ve onun yürüdüğü gibi yürürse hiçbir dükkan ondan tek kuruş talep etmeyecektir. Çünkü o toplu olarak ödeme yapmıştır’ der. Darwin’e denemek isteyip istemediğini sorar ve şapkayı ona verir. Darwin onun dedesi gibi yürüyerek aynı pastaneye girer bir kek aldıktan sonra ücreti ödemeden oradan ayrılmak istediğinde dükkan sahibi onu kovalamaya başlar. Darwin’de arkadaşının nasıl güvenilmez birisi olduğunu daha iyi anlamış olur.
Küçük kız kardeşine borçlu olduğu bir insanlık anlayışı vardır. Bir kuş yuvasında iki yumurta (toplama merakından dolayı) varsa mutlaka birini orada bırakmıştır. Çocukluğuna ait unutamadığı anlardan bir tanesi de ölen bir süvarinin mezarında yapılan tören ve saygı atışıdır.
Okul yıllarında Dünyanın Harikaları adlı elinden hiç düşürmemiştir. Bir gün uzaktaki ülkelere gideceğini hissediyordu. Onun bu arzusu yıllar sonra Beagle ile yaptığı dünya turunda gün yüzüne çıkmış oldu.
İlk çalışmalarına bilimsel olmayan boyutta da olsa böcek toplamak ve onlara isimlendirmekle uğraştı. Bazen onları isimlendirmekte zorlanmış olsa da sadece koleksiyon maksadıyla böceklerin öldürülmesine gönlü razı olmadı. Bundan sonra kuşları gözlemlemeye başladı. 
Erkek kardeşi kimya bilimiyle uğraşıyordu. Onun yapmış olduğu deneylerde yardımcı olarak kabul edilmesi ve gece geç vakitlere kadar orada çalışıyor olması kendisine Gaz lakabının takılmasına sebebiyet verdi.
1825'te mezun olan Darwin, bir süre babasının yanında stajyer doktor olarak çalıştıktan sonra İskoçya'daki Edinburgh Üniversitesi'nin tıp fakültesine yazıldı. Fakat cerrahlığa bir türlü ısınamadı ve tıp derslerini boşlamaya başladı. Öğretmeni Robert Edmund Grant'ten Jean-Baptiste Lamarck'ın evrim teorisini öğrendi ve Grant ile beraber deniz canlılarını inceleyip ortak atalardan evrilme teorisini destekleyen homoloji (farklı canlı türlerinde aynı temel yapıya sahip organların bulunması) örnekleri buldu. Bir başka öğretmeni olan Robert Jameson'dan ise jeoloji ve bitkilerin sınıflandırılması üzerine dersler aldı, Edinburgh Kraliyet Müzesi'nin bitki koleksiyonunu düzenlemede Jameson'a yardımcı oldu.
Darwin'in tıp eğitimini iyice boşladığını farkeden babası, 1827'de onu Edinburgh'dan alarak Cambridge Üniversitesi'ne bağlı Christ's College'a yazdırdı. Darwin'in teoloji okuyup bir din adamı olmasını umuyordu. Darwin, teolojide tıbba kıyasla daha başarılı olsa da, asıl ilgi alanı hâlâ doğa tarihiydi. Kuzeni William Darwin Fox ile beraber böcek toplamaktan hoşlanıyordu. Böceklere olan ilgisi sayesinde botanik profesörü John Stevens Henslow ile tanışan Darwin, bu profesörle yakın arkadaş oldu ve hem Henslow'un doğa tarihi dersine yazıldı, hem de ondan özel dersler almaya başladı. Darwin 1831 yazını, jeoloji profesörü Adam Sedgwick ile beraber Galler'in jeolojik katmanlar haritasını çıkararak geçirdi.
1831 sonbaharında Henslow, Darwin'i Beagle gemisinin kaptanı Robert FitzRoy ile tanıştırdı. Beagle, Aralık 1831'de FitzRoy'un komutasında iki senelik bir Güney Amerika yolculuğuna çıkacaktı ve kaptan yolda kendisine arkadaşlık edecek iyi eğitimli bir doğabilimci istiyordu. Henslow'un tavsiyesi üzerine FitzRoy, Darwin'i gemisine almayı kabul etti. Darwin'in babası önce bu uzun yolculuğa izin vermediyse de, kayınbiraderinin araya girmesiyle fikrini değiştirdi.
Beagle'ın yolculuğu iki yerine beş yıl sürdü. Darwin, yolculuk boyunca çok çeşitli jeolojik oluşumlar, fosiller ve canlılar keşfetti ve bunlardan örnekler topladı. Fırsat buldukça Cambridge'e keşiflerini anlatan ayrıntılı mektuplar yazıyor, topladığı ilginç örnekleri postalıyordu. Bu sayede, kendisi uzakta olmasına rağmen, İngiliz doğabilimcileri arasında ünü epey yayıldı. Yolculuk boyunca tuttuğu günlüğüne, doğabilimsel keşiflerinin yanısıra, karşılaştığı değişik insan topluluklarıyla ilgili kültürel ve antropolojik gözlemlerini de yazıyordu. Bu günlüğü 1839'da Beagle Yolculuğu adıyla yayımlayacaktı.
Yolculuk Darwin için kolay olmadı. Deniz tutmasından fena şekilde etkilendi, Ekim 1833'te Arjantin'de ateşli bir hastalık geçirdi, Temmuz 1834'te ise And Dağları'ndan Şili'ye dönerken tekrar hasta oldu ve bir ay yataktan çıkamadı.
Yolculuğun başında Kaptan FitzRoy, Darwin'e Charles Lyell'ın Jeolojinin Prensipleri adlı kitabını vermişti. Lyell bu kitabında jeolojik oluşumların, bugün de devam eden çok yavaş süreçlerin etkisiyle, çok uzun çağlar sonucunda oluştuğunu savunuyordu. Darwin, Batı Afrika açıklarındaki Santiago adasında, yüksek volkanik kaya yamaçlarında mercan ve deniz kabuğu kalıntıları bulunca, bu yamaçların bir zamanlar deniz altında bulunduğunu, ve Lyell'ın söylediği gibi çağlar boyunca yavaş yavaş yükseldiğini anladı. Darwin yolculuk boyunca pek çok önemli jeolojik keşif yapacaktı. Patagonya'da gördüğü, deniz kabukluları ve çakıldan oluşan geniş düzlüklerin yükselmiş sahiller olduğunu tahmin etti. Şili'de bir deprem sonrasında deniz seviyesi üstünde kalmış midye yatakları gözlemleyince, kıyının deprem sonucu yükseldiğini anladı. Benzer şekilde, And Dağları'nın yamaçlarında, kumlu sahillerde yetişen ağaçlara ve deniz kabuklularına ait fosiller buldu ve bu yamaçların zaman içinde yükseldiği sonucuna vardı.
Darwin Güney Amerika'da, soyu tükenmiş devasa memelilere ait fosiller buldu. Bu fosillerin bulunduğu katmanlarda modern deniz kabuklularına ait kalıntılar da vardı, yani bu memelilerin soyu yakın zamanlarda, herhangi bir iklim değişikliği ya da felâket olmadan tükenmişti. Jeolojinin Prensipleri 1832'de çıkan ikinci cildi, Güney Amerika'daki Darwin'e postalandı. Charles Lyell, bu ciltte evrim fikrine karşı çıkıyor, biyolojik türlerin dağılımını "yaradılış merkezleri" fikriyle açıklıyordu. Darwin, bir taraftan bunu okurken, bir taraftan da daha sonra kendi evrim teorisini destekleyecek olan çok önemli gözlemler yapıyordu. Galápagos Adaları'ndan pek çok "alaycıkuş" örneği topladı ve bu kuşların, yaşadıkları adalara göre ufak fizyolojik farklar gösterdiklerini farketti. Yerel İspanyollar'ın, bir kaplumbağanın görünüşüne bakarak hangi adadan geldiğini anlayabildiklerini öğrendi.
Beagle'ın 1826-1830 arasındaki ilk yolculuğu sırasında, Güney Amerika'nın en güney ucundaki Tierra del Fiego'dan alınmış ve İngiltere'de medenîleştirilmiş olan üç Yagan yerlisi, misyonerlik yapmaları için kabilelerine geri verildi. Darwin bu kabileleri sefil ve rezil vahşiler olarak tanımlıyordu. Bir sene geçtiğinde, yerliler misyonerlik görevini bırakmış, eski hayatlarına geri dönmüşlerdi. Darwin, kısmen bu tecrübe sonucunda, insanların hayvanlardan sanıldığı kadar uzak olmadığını düşünmeye başladı. Darwin, insan toplulukları arasındaki yaşayış farklılıklarını, ırksal gelişmişlikle değil, kültürel gelişmişlikle açıklıyordu. Güney Amerika'da şahit olduğu kölelik kurumundan hoşlanmıyor, Avrupalı kolonilerin Avustralya ve Yeni Zelanda'daki yerli halklara verdiği zarardan üzüntü duyuyordu.
Yolculuğun sonlarına doğru Darwin'in tuttuğu ayrıntılı notları okuyan Kaptan FitzRoy, yolculukla ilgili resmi raporun doğabilimle ilgili son kısmını Darwin'in yazmasını rica etti.
Darwin'in seyahatteyken İngiltere'ye yolladığı mektuplar, fosil örnekleri ve doldurulmuş canlılar, eski öğretmeni Henslow aracılığıyla İngiliz doğabilimcilerine aktarılıyor, Darwin'in ünü bu sayede gittikçe yayılıyordu. Beagle 2 Ekim 1836'da İngiltere'ye döndüğünde Darwin saygın bir doğabilimci olarak tanınmıştı. Darwin, İngiltere'ye ayak bastığında, önce Shrewsbury'ye gidip akrabalarını ziyaret etti, sonra Cambridge'e gelerek Beagle yolculuğunda topladığı örneklerin tanımlanıp sınıflandırılması üzerinde çalışmaya başladı. Henslow, bitki örneklerini tasnif edip isimlendirmede Darwin'e yardımcı oluyordu, fakat hayvan örnekleri için Darwin'in uzman zoologlara ihtiyacı vardı. Babasının parasal desteğiyle Londra'ya gidip zoologlarla görüşmeye başlayan Darwin, Charles Lyell aracılığıyla Richard Owen adında bir biyologla tanıştı. Owen, Darwin'in getirdiği fosilleri inceleyerek o güne kadar bilinmeyen pek çok soyu tükenmiş hayvan türü tanımladı.
Darwin, Aralık 1836'da Güney Amerika kıtasının yükseldiğine dair bir bilimsel makale yazdı, ve Ocak 1837'de Lyell'ın da desteğiyle bu makalesini Londra Jeoloji Cemiyeti'ne sundu. Aynı gün, Beagle yolculuğunda topladığı kuş ve memeli örneklerini de Londra Zooloji Cemiyeti'ne sundu.
Londra bilim çevrelerinde, hayatın ve canlı türlerinin kökeni sevilen bir tartışma konusuydu. Matematikçi ve filozof Charles Babbage'ın başını çektiği bir grup, Tanrı'nın Dünya'daki hayatı özel bir mucize aracılığıyla değil, doğa kanunları aracılığıyla yarattığını savunuyordu. Darwin'in Edinburgh Üniversitesi'nden hocası Robert Edmund Grant ve Dr. James Gully gibi bir grup bilimadamı ise türlerin birbirine dönüşebildiğini iddia ediyor, ama bu fikirleri yüzünden çoğunluk tarafından sapkınlıkla ve toplumsal düzeni bozmaya çalışmakla suçlanıyordu.
Mart 1837'de John Gould, Darwin'in farklı adalardan topladığı alaycıkuşların farklı türlere ait olduklarını açıkladı. İspinozları hangi adalardan topladığını not etmemiş olan Darwin, Kaptan FitzRoy'un notlarını inceleyince, Gould'un tanımladığı farklı ispinoz türlerinin de farklı adalardan geldiğini keşfetti. Nisan 1837'ye gelindiğinde Darwin, anakaradan göç edip farklı adalara yerleşen kuşların, zaman içinde bir şekilde değişiklik geçirip farklı türlere dönüştüklerini anlamıştı. Temmuz ayında, her zamanki günlüğünün yanı sıra, türlerin birbirine dönüşümüyle ilgili fikirlerini yazdığı gizli bir "B" günlüğü tutmaya başladı, ve bu günlüğün 36. sayfasına ilk kez bir evrim ağacı çizdi.
Darwin, bir taraftan türlerin dönüşümü üzerinde çalışırken, bir taraftan da Beagle günlüklerini yayıma hazırlıyor, ve Charles Lyell'ın fikirlerini destekleyecek bir Güney Amerika jeolojisi kitabı yazıyordu. Tüm bunların üstüne, bir de kendi getirdiği örnekler hakkındaki uzman görüşlerini içerecek geniş kapsamlı bir eser üzerinde çalışmaya başladı.
Sonunda bu yüksek çalışma temposuna dayanamayarak kalbinden rahatsızlandı. Eylül 1837'de doktor tavsiyesi üzerine çalışmalarına ara verdi ve Shaffordshire'da akrabalarının yanında kalmaya başladı. Kuzeni Emma Wedgwood da aynı evde kalıyor ve hasta bir akrabaya bakıyordu. Haziran 1838'e kadar Shaffordshire'da kalan Darwin, türlerin dönüşümü üzerindeki araştırmalarına devam ediyor, uzman görüşü almak için doğabilimcilerin yanı sıra çiftçiler ve güvercin yetiştiricilerine de danışıyordu. Sonuçta evlenmeye karar veren Darwin, babasına da danıştıktan sonra Temmuz 1838'de evlilik teklif etmek için Emma'ya gitti, ama teklifi yapmaya cesaret edemedi.
Araştırmalarına Londra'da devam eden Darwin, türlerin dönüşümü konusunda çok önemli gelişmeler kaydetti. Thomas Malthus'un Nüfus Prensibi Üzerine Deneme adlı yazısı Darwin için önemli bir esin kaynağı oldu. Malthus bu yazısında insan nüfusunun aslında çok büyük bir hızla (her 25 yılda ikiye katlanarak) çoğalma potansiyeli olduğunu, ama hastalık, savaşlar ve açlık sayesinde nüfusun kontrol altında tutulduğunu anlatıyordu. Darwin, aynı prensibin tüm organizmalara uygulanabileceğini farketti. Tüm canlı türleri, mevcut kaynakların izin verdiğinden çok daha fazla yavru üretiyor, yavrular arasında zayıf olanlar çok geçmeden ölüyor, güçlü olanlar ise hayatta kalarak yeni yavrular meydana getiriyor ve kendilerini güçlü yapan özellikleri yavrularına aktarıyorlardı. Böylece türler nesilden nesile değişerek çevrelerine daha iyi uyum sağlıyorlardı. Bu teorisini ilk defa 28 Eylül 1838'de günlüğüne yazdı.
Kasım 1838'de nihayet Emma'ya evlilik teklif eden Darwin, Ocak 1839'da evlendi. Aynı ay içinde, Royal Society'ye (Kraliyet Cemiyeti) üye olarak seçildi. Darwin çifti, evlilikten hemen sonra Londra'ya yerleşti.
Darwin, doğal seçme fikrinin temelini atmıştı ama şüpheci meslektaşlarını ikna etmek için çok çalışması gerektiğinin farkındaydı. Jeoloji Cemiyeti'nin Aralık 1838'deki toplantısında, evrim fikrini savunan eski hocası Robert Edmund Grant'e nasıl şiddetle karşı çıkıldığına bizzat şahit olmuştu. Teorisini destekleyecek kanıtlar bulabilmek için hayvan yetiştiricileri ile görüşmeye ve bitkiler üzerinde deneyler yapmaya devam etti. Mayıs 1839'da Kaptan FitzRoy'un Beagle raporu yayımlandığında, Darwin'in yazdığı kısım o kadar beğenildi ki, sonradan başlıbaşına bir kitap olarak basıldı.
1842 başlarında Darwin, Lyell'a fikirlerini açıklayan bir mektup yazdı. Her canlı türünün kendi başlangıcı olduğunda ısrar eden Lyell, jeoloji alanında müttefiki olan Darwin'in bunu inkâr etmesine çok üzüldü. Mayıs 1842'de Darwin'in mercan kayalıkları üzerine yazdığı eser yayımlandı, aynı sıralarda Darwin, doğal seçme teorisinin bir kabataslağını kâğıda döktü. Kasım 1842'de Darwin çifti, Londra'nın stresinden uzaklaşmak için şehrin dışındaki Down House'a geçti. Ocak 1844'te fikirlerini botanist arkadaşı Joseph Dalton Hooker'a açan Darwin, kendisini bir cinayeti itiraf ediyormuş gibi hissediyordu ama Hooker Darwin'in teorisini beğendi. Temmuz'a gelindiğinde, Darwin'in kabataslağı 230 sayfalık bir deneme yazısına dönüşmüştü. Ekim 1844'te anonim olarak yayımlanan ve insan dahil tüm canlıların ilkel formlardan dönüşerek ortaya çıktığını savunan Yaradılışın Doğal Tarihinden İzler adlı kitap, doğabilimciler tarafından yerden yere vurulunca Darwin teorisi konusunda ne kadar dikkatli olması gerektiğini bir kez daha anladı. Kitap, Londra orta sınıfından büyük ilgi gördü ve türlerin dönüşümü konusunu bir kez daha gündeme getirdi. Darwin 1846'da üçüncü jeoloji kitabını yayımladı, ve arkadaşı Hooker'la beraber deniz kabuklularıyla ilgili geniş kapsamlı bir araştırmaya başladı. 1847'de Hooker, Darwin'in doğal seçme üzerine yazdığı uzun denemeyi okudu ve önyargıdan uzak tarafsız eleştiriler sundu, fakat bir taraftan da Darwin'in yaradılış fikrine karşı çıkmasını sorguladı.
1849'da uzun süredir kötü giden sağlığını düzeltmek umuduyla Malvern'de bir kaplıcaya giden Darwin, iki ay sonra kendini daha iyi hissetti. 1850 Haziran'ında çok sevdiği kızı Annie ciddi şekilde hastalanınca, kendi kronik kötü sağlığının kalıtsal olduğunu tekrar düşünmeye başlayan Darwin, Nisan 1851'de Annie'nin ölümüyle iyiliksever bir Tanrı'ya olan tüm inancını kaybetti.
Deniz kabuklularıyla ilgili çalışmalarının sonuçlarını 1851-1854 arasında yayımladığı bir dizi kitapla anlatan Darwin, 1853'te bu çalışmasından dolayı Royal Society tarafından madalya ile ödüllendirildi. Ayrıca bu çalışma, o zamana kadar jeolog olarak bilinen Darwin'in biyolog olarak da ünlenmesini sağladı. Darwin, deniz kabuklularıyla ilgili çalışmasında, belli bir fonksiyonu olan bir organın, değişen şartlar sonucunda ufak değişimler geçirerek fonksiyonunu değiştirebileceğine dair kanıtlar gözlemledi. Kasım 1854'te notlarına, ortak bir atadan gelen canlıların, doğanın ekonomisinde ayrı ayrı yerlere adapte olmaları sonucunda anatomik olarak birbirlerinden uzaklaşabileceklerini yazdı.
Hıristiyan inanışına olan bağlılığını yitiren Charles Darwin 19 Nisan 1882'de öldüğünde, ailesi onu bölgedeki bir kilise avlusuna, çocuklarının mezarlarının yanına gömmeyi düşünüyordu. Ne var ki, aynı düşünceyi paylaşmayan bazıları çarçabuk harekete geçerek, önde gelen bilim insanları ve hükümet üyelerini ikna çalışmasına girişti. Amaçları, bu kişileri biraraya getirip İngiltere'nin ünlü kilisesi Westminster Abbey'nin baş rahibinden Darwin'in buraya gömülmesini rica etmelerini sağlamaktı. Baş Rahip George Granville Bradley, gerekli onayın canı gönülden verileceğini bildirdi. Böylece, Darwin 26 Nisan günü öğleden sonra Westminster Abbey'ye gömüldü. Tabutunu taşıyanlar arasında eski dostu botanikçi Joseph Hooker, yazılarıyla Darwin'i kendi kuramını yayımlamaya yönelten genç doğabilimci Alfred Russel Wallace ve ABD'nin İngiltere büyükelçisi James Russell Lowell da vardı. Darwin bu kilisenin Bilginler Köşesi olarak bilinen bölümünde, Sir Isaac Newton'un gömülü olduğu yerin birkaç metre ötesinde ve astronom Sir John Herschel'in yanı başında yatıyor. Darwin, yeryüzündeki canlı türlerinin değişimini betimlemek için gizemlerin gizemi tanımlamasını ortaya atan büyük filozof Herschel'e, Türlerin Kökeni kitabının girişinde göndermede bulunmuştu.

26 Nisan 2012 Perşembe

Türkiye’nin Etnik Yapısı, Ali Tayyar Önder

Türkiye’nin Etnik Yapısı, Ali Tayyar Önder, Fark Yayınları, İstanbul, 2006
Türkiye’deki etnik nüfusun bilimsel analizi
           Bilimsel araştırma türünde olan eser, Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinde öğretim görevlisi olarak görev yapan yazarın arşiv ve kaynakların titiz bir şekilde elden geçirilmesiyle meydana gelmiş ilmi değeri yüksek bir eserdir. Yazar Türkiye’nin stratejik konumu dolayısıyla ülkemizin ekonomik ve teknik ilerlemesinin önüne geçmek maksadıyla Batı’nın kendisi için sorun olarak gördüğü fakat ülkemiz için zenginlik olarak empoze etmeye çalıştığı etnik farklılıkları kanıtlarıyla yok etmektedir.
            Kitapta Türkiye’deki etnik farklılıkların tarihsel kökenine inilmekte ve hemen hemen hepsinin aynı coğrafyadan ve kökenden geldikleri bilimsel olarak kanıtlanmaktadır. Yukarıda bahsi geçen küresel güçTürkiye’de var olan barış ortamını bozmak maksadıyla Kürt, Laz, Çerkes, Gürcü, Nusayri diye halkı tabakalara bölmeye çalışmaktadır.
            Yazar, ülke gündemine suni olarak getirilen Türkiyelilik tanımının
hiçbir tarihi ve meşru dayanağının olmadığını ve Türk ulusunun %90’ı aşan bir çoğunluğun kendisini Türk olarak tanımladığını (bilimin ölçüt kabul ettiği etnik bakış) belirtmektedir. Ayrıca bazı kendini aydın zannedenlerin ortaya attığı etnik mozaik terimini bilimsel delillerle yok etmektedir. Şöyle ki; bir ülkenin etnik yapısının mozaik olarak tanımlanabilmesi için ülkedeki etnik grupların toplam nüfusunun ülke nüfusuna oranla en az %35’ini oluşturması gerektirmektedir. Ancak ülkemizde, hiç bir tarihi dönemde bu oran %14’ü geçmemiştir. Kaldı ki bu oran AB anketinde %9 çıkmıştır.
       Kitap; içindekiler, önsöz, yirmibeş bölüm ve bibliyografyadan müteşekkildir.
1.  ETNİKLİK
            Dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırmayı hedefleyen çok uluslu küresel sermaye, hedefine ulaşmak için ulus devletleri, etniklik temelinde bölerek kolay lokmalar haline getirmeyi, ulusal direnci çözerek ve ulusal sınırları göstermelik kılarak küresel sermayenin önünü açmayı, dünyayı kendisi için açık bir Pazar haline getirmeyi bir strateji olarak benimsemiştir. Yazara göre bu küresel gücün öncelikli hedefi ise sahip olduğu kaynaklar, su havzaları ve de Ortadoğu ve Avrasya coğrafyasındaki stratejik konumu nedeniyle Türkiye’dir.
            Yazar, ülkemizde kullanılan etnik mozaik tanımının Batılıların, Sevr ile bölemedikleri Türkiye’yi içten bölmek için özellikle, Lozan Anlaşması sonrasında belirledikleri politikalarına meşru bir zemin, altyapı, etnik dayatmalarına gerekçe oluşturmak üzere, Türkiye’ye bilinçli olarak çok ince bir şekilde empoze ettikleri maksatlı bir yakıştırma olduğunu belirtmektedir. Türkiye’nin etnik bir mozaik olduğu kabulü, aynı zamanda 1960’lı yıllardan ve özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra tek süper güç haline gelen Batı’nın, daha doğru bir tespitle Batı ülkelerine egemen çok uluslu küresel sermayenin, ulus devletleri etniklik temelinde bölerek küreselleşme adı altında kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırarak, kendisi için açık bir pazara dönüştürmeyi hedefleyen politikasının Türkiye için öngördüğü stratejinin temel dayanağıdır.
             Kitapta Türkiye’nin nüfusu aşağıdaki tabloda gösterildiği gibi verilmiştir:
Etnik Kimlik          Nüfus                           Oran(%)
Türk                     66.650.000                     90.06
Kürt                     5.000.000                       6.76
Zaza                   800.000                          1.08
Arap        800.000                    1.08
Çerkes        250.000                    0.34
Laz        200.000                    0.27
Diğer                  300.000                          0.41
Toplam               74.000.000                     100.00
      Burada görüldüğü gibi etnik nüfus toplamda %9.94’tür.
               
          
2. ÖN TÜRKLER TEZİ 
           Yazar Ön Türkler Tezi ile Türklüğün tarih sahnesindeki yerini açıklamıştır.Tarihçi Kazım Mirşan’ın  üzerinde önemle durulması gereken önemli tespitleri mevcuttur. Buna göre:
a.    Türklerin Tarihi;  M.Ö. 15000 yıllarına dayanmaktadır.
                  b.   Türk Dili, M. Ö. 15000’den başlayarak Orta Asya’da  Ön-Türk adı verilen topluluklar tarafından oluşturuldu.
                  c.    Bu topluluklar yerleşik devlet kurdular, göçebe değildiler.
ç.    İlk Tanrı inancını geliştiren Türk’lerdir. Budizmin kökeninde Türklerin  ‘altı yarıg tigin’  isimli din kitabı vardır.
d.     Batı uygarlığının kurucusu ‘Etrüsk’ler’ Türk’tür ve dilleri Ön-Türkçe’dir.
e.     Kökeni araştırılmayan Mısır hiyeroglatif yazısında 18  Ön-Türkçe harf mevcuttur.
f.     Sümer yazısında 18  Ön-Türkçe Tamga (yazı elemanlı kaya resmi) mevcuttur.
g.     Ön-Türkçe ileriki bin yıllarda Fenike-Grek-Bizans-Latin Slav alfabelerinin kökeninde yer almıştır.
ğ.    Türkler, Anadolu’da M.Ö. 15000 lerden beri mevcuttur. Anadolu’nun pek çok yerinde kaya resim ve yazıları mevcuttur.
3.TÜRKİYE ETNİK NÜFUSU
              Yazar Türkiye’deki etnik grupları tek tek ele alarak ilmi delilleriyle kökenlerini ortaya çıkarmıştır. Buradan hareketle Nusayri’lerin aslen, Abbasiler tarafından Roma’ya karşı Anadolu’ya yerleştirilmiş Türkmenler olduğu; Zaza’ların Kürt’lerden ayrı bir etnik oluşum olduğu ve Zazaca’nın Kürtçe’den ayrı bir dil olduğu; Çerkes’lerin çoğunun 1864 yılında Çarlık Rusyası tarafından sürgün edilen Balkarlar ve Karaçaylar ( öz be öz Türk’türler) olduğu; Laz’ların sadece Rize, Çayeli, Ardeşen bölgesinde yaşayan ve toplam nüfusu 200.000 olan bir etnik grup olduğu; Aleviliğin İslam diniyle ve eski Türk adetlerinin karışımı ile meydana geldiğini; Kürt’lerin Orta Asya’dan gelen Türkmen oymakları olduğu ve Ermenilerle hiçbir akrabalık bağının bulunmadığı delilleriyle sunulmuştur. Kürtçülük meselesinin kökeni aslında Boğazlara inemeyen Rusya’nın Basra Körfezi’ne inmek maksadıyla çizdiği yol haritası üzerindeki halklarını ilmi temele dayanmayan bölme çalışmalarıdır. Kürtlüğü ayrı bir millet gibi göstermeye çalışan Minorsky ve Nikitin tarihçi değil Rusya’nın diplomatlarıdır. Yine AB ülkemizdeki etnik grupları çok kültürlülük ve zenginlik olarak göstermeye çalışmasına karşın Fransa 17 etnik gruba rağmen etnikliği kabul etmemekte, Almanya ve Hollanda Türkçe konuşmayı yasaklamaktadır. 20’nci yüzyıla damgasını vurmuş böylesine yüksek bir uygarlığın temsilcisi olan Batı, insanlık tarihinin en kanlı ve acı dolu olaylarının suçlusudur. Batı uygarlığı sömürü, zulüm ve çıkar temeli üzerinde yükselmiştir. Avrupa, endüstri devrimine maddi birikim sağlayan kaynakları; 5 kıtayı iliklerine kadar acımasızca ve akla gelebilecek her türlü insanlık dışı yöntemlerle sömürerek sağlamıştır. 1184 yılında İtalya Verona’da kurulan din mahkemesiyle başlayan engizisyon dönemi 1808 yılında resmen son buluncaya kadar 600 yılı aşkın bir süre milyonlarca insanın işkenceyle katliamına neden olmuş, bilim yasaklanmış ve bu dönem insanlık tarihinin en kara lekesi, karanlık çağ olarak tarihe geçmiştir. Batı amansız bir Türk ve Türklük düşmanıdır. Türklüğü yok etmek planı olan Sevr’i uygulamaya koyan odur. Genç Türk Devletini boğmak için Yunan işgalini destekleyen odur. 1925 Şeyh Sait isyanının, 1926-30 Ağrı isyanlarının, 1938 Dersim, Hatay olaylarının arkasında hep Batı mevcuttur. Bu hareketler hep Türkiye’yi bölmeye, çökertmeye yöneliktir. Geçmişteki PKK terörünün ve sözde Marksist militanların arkasında da Batı mevcuttur. Batı, Türkiye’deki teröre; sadece, ülkesinde barındırdığı teröristlerle, terör eğitim merkezi kamplarıyla, silah yardımıyla değil, demokrasi ve insan hakları kılıfıyla, destek vermektedir.
                 Batı’nın Türkiye’ye ve Türklüğe karşı böylesine amansız düşmanlığı iki temel nedene dayalıdır. Bunlardan birincisi çıkar diğeri İslam düşmanlığıdır.
                 Sonuç olarak, Batı Türkiye’nin AB üyeliğini olağanüstü bir gelişme olmadıkça asla onaylamayacağı gibi Türkiye’nin bu birliğe üyeliğini vazgeçilmez hale getirecek her gelişmeyi baltalamak için her türlü komplonun hesabı içinde olacaktır ve olmaktadır.

20 Şubat 2012 Pazartesi

Ağa, Şeyh, Devlet, Martin van Bruinessen

Ağa, Şeyh, Devlet, Martin van Bruinessen, İletişim Yayıncılık, Çev: Sabiha Banu Yalkut, İstanbul, 2004
Yüzyıllardır sosyal hareketliliğin hiç bitmediği; çatışmaların, uzlaşmaların ve isyanların sürekli yaşandığı bir coğrafyada iyice karmaşık hale gelen sosyal ilişkiler yumağının haritasını çıkarmaya çalışan Bruinessen, kitabında esas olarak -devletle ilişkileri çerçevesinde- ağalık ve şeyhlik kurumunun siyasi iktidarla çatışan/çakışan "menfaatlerini" ele alırken, diğer yandan da bu iki muktedir güç arasında sıkışan topraklı/topraksız Kürtlerin toplumsal konumlarına dair yaptığı nitelikli gözlemlerini aktarıyor.

                        Giriş:
                        1961’de Irak’taki Kürt savaşına halkın katılımı giderek artmıştı.1960’ların sonunda çoğunluğu köylü olan birkaç bin Kürt birbirinin ardına iktidara gelen Irak hükümetlerine karşı gerilla savaşlarına katılmışlardı.1974–75 arası bunların sayısı 50.000’geçiyordu.Kürt hareketi özellikle de 1966’dan itibaren tutucu neredeyse gerici bir görünüme büründü. Kürt hareketinin liderleri bölgeye daha da fazla emperyalist müdahalenin olmasından yanaymışlar gibi bir kanı uyandırıyorlardı. Molla Mustafa Barzani A.B.D.’ne övgüler yağdırıyor, Kürdistan’ın ABD’ye elli birinci eyalet olarak katılmasını arzuladığını ve desteği karşılığında ABD’ye Kürdistan’daki petrolün kontrolünü vermek istediğini söylüyordu.
            Haziran 1975’ten Ağustos 1976’ya kadar Türkiye, Suriye ve Irak Kürdistan’ın çeşitli bölgelerini ziyaret eden yazar çoğu yerde konusunu ilgilendiren şeyleri doğrudan gözlemleyemez. Antropolojik alan araştırmalarının genelinde olduğu üzere malzemenin çoğunluğunu da mülakatlar oluşturmaktadır ve bunların birçoğu geçmişteki olay ve durumlarla ilgilidir. Bu nedenle yazar araştırmasını yoğun bir yazılı kaynak okuması ile takviye eder.
            Çalışmanın konusunu Alavi’nin (1973) primordial (birincil, asli) bağlılıklar adını verdiği ilişkileri irdeler. Kürdistan’da birincil ilişkiler (kişinin doğduğu ortamda mevcut olan ilişkiler) politikada önemli bir rol oynamaktadır. Kürdistan’daki birincil ilişkilerin başında aileye, aşirete ve aşiret reisine ya da ağaya bağlılık gelir. Ancak dini önderlere, özellikle şeyhlere ve din kardeşliklerinin (derviş tarikatları) başında olan tanınmış sufilere bağlılık da eşit derecede güçlüdür.
            Yazarın yararlandığı yazılı kaynakların başında Şerif Han Bitlisi’nin eseri olan “Şeref name” ve Evliya Çelebi’nin “Seyahatname’si” gelir. Osmanlı tarihine ilişkin ikinci derece kaynaklar arasında Hammer’in “Osmanlı İmparatorluğu’nun Tarihi” adlı eserinden istifade etmiştir. Minorsky’nin “İslam Ansiklopedisi’ndeki” ‘Kürtler’makalesi
hala büyük değerini ve en temel ikinci dereceden kaynak olma özeliğindedir. Rich, Layard, Fraser başta olmak üzere Kürdistan’a seyahat etmiş olan Avrupalıların gezi notları ilginç birinci el kaynak olabilmektedir.
            İngilizler Birinci Dünya savaşında işgal ettikleri ırak da kendi düzenlerini kurmak istedikleri zaman bölgeye çoğunluğu oryantalist olan siyasi görevliler atamışlardı. Bunlardan Edmond’un Kürdistan hakkındaki geniş bilgi içeren kitabı (1957)kendi tarzının en iyilerinden biridir. Ayrıca İngiliz Yabancılar Bürosu’nun arşivlerinde mevcut 1917–1938 yılların ait Türkiye, Irak ve İran’la ilgili 317 dosyayı incelemiştir.
            Yararlı kaynakların sonuncusu da çoğunlukla yerel halktan kişilerce yazılmış yerel tarihi kaynaklardır. Bunlardan çok kullanılanları Fırat(1970)ve Dersimi’nin(1952)eserleridir. Bahse konu yararlı kaynakların dışında faydalanılanlar kitabın arkasında ki uzun listede ve dipnotlarda belirtilmiştir.

            Birinci Bölüm: Kürdistan üzerine genel bilgiler 
            Jeopolitik durum göz önüne alındığında;Musul,Kerkük ve Hanakin’de çok önemli petrol işletmeleri  vardır ve bu üçünün de Irak ‘ta bulunması tesadüfi değildir.Bunlar Irak’ın İngilizlerce politik bir birim olarak yaratılmasının asıl nedenidir.Daha küçük yataklar Rumelian’da (Suriye) ve Batman’da (Türkiye)işletilmektedir.Krom,bakır,demir ve linyit madenleri de Kürdistan’da mevcuttur.
            Kürtlerin toplam nüfusuna ilişkin verilen sayılar birbirinden çok farklıdır.Bunun birçok sebebi olmakla birlikte beş farklı ülkede ki toplam Kürt nüfus ve  toplam nüfusa oranı şu şekildedir:1975 yılı için  nüfus tahminlerine göre Türkiye’de  Kürt nüfus toplam nüfusun %19unu,Irak’da %23ünü,İran’da %10unu,Suriye’de % 8.5ini ve son olarak SSCB’de %1in altında (0.1 milyon) olmak üzere toplam 13,5-15 milyon  olarak tahmin edilmektedir.
            Ekonomik faaliyet olarak çiftçilik, mevsimlik yarı-göçerlik, hayvancılığa dayanan göçerlik alan da geçerlidir. Yaygın imajın tersine Kürtlerin pek azı göçerdir. Çoğunluğun bir parça hayvanıda olsa da esasen tarımla uğraşırlar.1960’lara kadar bölgelerdeki köylülerin çoğu yarıcıydı, yani toprakları kendi başlarına işliyor ve buna karşılık ağa mahsülün belli bir kısmını onlara bırakıyordu. Bu oran yüzde 10 ile yüzde 80 arasında değişebilmektedir. Diğerleri ise ağanın yâda kâhyasının gözetiminde düşük ücret karşılığı çalışan tarım işçileriydi.1950’lerden başlayarak giderek zirai makine kullanımının yaygınlaşması ile yarıcılığın terk edilmesi eğilimi belirdi. Böylece yarıcılar da, senenin belli zamanlarında iş bulan tarım işçileri haline geldiler. Bu durum mevsimlik veya devamlı göçü körükledi. Diğer kazanç kaynakları olarak el işlerini ve ticareti sayabiliriz. Zanaatların çoğu Kürdistan’daki Hıristiyan ve Musevi azınlıklarca yapılırdı. Köylerde hiçbir zaman kendi kendine yeterlilik olmamıştır. Diyarbakır, Bitlis, Van, Erbil, Musul, Sanandaj ve daha birçok kasaba zanaat ve ticaret merkezi olmuştur. Zanaatların en yaygın olanları silah imalatı, mücevhercilik ve sepicilikti. Bu zanaat kollarının çöküşüne iki faktör yol açmıştır. Birincisi zanaatkârların hemen hepsinin yok oluşudur. Birinci Dünya Savaşı sırasında meydana gelen Ermeni tehciri aynı zamanda diğer Hıristiyan nüfusun da sürülmesine yol açmıştır. İsrailin kuruluşundan kısa bir süre sonra Musevilerin çoğunluğu da İsrail’e göç etmiştir. Bunların yerini doldurabilecek, bu zanaatları icra etme yetisine sahip pek az Kürt vardı. Zanaatların yok olmasına sebep olan ikinci faktörde uluslar arası ticaretin bölgede gelişmesidir. Karadeniz’in buharlı gemilere açılışı ve ucuz Avrupa mallarının Anadolu’ya akışı 1830’a kadar gider.1840 civarında misyoner Badger Tokat şehrinde basma bezi atölyelerinin birkaç yıl içinde Liverpool ve Manchester’dan ithal edilen daha ucuz ve kaliteli mallarla rekabet edemeyerek bir gecede nasıl battığından notlarında bahseder. Van Moltke 1838’de Karadeniz’de yaptığı bir gemi seyahatinde değeri bir milyon markdan fazla işlenmiş malın bulunduğundan bahseder. Yeni ticari yolların kullanılmaya başlanmasıyla eskiden Kürdistan’daki önemli ticaret merkezleri olan Diyarbakır ve Bitlis gibi büyük kentler önemini yitirmeye başladı. Ulaşım ağının yapısı da bu duruma sebep olan etmenlerdendir.
Kürdistan’da bir köyden Amsterdam’a ulaşmak bir Kürt köyünden öbürüne ulaşmaktan daha kolaydır ve bu durum pek çok Kürt köyü içinde geçerlidir. Bunun sonucu olarak da, birkaç komşu köyden başka bir yer görmemiş olan birçok Kürt şimdi İstanbul, Almanya ve Hollanda’da çalışmaktadır. Bunlar topraksızlık ve işsizlik nedeniyle köylerini terk etmişlerdir.
            Kürtçe İran dilerinin kuzeybatı yâda güneybatı grubundandır ve birçok değişik lehçeye ayrılır. Bu lehçelerden birbirlerini hiç anlamayan ya da az anlayan gruplara ayrılırlar.
1.Kuzey ve kuzeybatı lehçelerine genel olarak Kırmançi adı verilir.
2.Güney lehçelerin genel olarak Sorani adı verilir.
3.Sineşi(Sanandaji),Kermanşahi ve Leki gibi güneydoğu lehçeleri. Bu lehçeler diğer iki gruptan daha fazla modern Farsçaya yakındırlar.
            Bu lehçeler dışında  Kürdistan’da iki ayrı lehçe grubuna daha rastlanır: Zaza ve Gurani(Mackenzie) bunları kuzeybatı İran grubuna sokmaktadır)Zazaca’nın en az üç alt-lehçesi vardır:(Tunceli, Erzincan, kısmen Bingöl ve Diyarbakır’ı içine alan )büyük Dersim bölgesi, Siverek lehçesi ve Mutki lehçesi. Ana dili Zazaca olanların Kırmançi’yi kolaylıkla öğrenebilmelerine karşın Zazaca’yı öğrenmek anadili Kırmançi olanlara çok zor gelmektedir.
            Kürtlerin çoğu Ortodoks Sünni’dir ve Şafi mezhebinin takipçileridir. Ancak Hanakin ve Kermanşah eyaletlerinde pek çok aşiret İran’ın resmi dini olan Oniki İmam Şiiliğini takipçisidir. İran’daki Şii Kürtler her zaman,1920lerde,1946,1979’da olduğu gibi kuzeydeki milliyetçi Sünni Kürt kardeşlerinden uzak durmuşlardır. Dini faktör önemli olmasına rağmen karar vermede belirleyici rolü tek başına oynamamaktadır. Bunların yanı sıra Kürdistan’ın çeşitli bölgelerinde eski İran, Semitik dinler ve aşırı Şiiliğin, heteredoks ve sinkretik inançların takipçilerine rastlanır. İçlerinde en büyüğü kuzeybatıdaki Alevilerdir. Bunların heteredoksluk dereceleri yöreden yöreye değişir ve kimileri uzun zamandır Sünni İslamın baskısına maruz kalmıştır; diğer taraftan özellikle Dersimdekileri Müslüman olarak adlandırabilmek güçtür. Öte yandan Türkiye’deki Alevilerin çoğunluğu Kürt değil Türk’tür. Tersine Zazaca konuşanların ancak bir kısmı alevidir. Güney de Ehli Hakçılar küçük topluluklar halinde bulunurlar. Bunlara Irak’da “kakai” denir. Aleviler ve Ehli Hak ruh göçü inancını paylaşırlar ve bunların ritüellerinin çoğu da aynıdır. Üçüncü heteredoks mezhep ‘şeytana tapanlar’olarak nitelendirilen Yezidiler’dir.(Kürtçe Ezidi)Bu din sadece Kürtler arasında mevcuttur; Yezidiler Kırmançi konuşurlar.
            Avrupa müdahalesi başlamadan önce Kürtler arasında bu bölgede üç Hıristiyan dini-etnik cemaat yaşamaktaydı. Biri Arami dili veya Arapça’nın lehçelerini konuşan Süryaniler, diğeri Arami dili konuşan ancak doğu Hristiyanlığının öteki aşırı ucunu teşkil eden Nasturi kilisesine mensup Asurilerdir.(Asurlular)Üçüncüsü ise en büyük Hıristiyan cemaati olan, Kürdistan’ın her tarafında yaşayan, kendi dilleri olan ve Gregorian adı verilen kendi kiliseleri bulunan Ermenilerdi.17.yy başlarında Fransız Katolik misyonerler bu Hristiyan Cemaatleri kendi mezheplerine döndürme faaliyetine başladılar. Birçok Ermeni ve batıdaki Asurların çoğu Katolik oldu.
Asurlu Katoliklere mezhep değiştirdikten sonra Keldani denilmiştir.1830’larda İngiliz ve Amerikalı misyonerler Nasturi Asurluları döndürmek için çalışmalara başlamışlardır. Hıristiyan ve Müslümanlar arasındaki gerilimin artmasına bunun da katkısı olmuştur. Bir kaç yıl sonra vuku bulan Nasturi katliamı bu olaydan bağımsız değildir.
            Kürt milli hareketi ve Türkiye
            1920’lerve 1930’larda başarıyla bastırılmış olan Kürt milli duyguları 1960’larda yavaş yavaş yeniden uyanmaya başlamıştı. Barzani’nin Irak’taki başarısı şüphesiz bu uyanışın ana etmenlerinden biridir. Ancak Türkiye’deki politik ve sosyo-ekonomik gelişmeler de bu milliyetçiliğin yeniden ortaya çıkmasına imkân sağladı. Köylerden batıda ki büyük kentlere göç, pek çok Kürt gencinin okuma imkânı bularak politize olması ve özgürlükçü1961 anayasasının yürürlüğe girmesi bu süreci hızlandırdı. Türkiye İşçi Partisi kuruldu. Bu parti doğunun az gelişmişliği konusunu da ele alıyordu. Marksist klasiklerin okunması ulusların kendi kaderini tayin hakkını da gündeme getirmişti. Parti eğitim görmüş Kürtler arasında çok taraftar buldu ve bir süre sonra da yaygınlaşacak Kürt hareketinin ana kaynaklarından biri oldu. Diğer bir kaynak da 1965’te geleneksel aristokratik zümreden gelen, eğitim görmüş ve Barzani’nin etkisindeki kişilerce kurulmuş Türkiye Kürdistan Demokratik Partisi(TKDP)idi.60’lı yılların sonlarına kadar bu iki eğilim birlikte çalışarak, çeşitli kültür dernekleri kurdular ve birçok kitle mitingi örgütlediler.1971’deki askeri müdahaleyi geniş çapta tutuklamalar izledi ve bu durum dışarıdaki eylemleri yeraltı çalışmalarına itti.1973’te Türkiye’nin parlamenter demokrasiye yeniden dönmesiyle birlikte Kürt örgütleri çoğaldı ve hızla radikalleşmeye başladılar.1970’lerden önce Kürtlerin talepleri, Kürt bölgelerinin ekonomik olarak geliştirilmesiyle ve Kürtçe eğitim gibi temel kültürel hakları istemekle sınırlıydı.1970’te ise daha radikal talepler konusunda adeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Genelde ayrılıkçılık doğrultusunda bir eğilim vardı. Merkezi hükümetin görece zayıflığı sayesinde1975–78 yılları resmen olmasa da fiilen Türk tarihinin en liberal dönemidir. Bu dönemde en küçük kasabaya varıncaya dek örgütlenildi; politik yazılar okundu ve tartışıldı. İdeolojik farklılıklar ve özellikle kişisel çekişmeler örgütlerde bölünmelere yol açtı; on yıl içinde neredeyse on örgüt ortaya çıktı. Bu örgütlerden Kürdistan İşçi Partisi(PKK) ‘sömürgeciliğe karşı’ savaş ilan ederek ‘devrimci şiddetini’’Türk sömürgecilerine’ ve onların Kürt ‘işbirlikçilerine’ve ‘vatan hainlerine’yöneltti. İşbirlikçi ve hain kategorisine aşiret reisleri, politikacılar hatta rakip aşiret üyeleride dahil edilmiştir. Gariptir ki eskiden aşiret reislerinin kendilerini önemli kılabilmek için başvurdukları yöntemleri anımsatan, acımasız şiddet yöntemleriyle PKK bazı bölgelerin denetimini ele geçirdi.1978 yılının Aralık ayında sıkıyönetim ilan edildi, ancak tüm baskılara rağmen yeraltı eylemleri azalmaksızın devam etti.12 Eylül 1980’de Türk ordusu yönetime el koydu ve köklü bir temizlik yaptı. Kitle halinde tutuklamalar ve askeri operasyonlar Kürt örgütlerinin büyük kısmını yok etti. Ayrılıkçılığı bastırma, zora dayanan asimilasyon ve (daha az başarılı oldukları)ekonomik özendirme yöntemlerini bir arada kullanarak askeri otoriteler Kürt milliyetçiliğini yok etmeye giriştiler.
            Saddam Hüseyin’in Kürt sorununa getirdiği çözüm
            İran-Irak savaşının ilk yıllarında Irak tüm askeri gücünü tamamen İran üzerine yoğunlaştırmıştı. İran ve Suriye’nin desteğiyle büyümüş olan Kürt gerilla hareketleri(KDP,KYB,SPK)daha serbest hareket ediyor ve kurtarılmış bölgeler ilan edebiliyordu. Peşmergeler eylemlerini giderek daha yoğun biçimde İran kuvvetlerinin saldırılarıyla koordine ediyorlardı. Böylece Irak rejimi sivillere karşı ağır misillemelere girişti.1988 Mart ayında Halepçe katliamı Iraklı Kürtlerin gördükleri baskı konusunda uluslar arası kamuoyu dikkat kesildi. Bu olaydan altı ay bile geçmeden vatandaşlarına bir kez daha kimyasal silah kulandı. İran ile ateşkesin hemen ardından üçüncü ve en kanlı “el Anfal” saldırısı Ağustos 1988’de gerçekleştirildi. Bu saldırı KDP bölgesine yönelikti ve binlerce kişinin ölümüne ve diğerlerinin panik içinde kaçmasına neden olan zehirli gaz kullanıldı. Irak ordusu sınıra varmadan 65.000 kişi sınırı geçerek Türkiye’ye girdi; sayısı belirsiz pek çok kişi de İran’a kaçtı.
            Irak’ın Kuveyt yenilgisinden sonra Mart 1991 ‘de Kürtler o zamana kadar ki en büyük kitle ayaklanmasını gerçekleştirdiler. Bu kez ayaklanma partiler aracılığı ile değil de, o güne dek Baas rejimi ile işbirliği yapmış pek çok şehirli Kürdün inisiyatifi ile hayata geçirilmişti. Irak tank ve helikopterleri isyankâr kentlere saldırdı. Fosfor ve sülfürik asit bombardımanı pek çok kürdün moralinin hızla bozulmasına yol açarak yüz binlercesinin dağlara ve Türk yâda İran sınırına doğru kaçmalarına neden oldu. Saddam Kürt sorununu komşu ülkelere kelimenin tam anlamıyla ihraç etmişti.
            Türkiye’nin konuya yaklaşımındaki değişimler
            1980’lerin başlarında Türkiye’de Kürt sorunu bir yana, Kürtlerin varlığı bile kesinlikle inkâr ediliyordu. 80’lerin sonlarına doğru ise Kürt meselesi en hararetle tartışılan konu haline gelmişti. Mart 91 de Irak daki ayaklanma sırasında Başbakan Turgut Özal beklenmedik bir adım atarak Iraklı Kürt önderleri yarı resmi olarak görüşmeye davet etti. Özal Türkiye için de bunun geçerli olabileceğini ima ederek, Irak için en iyi çözümün federal devlet olacağını belirtti. Bundan kısa bir süre öncede Kürt dilinin kullanımına ve Kürtçe yayınların sansür edilmesine ilişkin yasaklar kaldırılmıştı.
            Bu yaklaşımda ki temel değişim Türkiye’nin AB’ye girme arzusu ve çeşitli aydınların gayretleriydi. PKK 1980’lerden önce de şiddet eylemlerine karışmıştı. Bundan sonraki on yıllık dönemde yaratmış olduğu radikal şiddet yanlısı örgüt imajına sadık kaldı.1984’ten bugüne, PKK çapı giderek genişleyen, çapı ülkenin iç kesimlerine kadar uzanan bir gerilla savaşı sürdürmektedir. Sonuç olarak PKK Türk ordusuna karşı somut olarak karşı koyan tek örgüttü. Pek çok PKK’lı eylemci öldürüldü ancak parti yeni üyeler bulmakta zorluk çekmedi. Sonunda otoriteler basit bir eşkıyalık sorunu olmadığını, gerçek bir gerilla savaşı verildiğini kabul etmek zorunda kaldı. 1980’de askeri cunta yoluyla Kemalizmi tekrar hayata geçirme girişiminden sonra bu ideolojinin toplumun geniş kesimlerince kabul görmediği açıkça ortaya çıkmıştı. Bu otomatikman Kürtlerin kültürel ve siyasi hakları anlamına gelmese de, bunların meşru olarak talep edecekleri bir ortam doğdu. Artık Kürt sorunundan söz edilebilir ve bu sorunun mahiyeti tanımlanabilirdi.
           
            İkinci bölüm: Aşiretler, aşiret reisleri ve aşiretsiz gruplar
            Kürt aşireti gerçek ya da gerçek olduğu varsayılan ortak bir ataya dayanan ve akrabalık temelinde örgütlenmiş,genellikle toprak bütünlüğü de olan (dolayısıyla ekonomik)kendine özgü bir içyapıya sahip sosyo-politik bir birimdir. Akrabalık, aşiret örgütlenmesinin temel prensiplerinden biridir. Özellikle küçük aşiretlerde insanlar aşiretlerlerine bağlıdır, zira aşiret mensupları aynı zamanda birbirinin akrabasıdır. Akrabalar arasındaki bağlılık geniş ailenin veya sülalenin sağladığı ekonomik ve psikolojik güvenceyle açıklanabilir.
            Bazı durumlarda aşiret mensuplarının ortak ekonomik çıkarları vardır, örneğin grup dayanışmasına temel teşkil eden meraların oluşu gibi… Ortak ekonomik çıkar anlamına da gelen “ortak mekan”grup dayanışması için anlaşılır bir neden teşkil eder. Köylerde çoğunlukla bir aşiretin bir bölümü yaşar ya da bunlar aralarında pek yakın akrabalık bağları olmayan sülalelerden oluşur. Aynı akrabalık ilişkileri kısmi zıtlaşmada da rol oynar. Eğer aralarında çatışma çıkanlar akraba ise taraflar en yakın kan bağı esasınca teşekkül eder. Her ikisine aynı yakınlıkta olanlar çatışmada tarafsız kalır. Böylelikle neredeyse tüm ihtilaflar kan davası karakteri gösterir. Genelde iki grup arasındaki çatışma, her iki grup tarafından da otoritesi kabul edilen bir aracı tarafından sona erdirilebilir. Birimler genişledikçe çatışma ihtimali daha da artar. Küçük aşiretlerde saygı duyulan biri aşiret reisi olabilir; genel kabul üzerine yönetimini sürdürür ve ender olarak reisin otoritesini sorgulayan çatışmalar ortaya çıkar. Ancak büyük aşiretler eninde sonunda kan davası veya başka çatışmalar nedeniyle daha küçük aşiretlere parçalanırlar. Bu durum eğer otoritesi herkes tarafından kabul edilen bir aracı olursa önlenir. Bu durum da büyük aşiret reislerinin ve emir beylerinin, neredeyse hepsinin kendisini aşiret dışından bir kökene dayandırma nedenini açıklar. Bu iddiaların doğru olup olmaması önemli değildir. Asıl önemli olan etmenler; aşireti oluşturan birimlere olan yeterli mesafe ve karizmadır. İtibarlı bir yabancı köken, aşiret reisine her ikisini de sağlar. Aşirete güçlü bir aşiret reisini gerekli kılan iç ve dış çatışmalardır. Aşiret reisinin aşiret üyelerine barış ve güvenlik hissi verebilmek için belli bir derecedeki çatışmalara çözüm bulması gerekir, ancak bunları tamamen ortadan kaldırmamalıdır, zira böyle bir durum kendisini vazgeçilebilir kılabilir.
            Aşiretsiz Kürtlerin kendilerine ait toprakları olmadığından ya yarıcı ya da topraksız tarım işçisi olarak yaşamlarını sürdürürler. “Aşiretsiz” teriminin ifade ettiği gibi akrabalık temelinde bir örgütlenmeleri olmadığı için politik alanda da hiçbir ağırlığı olmayan, küçük sülalelerden ibarettirler. Aşiretlilere göre iki ayrı kast vardır; efendiler ve hizmetkârlar. Aşiretliler savaşçıdırlar ve çalışmazlar. Aşiretsizler savaşmaya uygun olmadıklarından ağaların onların emeklerini sömürmesi gayet doğaldır. Onlar üretken mallardır, bir koyun sürüsünden farkları yoktur. Ancak Kürdistan’daki kast engelleri sanıldığından daha az katı olabilir. Aşağıdaki gözlemler ile aşiretlilik- aşiretsizlik arasındaki mesafenin her iki taraf için de aşılabilir olduğu sonucuna varılabilir.
1-Yoksullaşan göçerler maddi ihtiyaçların dayatması ile yerleşmeye ve tarım yapmaya zorlanmışlardır. Bu yerleşik aşiretler giderek aşiretsel örgütlenme özelliklerini yitirebiliyorlardı. Özellikle bir başka aşiretin boyunduruğuna girdiklerinde, sülaleler politik fonksiyonlarını yitiriyordu.
2-Öte yandan, aşiretli olmayan köylüler bireysel olarak ya da gruplar halinde, güçlenen aşiretlere katılabiliyordu. Aşiret reisi savaşçıya ihtiyaç duyduğunda, askerlerin şeceresi konusunda seçici davranamıyordu.
3-Yaklaşık sekiz yüzyıldan beri süregelen Türk ve Kürt(ve Arap)aşiretler arasındaki ilişki sırasında, bazı Kürt aşiretleri Türkleşirken, bazı Türk aşiretleri de Kürtleşmiştir. En dikkate değeri ise Kürdistan’daki Kürt aşiretleri ile Hıristiyan azınlık arasındaki değiş tokuştur. Birçok gezgin birlikte yaşayan Ermeni ve Kürtlerin birbirlerine diğer bölgede yaşayan soydaşlarından daha çok benzediklerini gözlemlemişlerdir. Bu benzerliğe Kürt aşiretleri arasında Hıristiyanlardan kız kaçırmanın yaygın olmasına bağlanabilir, ancak önemli miktarda Hıristiyanın Kürtleşme sürecinde olduklarına dair gözlemler de vardır.Molyneux-Seel’ın(1914)gözlemlerine göre Dersimdeki önemli miktarda Ermeni, Kürt Alevisi olmuştur.1976’da Siirt’te yazar tarafından kısa bir süre önce etnik kimliklerini değiştirmiş olan Ermeni topluluklarıyla karşılaşılmıştır. Sadece Kürtçe ve Türkçe konuşuyorlardı ve Müslüman olmuşlardı. Bazı gençler aktif Kürt milliyetçisiydiler. Bununla birlikte yazara ilk beş dakika içinde Ermeni kökenli olduklarını söyleyerek tamamen Kürt olmadıklarını bir şekilde belirtiyorlardı.
            Kürtlerin kökenlerinin heterojen olduğunda şüphe yoktur. Aşiretli ve aşiretsiz olanlar ve “çingeneler”üç büyük sosyal katmanı oluşturmaktadır. Her katmanın kendi içinde de hiyerarşik bir sistem vardır; köylülerin arasındaki hiyerarşinin belirlenmesinde toprakla olan ilişkileri rol oynar. Göçer aşiretler arasında ise askeri üstünlük ve siyasi egemenlik belirleyici olmaktadır. Sülaleler halinde örgütlenme göçerler arasında doğal bir sosyal örgütlenme biçimidir. Yerleşik olup, bir süreden beri savaşa girmemiş aşiretler arasında sülale örgütlenmesi de zayıflar, özellikle başka bir aşiretin egemenliğine girdiklerinde de siyasi işlevi kaybolur.
            Üçüncü bölüm: Aşiretler ve devlet 
            Aşiret reislerinin kendilerini vazgeçilmez kılmalarının başka bir yolu da devletle olan tüm ilişkilerde arabuluculuk yapmalarıdır. Osmanlıların ve devletlerin ardıl iktidar aygıtının nüfuz etme gücü arttıkça aşiret örgütlenmesinin daha alt mevkilerde olanlarda bile oynadığı politik roller önem kazanmıştır; mirlerden sonra büyük aşiretlerin reisleri daha sonra da küçük aşiretlerin veya aşiret kısımlarının reisleri ve nihayet köy ağaları…
            19.yüzyılın ilk yarısında Osmanlı İmparatorluğu üzerinde birbirine zıt iki eğilim etkili olmaktaydı. Denilebilir ki, aynı anda hem merkezkaç, hem de merkezleştirici eğilimler etkindi. Böylece bu dönemde, bir yandan Kürt emirlikleri için ölüm çanları çanları çalarken, diğer yandan iki Kürt emirliği, daha önce görülmemiş bir güce ve ihtişama ulaştılar. Bir gözü sakat olduğu için Miri Kor(kör mir)diye anılan Rowanduz’lu Mir Muhammad,1814’te eski güç ve zenginliğini yitirmiş durumdaki Soran emirliğinin yöneticisi oldu.1814–1847 yılları arasında Irak’ın kuzey kesimlerini fethetmiş ve büyük başarılara ulaşmış mirin ölümünden sonra Soran emirliğinin sonu geldi; ondan sonra Rewanduz, Türk görevlilerce yönetildi. Tarihe karışmadan ikinci parlak dönem yaşayan diğer emirlikse, miri Bedirhan Bey’in yönetimindeki Botan’dı. Birçok Kürt, onun yönetim ve ayaklanmasını, modern Kürt milliyetçiliğinin ilk dile gelişi saymaktadır.
            Osmanlı yönetimi sırasında Toprak Yasası’nın uygulanması çok eksik kalmıştı. İngilizler tapu dairesini yeniden faaliyete geçirdi, çünkü ayrıntılı kayıtlar, bölgeden gelir sağlamanın başlıca yolu sayılıyordu. İngiliz politikası reisleri insanlara karşı korumayı yeğlemiştir.1923–1929 arasında Irak Yüksek Komiseri Sir Henry Dobbs bunu kendi toprak politikasının temel taşı yapmıştı.
            Kürt aşiret milislerinin kurulması: Hamidiye
            1891’de imparatorluğun doğu eyaletlerini denetlemek üzere aşiret reislerinin yönetiminde bir aşiret milisi, yani bir tür jandarma kuvveti oluşturuldu. Bu milislere sultanın adı verildi: Hamidiye. Subay olarak atanan aşiret reislerinin yeni yetkilerle donatılmasının açık sonucu, bu kişilerin gücünün artması ve tabi bunun da istismara yol açmasıydı. Başka bir sonuç da, bazı aşiretlerin diğerleri karşısında güçlenmesiyle bölgedeki güç dengesinin değişikliğe uğramasıydı. Bu da Abdulhamid’in diğer reaksiyoner önlemlerinin birçoğu gibi büyük güçlerin, özellikle İngiltere ve Rusya ‘nın tehditkâr tavırlarına bir karşılıktı. Abdulhamid’in kanlı, acımasız, gerici ve zalim bir hükümdar olduğuna ilişkin Batı’daki imaj o dönemdeki ön yargılı Avrupalılarca yaygınlaştırılmıştır. Başta Shaw(1977)ve Duguid(1973) olmak üzere yapılan çalışmalarda, birincisi reformların onun döneminde sona ermediği, aksine artarak sürdürüldüğünü, ikincisi ise uluslar arası durum ve imparatorluğun içindeki emperyalist kışkırtmalar veri alındığında aldığı önlemlerin pek çoğunu almaktan başka bir çaresi olmadığını ortaya koymuştur.
            Hamidiye alayları hem sultana bağlılığı Kürtler için cazip kılmanın bir aracı hem de doğuda düzeni sağlamanın en etkili yolu olarak görülmelidir. Kürtler padişahı kendileri için sultanların en iyisi olarak görüyor ona Bave Kurdan     “Kürtlerin Babası”diyorlardı. Bir ağanın Hamidiye komutanlığına seçilmesi aşiret içindeki rakipleriyle olan tartışmaların bir anda onun lehine kapanmasını da beraberinde getiriyordu. Çünkü komutan yapılan ağa, aşiret mensuplarını kendi yanına çekmek için dağıtabileceği silah veya yüksek değer atfedilen bir iş gibi pek çok şeye sahip oluyordu. Üstelik Hamidiye birliklerini rakiplerinin ve düşmanlarının üstüne sürebilirdi.  
            Hamidiye komutanlarından en az ikisi, bu şekilde öyle büyük güce ulaştı ki, sonunda devlet için tehlike oluşturdular.Miranlı Mustafa Paşa ;Botan Emireliğinin reisleri arasından sadece o alayın başına getirilmiş ve paşa yapılmış, diğer göçer aşiretlerin reisleri daha küçük rütbeler almışlardı.Osmanlı yönetiminin bölgede hatta Cizrede etkinliği yoktu;her şey Mustafa Paşanın ellerindeydi.Hamidiye komutanlarını koruyucusu Erzincan’daki Dördüncü Ordu’nun komutanı ve sultanın kayınbiraderi Zeki Paşa’ydı.Arkasının sağlamlığı ve uzlaşmacı olmayan şiddete dayalı iktidarıyla Mustafa Paşa eski mirlerin iktidarının farklıydı. Mustafa  Paşa adı hala korkuyla anılmakta ve Kuzey Cezire’de ailesine büyük saygı gösterilmektedir. Milanlı İbrahim Paşa; ünü yöresel boyutları çok aşan başka bir Hamidiye komutanıdır. Türk ve yabancı yazarlar onu efsanevi bir haydut , “Kürdistan’ın taçsız kralı”olarak tanıtıp daha da ünlendirmişlerdir.1863 yılında Milan’ın reisi olan İbrahim egemenlik alanını oldukça genişletti ve daha büyük bir bölgenin haracını toplar oldu. Böyle güçlü birinin Hamidiye komutanı yapılması sultanın asıl amacının aşiretleri dengelemek olmadığına işarettir. İbrahim Paşa sultanına hep sadık kaldı ama sultana karşı ilk protesto eylemi Diyarbakır da kentin surlarını çevirip sakinlerini rahatsız etmeye başlayınca oldu. Aralarında Z.Gökalp’ın de bulunduğu gençler kentin postanesini işgal ettiler ve sultanın Paşayı güneye Hicaz demiryolunu koruma görevine yollama sözüne kadar da dağılmadılar. Temmuz 1908’deki jöntürk ihtilali Abdülhamit yönetimini sona erdirdi. Yeni rejimi tanımayan İbrahim Paşa muhtemelen padişahını desteklemek amacıyla ihtilalcilere karşı bütün Suriye’yi ayaklandırmaya çalıştı. Ancak Türk ordusunun başarılı harekâtıyla mağlup oldu ve kısa süre sonra da öldü.
            Kurtuluş Savaşı kazanıldıksan sonra Kemalist yönetim, toprak bütünlüğünü korumak endişesiyle, Kürtleri ve Türk olmayan diğer grupları asimile etmeye yönelik bir politika güttü.1925 ve 1928-31’deki büyük Kürt ayaklanmalarından sonra bu siyaset hem hızlandı hem de şiddetlendi. Hükümet, her türlü biçimiyle dolaylı yönetimi bir kenara bırakıp aşiret reislerinin aracılık konumunu büyük ölçüde ortadan kaldırdı. Şeyhler yoğun baskı altına alındı ve pratikte oynamakta oldukları siyasal rolü yitirdiler. Bu durum birçok bölgede kan davalarının ve çatışmaların artmasına yol açtı.
            Türkiye’de ağaların devlet sayesinde güç elde etme girişimleri resmi görevlilerle kurulan ilişkilerle sınırlı değildir. Hem parlamento hem de yerel yönetim başkanlıkları için serbest seçimler yapılmaktadır. Ağalar bir kez meclise girdi mi artık kendi çevresi için yapılacak çok şey vardır. Milletvekilleri ve belediye başkanlarının konumlarından yararlanarak yerel güçlerini artırma imkânları çok büyüktür. Bu yüzden seçim dönemi yoğun siyasi mücadele ile geçer, geleneksel rekabet yeni boyutlar kazanır. Kürt toplumu böyle dönemlerde daha fazla aşiret olma özellikleri gösterir.
            Son beş yüzyılda Kürt toplumu, genellikle toplumsal evrimin başlıca evreleri olarak kabul edilen aşamalardan geçmiştir. Aşiret, reislik ve (yarı-)devlet-ama Kürt toplumu bu aşamaları tam ters yönde yaşamıştır. Kürt siyasal kurumlarının bu gerileyişi, Kürdistan’ın parçalarının yer aldığı devletlerdeki siyasal kurumların gelişmesinin doğrudan bir sonucudur.
            Dördüncü bölüm: Dervişler, evliyalar ve politikacılar
            İslam dünyasında derviş tarikatlarının sayısı çok fazladır, ama Kürdistan’da bunlardan sadece ikisi bulunmaktadır. Kadiri ve Nakşibendî tarikatları. Her şeyh bunlardan ya birine ya da diğerine bağlıdır. Bu iki tarikat şeyleri arasında kıskançlık her zaman söz konusudur.
            19.yüzyılın ilk otuz yılında Mevlana Halid’in Nakşibendî tarikatını yaymak amacıyla giriştiği eylemler neticesinde Kürdistan’da şeyhlerin sayısında artış oldu. Pozisyonları itibariyle zaten aşiretsel çatışmanın dışında yer alan şeyhler iç çatışmalara son verebilecek tek otorite haline geldiler. Bu arabuluculuk eylemini yerine getirirken kendi güç ve zenginliklerini uzlaştırdıkları taraflar aleyhine artırdılar. Böylece şeyhler Kürdistan’ın en güçlü yerli kişileri oldular ve açıkça milli duyguların odağı haline geldiler. Tapu kayıtları da birçok şeyhe dünyevi güçlerini pekiştirmeleri için fırsat vererek onları resmi toprak ağaları haline getirdi.
            Aşiretlilerin çoğunun şeyhleriyle olan ilişkileri yüzeyseldir. Pek çok şeyh kutsallıklarıyla yaptığı şöhreti kurnaz bir ticari ve politik kavrayışla bütünleştirir. Zengin olmak için en emin yol kerametleriyle ün yapmaktan geçer. Birçok şeyhin Allah’a onlar adına da yalvardığı için kendisine müteşekkir olan zengin müritlerinden miras kalmış toprakları da vardır. Aşiret reisleri artık köylülerden, feodal sistemde geçerli, reis için çalışma zorunluluğunu uygulayamazken, şeyhlerin bu hakkı hala saklıdır ve genellikle emeklerinin karşılığı olarak şeyhin duasından başka şey almazlar. Tarikatların yasaklandığı Türkiye’de dahil olmak üzere, pek çok şeyh her yerde toprak sahibi azınlık arasında yer alır ve yerel devlet otoritesinin temsilcileriyle iyi ilişkiler içindedir. Bu da onların köylüleri sömürmeye devam etmelerine imkân verir. Çoğunlukla ağa, şeyh ve devlet memurları karşılıklı ekonomik ve siyasi çıkarları dolayısıyla birbirleriyle iyi ilişkiler içindedirler. Bu üç gruptan bireyler arasında çetin ihtilaflar ortaya çıkabilirse de bu kategori içindeki ilişkiler sembiyotikdir, her biri diğerinin konumunu destekler ve güçlendirirler.
            1925’te tekkelerin kapatılması ve şeyhlerin takibata uğraması etkilerinin azalmasına yol açan en önemli neden olarak gösterilebilir. Bu önlemler, Atatürk’ün üniter ve laik bir devlet kurma arzusunu gerçekleştirmesini tehdit eden Kürt milliyetçiliği ve anti-laik hareketlere tepki olarak alınmıştır. Sosyo-ekonomik seviyenin artması eğitim düzeyinin yükselmesi de bu etkinin azalmasını gösteren önemli faktörlerdir. Giderek müritler şeyhlerini kutsal ve en bilgili kişiler olarak nitelemekten ziyade onları kendilerini sömüren kişiler ya da sıradan üçkâğıtçılar olarak görmeye başladılar. Din hem burjuvalar hem de proleterler arasında etkisini kaybetti. Genelde Türkiye’de şeyhlerin nüfuzu dikkat çekecek derecede azalmıştır. Hem sayıları hem de birkaç istisna dışında, taraftarları azalmış ve son nesilden birçok şeyh yerine birini atamadan ölmüştür.
            Son olarak Türkiyeli Kürtler arasında bu güne dek en önemli dini hareket Nurculukdur.Bu hareket değişik nedenlerden kişilerin ilgisini çekiyor gibi görünüyor: Tasavvufa eğilim duyanlara Risale-i Nur’un önsezisel ve mistik özelliği,dinci aydınlara eserin modern bilimlere gösterdiği olumlu yaklaşım,Kürt milliyetçilerine “eski Said”ve tutuculara hareketin anti-komünist yapısı hitap ediyor. Şimdilerde de-1980’li yıllar- hareket askeri rejimlere gösterdiği muhalefetle sempati topluyor ve Nurcuların gazetesi askerlerin hazırladığı 1982 anayasasını açıkça reddettiğinden yasaklanıyor.
            Beşinci bölüm:Şeyh Said isyanı
            Şeyh Said ayaklanması Kürt milliyetçiliği tarihinde yeni bir dönemin başlamasına yol açmıştır. Şeyh ve ağaların devlet ile karşılıklı etkileşimine bir örnek teşkil ettiğinden bu ayaklanma son bölümün konusu olarak ele alınmıştır.
            Mart 1924 ‘te halifeliğin kaldırılmasıyla birlikte Türk-Kürt kardeşliğinin en önemli sembolü ortadan kaldırılmış oldu. Artık Ankara hükümetini dinsizlikle lanetlemek mümkün olmuştu ve hükümetin aldığı diğer tedbirler de bu suçlamayı haklı çıkartacak nitelikteydi.1924 yılında halkçılık adına Kürt dilinin umumi yerlerde konuşulması yasaklandı; feodalizmin kaldırılması adı altında yalnızca Kürt ağaları değil Kürt aydınları da Batı Türkiye’ye sürüldü. Büyük toprak sahibi Kürtlerin topraklarına el konulması ve Kürdistan’a yerleşecek Türkçe konuşan göçmenlere dağıtılması mümkün kılındı.
            Türkiye sınırları içinde de 1923’te yeni bir gizli örgüt kuruldu.(Özgürlük) yani Azadi’nin diğer örgütlerden farkı başkentte değil Kürdistan’da aktif olan ve dolayısıyla dış gözlemcilerin fark edemeyeceği kadar gizli bir örgüt olmasıdır. Ayrıca diğer örgütlerden farklı olarak yabancılara yönelik propaganda faaliyetlerine girişmediler. Azadi üyeleri Türk ordusunda subaydı ve bu subaylar İngiliz soruşturmacılarına Türk Hükümeti tarafından Kürtlere yapılan muameleye ilişkin uzun bir şikâyet listesi sunmuşlardır:
1.Türklerin Kürtleri Batı Türkiye’ye dağıtarak, onların yerini doğuya Türkleri yerleştireceklerinden korkulmuş yani azınlıklara ilişkin yeni kanun şüphe yaratmıştı.
2. Türk ve Kürtleri birbirlerine bağlayan en son bağ halifelik kaldırılmıştı.
3.Kürt dilinin okul ve mahkemelerde kullanımı kısıtlanmıştı.
4.Tüm coğrafya kitaplarından “Kürdistan”tabiri kaldırılmıştı.
5.Kürdistan’daki tüm yüksek hükümet görevlileri Türk dür.
6.1923’teki T.B.M.M. seçimleri sırasında doğu illerinde seçimlere hükümet müdahale etmişti.
7. Hükümet sürekli bir aşireti diğerine karşı kullanma politikası izliyordu.
8.Orduda Kürtlerin kademe ve mevkileri Türklerle eşit değildi.
9.Türk Hükümeti Alman sermayesinin yardımıyla Kürtlerin yeraltı zenginliklerini sömürme girişimindeydi.
            Türk ordusundaki birçok subayın milliyetçi harekete sempatileri vardı. Diyarbakır’daki 7.Ordu’nun subay ve erlerinin en azından yüzde ellisini Kürtler oluştururken Türk subaylarının çoğunun Kürt hareketine sempati duydukları söyleniyordu. Bu bilgileri verenlere göre Azadi ‘nin önderleri ordu ya da milis subayı olarak en az on sekiz yerel kolu daha bulunuyordu. Soruşturmayı yapanlar gerçek bir örgütün ve hedeflerinin varlığı konusunda fazla bir intiba edinmediklerine dair yorum ve görüş bildirdiler. İngilizlere yukarıda ki bilgileri verenlerin İhsan Nuri ve arkadaşları olduğunda şüphe yoktur. İhsan Nuri ve önemli Azadi üyelerinin bulunduğu 7.Orduya bağlı bir alay ile Ağustos 1924’te Hakkari’deki Nasturileri cezalandırmak üzere sefere gönderildiğinde ,bu kişiler hükümete bağlılık duymadıklarını gösterdiler. Sonra ki yıllarda 1929–30 Ağrı ayaklanmasında İhsan Nuri;  “büyük askeri önder, Kürt hareketinin taktik dehası” olarak tekrar sahneye çıktı.
            Türk hükümeti Kürt milliyetçi hareketinden gelen tehdidin ciddiyetini kavradı. Azadi üyelerinin tutuklanmasıyla birlikte planların değiştirilmesi gerekti. Bu durumda da o zamana kadar önemli bir etkisi olan Şeyh Said büyük önder olarak ortaya çıktı. Şeyh Said ne istediğini biliyordu, insanları ikna etme yeteneğine sahipti ve diğer gerekçeleri yeterli olmadığı takdirde dindarlığına ilişkin ününün büyüklüğü işe yarıyordu. Ayaklanmayı koordine etmek ve tutuklanmayı önlemek amacıyla Hınısı terk ederek Çapakçur-Hani-Lice-Palu bölgesine gitti. Eğer başarı isteniyorsa öncelikle aşiretler arası ihtilafların halledilmesi gerekiyordu. Zaza konuşulan bölgeye varmadan Kırmançi konuşan Cibranlı aşireti mensuplarıyla görüştü. Öncelikle göçer olan bu aşiret şimdi Karlıova, Varto bölgesini başta Hormek ve Lolan olmak üzere Kürt ve alevi aşiretlerle paylaşıyordu. Şeyh Said Hormek aşiretini Ankara hükümetine karşı cihada çağırdı. Bu aşiret alevi olduğu için bu çağrı pek yankı yapmadı ve Cibranlılarla aralarındaki husumetin son bulmasına bile sağlayamadı. Ayaklanma başladığında da bu iki aşiret jandarma ve ordudan daha etkin bir biçimde ayaklanmacılara karşı savaştılar. Bu olumsuz örnek dışında şeyh bu gezisi sırasında birçok ufak tefek ihtilafı çözdü. Bu gezi güvendiği adamlara yaklaşan ayaklanmaya ilişkin etraflıca bilgi verme imkânı sağladı. Ayaklanma da askeri operasyonların yürütüleceği cepheler, yerel koşulları iyi bilen şeyhlerin komutası altında olacaktı:
1.Kuzey/Kuzeydoğu cephesi; Melekanlı Şeyh Abdullah komutasında olacaktı.
2.Harput-Elazığ cephesi; Gökdereli Şeyh Şerif komutasında olacaktı.
3.Ergani cephesi; Şeyh Said’in kardeşi Abdurrahim’in denetimine verildi.   
4.Diyarbakır cephesi; doğu kanadı Hakkı Bey, batı kanadı ise Emeri Faruk’un komutasındaydı.
5.Silvan cephesinin önderliği Şeyh Şemsettin’deydi. Küçük bir askeri konseyin yardım ettiği Şeyh Said ise tüm operasyonların üst denetimini elinde tutuyordu.
            Diyarbakır’a saldırı 29 Şubat’ta başladı. Şehir üç-beş bin Kürt tarafından kuşatıldı.2 Mart’ta saldırıya geçildi. Askeri harekât yoluyla şehir ele geçirilemeyince kentteki Zazaca konuşan Kürtler yardımıyla şehre girmeyi başardılar. Bu arada diğer cephelerde ilerleme kaydedildi ve birçok başarı elde edildi.
            27 Martta büyük birlikler ayaklanmayı bastırmak amacıyla Diyarbakır’a yaklaştığında asiler kuşatmayı kaldırdılar ve ovadan kuzeydeki dağlara çekildiler. Asilere karşı çemberi daraltan Türk ordusu 3–8 Nisan da Genç-Lice bölgesinde yapılan çatışmalarda Kürtleri hezimete uğrattılar. Küçük gerilla birliği ile bu çemberi yarıp Murat Nehrini geçerek İran’a doğru gitmekte olan Şeyh Said ve yakın arkadaşları 27 Nisan’da yakalandılar. Yaygın kanıya göre muhalifleri olan Cibran aşiret reislerinden Kasım Bey’in ihanetine uğramışlardı. Takriri sükûn uyarınca mahkemeler kuruldu, ayaklanmayla ilgisi bulunmayan bazı nüfuzlu kişiler de dahil birçok kişide idama mahkûm edildi.4 Eylül 1925’te Şeyh Said ve 47 Kürt önderi Diyarbakır’da asıldı. Tüm ayaklanma bölgesinin halkı batıya sürgün edildi. Şeyhlerin ayaklanmada oynadıkları rol dolayısıyla 25 Aralık 1925’te çıkarılan bir kanunla tekkeler, türbeler ve diğer tüm ziyaretgâhlar kapatıldı.1928’de hükümet genel af çıkardı. Ayaklanmadan geri kalan gerillaların pek çoğu dağdan inerek af kapsamına alınmayı kabul etti. Türk hükümetinin tamamen kontrol altına alamadığı tek bölge Celali aşiretinin yaşadığı Ağrı Dağı bölgesiydi. Af kanununa rağmen kendisini emniyette hissetmeyenler bu bölgeye gittiler. Bunlara Kuzey Kürdistan’dan Kürt milliyetçilerde katıldı. Suriye’de üslenmiş olan Kürt milli cemiyeti Hoybun bölgeye adamlarını gönderdi. İhsan Nuri ve bazı iyi eğitim görmüş subaylar direnişi örgütlediler. Aşiret reisleri bunlara katıldı. Bir hükümet oluşturuldu. Türk kuvvetleri, ilk çatışmada tamamen hezimete uğratıldı. Bu başarılar diğer milliyetçilerin de harekete geçmesini sağladı ve 1930’daki Ağrı ayaklanması Türk hükümeti için Şeyh Said’inkinden daha büyük bir tehdit oluşturdu. Bu ayaklanmada büyük çapta bastırıldı. Ancak 1938’deki üçüncü büyük ayaklanma olan Dersim ayaklanmasının bastırılmasına dek Kürdistan pasifize edilemedi.1938’de büyük insan kayıpları pahasına bu pasifizasyon sağlandı.
            Ayaklanma ne tamamen dini ne de tamamen milliyetçi nitelikteydi. Ayaklanmayı tasarlayanların milliyetçi motivasyonlarından şüphe olmamasına rağmen bunların arasında da halifeliğin kaldırılmasından duygusal olarak etkilenenler vardı. Ancak ayaklanmada Şeyh Said’le yakın işbirliği yapanlardan Fehmi Bilal Efendi, Allah’a karşı gelen ve dini herkesin önünde alaya alan biriydi. Kapasiteli bir insan ve katıksız bir milliyetçi olduğundan şeyh onu sağ kolu yaptı. Şeyh Said ve Azadi üyelerinin ilk hedefi bağımsız bir Kürdistan kurmaktı. Şeyh Said ve diğer önderler öldürüldükten, tutuklandıktan ya da kaçtıktan sonra hareketin dini görünümünden hiçbir şey kalmamıştır. Hükümet kuvvetlerine karşı savaş sürdüren gerillaların ve daha sonra ki Ağrı ayaklanmanın önderlerinin söylemleri dini değil katıksız milliyetçi söylemlerdir. Gerillalar devletin kanunlarıyla toplumun normlarının çatıştığı her yerde ortaya çıkan eşkıyalık geleneğini izlediler ki, bu Kürdistan’a özgü bir olguydu. Bu”geleneksel”itici güçler ayaklanmaya katılanlarda da kesinlikle rol oynamıştır. Bu yüzyıldaki Kürt milliyetçiliği; her zaman eşkıyalık,  politik amacı için savaşma, hükümetin geleneksellerine tecavüzüne kızgınlık arasında bir yerde durmuştur. Halen de bu ikisi arasında bulanıklık büyük ölçüde sınır çizgisindedir.
            Altıncı bölüm: Sonuç
            Ağa ve şeyhlerin otoritesi Weber’in geleneksel ve karizmatik diye tanımladığı otorite biçiminin birleşimidir. En yaygın meşruiyet türlerinden biri tipik olarak gelenekseldir. Ağa ve şeyhlerin atalarını meşhur bir kişiye; ya bir İslam kahramanına ya da kutsal sayılan bir kişi veya o kadar eski olmasa da savaşçı bir aşiret reisine dayandırmaları yaygın ve tipik alışkanlıktır. Ancak yine de söz konusu geleneksel meşruiyet tek başına yeterli değildir. Eğer sözü edilen bir aşiret reisi ise cesaret, zekâ, cömertlik, şeyh ise ruhani kudret ve başkalarına örnek olan dindarlık aranır. İmajı çekip çevirmek önemlidir ve birçok ağa ve şeyhde bunun gayet farkındadır.
            Kürdistan’da sözlü olarak anlatılan ve yenileri yaratılan destanlar Avrupa ilkokullarında okutulan tarih dersleriyle aynı işlevi görür. Aşiret reislerinin veya şeyhlerin eylemleri süslenerek ve idealize edilerek var olan durum meşrulaştırılır. Yönetenlere sevgi ve hayranlık taraftar veya müritlerinin zihinlerine yerleştirilir.
            Modern eğitim sistemi ve radyo yayınları geleneksel toplumunkinden hayli farklı değer yargıları yaygınlaştırmaktadır. Özellikle Türkiye’de öğretmen kuşakları ve okul kitapları sürekli olarak ağaları ve şeyhleri alaya almış, gerici ve anti-demokratik olarak lanetlemiştir. Değişik nedenlerden de olsa birçok Kürt milliyetçisi aynı tonda konuşmuştur. Devlete, ümmete, işçi sınıfına ya da Kürt milletine bağlılık gibi yeni bağlılıklar yaratma çabaları geleneksel bağları daha da zayıflatmıştır. Her şeye rağmen birincil bağlılıklar dikkate değer bir direnç ve koşullara ayak uydurabilme yetisi göstermektedir.
            Gerçekte tüm Kürt parti ve örgütlerinin önde gelenleri geleneksel yöneticilerden yani ağa, şeyh ya da onların yakın akrabalarından oluşuyordu. Sömürülenlerin baş kaldırarak geleneksel bağlılıkları reddettiklerine ilişkin örneklerde asıl belirleyici saik ekonomik değişimden ziyade dışarıdan gelen politik etmendir.