7 Nisan 2012 Cumartesi

Ateşten Gömlek, Halide Edib Adıvar

Ateşten Gömlek, Halide Edib Adıvar, Özgür Yayınları, 2005, İstanbul
Halide Edip'in kaleminden Milli Mücadele.

Kitapta; Milli Mücadele sırasında ayaklarından ve kafasından yaralanmış Peyami adlı aslen hariciye memuru olan zabitin hayranlıkla takip ettiği arkadaşları İhsan ve Cemal adındaki zabitler ile İzmir’in kurtuluşu yoluna baş koymuş askeri hastanelerde gönüllü hemşirelik yapan Ayşe’nin yaşadıkları ışığında, Kurtuluş Savaşı dönemi anlatılmaktadır. Kitap “Sakarya Ordusu”na ithaf edilmiştir.
Halide Edib Adıvar, hikayesi için “Karşıma birdenbire çıkan Peyamiler, İhsanlar, Ayşeler bir çocuk ısrarıyla hikayelerine «Ateşten Gömlek» diyorlardı” şeklinde ifade etmektedir. 14 Haziran 1922’de Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na yazdığı mektupta; “Çocuk gibi oturdum, iki ay emsalsiz bir heyacan içinde esasları tunçtan olan insanları çamurdan yoğurdum. İhtilâl ve isyan günlerinden beri koza, kurt, kelebek devirleri tetkik edilen mahlukât gibi Sakarya silah arkadaşlarımın «Ateşten Gömlek»’de birkaç solgun aksini İstanbul, ihtilâl ve ordu günlerinden alıp kağıt üstüne koymaya çalıştım. İstediğim gibi olmadığı için silah arkadaşlarımdan af dilemek isterdim. Bize onlar ilham ettiler... Eser Sakarya’nındır...” demektedir ve “Kimbilir bu uzak atide Türk gençliğinin sırtındaki «Ateşten Gömlek» ne kadar bizimkilerden başka olacaktır...” şeklinde ilave etmektedir.
(1)    Yazar ve Kitap Hakkında Bilgi:
Halide Edib Adıvar, 1884’te İstanbul’da doğdu. Üsküdar Ameriken Kız Koleji’ni bitirmeyi müteakip 1908’de gazetelerde yazmaya başladı. 1909’dan sonra eğitim alanında görev alarak öğretmenlik ve müfettişlik yaptı. 1919’da Sultanahmet Meydanı’nda İzmir’in işgalini protesto mitinginde yaptığı etkili konuşma çok ünlüdür. 1920’de Anadolu’ya kaçarak Milli Mücadele’ye katıldı. Kendisine önce onbaşı, sonra da üstçavuş rütbesi verildi. Savaşı izleyen yıllarda Cumhuriyet Halk Fırkası ve Atatürk ile siyasal görüş ayrılığına düştü, Türkiye’den ayrıldı. 1939’a kadar dış ülkelerde yaşadı. O yıllarda Amerika’ya ve Mohandas Ghandi tarafından Hindistan’a çağrıldı. 1940’da İstanbul Üniversitesi’nde İngiliz Filolojisi Kürsüsü Başkanı oldu; 1950’de Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekili seçildi. 1954’de istifa ederek evine çekilmiş ve 1964’de vefat etmiştir.
Seviye Talip (1910), Handan (1912) ve Son Eseri (1913) gibi ilk romanları aşk öyküleri anlatan yapıtlardır. 1910 yıllarında Türk Ocağında çalışmaya başladıktan sonra yazdığı Yeni Turan adlı romanında (1912) yurt sorunlarına eğilir. Ateşten Gömlek (1922) ve Vurun Kahpeye (1923) romanlarında Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’da tanık olduğu olayları anlatır. En ünlü romanı Sinekli Bakkal’la (1936) ileri bir adım attığı ve yeni bir aşamaya varır. Eserleri: 21 roman, 3 öykü, 4 oyun ve 7 adet diğer eserlerden oluşmaktadır.
Halide Edib ADIVAR’ın en çok sevilen ve okunan eseri “ATEŞTEN GÖMLEK” ilk olarak 1922 yılının Haziran ayında İkdam Gazetesi’nde yayımlanmaya başlanmıştır. Eserin bu ilk yayımı gazetenin ikinci sayfasında, günlük tefrikalar halinde 11 Ağustos 1922’ye kadar sürmüş ve ertesi yıl da kitap olarak, eski harflerle yayımlanmıştır. Daha sonra birçok defa yeni harflerle ve yeniden düzenlenmiş haliyle yayımlanmıştır.
        (2)    Hikâye Bölümü:
Hikâye, hikâyenin başladığı ana kadar kendisini silik, cansız bir hariciye memuru olarak gören Peyami tarafından anlatılmaktadır. Peyami’nin yazdığı hikâye kendisinden ziyade sevdiği insanların hayatına aittir. Peyami hikâyesini Ankara Cebeci Hastanesi’nde iki bacakları kesilmiş ve başından aldığı yaradan dolayı ameliyat olmayı beklerken yazmaktadır.
Hikâyede yer alan başlıca karakterlerden ikisi Cemal ile İhsan’dır. Cemal, Peyami’nin annesinin amcasının oğludur ve Harb-i Umumi’de (I’inci Dünya Savaşı’nda) zabitlik yapmıştır; dünyayı dolaşmış, birçok defa yaralanmıştır. Cemal’in hikâyede yer almasının asıl nedeni kızkardeşi Ayşe’den dolayıdır. Ayşe, ilk başta Peyami’nin annesinin Peyami’yi evlendirmeye çalıştığı İzmir’li bir kızdır. Ama Peyami o dönemde sırf Ayşe ile evlenmemek için çantasını toplamış ve Avrupa’ya gitmiştir. Ancak; sonradan I’inci Dünya Savaşı’nın sonlarında ve milli mücadele döneminde Peyami de birçok diğer arkadaşı gibi Ayşe’ye aşık olmuştur.
I’inci Dünya Savaşı sonlarının yaklaştığı günlerde; İstanbul, harp sahnesi gibidir. Her gece İngiliz teyyareleri İstanbul’u bombalamaktadır. Herkeste asabiyet artmıştır. Meserret Kıraathanesi’ndeki zabitler uzun uzun mevcut durumu tartışıyor; “bir kısmı Enver Paşa’ya kızıyor, bir kısmı Almanlar’a açıktan açığa sövüyor, bir kısmı bizim kendi başımıza birşey yapamayacağımızı haykırarak söylüyor. Seyfi isminde ateşli bir yüzbaşı hâlâ harbi kazanacağımızı iddia ediyor”. Bu dönemde, Bulgarlar’ın da mütareke imzalamaları konuşulmaktadır.
Bu dönemde; Cemal, Peyami’yi, Üçüncü Ordu’dan henüz gelmiş ve tam bir İstanbul nezaketine sahip olan zabit İhsan ile tanıştırır. Tanışma anında İstanbul yine bombalanır; bombalama sonrası Cemal’in de korktuğunu ifade etmesi üzerine; Peyami “... hayat bana en korkak adamların iddia ile cesaretten bahsedenler olduğunu öğretti...” demektedir.
Peyami, hikâyedeki düşüncelerinden sıyrılıp hastane odasındaki halini görünce; Sakarya’da bacaklarını kaybetmiş, kafasından vurulmuş bir asker olarak “uzun müddet yaşamaya mahkum olmak” endişesi taşımaktadır. İçinde bulunduğu hali ile “Cemal! İhsan! Bak benim de iki bacağım koptu, kafam parçalandı. Bana karşı muhabbetinizde aşağı eğilen bir şey vardı. Niçin bunları görmeden öldünüz? Ben de bu ezeli şeyler için, bayrak için, namus için parçalandım” demek istemektedir.
Peyami, Cemal ve İhsan gibi birçok vatanperver, dönemi “dünyanın bütün insanlığı birdenbire alnımıza kötü, karanlık bir damga yapıştırmıştı. Ermeni kıtalini yapan ve medeniyet düşmanı, Almanlarla teşrik-i mesai eden medeniyet düşmanları bizdik. Zalim, barbar ve insaniyetin ortadan kaldırması lazım gelen insanlar bizdik. Bizde umutsuzluktan doğan karamsarlık filan yoktu, çocuk gibi yepyeni, taptaze ruhlarımızla medeni dünyanın bu fikrini tashih etmeye karar vemiştik. Zalim olmadığımızı söylenen şeylerin yalan olduğunu ispat eder etmez Avrupa, hakkımızı teslim edecekti. Hem hakkımızı teslim edecekti, hem hakkımızı mütevazı ve şayan-ı kabul bir şekle sokmuştuk. Gazeteler, broşürler, makaleler neşredecek, tercüme edip Avrupa’ya gönderecektik, sonra Türk gençliği bunu İstanbul’a giren ecnebilere anlatacaktı...” şeklinde değerlendirmektedir.
İzmir’in 15 Mayıs 1919’ta işgalini evvela Cemal haber alır, metanetini korumakla birlikte kardeşi Ayşe’den haber almak istemektedir. Ayşe’nin eşi Mukbil Bey’i Yunanlılar parçalamış, oğlu Hasan’a bir kurşun isabet etmiş, ölmüş ve Ayşe de yaralanmıştır. Kolu sakatlanan Ayşe, İzmir’den kardeşi Cemal’in yanına gelir. İstanbul’un işgali nedeniyle yapılan protesto mitingine katılır. Ayşe, çektiği zulum nedeniyle ilgi uyandırmaktadır. Peyami’nin deyimiyle; “Millet miting sonrasında manevi bir teselli duymuşlardı. Milletler dostumuz, hükumetler düşmanımız olmuştu.”
Ayşe’nin milletin dikkatini çekmesi ve işgale karşı tavrı nedeniyle, Peyami’nin annesi Ayşe’nin evinde kalmasından çok da hoşnut değildir; bunu hisseden Ayşe ilk fırsatta ayrı bir eve taşınır. Ayşe artık “İzmir Kızı” ünvanını almıştır. Yavaş yavaş direnme de başlamaktadır; Ayşe’nin de zorlamasıyla Cemal başta olmak üzere on zabit ceplerinde yüzer lira ile “meçhule, ölüme” giderler. Hepsi de, Ayşe’nin, Yunanlılar’ın kırdığı sol elini öperler; Peyami bu durumu; “Kurtuluş Harbi’nin alemi olan bu el hepsinin kalbinde Kerbela ihtirası, şehadet humması uyandırmıştı” şeklinde değerlendirmektedir.
Ayşe halk ihtilâline ümidini bağlamıştır. Dağlarda dövüşen efelerini, genç İzmirlileri çok sevmektedir. İhsan bu işi daha asker gözüyle görmektedir. İhsan’ın içindeki fırtınanın ihtilâlin soğumasına imkan vermeyen, insanı, tembellikleri ve yorgunluğu ateş sathında yakan “Ateşten Gömlek”!
İstanbul’da son günlerde oldukça tehlikeli bir hava esmektedir; İngilizler’in İstanbul’u işgali ağızdan ağıza dolaşmaktadır. Meclis kendini emin bulmamakta; Padişah’ın oyunu anlaşılmamaktadır. İhsan’ı direnişçiler Adapazarı’na gönderirler, orada Anadolu’yu karıştırmak için yapılan tertibat ve teşkilâta karşı o da teşkilâtlanma yapacaktır. Son gününde; İhsan’ın duygu ve düşünceleri “biraz şarap içmesine rağmen susuyor ve düşünüyordu. Bir aralık zencilere gözü ilişti. Acı bir merhametle güldü: - Türk milletini terbiyeye gelen medeni ordu, dedi” şeklinde ifade edilmektedir.
Mücadeleye yönelik gayretlerin arttığı dönemde Peyami ağır hastalığa kapılır ve bir müddet yatmak zorunda kalır. Doktor, Peyami’ye; İstanbul’u İngilizler’in işgal ettiğini Meclis-i Mebusan’ın kapandığını, birçok mebusların da Malta’ya götürüldüğünü ve birçok adamların, kadınlar da dahil olduğu halde, Anadolu’ya geçtiklerini söylediği vakit aczinden zavallı Ayşe’nin geçirmiş olması lazım gelen heyecan ve ıstırap Peyami’nin başını döndürür.
Hastalığı döneminde, Ayşe bir müddet Peyami’ye ulaşmaya çalışmıştır. Peyami İngilizler’in işgalini Ayşe’nin mektubundan öğrenir:
“İstiklalimizin bir nevi alemi olan Harbiye Nezareti kapısından İngiliz bahriyesi giriyordu. Ne hicap, ne zilletle dolu gün. Mutlak ayakta bekleyen bu zabitler birgün bu zillet ve hakaretin hesabını sormalıdırlar. Çünkü şimdiye kadar daha küçük şeyler için kaç defa dövüştülerdi.
....Onuncu Fırka’da nöbet bekleyen kapıda nöbetçi, İngilizler’e “yasak” demiş. Sadece nöbet beklediği yerden sağ iken düşman geçirilmez olduğunu her Türk askeri gibi o da biliyormuş. Ben orada iken tahta tabutlar içinde İstanbul’un ilk İstiklâl şehitlerini defnetmeye götürüyorlardı. Yere yatıp kan izlerini öpmek istedim. Öyle azim ve güzel bir şeydi ki....
...O gece Zeynep’le sabaha kadar oturduk. Biçare kadın hep Anadolu’daki Paşa’nın gelip İstanbul’u kurtaracağını söylüyordu. Kimbilir, belki.... İngiliz azametinin haşmetli silahlarının, donanmasının korktuğu bu silahsız ve mağlup Türk Milleti ne korkunç ve büyük milletmiş!
...Bir Ermeni tercüman, ağzı kulaklarına kadar açık, öyle muzaffer sırıtıyor ki, zavallı uşak Ermeni’yi, hatta bize isyan ederken severdim, fakat İngiliz’e uşaklık ederken küçük bir şey!
...Evin boşaltılması sırasında, kendilerinden daha kibirli olana tahammül edemeyen İngiliz zabitleri bilmem utandı mı?
İngiliz kadınına hakaret etti diye (bir) Hintli’yi İngilizler dört ayak hayvan gibi yerde yürütmüşlerdi. Türk kadınının azametini çekemeyenlere, yerde sürdürenlere karşı ordumuz aynı ihtirasla ceza etmeyi istemeyecek mi? Kadınına hakareti, bayrağına hakaret gibi düşünmüyor mu?”
...Bir zabit koştu yanıma geldi, bohçayı elimden aldı.Gözleri ateş gibi bakıyordu; - Biz İzmir’i almaya size yemin ettikti, bakın İstanbul’u bile kaybediyoruz, dedi.
Ben de bizim zavallı millet gibiydim. Tutunacak bir yerim yoktu.”
Hastalıktan kurtulunca; Peyami, Ayşe’yi bulur ve artık Anadolu’ya harekete karar verirler. Bu dönemi Peyami “Artık Ateşten Gömlek arkamda, ateşten kamçı Ayşe’nin elinde onun götürdüğü yola gidiyordum. Denizi son beyaz nazlı köpüğü ile kıvrılıp giderken son defa olarak iki siyah kadın gözü gördüm” şekinde ifade eder.
Artık ihtilâl günleri başlamıştır. Peyami ve Ayşe son durak Adapazarı’na ve İhsan’ın komutasındaki birliğe ulaşırlar. İhsan, genç Binbaşı, iki süvarisi ile toz içinde yanmış, yavuzlaşmış, nazik yüzü tamamen hakikatin, korkunç mukavemetin tunç kalıbını almıştır. “Ateşten gömlek taşıyanlar sıcağın ısıttığı kadar yaktığını da bilirler”. Burada Ayşe ile en çok meşgul olan birlik içerisinde İhsan’ın bir müfrezesini komuta eden Karadeniz’li laz şiveli Ahmet Rıfkı ve İhsan ile en çok meşgul olan ise bölge köyünün bir kızı olan Kezban’dır. Daha sonra, Ahmet Rıfkı, girdiği bir çatışma sonucunda, şehit olur; şehit olduğunda ceketinin altında gömleği dahi yoktur...İhsan, birliği ile birlikte Gevye tarafına gider; ancak Ayşe’nin daha güvenli olması nedeniyle Eskişehir’e gitmesini ister. Bu Ayşe’nin hoşuna gitmez; “Ben İzmir için ne tüfek atabilirim, ne İzmir’in düşmanlarını at üstünde kovalayabilirim. Fakat, İzmir yollarında gömleksiz, tütünsüz, hatta ekmeksiz, kimsesiz ölenlerin hayatında biraz teselli olabilirim. Hastalıklarına bakarım, ölürlerken bir kardeş gibi gözlerini kaparım. İhsan beni neden buradan men ediyor?” düşüncesindedir. Ancak yine de Eskişehir’deki hastanede hemşirelik yapmak üzere gider.
Ayşe’nin gidişi Peyami’de garip bir hürriyet hissi uyandırır ve talimlere başlar. Silah talimini ona Rumeli’de Bulgar çeteleriyle vuruşmuş Makedonya’nın kanlı ihtilâllerinde pişmiş, Anadolu’lu bir nevi siyasi şaki olan Mehmet Çavuş verir. Sonrasında; Mehmet Çavuş ve Peyami, İhsan tarafından bir Çerkez bölgesi olan İkizce’den cephane temini için gönderilirler. Yaptıkları altı günlük yolculuk sonrasında, İkizce Bölgesinde Kuvay-ı Milliye birliklerinin komutanı Rum çetelerine dehşet veren ve hiç boşa atmayan müthiş zabit Saffet Yüzbaşı’dan 30 arabalık silah ve mühimmat alırlar.
Cephaneler ile Doğançay Bölgesine devam ederken, Peyami Kezban’a rastlar. Kezban büyük bir merakla İhsan’ı aramaktadır. Peyami, kendisinin de yerlerini bilmediğini söyleyerek, ondan ayrılır. Peyami, İhsan’ın birliğini Doğançay’a yakın bir bölgede bulur; ardından Mehmet Çavuş da gelir. Mehmet Çavuş’un yeni katılmak isteyenlerin olduğu yönündeki teklifine; İhsan “Fazla genç ve kadın olmasın yeter!” der. İhsan, halâ düşüncelidir; ve ancak rakı masasında aklından geçenlerden bahseder: “Göreceksin Peyami, bu halkı kendi memleketine sahip edecek yine bizim yaratacağımız ordu olacak”. Bu sırada; Yunan taarruzu imtihanı devam etmektedir, ihtilâl kuvvetleriyle ordu ihtilafı bariz bir şekilde meydana çıkmaktadır. Hariçten, dahilden bin bir bela dolaşmaktadır. Anadolu ordusu halâ çekirdek halinde bulunuyordu. “Fakat onun genç erkân-ı harbi etrafını saran tehlikeler karşısında müstakbel ordunun kayalardan taşan berrak ve ebedi şelaleler gibi taptaze ruhuyla konuşuyordu.”
Geceleyin bir sesle uyanır Peyami, sonradan anlar ki; Mehmet Çavuş çok ısrarları nedeniyle Kezban’ı bir erkek çocuk kıyafetine sokar ve İhsan’ın yanına getirir; ancak bu sırada da kıza aşık olur ve onunla evlenmek ister. Kız ise İhsan’a aşık olduğu için onu görmek ister ve yalvarır. Bunun üzerine, Mehmet Çavuş kızı onun yanına götürür; İhsan ise kesinlikle kızın yanında kalmasını kabul etmez; kız da son bir kez daha gördükten sonra Mehmet Çavuş’la evleneceğini söz vermesine rağmen, korktuğundan Peyami’den bir defa daha kendisini İhsan ile görüştürmesini ister; yine bir sonuç çıkmayınca Peyami kızı köye götürmeye gider, bu sırada Mehmet Çavuş onlara rastlar ve etttiği ateş sonucu Peyami kolundan yaralanır. Bu nedenle İhsan onu Eskişehir’e göndermek ister. Bu sırada, İhsan “ordu ile gayri muhtazam kuvvvetler arasındaki ihtilafın olanca gayzı ve ateşi ile meydana çıktığını” söyler.
İhsan’ın kuvvetleri, Konya’da çıkan isyanları bastırmak üzere görevlendirilir. Bu sırada, isyana destek vermediği bilinen 300 haneli bir köy de İhsan’ı kuzu yemeye davet eder; ancak, İhsan bir askerin emniyet hissi ile birliğin bir kısmını köy dışında bırakır. Köye girerken İhsan’ın askerleri pusuya düşürülür ve İhsan da rehin alınır. Olayların arkasından İhsan’a olan kini nedeniyle Mehmet Çavuş çıkar. Tam İhsan da öldürülecek iken; bir gencin (büyük ihtimalle Kezban) haber vermesi üzerine Muhsin Bey komutasındaki ihtiyat kuvvveti gelir ve onu kurtarır. Rehin iken İhsan vakar ve cesaretinden hiçbirşey kaybetmemiştir. Daha sonra, İhsan o köyü temizler ve üç askerin öldürüldüğü yerde Mehmet Çavuşu astırır; böylece bu köydeki isyan da bastırılmış olur.
Peyami’nin hikayesinin son kısmındaki ifadesi “ihtilâl günleri ile Sakarya arasında hayli hadise var, fakat bende ancak son perdeyi anlatacak kadar nefes var...” şeklindedir. Kolundaki yaranın azması nedeniyle Peyami Eskişehir’e gönderilir. Peyami orada hastanede hemşirelik yapan Ayşe’yi bulur; orada Cemal’le de görüşür. Bu sırada İhsan ise, Anadolu’da ihtilâl (isyan) bastırmakla meşguldür. Peyami, Cemal ve Ayşe’nin de konusu budur; Ayşe “Onca, Ordu ihtilâle, ihtilâl Orduya o kadar karışmıştı ki, bu iki unsuru birbirinden ayırmak gayri kabildi. Bu muvakkat bir kardeş kavgasıydı. Yine boru çalınır çalınmaz herkes silahını alacak, koşacaktı.” diye düşünmektedir.
Eskişehir’deki tedavisini müteakiben; Peyami Ankara’ya Müdafaa-i Milliyeye tayin edilir. Masa ve kağıt işleriyle uğraşır. Cemal ve İhsan alay kumandanı olmuştur; Ayşe ise artık Ayşe Hemşiredir. Bu sırada Birinci İnönü biter ve İkinci İnönü’de olanları Peyami Ayşe’nin mektuplarından takip eder.
“I’inci İnönü, bana delikanlı olmaya başlayan bir pehlivan yavrusunun ilk muvaffakiyetli güreşi gibi geldi.
Hastaneye gelen yaralı neferler, ihtilâlciler kadar sövmüyorlar da... Tamamen sessiz adamlar. Çayhaneye sedyeleri dizdik. Çay verip gönderiyoruz. Onların aklı çaya pek ermiyor, hepsi elindeki somunu sıkı sıkı tutuyor, nereye koyacağını bilmiyor..
Bu zabitlerin hiçbiri şikayet etmiyor. Cesur ve vakur yüzleri çamur, kan ve barut içinde; hepsi sigara içiyor.
Bana Anadolu ordusu muazzam ve muzlim, eğilmez bir meşe ormanı gibi geliyor... Ben de bir meşe ormanı ortasında değil miyim? Onlar gibi, eğilmemeye, mağlup olmamaya mecburum.
Hemen beni götürünüz, dedim, ben silah atan muharip bir insan olamam. Fakat İzmir yolundakilerin yarasını sarar, ıstırabını hafifleştiririm ben de Allah isterse onlarla beraber ölürüm.”
Ordu, artık Sakarya’nın Ankara tarafındadır, Peyami ise Müdafaa-i Milliye’de kağıtlar arasındayken; Garp Cephesi İstihbaratının Rumca mütercimi ve fotoğrafçı istemesi üzerine kendisinin de her ikisini de yapabilecek olması nedeniyle oraya gönderilir. Peyami de herkes gibi Sakarya’dan sonra hayatının başka bir safhaya gireceğini bilmektedir. Bu dönemde; Peyami görmese de Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa için de istihbarat raporları hazırlama şerefine ulaşmış; hatta bir gün bizzat görüşmek hayaliyle çocukça heyecan duymuştur.
Peyami, cephedeki yan Kolordu’dan Rumca bilen birisinin istenmesi üzerine, kendisinin de İhsan ve Ayşe ile görüşebilme ihtimali ile oraya gider. Orada, birinci hatlardaki alayı kumanda etmek üzere gerekli hazırlıkları yapmakta olan İhsan’ı görür. İhsan, o akşamki görüşmelerinde; kendi iç dünyasını tüm açıklığıyla anlatır: Ayşe’yi ne kadar derin sevdiğini; bir gün Eskişehir’de yaralı olarak yatarken Ayşe’ye bir miktar bu düşüncelerin anlattığını ve yarasından dolayı gömleği kanlar içinde (ateşten gömlek) ondan İzmir’in yeniden kurtulması ile ondan evlenme sözü aldığını; ancak daha sonradan Ankara’da amca kızıyla nişanlandığı yönündeki yanlış haber nedeniyle Ayşe’nin bundan vazgeçtiğini; artık birinci hatlarda cephede bulumak istediğini anlatır. Peyami’nin de onun birliğinde bulunmak istemesi üzerine İhsan onu yanına alır.
Artık genel karşı taarruz zamanıdır. Cemal’in alayı ilk taarruz edecek birliklerdir; İhsan’ın alayı ise onu takip edecektir. Muharebe çetin devam ederken; Kumandandan gelen bir emir ile İhsan’ın alayı Karadağ’a taarruzla görevlendirilir; taarruz sırasında İhsan cengaverce harp eder. Tepenin zirvesine kadar en önde çıkar; bu sırada makineli kurşunuyla vurulur; İhsan’ın askerleri tepeyi ele geçirir; Peyami İhsan’ı yaralı olarak sedyede seyyar hastaneye götürür; orada Ayşe’yi arar; ama Ayşe de sıhhi yardım için birliklerin arkasından yardıma gitmiştir. Bu sırada, İhsan da can vermektedir. O sırada Ayşe’nin de şehit naaşı gelir. Peyami bu iki aşığı, yan yana yatırır. Artık beraber olmuşlardır. Peyami, Cemal ile birlikte taarruza katılır; Cemal’i gözleri önünde kaybeder; kendisi de ayaklarından ve başından yaralanır. Böylece; Ayşe için İzmir’e varma sevdasıyla çarpışan İhsan, Cemal, Peyami ve daha niceleri bu yolda canlarını vermiş ya da yaralanmışladır.
En sonunda; Peyami beynindeki kurşunun alınması için ameliyat olur. Ameliyat sırasında hayatını kaybeder. Doktorlar; Peyami’nin notları üzerine yaptıklarını araştırmaları sonucunda ne İhsan diye bir Alay Komutanına; ne de Ayşe diye bir hemşireye rastlamışlardır. Bunların hepsinin beynindeki kurşun nedeniyle; Peyami’nin kendi hayalinin ürünü olduğuna kanaat getirirler.

2 Nisan 2012 Pazartesi

Zoraki Diplomat, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Zoraki Diplomat, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İletişim Yayınları, 2004, İstanbul
 
Yazar, kırk beş yaşında üstlendiği diplomatlık görevinin kendisini ‘’tipik’’ bir diplomata dönüştürmediğini, 20 yıllık (1934-1954) elçilik döneminde olaylara bakış açısında bağımsızlığını koruduğunu ve bireysel yargılarından ödün vermediğini anlatmaktadır. Diplomatlığının ‘’zorakiliği’’ bundandır. Avrupa’nın en çalkantılı yıllarının tanığı olarak kaleme aldığı anılarında olabildiğince objektif bir tarih resmi çizmeye çalışmıştır. Nazizmin yükselişinden Prens Süreyya-Şah Rıza Pehlevi’nin düğününe uzanan geniş bir yelpazede yer yer tarih, yer yer magazin bulunmaktadır.  
     Yakup Kadri’nin, Zoraki Diplomat ile yazdıkları, hayatının önemli bir bölümünü teşkil eden elçilik görevleri ile bu görevler öncesindeki hayatının kimi yerde çelişmesi kimi yerde mukayesesinin kendine has üslubuyla ifade edilmesidir. Bu nedenle diplomatlık günlerinden önceki yaşantısını, kitabının birçok yerinde kâh anekdotlarla kâh geçmişe gidiş gelişlerle bağlantı kurarak işlemiştir.
 
    1889 yılında Kahire’de doğan Yakup Kadri, adı 17nci yüzyıl sonlarında duyulmaya başlanan ünlü Karaosmanoğlu ailesindendir. Birçok değişik yerdeki okullarda tahsilini yapan Yakup Kadri, 1909 Mart ayında Fecr-i Ati topluluğunun ilk toplantısına katılır. Daha sonraki yıllarda muhtelif yerlerde yazdığı oyun ve öykülerini yayımlar.1915’te edebiyat ve felsefe öğretmenliğine başlar. Bu dönemlerde birçok yabancı yazarın etkisindedir.1916’dan sonra bireycilikten toplumculuğa döner. Savaş ve seferberlik konularını işler.
       Yazar, tüberküloz hastalığı nedeniyle 1916–1919 arasında İsviçre’de tedavi görür. Yurda dönüşünde İkdam’da köşe yazarlığına başlar ve 1921’de Kurtuluş Savaşının en zorlu günlerinde Ankara’ya çağrılır. Kurtuluş Hareketini görmek ve liderleriyle görüşme fırsatını bulması onun sosyal gerçekliğe geçişinde önemli bir etken olmuştur. 1923 yılında Milletvekili olarak Meclis’e giren Yakup Kadri 1926 yılında tedavi için tekrar İsviçre’ye gider. İsviçre’den yazdıklarını Türkiye’de yayımlatır.
    Yakup Kadri 1932 yılında dört arkadaşıyla KADRO dergisini çıkarır. İktisadi devletçilik ve sosyal siyaset ilkelerini savunan dergi üç yıl süren yayın hayatının ardından, yazarın 1934 yılında elçilik görevine atanması nedeniyle kapanır. Yakup Kadri bu arada Manisa milletvekilidir ve Kurtuluş Savaşı gözlemlerinden ve Anadolu Mezalimini Tahkik Komisyonu ile birlikte çalıştığı dönemden yararlanarak Yaban ve Ankara romanlarını yazar.
   1934 yılında uzun bir süre yurt dışında bulunurken, kulislerde, çıkardığı Kadro mecmuasında iktisadi siyaseti baltalayan ve hatta rejimin temellerini sarsan neşriyatta bulunduğu iddiaları dolaşmaktaydı. Daha önceki yanlış anlaşılmalar nedeniyle, Atatürk’ü üzmemek için mecmuayı kapatmak istediğinde, Gazi bunu kabul etmemiş, ancak yanlış anlaşılabilecek konulara ilişkin açıklama istemiştir.  
     Yazar, dergisindeki yazılarla Halk Partisi’nin prensiplerinin izah ve tefsirinden başka bir mana taşımadığını, oportünistlerden, bürokratlardan devşirme başıbozuk bir kalabalıkla bir inkılâp hareketinin yürütülemeyeceğini, kadrosuz bir inkılâpçı partinin asla bünyeleşemeyeceğini, devletçilik adı verilen ekonomik sistemin monopolculuk demek olmadığını, böyle yanlış bir fikirle işletilen kurumların, sırtını devlet nüfuzuna dayamış bir menfaatçi grubundan başka hiç kimsenin yüzünü güldürmeyeceğini, halkın omuzlarında gittikçe ağırlaşan bir yük olacağını ve kolektif kalkınma hareketine engel olacağını beyan ve iddia ediyordu.
     Sözün kısası Kadro küçük bir dergiydi ama iddiası büyüktü. İşbaşındaki resmi şahsiyetleri, derginin bu haddini bilmezliği sinirlendiriyordu. Bu durum da en çok Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekterini rahatsız ediyordu.
     Tiran’a atanma görevine ilişkin endişelerini, Atatürk’e iki hususta ifade eder. Birinci olarak ileri sürdüğü sağlık problemlerini, Ata kendisine istediği zaman İtalya’ya gidebileceğini belirterek çözümler. İkinci olarak, o ana kadar devlet hizmetinde çalışmaması nedeniyle, Hükümetin idari mekanizması ve diplomasi mesleğinin protokol gereklerine ayak uydurma hususlarındaki endişelerini beyan eder. Ancak, Atatürk kendisi başta olmak üzere, üniformasını çıkartan İsmet İnönü’nün Lozan’daki diplomatik başarılarını, kadın doktorluğundan gelen Dış İşleri Bakanı Tevfik Rüştü Bey’in durumunu örnek göstererek kendisini rahatlatır.
     Daha sonra, yazar, ülke dışına gönderilişinin bir ceza değil Atatürk’e mahsus ince taktiklerden de biri olduğunu, bu suretle hem muarızlarını tatmin ve teskin edici bir şekilde, hem de haysiyet ve izzetinefisi kırılmadan ve hakkında birtakım vecri işlemlere meydan vermeden kendiliğinden çözülmüş olduğunu değerlendirir.  
     Atatürk, siyasi arenada sorun yaratabilecek buna benzer birçok huzursuzluğu derhal bertaraf edebilecek zekâ ve iradeye sahip olduğunu defalarca kanıtlamıştı.
     Yazar, başına gelenlerin izahında da politikanın satranç tahtası üstünde sadece bir Piyade olarak ne mat edilmeğe değer olduğunu, ne de başlıca bir rolü olabileceğini değerlendirir. Bu nedenle, hünerli satranç ustası onu bir ileri sürmüş ve geri çekmiş ve sonunda Fil’e esir vermekte hiçbir zarar görmemişti.
     Politikanın satranç tahtası üstünde Aziz Atatürk’ün eliyle kımıldayan bir Piyade olmak yazar için büyük şerefti. Ancak, o günden itibaren artık büsbütün başka satranççıların ve satranç tahtalarının malı olduğunu ve yıllar yılı, onların hoyrat ellerinde, bir dördüzlüden diğer bir dördüzlüye sürçüle sürçüle aşınıp gitmeye mahkûm kalacağını düşünmüştür.  
     Yakup Kadri önce Tiran elçiliği (1934) yapar. Bunu Prag (1935), La Haye (1939), Bern (1942) izler. Tahran elçiliğinden (1949-1951) sonra tekrar Bern’e (1951) atanır. Bu görevde 3 yıl bulunduktan sonra emekli olur. Elçilik göreviyle yurt dışında bulunduğu dönemde daha çok monografi (Atatürk) ve anılarını Zoraki Diplomat ve Anamın Kitabı ile kaleme alır.
     Yazar, Zoraki Diplomat ile 20 yıllık diplomatlık görevleri esmasında, bulunduğu ülkelerin o dönemdeki sıcak gelişmelerini, gerek diplomatik temaslarında gerekse kişisel gözlem ve ilişkilerinde tespit ettiği olaylarla iç içe dillendirerek aktarır. Böyle bir tarzı seçmesinin sebebini, yazdıklarının sıkıcı bir kronoloji arşivi olmasını istememesi olarak ifade eder.
     Kitabında, yer yer diplomatların kendilerine has dünyalarını alaycı bir dille eleştirirken, etrafında olup bitenlere karşı sahip oldukları gamsızlığı şiddetle eleştirir.
     Avrupa’nın hasta adam olarak gördüğü Osmanlı Devleti’nin yıkıntıları arasından bir özgürlük ateşi ile birlikte ortaya çıkan yeni Türkiye, yüzyıllardır, nice emek ve kuvvet sarfıyla, nice hilelere başvurularak Türk Milleti aleyhine kurulmuş olan devletlerarası bir komployu sona erdirmişti.
     O zaman, gerek dışarıdaki, gerek içerideki diplomatlar, bu kıssadan lazım gelen hisseyi çıkaramamışlar, Avrupa diplomasisinin kutuplarından biri Lord Curzon, Lozan Konferansında İsmet Paşa’ya şöyle bir ihtarda bulunmuştu : ‘’Kapitülasyonları kaldırmak istiyorsunuz; fakat hiç düşünmüyorsunuz ki, adli ve mali teminatsız bir Türkiye’ye tek santim yabancı sermayesi girmez. O vakit haliniz nice olur ?’’
     O sıralarda, böyle düşünenler yalnız İngiliz Lord’larından ibaret değildi. Babı-Ali döküntüsü bir alay Türk diplomatıyla devlet adamlarının fikri de bu merkezde idi. İmtiyazlı yabancı bankaların tefeciliğinden ve Düyunu Umumiye’nin kontrolünden kopup sıyrılmış bir Türkiye, yıllarca süren harplerden, ihtilallerden arta kalmış harap ve perişan bir memleketti. Halkı açtı, çıplaktı ve imdadına yetişebilecek bütün kaynaklar kurumuştu.
     Avrupalı diplomatlara, eski yarı sömürge imparatorluğun paytahtı, İstanbul, işte bunun içindir ki, uzun müddet, yeni devletin derme çatma hükümet merkezi Ankara’dan daha muhkem görünmüş ve her biri, Beyoğlu’ndaki saraylarının penceresinden, karşı yakanın tepeleri ötesinde geçen hadiselere bir komedya seyreder gibi gülümseyerek bakıp durmuştu. Onlara göre, Ankara bu komedyanın hemen çökmeğe mahkûm salaştan bir sanosu idi ve Büyük Millet Meclisi çöl ortasında bir parlamento kadar manasızdı.
     Diplomatların içlerinde, yeni iktidar müesseselerini yakından gidip görenler bunu hiçe saymaktan kurtulamıyor; hatta daha kötümser bir intibaa kapılıyordu. Böylece zamanlar geçmişti. Hiçbiri, o derme çatma devlet dekorunun ardında şuuru uyanmış, iradesi şahlanmış bir millet bulunduğunu görememişti.
    Diplomatlar, daima babadan kalma his ve kanaatlerinin esiriydiler. Kötü bildiklerini hep kötü görmeye devam ettikleri gibi, iyi bellediklerine de herhangi bir kötülüğü kondurmak ellerinden gelmezdi.
    Mesela, onlara göre, Türkiye ne yapsa batmaya mahkumdur ama herhangi bir Hıristiyan Avrupa ülkesi haritadan silinemez. Zira bunun kültürü vardır, medeniyeti vardır veya ekonomik seviyesi yüksektir.
    Nitekim 1938’de Çekler, Prag’daki elçilere, hatta Alman elçisine dayanıklı bir millet olarak görünüyordu ve bir Alman saldırısı karşısında mutlaka silaha sarılacaklardı. Öyle ya, harp endüstrisi o kadar ileri, ordusu o kadar teçhizatlı, zengin, medeni bir Avrupalı millet, nasıl olurdu da, kanının son damlasına kadar çarpışmadan, Asya’nın herhangi bir geri halk camiası gibi esirlik zincirine sessizce boyun uzatabilirdi? Batı diplomasisi, buna asla ihtimal vermiyordu.
    İkinci Dünya Harbi patlayıp, nice irili ufaklı zengin ve medeni milletler, birbiri ardı sıra sömürge haline girerken de Batılı diplomatlar, hala, nasıl olur? nasıl oldu? demekte ve bu hadiseleri hesaba kitaba sığmaz birer katastrof telakki etmekte idiler. Hitler, zaferlerinin çoğunu, her şeyden önce, karşı taraf siyasetine hakim olan bu zihniyet ve bu ruh hali sayesinde kazanmıştır. Günün birinde Moskof emperyalistliği de aynı zihniyetten, aynı ruh halinden faydalanarak dünyanın geri kalan parçasını yutmak imkanı bulabilirdi.
    Diğer taraftan yazar, diplomatik kariyeri boyunca görevlendirildiği her elçilikte kendisini büyük bir konağın kâhyalığını yapan bir kapıkulundan farklı görmemiştir. Çünkü daha ilk gününden itibaren zamanının dörtte üçünü hep bu elçiliklerin idare masraflarını kontrol etmekle ve sarf evraklarını imzalamakla harcamıştır. 
    Yakup Kadri’ye göre, hemen bütün devlet memurlarının yarı ömrü bu gibi kırtasiyeci angaryalar içinde geçer, ama hiç değilse ömürlerinin diğer yarısı kendilerinindir ve ailesiyle birlikte yaşayabilir. Hâlbuki bir elçi için bu kadarcık bir serbestlik veya nefes alma imkânı bile yoktur. Devletin malı olan resmi bir binada, geceki gündüzlü resmi ve kırtasiyeci bir hayat sürmek zorundadır. Kullandığı tüm eşya demirbaş olarak onlara emanettir ve herhangi bir ziyana uğramamaları için üstlerine titremek gerekir. Hele bir de kendisi gibi sorumluluk duygusu titizlik derecesine çıkmış bir elçinin hali hiç de iyi değildir.
     Bundan başka, elçilik binalarının tamire muhtaç yerleri olur. Ya tavanları akmakta, ya kaloriferleri yanmamakta, ya da duvar sıvaları dökülmektedir. Elçi durumu Bakanlığa bildirir, sayfalarca yazı, keşifler hazırlar, telaşlı telgraflar çeker ama haftalarca cevap alamaz. Bir cevap gelse bile yüzde seksen menfidir. Zamanında küçük bir parayla onarılacak bir yer daha sonra çok daha fazla masraflara yol açabilecek duruma gelecektir. Hatta görev yaptığı Tahran Elçilik binasının çökme tehlikesi İran makamlarının şikâyetlerine neden olmuştur.
     İyi bir diplomat, ziyaretlerde, lokmalar birbiri ardınca boğazına dizilirken, sağıyla soluyla, karşısıyla nefes almadan konuşması lazım gelen bir adamdır. Bu adam, kâh sağına dönüp oldukça çirkin bir bayana güzelliğinden, kâh soluna dönüp pek fena giyinmiş diğer bir bayana zarifliğinden ve kazara ev sahibinin yanına düşmüşse yediği yemeklerin nefisliğinden bahsedecek, tam o esnada karşısındaki zat ona bir şey sorduğunda kulağını tetikte tutup hemen bir cevap yetiştirecektir. Hem öylesine bir cevap ki, mutlaka bir bilmeceyi andırması ve ne evet ne de hayır manasına gelmemesi icap eder. Zira diplomatik bir toplulukta gerçeği söylemekten daha ağır nadanlık olamaz. Herhangi bir olay ya da mesele hakkında tam bir kanaat sahibi görünmek ise kabalığın ta kendisidir.
     Zaten, elçi cenaplarının şahsi bir kanaat taşıması kendi hükümetince de pek makbul sayılmaz. Böyleleri,  ergeç, ya merkeze alınmak, ya sesinin işitilemeyeceği kadar uzak bir yere gönderilmek, ya da sadece azil edilmek suretiyle ortadan kaybolur.
     Çekirdekten yetişme diplomat, kendinden evvelki üstatların döküp geleceklere miras bıraktığı müşahede ve mütalaa klişelerine göre siyasi hadiseleri görür ve bu hadiselerin geçen yüzyılda nasıl meydana gelmiş, ne gibi gelişmeleri takip etmiş ve ne neticeler doğurmuşsa, bu yüzyılda da aynısının gerçekleşeceğine inanır. Ona göre bunun aksi tarzda düşünmek, yani her hadiseyi tek başına alıp tahlil ve tefsire kalkışmak ya siyasi tarihi okumamış cahillerin ya da diplomatik görenekten mahrum fantezistlerin işidir.
     Bu nedenle, kariyerden yetişmemiş elçiler, gerek kordiplomatik çevrelerinde, gerek temsil ettikleri hükümetin Dış İşleri Bakanlığında daima bir üvey kardeş veya sığıntı bir akraba muamelesi görürler. Bunların sözleri, çok defa bıyık altından gülümsenerek dinlenir, tavır ve hareketlerine hayretle bakılır, gönderdikleri raporlar eğer okunursa şüphe ve tereddütle okunur.
    Yakup Kadri, diplomatların ne polemik ne de propaganda ajanları olmadığını, bir diplomatın tek vazifesinin devletler arasındaki anlaşmazlıkları pazarlık ve uzlaşma yoluyla kaldırma olarak ifade eder.
    Yazarın uzun kariyeri boyunca, memlekete geldiğinde görevli bulunduğu ülkenin durumuna ilişkin olarak, Bakanlığın yüksek çevrelerinde kendisinden bilgi isteyen olmamıştır. Zira kendisi, edebiyattan, gazetecilikten ve politikadan gelme bir adamdı, diplomasiden anlamazdı, söyleyecekleri ya bir his, ya bir hayal eseri veya şahsi fikirlere dayalı birtakım hükümler olabilirdi.
    Nitekim 1940 yılının Mayıs ayında, Hollanda, Belçika ve Fransa’nın birbiri ardı sıra yıkılıp çöküşlerinin en yakın şahidi olduktan ve haftalarca Nazi zorbalığının cevrini çektikten sonra, Berlin’in zafer çanları çalarken Almanya üzerinden yurda döndüğünde, müttefikimiz İngiltere’nin yenilmeyeceği konusundaki inancını dile getiren Yakup Kadri’yi sadece İsmet İnönü ve Refik Saydam ciddiye almışlardı.
    Yakup Kadri’ye göre; Avrupa’nın burnu dibindeki kurulan Arnavutluk Krallığı, iç idareyi keyfiliğe, zorbalığa; dış politikayı ecnebi köleliğine bağlayan bir hükümet sistemini, Yıldız Sarayı ile Babı-Ali’den bulup çıkarmıştı. Üstünde hüküm sürdüğü halkın fukara çocukları kendilerine can ve gönülden yapılmak istenen ihsanı ellerinin tersiyle iterken bu devlet, bir avucunu Doğu komşusuna, öbür avucunu Batı komşusuna açarak durmadan para dilenmek zilletini Osmanlı’dan öğrenmişti. Milletin tortusu, bir vakitler Osmanlı’da olduğu gibi, burada da suyun yüzüne çıkmış bulunuyordu. Asıl cevher, yurdun halis evlatları, o, yürekleri, beyaz mintanları kadar lekesiz köylüler; o elleri, yüzleri tertemiz altınbaşlı çocuklar, gene bir vakitler bizde olduğu gibi, bu bulanık köpüğün altında görülmez hale girmişti.
    Arnavutluk Kralı Zog, her şeye rağmen, memleketinin ölçülerine göre bir ‘nizam’ adamı idi. Arnavutluk’un istiklalinden beri sürüp giden anarşi devrini kapatmış; bunu, az çok hukuki ve meşruti temeller üstüne oturtmuş; mektepler açmış ve bunların hepsinden daha zorlu bir işi başarmıştı : ‘Asayiş’. 
    Ancak, diğer taraftan Abdülhamit sarayının eski silahşörlerinden bir Arnavut mebusu Yakup Kadri’ye: ‘’Bizim aramızda satılık olmayan tek kişi yoktur. Kimimiz Sırp uşağıyız, kimimiz İtalyan kölesi. Hangi taraf fazla verirse oraya kapılanırız. Ama  müzayede dönemi bitti artık. Şimdi, kralımızdan candarma çavuşuna kadar hepimiz ‘makarnacıların’ emrindeyiz. ‘’ diyebiliyordu.
    Yazara göre Tiran, kendisinin bulunduğu sırada, milletler arası politikanın en elverişli ‘‘rasathanesiydi’’. Arnavutluk ülkesinin değişik sosyal katmanları ile ilişkilerini Osmanlı tarihinin gerçekleri ile birlikte değerlendiren Yakup Kadri, bu ülkedeki Osmanlı etkilerinin ve tarihi bağların farklı kutuplardaki yorumlarına ait çarpıcı saptamalar yapar.
    Yakup Kadri, yabancı sıfatıyla da olsa, bir memleket halkının felaketini yakından ve içinden görmenin verdiği hislerle, bu halka karşı bir nevi dostluk ve akrabalık hisseder. Bu duyguları, daha sonra, Çekoslovakya ve Hollanda’da da yaşar. 
    Yazarın Prag’a gittiği tarihlerde Küçük Antlaşma denilen Orta Avrupa savunma sisteminde ilk ‘’kriz’’ işaretleri, ilk çatlaklar belirmeğe başlamıştır. Buna karşı henüz üç yaşına basan Nazi Almanyası ise gittikçe gürbüzleşmekte ve gelişmekte idi. Küçük Antlaşmanın başlıca dayanağı Yugoslavya, çoktan, bu taze kudretin cazibesine kapılmış; gizliden gizliye onunla flört etme fırsatını kollar gibidir. Özellikle Hitler’in çok iyi hazırlanmış propaganda faaliyetleri Yugoslavya ve Çekoslovakya üzerinde etkili olabiliyordu.
    Diplomatlar, Çekoslovakya’nın içerisinde bulunduğu tarihi ve politik bağların havasına kendilerine öyle bir kaptırmışlardır ki, Almanya’nın bu ülkeye saldırmasını imkânsız görüyorlardı. Çek Hükümeti, Alman azınlığın kültürel imtiyazlarını, eski Osmanlıların bile aklına sığmayacak kadar genişletmişlerdi.
    Hitler, o zamanların ölçülerine göre, dahi, belki çılgının biriydi. Lakin her nasılsa, Çekoslovakya’nın içyüzünü nice akıllılardan daha iyi görüyordu ve bütün harp potansiyelinin S saatinde bir şeye yaramayacağını biliyordu. Zira bunların arkasındaki milletin birlikten ve savaş şevkinden ne kadar mahrum olduğunu anlamıştı. Beşinci kol, ülkenin her tarafına çoktan dal budak sarmıştı. Prag’da nice güzel yüzlü, babacan ve hovarda görünümlü Alman tüccar, bavullarının dibinde para ve hesap defterleri yerine askeri üniformalarını gizliyorlardı.
    Çekoslovakya, herhangi bir Alman saldırısına uğrasa bile, Fransa ve Rusya’nın mutlaka imdadına yetişeceğini umuyordu. Fakat dost bildiği ülkelerin, kendilerini eli kolu bir kurbanlık gibi düşmana teslim edeceklerini hiç aklından geçirmiyordu.
    Hitler’in Çekoslovakya’yı hiçbir direnişle karşılaşmadan işgal etmeye başladığında bile, hala mükemmel şekilde donatılmış güçlü bir ordusu vardı. Ancak, bu orduya yürü emrini verecek kimseler kalmamıştı. Nitekim ülkelerini işgal eden Alman ordusunun halini gördüklerinde, çok daha iyi durumdaki ordularının kullanılmaması için duydukları pişmanlık için çok geç olacaktı.
    Yüzlerce yıllık bir medeniyet ve kültür geleneklerine rağmen ülkenin bütün manevi ve ahlaki değerleri iflas etmişti. Düzme pasaportlarla milliyet değiştiren erkeklerin, anlaşmalı evliliklerle soyadını değiştiren veya çok ucuza fuhuşa itilen kadınların yer aldığı, şantaj, iftira ve casusluğun aile içinde bile yaygınlaştığı ve herkesin birbirini komünist dostluğu veya Alman düşmanlığı ile lekelemeğe çalıştığı bir ülkenin kaderi elbette başka birilerinin elinde oyuncak olacaktı.
    Yakup Kadri’nin aynı sıcak ortamın devam ettiği Hollanda’daki izlenimleri de dikkat çekicidir. İzlediği tarafsızlık politikası, iki ateş arasında kalmış bu ülkenin Birinci Dünya Savaşı’nda yakasını kurtardığı gibi kesesini de doldurmasını sağlamıştı.
    Aynı politikayı uygulamakla birlikte her türlü saldırıya karşı hazır olmayı ihmal etmeyen Hollanda’nın ne Almanlara karşı fazla bir düşmanlığı ne de İngilizlere karşı fazla bir dostluğu vardı. Tarafsızlık, bir politika değil adeta bir ruh hali, bir mezhep haline gelmişti. Yüzelli yıllık tarafsızlık politikası veya bunu doğuran gelenekler, birçok Avrupa ülkesi gibi Hollanda’yı da, burnunun dibine kadar sokulmuş Dünya Savaşı önünde bir egoistlik perdesinin arkasına düşürüyordu.
    En kötümser diplomatlar bile, Hollanda’nın Alman ordularınca çiğnenip geçilmesi şöyle dursun, Batı cephesinde ciddi bir harekete bile ihtimal vermiyorlardı. Böylesine kendinden ve düşmandan emin ve hazırlıksız durumdaki Hollanda’nın kaderi de Çekoslovakya’dan pek farklı olmayacaktı.
    İkinci Dünya Harbi’nin bu sıcak gelişmeleri esnasında, Türkiye’de adeta savaşa girilmiş kadar hararetli ve zor günler yaşanıyor, savaşın hangi tarafında ve nasıl durulması konusundaki düşünceler kamuoyunu ve politik arenayı oldukça etkiliyordu. Tabii bu etkilerin içerisinde, başta Almanlar olmak üzere, savaşın değişik cephelerde açılması konusunda güçlü devletlerin açıktan veya gizlice yaptıkları baskı ve telkinler önemli yer tutuyordu.
    O dönemde tarafsız kalmada direnen Türkiye ve İsviçre’nin durum benzerlikleri, sadece politikalarında değil, aynı zamanda giderek daha fazla maruz kaldıkları Rus baskısında da kendini gösteriyordu.
    Yakup Kadri’nin sağlık problemleri için daha önce de bulunduğu İsviçre’deki elçilik dönemi de oldukça sıcak gelişmelerin ortasında geçmiştir.
    Tarafsızlığın adeta bir mezhep haline geldiği İsviçre’yi, Alman saldırılarından koruyan sadece tarafsızlığı değil, Alman Genelkurmay karargâhının fikir anlaşmazlıkları, ülkenin dağların içerisinde uzun ve çetin bir gerilla harbi gerektirecek şekilde hazırlanmış savunma tertipleri, İsviçre Milli Bankasındaki Alman endüstrilerinin mevduatlarının riske girecek olması ve Alman endüstrisinin ihtiyaç duyduğu elektrik enerjisini kontrol eden ekonomik yaptırımlardır.
    Yakup Kadri’nin Tahran Büyükelçiliğine atandığı dönemde, İran Hükümeti, içeride ve dışarıda tam manasıyla bir İslam politikası izliyordu. Büyük Rıza Şah’ın laiklik prensipleri yavaşça kaldırılıyordu.
    Yobazlığın kana susamış kara sakallı, kara sarıklı zebanileri ve emrindeki insan yığınları, Rıza Pehlevi’den kalan canlı cansız ne varsa yok etmek için her şeyi yapıyorlardı.
    Rıza Pehlevi, sadece laiklik konusunda değil, Rusya ve İngiltere başta olmak üzere birçok devletin ülkesindeki kirli emellerine karşı izlediği usta siyasette de önemli mücadelelere imza atmıştı. Ancak, doğrudan bu engeli aşamayan İngiltere, Abadan’da sömürdüğü petrol kuyularıyla; Rusya, Azerbaycan’da kurduğu Tudeh Teşkilatı hücreleriyle; sahneye yeni çıkan Amerika ise anlayışsız ve anlaşılmaz politikasıyla bu ülkeyi can evinden sarsıp hırpalamakta idiler. Diğer taraftan, gerici akımların güçlendirilip sömürgeci emellere alet edilmesi hiç de zor olmuyordu.
    Bu bakımdan denilebilir ki; dünyada ilk defa olarak komünizm ile kapitalizm burayı her iki taraf aksi istikamette yürüyerek- bir avlanma yeri haline sokmuştu.
    Fakat, burada daha da belirginleşen bir güç mekanizması vardı ki, petrol şirketlerinin oluşturduğu bu güç, adını taşıdıkları devletlerin dış politikasına kafa tutacak bağımsız kudretinden, kendilerine mahsus sermaye ve girişim güçlerinden, hissedarlarının genellikle banka ve borsa aleminin yüksek sınıfında yer almalarından ve tabii ki uluslar arası mahiyetlerinden kaynaklanmaktaydı.  
    İran coğrafyasındaki, Doğu ve Batı’nın tarihsel mücadelesi ile birlikte, Fars, Türk ve Arap kimliklerinin analizini ve bunların birbirleriyle ilişkilerini de ortaya koyan Yakup Kadri’ye, Doğu ile Batı’yı ayıran uçurum hiçbir zaman Tahran’da geçirdiği iki yıldan sonraki kadar derin gözükmemiştir.
    Tahran’dan sonra tekrar Bern’e atanması nedeniyle hayal kırıklığına uğrayan yazar, bu dönemden itibaren diplomatlık kariyerine ilişkin tecrübe ve değerlendirmelerini bir araya getirmeye başlar.
    Yakup kadri Karaosmanoğlu, diplomatlığındaki zoraki kelimesini, bu işe isteksiz girip benimsemesi olarak açıklar. Yirmi yıllık diplomatlık kariyeri boyunca dünyayı, hep o alemin ötesinden ve bu şartların dışından görmeğe çalıştığını ifade eder.
    Bu anlayış içerisinde, kitabının son bölümünde, dünyanın sosyal, politik ve ekonomik analizlerini çeşitli eksenler etrafında yapan Yakup Kadri, İkinci Dünya Savaşı esnasında ve sonrasında yapılan antlaşmaları ve paylaşımları, hep yüksek diplomasinin devlet ve siyaset adamlarına ve zaferin kahramanlarına akıl hocalığının korkunç ve kanlı neticeleri olarak değerlendirir.
   Yakup Kadri’ye göre işin en facialı tarafı, bu acı tecrübelerden sonra bütün gerçek barış yolcularına hala aynı sakat metotlarla aynı zihniyetin rehberlik etmesidir.     

1 Nisan 2012 Pazar

Tarihin Sonu ve Son İnsan, Francis Fukayama

Tarihin Sonu ve Son İnsan, Francis Fukayama, Simavi Yayıncılık,1993, İstanbul
Uluslararası ilişkiler ve liberal demokrasiler.

    Sözkonusu kitabın temelleri, yazarın 1989 yılında ‘’The National İnterest ‘’ dergisinde yayınladığı  ‘’ Tarihin Sonu mu?’’ başlıklı makalede atılmıştır. Hem Kitap hem de makale yayınlandığı zaman uzunca bir süre uluslar arası arenelarda tartışma konusu olmuştur ve olmaya devam etmektedir. 1992 yılında yayınlanan kitap özellikle Berlin duvarını yıkılması ile birlikte oluşan iyimserlik havasında yazılsa bile aradan geçen zaman zarfı içerisinde işlediği temalar itibarı ile güncelliğini korumaktadır.
    Tarihin sonu ve son insan başlığı yazarın kitapta hem tarihi hemde insanı geçmişten günümüze incelediği için verilmiştir. Kitap genel olarak liberal demokrasiyi insanlığın deneme yanılma yöntemi ile ulaştığı en son nokta olarak tanımlarken insanıda tarih içerisinde gerçekleştirdiği kabul görme mücadelesinin sonuna gelmiş olarak tanımlamaktadır. Liberal demokrasi içerisinde insanın artık yapmak zorunda kaldığı bir kabul görme mücadelesine gerek kalmadığı sözkonusu sistemin içinde insanların zaten birbirlerinin haklarına saygı gösterirken kabul görmenin kendiliğinden gerçekleştiği belirtilmektedir.
    Yazar kitabı yazarken düşüncelerini diyalektik kavramı ile anılan ünlü Alman felsefeci Hegel’in sistemi ile bütünleştirirken tarihten ve dünyamızdan pek çok örnekler vererek iddalarını desteklemeye çalışmıştır. Yazarın adı ile bütünleşen ‘’ tarihin sonu’’ kavramı ise daha önce Hegel ve Marks tarfından ortaya atılmış bir kavram olarak kitapta karşımıza çıkmaktadır. Tarihin sonu kavramı Hegel için liberal devletken, Marks için aynı kavram Komünist toplum olmuştur. Yazarın tercihi ise daha önce belirttiğimiz gibi Hegel’den yana olmuştur.
    Liberal demokrasiyi insanların yada devletlerin tercih etmelerinin temelini iki noktaya bağlayan yazar bu noktaları ekonomik nedenler ve kabul görme mücadelesi olarak açıklamıştır. Ayrıca kitapta insan yalnız ekonomik açıdan değil bir bütün olarak ele alınmış bu yapılırken de Hegel’in Materyalist olmayan tarihi esas alınmıştır.

    Kitap beş bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde evrensel tarih ele alınmış ve yeniden ele alınmasının gerekliliği üzerinde durulmuştur. Özellikle ekonomik sebeblerin Komünist sistemleri nasıl yerle bir ettiği güçlü gibi gözüken devletlerin pek çok zayıflıkları bünyesinde barındırdığı vurgulanmıştır.Otoriter devletlerin terörizmin kökünün kazınması, eski toplumsal düzenin yeniden kurulması, ekonomik kaosa son verilmesi gibi kendi koydukları sınırlı amaçlara ulaştıktan sonra, egemenliklerini sürdürmeyi gerçekleştiremez hale gelmeleri konusu incelenmiştir. Yine totaliter ve komünist sistemlerin tarih içerisinde ortaya koydukları sahte hedeflerin ve ortaya çıkan korku ortamının sayesinde bu ülkelerin nasıl devrilmek zorunda kalmış olduğu sorusuna da cevap verilmiştir. Dünyada  hem şimdi hemde gelecekte  meşru olabilecek tek politik sistemin liberal demokrasi olacağı konusu defalarca örneklerle açıklanmıştır.
    Birinci bölümde ayrıca özgürlük ve eşitlik ideallerinin Fransız ve Amerikan devrimlerinin esinlendirmesinden iki yüz yıl sonra da bu ideallarin yanlızca dayanıklı değil aynı zamanda yeniden yaşam bulabilir olduğu ispatlanmaya çalışılırken liberalizm ile demokrasinin aynı şey olmadığı ama birbirleri ile iç içe olduğu meseleleri incelenmiştir.
    İslam düşünce sistemin ise bir istisna olarak kabul eden Fukayama İslam devletlerinin liberal demokrasilerden uzak durmasının sebebini ise bu sistem içinde yaşayan insanların liberal demokrasiyi kendileri için en büyük tehdit olarak kabul etmeleri şeklinde açıklamaya çalışmıştır.
    İkinci  bölümde ise  Hegel ve Marks’ın aynı zaman Kant’ın tarihe bakış açıları üzerine çalışma yapılmış ve insanın gelişimine odaklı Evrensel tarih kavramı açıklanmaya çalışılmış bu yapılırken insan gelişen ve kazanımları olan bir varlık olarak tanımlanmlanmıştır Tarihle ilgili yapılan çalışmada tarih belirli bir yöne sahip mi sorusu cevaplandırılmaya çalışılmış bu sorunun cevabını yazar evet olarak vermiştir ve cevabını destekleyecek örnekler vermiştir.Yine sanayileşmiş bir toplumun modernlik öncesi bir noktaya gidip gitmek istemediği sorusu çerçevesinde kazanılan teknolojik ve ekonomik kazanımlardan hiçbir toplumun vazgeçmeyeceği, tarihin geriye çevrilemiyeceği konusu ele alınmıştır.Teknolojik olarak ortaya atılan kötü ütopyalardan, diğer bir deyişle çevresel felaketlerden yine teknolojik çare ve çözümlerle kurtulabileceği noktası da ayrıca vurgulanmıştır.
    İkinci bölümde ayrıca liberal demokrasiyi benimsemeyen kendi içine kapanan toplumların dünyadaki ticaret pastasından pay alamayacağı bu durumun ise ekonomik bir gerilemeye doğru götüreceği konusu tartılışırken örnek olarakta Güney Asya ülkelerinin liberal ekonomik parametreleri uygulayarak ekonomik olarak nasıl gelişmiş olduğu, ekonomik kazanımlarında demokrasiya yol açtığı meselesi ele alınmıştır. Diğer yandan Latin Amerika ülkelerinin içe dönük, kapalı ekonomik sistemleri tercih ederek ekonomik olarak iyi bir seviyeden nasıl kötüye gittikleri açıklanmıştır. Bunun yanında liberal ekonomiyi uygulayan totaliter rejimlerin ekonomik olarak demokratik rejimlerden daha fazla büyüdüğü bunun sebebi olarakta alt yapı yatırımlarının, insana ayrılan paranın totaliter rejim tarfından tasarruf yapılmak  maksadıyla kısılması ayrıca ele alınmıştır.İkinci bölümün sonunda demokrasi için demokratik insanların şart olduğu fikri öne sürülmüş ve insanı incelemek için bir kapı açılmıştır.
    Üçüncü bölümde yazar Hegel’in ortaya attığı ‘’ kabul görme mücadelesi ‘’ çerçevesinde efendi uşak ilişkisi ele alınmış ve insanlığın gelişiminin uşağın kendisini kabul ettirme mücadelesinde bulunarak gerçekleştirdiği teması üzerinde durulmuştur. Bu konu ile ilgili olarak yazar şu saptamalarda bulunmuştur;
       Saygınlık mücadelesinde hayatını ortaya koymaya hazır olmak hegelin tarih görüşünde çok önemli yer tutmaktadır.Çünkü hayatını ortaya koyarak insan, en güçlü ve en önemli iç güdüsüne, hayatını koruma ve sürdürme iç güdüsüne karşı koyabileceğini kanıtlar. Kojeve’in formüle ettiği gibi insandaki insani ihtiyaç, onun hayvani kendisini koruma ihtiyacına karşı zafer kazanmalıdır. Mücadele etmemin nedeni, başka bir insanın benim hayatımı ortaya koyduğumu ve bu nedenle özgür ve gerçek bir insan olduğumu kabul etmesini sağlamak istememdir.
Amerikan demokrasisinin temelinde yatan ve Bağımsızlık Bildirgesi’nde ve Anayasa’da somutlanmış olan ilkeler, Jefferson, Madison, Hamilton ve öteki Amerikan Kurucu Babalar’ın yazılarına geri gider; bunlar ise düşüncelerinin bir çoğunu Thomas Hobbes ve Jhon Locke’un liberal İngiliz geleneğinden türetmiştir.
        Hegel insanı, özgül onuru fiziksel ya da doğal belirlenmeden özgür olmasına bağlı olan ahlaki bir etmen olarak görür.Tarihin diyalektik gidişini ilerleten, bu ahlaki boyut ve bunun kabul görmesi uğruna mücadeledir.                   
         Eflatun thymos ya da “kararlılıktan”tan, Machiavelli insanın şöhret arzu etmesinden, Hobbes gurur ya da şöhret tutkusundan, Rousseau amour-propre’dan, Alexander Hamilton ün sevgisinden, James Madison hırstan, Hegel kabul görmeden söz etmiş, Nietzsche ise insanı “kırmızı yanaklı hayvan” olarak nitelendirmiştir.
                Thymos kavramı insandaki  bir tür doğuştan adalet duygusunu temsil eder ve bu anlamda bencil olmama, idealizm, ahlak, özveri, cesaret namus gibi erdemlerin psikolojik mekanıdır. Thymos bize değerlendirme ve değer biçme sürecinde güçlü bir duygusal dayanak sağlar ve insanlara doğru ya da haklıya ilişkin inançları uğruna en güçlü içgüdüleri aşma olanğı verir.İnsanlar kendilerine bir değer biçerler ve özellikle kendileri söz konusu olduğunda öfke duyarlar. Ama başka insanlara da bir değer biçme ve başkaları söz konusu olduğunda da öfke duyma yeteneğine sahiptirler. Bu özellikle birey kendisine haksız davranıldığını düşünen bir grubun üyesi ise geçerlidir; örneğin, kadınlar söz konusu olduğunda bir feminist yada kendi etnik grubu söz konusu olduğunda bir milliyetçi bundan etkilenir. Kendi adına duyulan kızgınlık bu durmda bütün sınıfa yayılır ve dayanışma duyguları doğurur.Kendinin ait olmadığı sınıflarlarla ilgili öfkenin örnekleride vardır. Amerikan iç savaşı öncesinden köleliğin beyaz karşıtlarının haklı öfkesi yada Güney Afrika’daki ırk ayrımcılığına karşı dünya çapında duyulan öfke Thymos’un çeşitli ifade biçimleridir. Bu örneklerde öfkeye yol açan, ırkçılığın kurbanlarına, öfkelene kişinin görüşü açısından insan olarak gerçekte hak ettikleri değere uygun bir şekilde davranılmamasıdır.

            Günümüz Amerikan politikasında da kabul görme arzusunun hala etkili olduğunu gösteren birçok örnek bulunabilir. Örneğin pratikte hiçbir ekonomik öneme sahip olmamasına rağmen, kürtaj son kuşaktan bu yana son derece hassas bir sosyo-politik bir konu olmuştur. Kürtaj tartışmasında söz konusu olan ilk bakışta doğmamış bebeklerin haklarıyla kadınların hakları arasındaki bir tartışmadır. Gerçekte ise geleneksel ailenin görece onuru ve kadının buradaki rolü, karşı yanda ise meslek sahibi, kendine yeterli kadın onuru vardır. kavgada taraflar birbirlerine olan öfkelerini dile getirmektedirler.Ama öfkelerinin kendileriyle de bir ilgisi vardır.bu tip çatışmaları çeşitlendirmek mümkündür. O nedenle sivil hak ve özgürlüklere ilişkin bütün mücadeleler, ekonomik yanları olsada, temelde adalet ve insanlık onuru konusundaki farklı yaklaşımları kabul görmesi üzerine thymotik çatışmalardan başka bir şey değildir.
        Thymotik öfkenin ve kabul görme arzusunun komünizmin ekonomik krizine eşlik eden etkisini kavrayamazsak, devrimci olguyu bütün boyutları ile anlayamayız. İnsanları canlarını ve mallarını tehlikeye atarak hükümetleri düşürmeye iten şeyin, daha sonra tarihçiler tarafından  temel nedenler olarak tarif edilen büyük olaylardan çok, oldukça küçük ve görünüşte raslantısal gelişmeler olması devrimni gelişmelerin ilginç bir karakteristiğidir. Örneğin Çekoslavakya’da Sivil Toplum, Jakes başkanlığınsdaki komünüst hükğmetin daha önce liberalleşme sözü vermiş olmasına rağmen , Caclav Havel’i tutklatmasının getirdiği öfkeden doğdu. Kasım 1989’da bir öğrencinin güvenlik polisi tarafından öldürüldüğü söylentisi üzerine büyük insan yığınları Prag sokaklarını doldurdu. Daha sonra bu söylent,leirin doğru olamdığı ortaya çıktı. Diğer bir örnek Romanyadaki Çavuşesku rejimi aralık 1989 da çöktü . Rejimin yıkılmasına yol açan olaylar zinciri, Macar azınlığın hakları için mücadele eden TOKEŞ adlı bir rahibib tutuklanması üzerine Timisoara kentindeki protestolarla başlamıştı. Çoğu kez politik ve ekonomik yapılarda köklü dönüşümlere yol açan kapsamlı büyük olaylar, böylesi küçük cesur davranışlar olmaksızın hiçbir şekilde gerçekleşmezdi.
        İnsanın, kendisini ve başkasını sürekli değerlendiren ahlaki bir yanını sürekli olması, ahlakın özsel içeriği konusunda görüş birliği olduğu manansa gelmez. thymotik ahlaki benzerlikler dünyasında sayısız önemli ve önemsiz sorun üzerine sürekli takışma ve tartışmalar gündemdedir. O nedenle thymo, en alçak gönüllü ifadelerinde bile, her türlü insan çatışmasının kaynağını oluşturur.
        Tarihin sonunda ortaya çıkan homojen devlet, iki sütün üzerinde, ekonomi ve kabul görme üzerinde yükselir. Bu sonuca yol açan insanlık tarihi süreci, itici gücünü eşit oranda, hem modern doğa bilimlerinin ilerleyen gelişmesinde, hem de kabul görme mücadelesinde bulmuştur. Bu sütunlar sanayileşme ile liberal demokrasinin niçin bu kadar sıkı sıkıya birbirine bağlı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
        Ekonomik gelişme efendilik kavrayışını uşağın bilincine çıkarır. Uşak teknoloji sayesinde doğaya ve iş disiplini ve eğitim sayesinde kendisine hükmedebileceğini keşfeder. Bir toplumun eğitim düzeyi yükseldikçe, uşaklar kendilerinin köle olduğunu ve efendi olmayı yeğlemek gerektiğini giderek daha açık olarak görür ve öteki uşakların kendi bağımlılık durumlarına ilişkin görüşlerine daha açık hale gelirler. Gerek hristiyanlık gerkse komunizm her ikiside hakikatın belli parçalarını içeren uşak projeleriydi.
Dördüncü bölümde yazar rasyonel kabul görmenin en güzel biçimi olarak tanımladığı liberal demokrasiyi devlet düzeyinde incelemiş ve gerçeklik kavramını örneklerle açıklamıştır. Dünyada tüm ülkelerin liberal demokrasiye neden geçemediklerini dört alt başlık altında irdelemiştir.
Tarihin sonunda artık liberal demokrasinin ciddi rakiplari kalmamıştır. Geçmişte birçok insan; monarşi, aristokrasi, teokrasi, faşizm, komunizm, totalitarizim yada kendisinin inandığı şu yada bu ideolojiden daha aşağı olduğunu düşündükleri için liberal demokrasiyi reddediyorlardı. ama buğün en azından İslam dünyası dışında, liberal demokrasinin en mantıklı biçimi olan , yani rasyonel arzunun ya da rasyonel kabul görmenin en iyi gerçekleştiği devlet biçimi olduğu konusunda genel bir mutabakat vardır. Bu mutabakata rağmen neden tüm ülkeler demokratik değildir. Bunun cevabını 4 başlık altında incelemek mümkündür;
1-    Bir ülkenin ulusal etnik ve ırksal bilincinin çapı ve karakteriyle ilgilidir. Çeşitli nufus guruplarının milliyetçilik yada etnik aidiyetinin, kendilerini aynı ulusun üyesi olarak hissetmeyecek ve öteki grubun haklarına saygı göstermeyecek kadakr güçlü gelişmiş olduğu bir ülkede demokratik bir sistem pek kurulamayacaktır. Örneğin eski SSCB gibi.
2-    İkinci etken dinle ilgilidir. Din kendi başına özgür toplumlar yaratmış değildir; liberalişzmin ortaya çıkması için amaçlarını dünyevileştirerek hristiyanlığın bir bakıma kendi kendini ortadan kaldırması ile gerçekleşmiştir.  Bu Protestanlığın ortaya çıkması ile  yapılabilmiştir. Ama Ortodoks ve fundamentalist İslam insan yaşamının bütün alanlarını, özel, kamusal ve bütün politik yaşamı düzenlemek isteyen totaliter dinlerdir. Liberal demokrasinin çağdaş İslam dünyasındaki tek uygulama örneği 20 ‘nci yy ın başlarında islami mirası dünyevi toplum yararına reddetmiş olan ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Türkiye  Cumhuriyetidir.
3-    Üçüncü engel büyük çaplı sosyal eşitsizlikler ve insanların devlet karşısındaki buradan kaynaklanan tutumlarıdır. Zorba ve tembel efendilerin karşısında, özgürlüğüne ilişkin hemen hemen hiçbir tasarımı olmayan korkulu ve bağımlı bir köleler sınıfı duruyordu. Bu efendiler ve uşaklar varlıklarını bazı ülkelerde daha saf ve köklü olarak sürdürdüklerinden dolayı Brezilya ,Peru gibi teke tek sınıfların düşmanca karşı karıya duruduğu ve her sınıfın yalnızca kendi esenliğini düşündüğü belirgin hiyerarşik toplumsal yapıları miras almıştır.
4-    Son kültürel etken olarak; bir halkın bağımsız olarak sağlıklı sivil toplum; devlete dayanmadan Tocqueville ‘in birleşme sanatını icra edebileceği bir alan yaratma yeteneği ile ilgilidir. Eğer insanlar şehirlerinde, kasabalarında, meslek örgütlerinde ya da üniversitelerinde kendi kendilerini yönetebiliyorsa ,bunu ulusal düzeyde de başarmaları çok büyük olasılıktır.
    Belirgin bir çalışma ahlakına sahip insan (Japonlar) yada bir halkı yalnızca geleneksel liberal ekonomi kuramının katı yaratıcı kavramlarıyla betimlemek gerçekte çok zordur. Özdeğer duyguları, ne kadar sıkı çalıştıklarına, ve başka insanların gözünde sahip oldukları saygınlığa bağlıdır. Hatta maddi durumlarından bile, bununla bir şeye başlayacaklarına inandıkları için değil, bu kendilerine saygınlık sağladığı için hoşnutturlar. Çünkü mal ve mülklerinin tadına varacak zamanları yoktur, yani çalışma, bu kişilerde arzudan çok thymos’un tatminine hizmet eder.
Gerçekliğin asıl babası Machivellidir. Bu düşünür insanını, filozofların nasıl yaşaması gerektiğine ilişkin tasarımlarına değil, gerçekte nasıl yaşadığına bakması gerektiğini söylemiştir.
        Bütün politik gerçeklik kuramları, güvensizliğin uluslar arası sistemin evrensel ve ebedi bir özelliği olduğu varsayımından yola çıkar.
    Bütün devletler güç peşinde koşuyorsa o zaman bir savaş olasılığı tek tek devletlerin saldırgan davranışlarından çok  devletler sisteminde bir güç  dengesi olup olmadığına bağlıdır.
    Gerçekli kuramından bir dizi politika kuralı türemiştir.
        İlk kural: uluslararası güvenlik sorunu ancak potansiyel düşmanlar arasında bir güç dengesi varsa çözümlenebilir.
    İkinci kural: dostları ve düşmanları ideoloji ya da iç politik rejimlerinden çok güçlerine göre seçmek gerektiğini söyler.
    Üçüncü kural bir devlet adamının tehdit değerlendirmesi yaparken niyetlerden çok askeri potansiyele bakması gerektiğini söyler. niyet ne olursa olsun niyetler bir gecede değişebilir ama top tank sayısı bir gecede değişmez.
    Bu bölümden çıkarılacak en önemli nokta dış politikada ahlakçılığa kesinlikle yer olmadığıdır.     Gerçeklik faktörü ikinci dünya savaşı sonrası yukarıdacsayılı sebeplerden dolayı rusyanın karşısına NATO’ nun kurulması ihtiyacını gündeme getirmiştir.
    Gerçeklik kuramına göre uluslar arası devletler sisteminde tehdit saldırı ve savaş her zaman mümkündür. bu bi conditio humana insanlık durumudur; kökleri insanın değişmez doğasındadır. ve bu nedenle değişik insan toplumu biçim ve tiplerinin ortaya çıkması ile değişecek değildir.
Beşinci bölümde yazar geçmişten günümüze kabul görme mücadelesi içerisinde bulunan ve bu mücadelenin sonuna gelmiş olan son insanın özellikleri tasvir edilmiştir.Yazara göre liberal demokrasi yalnızca arzu ve akıldan oluşan, tymos yoksunu belkemiksiz insanlar yaratmaktadır.
İçinde insanların (sınıfların) kabul görme uğruna birbirleriyle ve emeklerliyle doğaya karşı mücadele ettiği gerçek anlamda tarih, Marx’a göre “zorunluluk alemi”dir.; bunun ötesinde, (birbirlerini önkoşulsuz kabul eden) insanların karşılıklı mücadele etmediği ve mümkün olduğu kadar az çalıştığı “özgürlük elemi “başlar. Alexandre Kojeve, Hegel Okumasına Giriş

Hegel’e göre evrensel ,homojen devlet uşakları kendilerinin efendisi yaparak, efendi –uşak ilişkisindeki bütün çelişkileri ortadan kaldırır. Efendi artık, yalnızca tam bir insan sayılmayan yaratıklar tarafından kabul görmekten kurtulur. ve uşaklarda insan olarak kabul görmeye başlar. her birey özgür ve kendi değerlerinin bilincinde olarak , bütün öteki bireyleri, tam da bu özellikleri nedeniyle kabul eder. Efendi uşak arasındaki karşıtlık ortadan kalktıktan sonra, her iki taraftan da geriye kalanlar, efendinin özgürlüğü ile uşağın çalışması oldu.
Doğu Avrupa, Çin ve Sovyetler Birliğindeki insanların yaptığı gibi, hakları olmayan insanların hakları uğruna mücadele ettiği kesinlikle doğrudur.
Tarihin sonundaki son insan bir dava uğruna hayatını tehlikeye atmayacak kadar akıllı. Tarihin, insanların Hristiyan ya da Müslüman, Protestan ya da Katolik, Alman ya da Fransız; hangisi olacakları uğruna mücadele edip durduğu anlamsız kavgalarla dolu olduğunu biliyor. Tarih, insanları kahramanca eylemlere ve büyük özverilere esinlendirmiş sadakat ödevlerinin, şarlatanca ön yargılardan başka bir şey olmadığını göstermiş oluyor. Modern, aydın insanlara, evlerinde oturup ne kadar hoşgörülü ve duru oldukları için birbirlerini kutlamak yetiyor.
İnsanın tarihin sonunda kaybolması o nedenle kozmik bir felaket değildir: Doğal dünya ezelden beri varolmaya devam eder ve o nedenle bu biyolojik bir felaket de değildir: insan hayvan olarak doğayla ya da varlıkla uyum içinde yaşamaya devam eder. Yok olan, gerçek anlamda insan yani varolanı reddeden eylem ile yanılgı ya da, genel olarak nesnenin karşısında yer alan öznedir.
Tarihin sonu, savaşların ve kanlı eylemlerin sonu olacaktır. İnsanlar amaçları konusunda görüş birliği içinde olacakları için mücadele etmek için bir neden kalmayacaktır.
Romanya’da Çavuşesku’nun Securitate’sine karşı mücadele eden devrimciler Tienanmen  Meydanı’nda tankların önüne dikilen kahraman öğrenciler ve ulusal bağımsızlıkları için Moskova’yla kapışan Litvanyalılar en özgür dolayısıyla en insan yaratıklardı. Onlar eski uşaklardı.
Tarih sonrası Avrupanın büyük bölümünde dünya şampiyonları milliyetçi arzular için önemli bir sibop olarak askeri rekabetin yerine geçmiştir.Kojeve bir keresinde bu kez çok uluslu futbol takımı olarak Roma İmparatorluğunu yeniden kurmak istediğini söylemişti. Mücadelenin savaş gibi geleneksel biçimlerinin mümkün olmadığı ve genel maddi refahın ekonomik mücadeleyi gereksiz kıldığı yerde thymotik insanlar kendilerine kabul görme sağlayan (dağcılık, uçuculuk, paraşütçülük, maraton vb gibi son derece riskli boş zaman etkinlikleri) başka içeriksiz etkinlikler aramaktadır.
Günümüzde yurttaşlık hakları en iyi şekilde “aracı kurumlar” olarak adlandırılan siyasi partiler, özel girişimler, sendikalar, dernekler, meslek birlikleri, okul aile birlikleri vb ile kullanılmaktadır.
Günümüz  Amerikan ailesinde görülen yüksek boşanma oranları ve anne babanın otorite kaybı gibi birçok sorun aile üyelerinin son derece liberal bir anlayışa sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Bu durumda ailenin yükü sözleşmenin taraflarından birisi için beklenenden fazla olduğunda bu üye sözleşme koşullarını değiştirmektedir.
En büyük birleşme olan devlette de liberal ilkeler bir ülke için yaşamsal önem taşıyan yüksek yurtseverlik biçimlerini tahrip edebilir. Aydınlamış öz koruma ilkesine dayalı bir devlet için hiç kimsenin ölmek istememesi liberal kuramın bilinen bir zayıflığıdır.
Liberal demokrasiler kendi kendilerini taşıyamazlar.Bağımlı oldukları topluluk yaşamı liberalizimden farklı bir kaynağa sahip olmak zorundadır.                           
Hegel’e göre hakiki yurttaşın ayırtedici özelliği ülkesi için ölebilmektir. O nedenle tarihin sonunda devlet askerlik görevini kaldıramaz ve savaş yapmaya devam etmelidir.İnsanın efendisi olarak ölüm korkusu eşi bulunmaz bir kuvvettir. Ölüm korkusu insanı bencillikten kurtarabilir ve ona yalıtlanmış bir atom olmadığını, ortak ideallere dayalı bir topluma ait olduğunu hatırlatır.
Liberal demokrasi içinde hiçbir hükümet biçimi hiçbir sosyo-ekonomik sistem bütün yerlerdeki bütün insanları hoşnut edemez. Bunun nedeni demokratik devrimin henüz tamamlanmamış olması ve bütün insanların henüz özgürlük ve eşitliğe kavuşmamış olması değildir. Tam tersine hoşnutsuzluk tam da demokrasinin kesin zafer kazandığı yerde ortaya çıkmaktadır. Hoşnutsuzluk, Özgürlük ve eşitsizlik yüzünden çıkmaktadır. Ve hoşnutsuz olanlar her zaman tarihi yeniden başlatma isteğini duyacaklardır.

Umrandan Uygarlığa, Cemil Meriç

Umrandan Uygarlığa, Cemil Meriç, Ötüken Yayınevi, 1974,İstanbul
Uygarlık kavramına ışık tutularak 70'li yıllardaki batılılaşma-çağdaşlaşma-uygarlık tartışmaları ve kültürel yozlaşma anlatılmaktadır.
        Bütün Kur'an'ları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani, İslâm. Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın! Zavallı Türk aydını... Batılı dostları alınmasınlar diye hazinelerini gizlemeye çalışır. Sonra unutur hazineleri olduğunu. Düşmanın putlarını takdis eder, hayranlıklarını benimser. Dev papağanlaşır. "Çağdaşlaşmayla batılılaşma arasındaki fark" ne demek? Batılılaşma miti eskiyince, yeni bir yalan çıktı sahneye, daha doğrusu aynı nâzenin taze bir makyajla arz-ı endâm etti: çağdaşlaşma. Intelijansiyamızın uğrunda şampanya şişeleri patlattığı bu ihtiyar kahpe, Tanzimat'tan beri tanıdığımız Batı'nın son tecellisi. Çağdaşlaşma, karanlık, kaypak, rezil bir kavram. Rezil, çünkü tehlikesiz, masum, tarafsız bir görünüşü var. Çağdaşlaşmanın kıstası ne? Hippilik mi, bürokrasi mi, atom bombası imal etme gücü mü? Çağdaşlaşmak, elbette ki Avrupalılaşmaktır. Avrupalılaşmak, yani yok olmak. Avrupa bizi çağdaş ilan etti, Avrupa, daha doğrusu onun yerli simsarları. Zira apayrı bir medeniyetin çocuklarıyız, düşman bir medeniyetin, bambaşka ölçüleri olan, çok daha eski, çok daha asil, çok daha insanca bir medeniyetin. İki yüzyıldır bir anakronizm'in utancı içindeyiz, sözüm ona bir anakronizm. Haykıramadık ki, aynı çağda muhtelif çağlar vardır. Çağdaşlık, neden Hıristiyan ve kapitalist Batı'nın abeslerine perestiş olsun? Fani ve mahalli abesler. Bu, kendi derisinden çıkmak, kendi tarihine ihanet etmek ve köleliğe peşin peşin razı olmak değil midir? Çağdaşlaşmanın halk vicdanında adı da asrîleşmektir, asrîleşmek yani maskaralaşmak, gavurlaşmak.
Hangi Batı
    Çapkın, çakırkeyif, derbeder bir üslup. Şımarık, atak, serazad bir zeka. Kırdırdığı zaman bile sevimli. Hangi Batı bir facianın hikayesi: iki yüzyıldan beri kurbanı ve kahramanı olduğumuz bir facianın. Bu milli dram, şairin kalemiyle 'féerique'leşmiş. Düşüncelere gelince...Bu haşarı üslup, düşünce yumağı ile oynayan sevimli bir kedi yavrusu: koşuyor, zıplıyor, saklanıyor, tekrar fırlıyor bir köşeden. Kâh açılıyor, kâh düğümleniyor yumak. Arada bir koptuğu da oluyor.
'Çağdaşlaşma'yla batılılaşma arasındaki fark' ne demek!
    İlhan, çağdaşlaşmak 'sorununu', 'çağdaş yöntemlerle ulusal uygarlık bileşimi yapmak' diye alıyor. Çağdaş yöntem ne demek! Başka bir medeniyetin hazırladığı, başka bir medeniyetin hakimiyet kurmasına yarayan karanlık güçlerin bütünü değil mi! Bu yöntemler, ülkeden ülkeye aktarılabilir mi! Çok titiz, çok sabırlı bir ayıklamadan geçirilmeleri, ehlileştirilmeleri gerekmez mi! 'Ulusal uygarlık' ağacına nasıl aşılayacağız bu yöntemleri! İki yüzyıldan beri aşılamaya çalışmıyor muyuz! Çağdaşlaşmak belli tedaileri olan bir kelime, cıvık, sinsi, kaypak,
    Sevimli şair, felaketlerimizin kaynağını araştırırken Tanzimat ve sonrası, bize, Batılıların önerdiği ve denetlediği bir batılılaşma düzenidir diyor. Bu düzen imparatorluğu batırmış, çünkü endüstrileşmeyi sağlayan değil, engelleyen bir tutum içermektedir. Şüphe var mı! Dört kıtayı sömürerek palazlanan kapitalizm canavarı, bindiği dalı kesecek değildi ya! Sonra hatalarımızın altını çiziyor İlhan: 'Bir kere yaptığımız batılılaşmak değildi, ikincisi Batı bizim sandığımız gibi değildi, üçüncüsü Batı'nın ulaştığı yer özenilecek bir yer değildi.' Bu şahane tespitlere bazı müdahaleler yapalım: yaptığımız batılılaşmak değildi, çünkü batılılaşamazdık.. Batı bizim sandığımız gibi değildi, iddiasına gelince hem doğru hem yanlış. Biz kimiz! Ã'tıf Efendi mi, Sadullah Paşa mı, Fuat Paşa mı... Emin Bülent mi, Celal Nuri mi, Abdullah Cevdet mi!
    Batı'nın çıkmaza saplandığını ispat için, Batı yazarlarından fetva getirmeye lüzum var mı! Ne de olsa İlhan da bizden, yani Avrupalı. Önsözün kefere isimleriyle bitmesi hastalığın vehametini göstermiyor mu!
    Birinci bölüm: ' Neuilly'de bir Pencere'. Bir şiir başlığı değil mi! Vaitkâr ve cazip. İlhan bir hatırasıyla giriyor bölüme: 'Genç bir ozan hatırlıyorum. Yumruğunu göğsüne vura vura 'Ben, demişti, Türk olmak istemiyorum. Çevremde gördüğüm her şey kızgın bir demir dehşetiyle etime yapışıyor. Sanatımla ve duygulanma gücümle başka ve Batılı bir ortama aidim ben''. Bu parçalanışın başka bir milletin tarihinde benzerine rastlayamayız. Sadullah Paşa'nın Paris perdesi... Genç Osmanlılardan, genç sosyalistlere kadar bütün Türk aydınları bir hıyanet psikozu içindedir...Bu bir alınyazısı mı! Yani, haşin ve kaçınılmaz bir muayyeniyet mi söz konusudur! Elbet. İmparatorluğun yükseliş devrinde aydın, toplumun herhangi bir ferdidir, zevkleri ile, zilletleri ile, mukaddesleri ile, acıları ile... Kadıdır, müftüdür, tahribat katibidir vs. Toplumun herhangi bir ferdiyle aynı camide namaz kılar, aynı kahvede dinlenir, aynı sofrada yemek yer. Ne imtiyazı vardır, ne imtiyaz peşindedir. Tanzimat'tan sonra durum değişir. Aydın, kendi tarihinden koptuğu ölçüde aydındır; kendi tarihinden, yani kendi insanından. Batı'nın temsilcisi olduğu ölçüde aydın. Batı medeniyetine bağlanmak, deri değiştirmekle olmaz. Daha köklü, daha uzvî bir istihale gerek. Aydın, bu istihaleyi başardığı, yani ihanette muvaffak olduğu ölçüde benimsenir Batı tarafından. Padişah halktır. Gerçi, o da hastalığa yakalanmıştır. 'Frengi hastalığı'na, ama yine de halk. Bâbıâli, Reşit Paşa'dan itibaren Avrupa'yı temsil eder. Saraydan da, halktan da kopmuş bir bürokrasi. Aydın da bir bürokrattır: o da mütevazı bir temsilcisi bulunduğu içtimai zümre gibi şöhret ve itibarını yeni efendilerine, yani Avrupa'ya borçludur.
    İdeololoji, hakim sınıfları, hakim sınıfın ideolojisidir, diyor kitap. Hakim sınıf: İngiliz, Fransız burjuvazisi. Padişah son mukavemet kalesi. İstese de istemese de, kalabalığı korumak mecburiyetindedir. Bâbıâli, bir hân-ı yağma grubu. Halkla en küçük bir teması yok. Batan bir gemide... Ve ufukta rüyaların en muhteşemi: Avrupa. Aydın, kadın gibidir, hercai, kaprisli, tembel. Azgın iştahları vardır. Avrupa, memnu meyveleriyle karşısındadır, dudaklarında büyüleyici bir tebessüm, şarkılar fısıldar ona, davetkar şarkılar. Yüzlerce mektep, binlerce keşiş, elçiliklerle balolar, ekalliyetler, ikide bir Beyoğlu'nu zevk panayırı haline getiren şuh aktrisler ve... mürebbiyeler (Hasan Sabbah'ın cenneti kaç para eder! ). Bu kesif hücum karşısında, o dev cüsseli ve dev iştihalı intelijansiyamız nasıl dayanabilirdi!
    Halk mâziye çivili. Bu, ahmakça bir taassup değil, insiyakî bir nefis müdafaası. Aydınların ihanetini biliyor. Korkuyor ve seziyor ki, hayatını idame ettirmenin tek şartı hareketsizlik Bir başka lisan konuşmaktadır aydınlar, halktan nefret etmektedirler. Padişahı, kendilerini dünya zevklerinden ayıran bir hâil olarak görmektedirler. Padişah olmasa, Avrupa'nın emrinde ve Avrupa'nın inayetiyle Türkiye'yi kendileri yönetecek. Kalabalığı savaşa hazırlamak mı, ne savaşı! Kalabalık Caliban'dır, sevimsiz, pis, ahmak Caliban.
    İntelijansiya, ülkesiyle her türlü bağlarını koparmış. İlhan doğru söylüyor. Okumak kopmaktır. Okuduğumuz ölçüde yabancıyız. Şairi dinleyelim: 'Yeni Türk sanatçısı, kendisini Batılı diye alır. İçinde yaşadığı toplumu doğulu diye küçümser. Küçük aydınlar, hatta biraz gözü açık mahalle kızları, yalnız çeviri roman okumakla, Türk filmlerine gitmemekle, basbayağı övünürler. Büyük şehirlerimizin, o Allah muhafaza, sanat çevrelerinde Fransa resmi, İngiliz şiiri, Rus müziği, İtalyan sineması herhangi bir Türk sorunundan önce konuşulur. Sonra, Pondiché'den, Antiller'den söz ediyor yazar. Ve oklarını aydın kardeşlerinin iman tahtasına saplıyor insafsızca: 'Antilli yazar, halkına olmayan bir geçmiş bulmaya çalışadursun, biz rahatça var olan, hem de nasıl var olan, koskoca bir geçmişe sövmekteyiz. O kadar ki, yeni, Batılı, üstelik de ilerici sandığımız bir yazara, elin Bulgar'ı sizin klasikleriniz nedir, diye sorunca bizim klasiklerimiz yoktur, cevabını alır. Konuşan şiirin ta kendisi, şiirin yani mâşeri vicdanın. Sonra yine nesre geçiş, nesre yani ukalalığa. Bir alay kefere ismi, sevimsiz ve lüzumsuz. Şahin, hep aynı yükseklikte kanat çırpamıyor. Ama bir kanat darbesiyle tekrar yükselebiliyor hakikata: 'Yok, yok, genç sanatçı Batılı olmanın Türk olmamak demeye gelmediğini anlamalıdır. Uygarlığımızı değiştirmek ne lâf! Türk'üz, Türk kalacağız.
    Uygarlığımızı çağdaş ölçülerle yeniden değerlendirmesini bileceğiz ( biraz karanlık değil mi! ). Batılılık bu (neden batılılık olsun, insanlık). Yoksa yarım yırtık bir yabancı dil belleyip bir yabancı uygarlığın kuyruğuna eklenmek değil'.
    Az sonra, şairin çok şairane bir hayretiyle karşı karşıyayız. Bir orta mektep tarih kitabında, Sümerleri, Hititleri hatta Etrüskleri bulamayınca afallıyor. Unutuyor ki tarih düpedüz bir ideolojidir. Avrupalının yazdığı tarih, Hristiyan Avrupa'nın gururunu okşayacak bir masallar yığınıdır. Hele orta mektep seviyesindeki tarih! Her içtimai sınıfın, her milletin, her medeniyet camiasının kendine göre bir tarihi vardır, hatta her tarihçinin diyecektim. Şairin elinde kelimeler zaman zaman, karanlıkları aydınlatan birer şimşek parıltısı oluveriyor. Yeni roman, gerçeküstücülük vs. hep belli bir bünyenin hastalıkları. Biz mecbur muyduk bunları ithale! İlhan doğru söylüyor: ' Türk edebiyatının en önemli sorunu, bugün için bir öz kişiliğini bulma sorunudur'.
    İkinci bölüm: 'Kuşku Kapısı'. Yalanla beslenen bir neslin ızdıraplarıyla karşı karşıyasınız; ızdırapları, isyanları ve arayışlarıyla. 'Yirmi yıldır her toplumsal sınavda çaka çaka başımız döndü' diyor şair. Sonra, intelijansiyamızı Baytekin'in uşağı Kolu'ya benzeterek faciayı bir mizaha beşerileştiriyor. Severek okuyacaksınız o sayfaları. Asırlık faciayı üç kelimeye hapsetmiş: 'Uşaklaşmayı uygarlaşmak sanmak'. Sonra coşuyor İlhan ve yeniden bir vicdanın sesini duyuyorsunuz: 'Çinhindi'nde tam Fransızlaşmak, tam Amerikalılaşmak için nasıl bir takım Kolu'lar çekik gözlerini ameliyatla düzeltmeğe uğraşıyorlarsa, sen de tut dilini iğdiş et, sanatını imge düzenini boz, ses uyumunu kır, sonra da artık Batılı oldum diye övün! Seni beğense beğense tek kişi beğenir: Avcı Baytekin' Nur ol aziz şair!
    Birden Metternich'in öğüdünü hatırladım; tarihin derinliklerinden gelen bir dost sesi:
    Devlet-i Aliyye günden güne zayıflamaktadır. Niçin saklamalı: Onu bu hale düşüren sebeplerin başında Avrupalılaşma gelir. Temellerini III. Selim'in attığı bu zihniyeti, derin cehaleti ve sonsuz hayalperestliği yüzünden, II.Mahmut son haddine vardırır. Babıali'ye tavsiyemiz şu: hükümetinizi dini kanunlarınıza saygı esası üzerine kurun. Zamana uyun, çağın ihtiyaçlarını dikkate alın. İdraklerinizi düzene sokun, ıslah edin. Ama yerine, size hiç de uymayacak olan müesseseleri koymak için eskilerini yıkmayın. Batı kanunlarının temeli Hıristiyanlıktır. Türk kalınız. Avrupa'nın temel kanunları, Doğu'nun örf ve adetlerine taban tabana zıttır. İthal malı ıslahattan kaçının. Bu gibi ıslahat Müslüman memleketlerini ancak felakete sürükler'.
Umrandan Uygarlığa
    Muhtevası çağdan çağa, ülkeden ülkeye, yazardan yazara değişen kaypak ve karanlık kelime : 'civilisation'. Batı irfanının ikiyüz yıldır sabit bir tarife hapsedemediği bu ele avuca sığmaz mefhumun hayat hikayesine kısaca göz atalım.
    Avrupa dillerinde zarafeti, çelebiliği -kısaca medeniliği ifade eden kelime 'police' idi. 'Police' XVII. Asırdan itibaren bugünkü mânâda kullanılmaya başlanır: Zaptiye. Ve yerini yeni bir kelimeye bırakır: 'Civilisation'. Aydınlıklar çağının ümitlerini dile getiren, terakki inancını bayraklaştıran iki kelime bu. İnsanlık düşe kalka ilerleyen bir kervandır. Avrupa: kılavuz. 'Civilisation' dünyaya yayıldıkça savaşlar sona erecek, sefalet kölelik ortadan kalkacaklar. Bir gerçekten çok, bir amaç.
    Her insan topluluğunun kendine göre bir medeniyeti vardır, az veya çok zengin, az veya çok eski bir medeniyet. Milletlerin üstünlük iddiası zavallı bir vehim, bir kendini beğenmişlik.  Ama Batı intelijansiyası imtiyazlarıyla sarhoş, şımarık bir çocuktur. İlmin ifşalarına ancak işine geldiği zaman ve işine geldiği ölçüde itibar eder. Evet... birçok medeniyetler vardır dünyada, medeniyet daha doğrusu medeniyet müsveddeleri. Gerçek medeniyet Hıristiyan medeniyetidir, kapitalizmdir, sosyalizmdir.
    Almanlar 'civilisation' mefhumunu 'kultur'la karşılar. Kelimeyi Amerikanca'ya sokan Tylor'a (1871) göre kültür ve medeniyet: 'İlimleri, inançları, sanatları, ahlakı, kanunları, âdetleri ve insanın toplum hayatında kazandığı değer kabiliyet ve alışkanlıkları kucaklayan girift bir bütündür'. Amerikan 'culture'u Almanca 'kultur'a cihanşümullük sağlar; Avrupa'nın bütün dilleri benimser kelimeyi. Yalnızca Fransızca 1930'lara kadar bu nevzuhur kültüre itibar etmez, kendi 'culture' ve 'civilisation'una sadık kalır. Yeni kelimenin Alman veya Amerikan içtimai ilimlerine büyük bir vuzuh getirdiği de iddia edilemez. Bir bakarsınız kültürle medeniyet aynı mefhumun iki ayrı ifadesi, bir bakarsınız aralarında dağlar kadar fark var. Kimine göre kültür, insanın olgunlaşmak için harcadığı çaba; medeniyet, dünyayı değiştirmek için giriştiği hareketler; biri amaç öteki araç. Kimine göre iki mefhum arasında yalnız bir hacim farkı var. Kimi, 'Ne münasebet, diye sesini yükseltir. Almanca 'kultur'u İngilizce ve Fransızca'ya maddî medeniyet diye çevirmeliyiz'.
    Bizim için kültür, yakın zamanlara kadar 'hars'tı. Antropologlarımız Amerikan irfanını yurdumuza cömertçe taşıyalı beri kültürden ne anlayacağımızı şaşırdık. İrfan değil bu kültür, maarif değil, galiba medeniyet de değil. Peki, ne! Ama...önce civilisation'u tanıyalım.
    Civilisation, lugat hazinemize Reşit Paşa'nın armağanı, Batı'nın bir çok mefhum ve müesseseleri gibi. Paşa, Paris'ten yolladığı resmî yazılarda (1834) Türkçe karşılığını bulamadığı bu kelimeyi 'terbiye-i nâs ve icray-ı nizâmat' olarak tarif eder.
    Tanzimat aydınlarına dönelim... Yeni tanıdıkları bir dünyanın şaşasıyla gözleri kamaşan hayalperest nesilller için, medeniyet bir teslimiyet ve temessüldür..
    Tarih denilen muammanın iki anahtarı vardı İbn Haldun'a göre: Uman ve asabiyet. Umran, bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının bütünü, içtimai ve dini düzen, âdetler ve inançlar. Umran, tarihi ve insanı bütün olarak ifade eden bir kelime. Avrupa'nın hiçbir zaman ve hiçbir kelimesiyle kucaklayamayacağı bir bütün. Tarihi inkişafın muharrik kuvveti: asabiyet, yani içtimai tesanüt. Umran, iki şekilde tezahür eder: bâdiye hayatı, şehir hayatı. Bedevîlik umranın ilk merhalesi, kendi kendini aşacak olan bir merhale. Haderiyetin de çeşitli merhaleleri var.
    Umran'ı 'içtimaî hayat'la karşılayabiliriz, en geniş mânâda içtimai hayat. İbn Haldun için temeddün'le umran farklı. Temeddün: şehir medeniyeti. Umran, hem bedevîliği hem haderîliği kucaklar: kültür ve medeniyet.
    Kaynaklarından kopan bir intelijansiyanın kaderi, bir mefhum hercümerci içinde boğulmak. Umrandan habersizdik, medeniyete de ısınamadık. İnsanlığın tekâmül vetiresini ifade için kendimize lâyık bir kelime bulduk: uygarlık. Mâzisiz, musikisiz bir hilkat garibesi.
Büyücü Çırağı
    Altın çağ ne zaman sona erdi, bilen yok. Üstureler ezelden beri karamsar: şairler ezelden beri ümitsiz. Tevrat da Upanişatlar gibi korkunç kehanetlerle dolu. Mazide tufan, istikbalde kıyamet. Ve dünya bir gözyaşı vadisi, bir vehim, bir rüya.
    Gök sağır, toprak düşman, insan zavallı. Gerçeği inkar, gerçek ile savaşın tek yolu. Bedbinlik bir zırh eski çağlarda.
    Sonra diz çöker canavarlar, uysallaşan tabiat, zaferden zafere koşan insan.
    Dünya ile bir savaş başlar, Michelet'ye göre, dünya ile sona erecek bir savaş: insanın tabiatla, ruhun maddeyle, hürriyetin kaderle savaşı. Tarih, bu sonsuz kavganın hikayesidir. Üstünlük insanda. İki düşmandan biri hep aynı, öteki boyuna güçleniyor. Alpler büyümediler fakat biz Simplon'u aştık. Rüzgarlar ve dalgalar yine eskisi kadar coşkun, ama artık söz geçiremiyorlar buharlı gemilere.
    Batı Avrupa yüz milyonlarca nüfuslu bir şehir. Bütün diğer ülkeler, bu şehrin banliyösü. Görevleri: dev şehrin sanayi mamullerini alıp, ona hammadde hazırlamak. Sombart, birbuçuk asırdan beri Batı Avrupa ile Amerika'da olup bitenlere akıl erdirmek için şeytan'a inanmak lazım, diyor. Bizi gökten koparıp, maddenin esaretine sokan o.
    Avrupa insanı Galile'ye kadar kosmosla kendi arasında muhteşem bir ahenk vehmediyordu: dünya kainatın merkezi idi, insan dünyanın şerefi. Bu inancın sarsılışı, kalabalığın şuurunda büyük yankılar uyandırmaz.
    İnsan, alelade bir hayvan olduğunu geçen asrın ortalarına doğru öğrendi. Biyolojik tekamül nazariyesi, yeryüzü değerlerini altüst ediyordu, ama yüceltiyordu da insanı. Bir fetih müjdecisiydi Darvinizm. Terakki inancını ilmileştiren bir nazariye. Avrupalı tabiatı da, tekamül olduğuna inanır. 1815'den 1940'a kadar Batı düşüncesine ferman dinleten inanç bu.
    Batı insanı, kendisi ile kosmos arasında hiçbir münasebet olmadığını ilk defa atom çağında anlar. Alimler afallar, romancılar şaşırır. Artık en sık duyulan kelimeler; nisbetsizlik, abes, akıl-dışılık. Tek kainat (univers) değil, bir çok kainatlar (plurivers) var, ilme göre. Büyüğü yöneten kanunlar başka, küçüğü yönetenler başka. Kainat bir ürperti, bir tesadüf, bir akış. Sonsuz bir düzensizlik içinde, geçici bir düzen. Kosmos'un doğuşu oldukça yeni bir macera. Hiroşima'daki patlayışa benzeyen bir oluşum, ama çok daha yavaş. Bilinmeyen bir andan itibaren, dört dönen bir bulutsu (nebülöz) sağnağı. Sonra üzerinde bulunduğumuz garip toz yığını. Belki de daha birçok yıldızlarda beliren hayat. Ve boyuna gelişen nebatlar, hayvanlar başağı. Nihayet nasıl ve niçin doğduğu bir türlü anlaşılmayan insanoğlu.
    İlmin son sözü, ümitsizlik mi! Kosmos Tanrı'nın olmadığını mı haykırıyor! İnsan, tabiattaki topyekün tekamülün anahtarı. Kendi şuuruna varan tekamül. Eskiden soyunun kainatla sona ereceğine inanıyordu. Sonra yeryüzü ile birleştirdi akıbetini: ısı değişecek, atmosfer başkalaşacak, yaşamak imkansızlaşacaktı. Nihayet anladı ki, kökünü kurutacak kurt kendi içinde. Bu korkunç yalnızlık, bu bir başına kalış, yeise sürüklüyor Avrupalıyı. Kimi, zamanın uzunluğundan medet umuyor: rasgele bir soyun tabii ömrü on milyonlarca yıl. İmtiyazlı bir varlık olan insan, neden çok, çok daha uzun yaşayamasın! Kiminin teselli kaynağı: uzaya göç. Ama göklerden tek misafir gelmedi ki, böyle bir ümide kapılalım. Artan nüfus, boğulan insan, azgınlaşan tahrip insiyakı.
    İki yol var insanlık için: kendi kendini imha veya gerçekten insanlaşmak. İnsanlık tek merkeze yönelen bir tür: öteki türler gibi dağılıcı değil. Bu biricik düşünen türün sonu çözülüş olamaz. Mekan ve zamanı aşacak insan. Bu kanatlanış, birleşmenin, birlikte düşünmenin eseri olacak. Birlikte düşünmek, kişiliği ortadan kaldırmaz, geliştirir. Ama düşüncelerini başkalarınınkilerle birleştirmek için, onları sevmek, onlarla kaynaşmak gerek. Kurtuluş bu şuurlanışta. Düşünen insanlığı hayata bağlayacak olan maddi bir rahat değil, kendi kendini aşma, bütünleşmedir.
    Filozof papaz, Teilhard de Chardin'in ( 1881-1955) Avrupalıya tavsiyesi: Hristiyanlığa dönüş; daha geniş, daha şuurlu, daha ilmi bir Hristiyanlığa. Önce ruhun ölümsüzlüğüne inanmak gerek. İnsanlık bu inanç sayesinde zaferden zafere koşabildi; bu inancı kaybettiği gün, yeise düşecek, hiçbir gayret harcamayacaktır artık ve tekamül duracaktır.
    Böyle düşünen yalnız filozof mu! Tarihçi de karamsar: 'hayat geçici bir arıza ise, tekamülün ne manası var! Hayatın gelişmesi ölümsüz bir ruhun kanatlanmasına yol açmayacaksa, kabustan ne farkı kalır bu gelişmenin! ' (Grousset).
    Müsbet ilim, bütün insafsızlığı, bütün hissizliği ile haykırıyor: 'Dinozorlar, stegosefaller yok olmadılar mı! İnsan da onlar gibi silinip gidecek. Bize güneşlik eden küçük yıldız, aydınlatıcı ve ısıtıcı gücünü kaybedecek, yavaş yavaş. Yeryüzünde hayattan eser kalmayacak artık ve bu ölü gezegen sonsuz mesafelerde dönecek, dönecek. Keşifler, felsefeler, idealler, dinler...insanın ve insan-üstü'nün yarattığı medeniyetten en küçük bir nişane kalmayacak. Neandertal adamından hiç olmazsa birkaç kemik var; kendisinden sonra gelen insan, onları müzelerine taşımış. Bizden o kadar da kalmayacak.
    Çağdaş Avrupalı, ya ümitsizlik, ya iman, diyor. Başka yol yok. Zavallı büyücü çırağı, uyanışın biraz geç olmadı mı!
İdeolojiler Çağının Sonu mu!
    Batı'nın nice ünlü sosyologlarına göre, ideolojiler çağı sona ermek üzeredir. Yanlış. Sual şöyle vazedilmeli: içtimai tekamülün arzu edilen hedeflerini belli bir değerler sistemine dayanarak tayin eden düşünce sistemleri, günün birinde fertlerin ve toplumların hayatından silinecek mi! Hayır. Bu manada, ideolojinin nüfuz ve hakimiyeti günden güne artmaktadır.
    'Barış içinde birlikte yaşama' çağına girdik. Ama, büyük devletler arasındaki ihtilaflar ortadan kalkmadı. Bu çatışmalar ifadelerini ideolojilerde buluyor. Barış içinde birlikte yaşamak demek, ideolojilerin de barış içinde olması demek değildir. Yani sosyo-ekonomik yapıları ayrı devletler ve toplumlar arasında ideolojik ihtilaflar sürüp gidecek. Hiçbir devlet, kişiliğini kaybetmeden ideolojisini terk edemez. İdeoloji demek, bağlı bulunduğumuz sistemin ana vasıfları demektir. Barış içinde birlikte yaşama politikası, ideoloji savaşını hafifletmek şöyle dursun, alevlendirir. Klausewitz, savaş, devletin dış politikasını 'başka vasıtalar'la devam ettirir, diyordu. Bugün bu başka vasıta, silah değil ideolojidir.
    Mümkün olan tek savaş bu. Amacı insanların kafalarını ve gönüllerini fethetmek olan dünya çapında bir savaş. Kelimeler ve düşüncelerle savaşmak daha insani ama daha azgın, daha ciddi. Barış içinde bir arada yaşamanın ideolojiler planında manası, ideolojilerden herhangi birine boyun eğmek değil, diyalogu göze almaktır. Bu oyunun ilk kaidesi, tesamuh (tolerans). Kimseden, düşüncelerinin zaferi uğrunda savaşmaktan vazgeçmesi istenilemez. Ama daha gerçekçi, daha mütevazı bir talepde bulunulamaz mı! Tek hakikat benimkidir vehminden sıyrılmalı, düşmanın fikirlerini anlamaya çalışmalıyız. İdeolojiler savaşı böylece hakikat uğrunda bir savaş olabilir
Sosyalizmin Şer Çiçekleri Veya Mülkiyet Nedir!
    Geçen yüzyılın tanınmış bir iktisatçısı, Batı'nın en büyük dergilerinden birinde çağdaşlarını sosyalizme karşı savaşa çağırıyordu. Üstadı telaşlandıran masum bir kitapçıktı: Sainte-Beuve'ün Proudhon'u. Dehanın dehaya taviziydi bu, yazara göre. Şiirin Şer Çiçekleri'ne eğilen o büyük tecessüs, şimdi de sosyalizmin 'Şer Çiçekleri'ne uzanıyordu.1 Proudhon'u Baudelaire'e benzeterek küçültmeye çalışan zavallı iktisatçı, daha doğrusu zavallı 'burjuva' düşüncesi. Zira bir yazarın değil, bir sınıfın yargısıdır bu.
    Burjuvaziyi savunanları kendi silahlarıyla alteder' (K. Grün). '...Amacı, siyasi, devrimi iktisadi devrimle tamamlamaktır' (L.V. Stein). Mülkiyet Nedir, Fransız proletaryasının ilmî beyannamesidir' (K.Marx).
    Proudhon'la Marx'ı uzlaştırmak isteyen 'merkez dışıcı' sosyalizmler sık sık bu kitaba başvururlar. Mülkiyet Nedir, sosyalizm tarihinde yeni bir merhalenin, ilmi müşahede merhalesini başlangıcıdır.
    Felsefenin Sefaleti çoktan dilimize çevrildi. Türk okuyucusu Proudhon'u Marx'ı hicvinden tanımaktadır. Büyük talihsizlik. Proudhon'suz bir sosyalizm, hatta Proudhon'suz bir Batı düşüncesi tasavvur edilemez.
Asya Avrupa’ya Neler Borçlu
    Batı Avrupa’dan doğan sınai kapitalizm, bir asır içinde tüm dünyaya yayıldı. Dünyanın bütün ülkeleri ya Pazar oldu, ya hammadde kaynağı. Kapitalizm bütün dünyaya taştı. Dünyanın büyük kısmı onun nimetlerinden faydalanmak şöyle dursun parçalayıcı tesirlerine maruz kaldılar. Batının sınai hamlesi az gelişmiş ülkelerin zararına onları sefalete mahkum etmek suretiyle gelişebildi. Kapitalizm üç kıtayı sömürerek gelişir. Tanınmış bir Amerikan gazetecisi, Brooks ADAMS, endüstri devrimini doğrudan doğruya Hindistan’ın East İndian Company tarafından yağma edilişine bağlar.

Üç İstanbul, Mithat Cemal Kuntay

Üç İstanbul, Mithat Cemal Kuntay, Oğlak Yayıncılık, 1998, İstanbul
Roman, 33 yıl süren Abdülhamit devrini, İttihat ve Terakki zamanını ve Mondros Mütarekesi dönemindeki toplumun yaşantısı, değer anlayışı ve kişiler arasındaki ilişkiler anlatılmaktadır.
        Adnan Bey; 93 Muhaberesi denilen 1877 Türk-Rus Savaşında şehit olan Albay Selim Bey’in oğludur. Hasta annesiyle, İstanbul’un Aksaray semtinde oturmakta, yoksul bir yaşam sürmektedirler. Adnan, Darüşşafaka Lisesini, ardından Mektebi Hukuku bitirir. Fakat Adliye’ye girmek istemez. Çünkü Adliye’ye girdiği zaman  taşraya gönderilecek ve taşrada üçüncü adam olarak görev yapacaktır. Adnan avukatlıkta yapmak istemez. Aynı memur gibi avukat da dilediğince  ve özgürce hareket edemeyecektir. Oysa Adnan kitap yazmak ve kendini herkese anlatmayı istemekte ve bir yandan da özel dersler vererek evin geçimini sağlamak arzusundadır.
        Adnan’ın annesi verem hastasıdır. Adnan annesinin hastalığına çok üzülmektedir. Yoksulluk nedeniyle gerekli tedavisini yaptıramamaktadır. Annesi de oğlunun kendi durumuna üzülmemesi için rahatsızlığını oğlundan saklamaya çalışmakta rahatsızlığının verdiği acıya ve ızdıraba rağmen olduğundan daha iyi görünmeye çalışmaktadır.
        Adnan’ın en samimi arkadaşlarından olan Hidayet; Osmanlı İmparatorluğu’nun devlet adamlarındandır, saraydan rütbelidir ve oldukçada varlıklıdır. Cağaloğlu’ndaki antika eşyalarla dolu konağında oturmaktadır. Konağında özellikle padişaha sürekli olarak söven söyleyen insanları toplar ve bunlarla sohbetler ederdi. Adnan’da bu şahsiyetlerden biridir. Sürekli olarak Hidayet’in evinde yapılan sohbetlere katılır. Adnan edebiyata meraklıdır. Namık Kemal’in şiirlerini sever. Yazar olmayı kafasına koymuştur. “Sabah gazetesi”ne edebiyatla ilgili makaleler yazar. “Yıkılan Vatan” adlı bir roman üzerinde de çalışmalar yapmaktadır. 
        Adnan bekardır ve haftada üç defa bir rum kadınının çalıştırdığı randevu evine gitmektedir. Bu randevu evinde Filareti adında bir kadın ile birlikte olmaktadır. Filareti Adnan’a aşıktır. Bir gün Adnan ve Moiz sofu olan arkadaşları Tevfik hocayıda yanlarında randevu evine götürürler. Tevfik hoca kadınlarla hiç ilgilenmemektedir, kadınlar onun için günah sebebidir, konuşurken yüzlerine dahi bakmaz. Ancak burada Filareti’yi görür ve ona aşık olur.
        Hidayet aracı olur ve Adnan, Maliye Nazırı’nın kızı Süheyla’ya edebiyat dersleri vermeye başlar. Süheyla içine dönük, sessiz, başı örtülü, geleneklere bağlı, namuslu bir kızdır. Adnan kısa bir süre sonra sürekli olarak Süheyla’yı düşünmeye başlar ve onunla evlenmek için Hidayet’in aracı olmasını ister.
        Bu arada Adnan yine Hidayet’in aracılığıyla, Erkânı Harp Müşîri (kurmay mareşali) olan bir askerin kızına ders vermeye başlar. Belkıs adlı bu evli kadın, ondan tarih dersleri almaktadır. Kocası staj için Avrupa’ya gönderilmiş miralay rütbesinde bir Osmanlı subayıdır. Adnan Belkıs’ı görünce  Süheyla ile evlenmekten vazgeçer ve Belkıs’a aşık olur. Çünki; Belkıs, Süheyla’nın tersine, dışa dönük, modern, ince, güzel, kültürlü bir kadındır.  Süheyla ise içe dönük, kapalı giyinen alaturka bir kızdır.. Süheyla’yı eskisi kadar değerli bulmamaya başlar.
        Adnan’dan edebiyat dersi alan Sühey’la zaman geçtikçe Adnan’a aşık olur ve bu aşk kara sevda halini alır. Kızının durumunu gören Maliye Nazırı kızının aşık olduğu adamla ilgili gerekli araştırmaları yapar ve Maliye Nazırı bir gün Adnan’ı konağına davet ederek kendisi ile mülakat yapar, ülke meselelerini konuşurlar. Sonuçta Maliye Nazırı Adnan’ın kendilerine layık bir damat olduğuna karar vererek kızı ile evlenmesine razı olur. Ancak bu konunun Adnan’a açılması gerekmektedir. Bir aracı ile Adnan’a iletilir. Oldukça zor durumda kalan Adnan’ın bu aileyi kırmadan cevap vermesi gerekmektedir. Bunun için bir çözüm bulunur ve annesinde var olan verem hastalığının Adnan’da da olduğu bahanesiyle teklif geri çevrilir.
        Adnan artık Süheyla’ya ders vermesinin uygun olmadığını düşünür; ancak, derslerde bu arada devam etmektedir. Adnan ders vermeyi bırakmaya karar verdikten sonra, konağa son defa gittiğini düşündüğü gün, Süheyla’nın hiç de tanıdığı gibi bir kız olmadığını anlar. Süheyla, Fransızca biliyor ve edebi eserleri okuyor, gündemi takip ediyor, yani Adnan’ın düşündüğünün tam tersine oldukça bilgili ve entelektüel bir kızdır. Bu durum Adnan’ı oldukça etkiler ve fikirlerinin  birden bire değişmesine yol açar. Zaten, Süheyla’nın babası da Adnan’ın istediği gibi dürüst bir devlet adamıdır. Artık Süheyla kendisine çok daha güzel görünmeye başlamıştır. Süheyla ile evlenmeye karar verir. Adnan içinde bulunduğu durum nedeni ile yine yanlış karar vermektedir. Çünki uzun zamandır Filareti ile görüşememektedir. Filareti, Adnan’ın evleneceği ile ilgili haberi duymuştur ve Adnan ile görüşmek istememektedir. İşte Adnan kadın arzusu duyduğu bir sırada evlenme kararı vermektedir. Birden bire şevhet duygularına kapılarak daha da ileri gider ve Süheyla’yı zorla öpmeye çalışır, ancak Süheyla akıllı bir kızdır durumu anlar, Adnan’ı çok sevmesine rağmen karşı koyar, bu şartlar altında  Adnan’la evlenmek istemez  ve onu evden kovar. Böylece Adnan’ın bu konaktaki aşk ve ders verme macerası şimdilik sona erer.
        Adnan’ın annesinin hastalığından dolayı parasızlık artık canına tak etmiştir ve annesine daha iyi bakabilmek için avukatlık yapmak ister. Bu arada Tevfik Hoca sofuluğu bir tarafa bırakmış avukatlık yapmağa ve çok para kazanmağa başlamış, değişiminde büyük etkisi olan Flareti ile evlenmiştir. Adnan çekinerek Tevfik Hocanın yanına beraber çalışmak arzusuyla gider, Tevfik Hoca tarafından son derece iyi karşılanır. Ortak olup beraber çalışmaya başlarlar. Ama Adnan, Tevfik Hoca tarafından kısa süre sonra kandırılmaya başlar, bu durumu anlaması üzerine işi bırakır.
        Adnan karışık duygular içerisindedir. Süheyla ile Belkıs arasında gidip gelmektedir. Sonunda Belkıs’ın kendisine hiç de uygun bir kadın olmadığına, farklı dünyaların insanları olduklarına dahası da evli bir kadın olması nedeni ile kendisine daha uygun olan kadının Süheyla olduğuna karar verir. Aracı ile Süheyla ile evlenmek istediğini Maliye Nazırına iletir. Maliye Nazırının kızını tüm ikna çabalarına rağmen bu kez Süheyla onunla evlenmeye yanaşmaz. Adnan’a bir mektup yazar. Bu mektupta kendisi ile acıdığı için evlenmek istediğini ancak kendisinin acınacak duruma gelinceye kadar bekleyeceğini, o duruma düştüğü zaman evlenme teklifinde bulunacağını bildirir. Adnan, bu kadar açık lisanla yazılmış olan bu mektuba oldukça sinirlenir ve Süheyla’ya duyduğu merhamette bu mektupla birlikte silinir.   
        Adnan, Belkıs’la karşılaştıktan sonra alafrangalılığa, soyluluğa özenmektedir. Bir gün konak’ta Belkıs’a ders vermek üzere gittiğinde, konakta her gün olağan durumun dışında farklı şeylerin olduğunun farkına varır. Belkıs’ın yurtdışında stajda olan kocası  dönmüştür. Çok yakışıklı bir adamdır. Kısa sürede Adnan’la dost olur ve ona aile sırlarını anlatmaya başlar. Bu konuşmaların birinde göründüğü kadar karısı ile mutlu olmadığını hatta karısını hiç sevmediğini Adnan’a söyler. Adnan bu durumdan memnun olur ve nedeni  belli olmayan bir mutluluk duyar.
        Kızını Adnan’la evlendirmek isteyen birisi daha vardır. Tapu Müdürü Senih Efendi. Adnan’ı Hikmet’in evinde katıldığı toplantılardan tanımakta, uzaktan uzağa kızı Melahat’a layık görmektedir. Fakat Adnan Belkıs’ı sevmekte ve gözü ondan başkasını görmemektedir, zaten Adnan, Melahat’ıda güzel bulmamaktadır ve evlenmek istemez. Tapu Müdürü 55 yaşındadır, 26 yaşında oldukça güzel olan Macide ile evlidir. Macide, dul iken Senih ile evlenmiş, erkek düşkünü bir kadındır. Karısının başka bir erkekle ilişkisi olduğunu öğrenen Senih felç olur, bundan sonra hayatını yatağa bağlı olarak geçirmeye başlar.
        Adnan, Hikmet’in ricası ile zorla Senih’i ziyarete gider, ama Macide’yi gördüğünde, çok beğenir ve artık eve haftada üç gün muntazaman ziyaretlere başlar. Tabi ki kadınlara olan düşkünlüğü bu ziyaretlerin sebebidir. Bir gün Macide’nin kendisinden hamile olduğunu öğrenir. Macide’den çocuğu aldırmasını ister, kadın kabul etmemektedir. İntihar edeceği tehdidiyle razı eder. Çocuktan kurtulduğunu düşünen Adnan bir daha bu Sofular Mahallesine uğramamağa karar verir. Oysa Macide çocuğunu aldırmamıştır. Adnan’dan habersiz mahalle arkadaşının evinde büyütecektir.
        Adnan artık Macide’nin yanına uğramamaktadır. Macide,  Senih’ten kalan eve sekiz yatak daha almış, mahalleli bir kabadayının himayesinde artık randevu evi işletmektedir. İlk zamanlar, Macide bu kabadayının gözdesidir ve yalnızca bu kabadayıya aittir. Zaman geçtikçe gözden düşer diğer erkeklere de ait olmağa başlar. Sonunda dönemin çaresiz hastalığı olan vereme yakalanır.
        Adnan, Hikmet’in evinden tanıdığı sakallı Vasfi tarafından zaptiye nazırına ittihatçı diye jurnal edilmiştir. Sakallı Vasfi taşrada mahkeme reisi iken, beş yıllık sakalı adının yarısı idi. O dönemde hakim, dürüst adam sakallı adam demekti. Adliye Nazırının aradığı bu iki şarttan, bir aralık Vasfi’de yalnız biri kalmıştı, bu yetmedi ve işinden atıldı. İşsiz kalmış borç ile geçiniyordu borç verenlerde bitince para kazanmak için böyle bir yol seçmişti.
        İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir üyesi olan Adnan, ilk tutuklamayı annesinin devlet büyüklerinden ricası ve sarayda hatırlı kişi olan Hidayet’in arkadaşı olması sebebi ile kolay atlatır. Ancak kendisine İttihat ve Terakki Cemiyetinden yazılan bir mektup ele geçince yeniden tutuklanır ve hapse atılır. Hapiste iken halen kendisini seven Macide tarafından, Adnan’ın bilmemesi kaydı ile para gönderilmektedir. Gerçi bu paralar Adnan’ın eline parayı götüren kişinin kendisine ayırması nedeni ile ulaşmamaktadır. Verem hastası olan Adnan’ın annesi de kendisi hapiste iken vefat eder. Adnan cezasını çekmek üzere Trablus’a sürgüne gönderilir.
        Meşrutiyet ilan edilir, Sakallı Vasfi Meşrutiyetin başını çekenlerdendir ve Macide’nin evinin önünde mahalleli ile evi taşlamaktadırlar. Sofular mahallesinde yıllardan beri Macide için anlaşılmayarak duyulan dedikodular bu gece birden bire anlaşılmıştı. Bu sırada kadın veremin pençesinde evinde can çekişen kadın son nefesini verir.
        Adnan, Meşrutiyetin ilanıyla tekrar İstanbul’a döner. Avukatlığa başlar. Belkıs’ın babası tutuklanır, sürgüne gönderilir. Adnan yardım etmek ister, ancak; bir şey yapamaz.  Alacaklılar konağın önünde haciz için sıraya girerler. Adnan ailenin avukatlığını yapmaya başlar ve haciz işlemlerinde aileye yardımcı olur, Adnan artık bu ailenin kızının tarih hocası değil, avukatı olmuştur. Belkıs ile Miralay Hüsrev zaten iyi gitmeyen evliliklerine son verirler. Belkıs’ın annesi Adnan’ın kızı ile evlenmesi için haber yollar, ama kızının Adnan ile para için evlendi denmesin diye gururundan evlilik teklifini hemen kabul etmeyeceğini, Adnan’ın evlilik konusunda Belkıs’a karşı ısrarcı olmasını ister. Adnan’ın bu durum başlangıçta hoşuna gitmese de, Belkıs’ı çok seviyordur, sonunda evlenirler.
        Adnan, İttihatçıların İstanbul’da en güvendiği adamlardandır ve  bu sayede ünlü bir avukat olmustur. Bol para kazanmaktadır.
        Adnan, Belkıs’ın gözünde hâlâ tarih hocasıdır. Onunla para için evlenmiştir. Oysa Adnan, onun bu yanıyla uyum sağlayabilmek için, Şişli’de bir konak tutmuş, içini çok pahalı eşya ile dayayıp döşemiştir.  Belkıs, Adnan’ın eve gelen arkadaşlarını beğenmemekte, onların konuşmalarını lakayt bulmakta, bir konuya takılıp kalmalarına bir anlam verememektedir. Karısının yanında Adnan’da kendisini beğenmemektedir. En yakın oldukları anlarda bile aralarından Boğaziçi haritasının mazi çizgisi geçmektedir. Biri Asya’da diğeri Avrupa’da, iki kıyıdır. Yemek yerken ikisi de dimdik oturur, fakat biri heykel gibi, biri duvar gibi dimdiktir. Gece ziyafetleri vermekte, bu ziyafetlerde Adnan Rum güveylerine benzemekte, Belkıs ise gece elbisesiyle salona girerken ipeklerinde ve elmaslarında bir Avrupa sarayının tavanları ve avizeleriyle girmektedir.
        Adnan ve Belkıs, Mısırlı Prens Hasan’ın evinde bir davete katıldıklarında, Belkıs orada çalışan bir uşağın kocasına çok benzediğini söyler ve bu uşağı kendilerinin almasını Adnan’dan ister. Adnan Belkıs’ı kıramaz ve uşağı, Prens Hasan’dan ricayla alarak kendi konaklarında çalıştırmaya başlarlar.
        Adnan, Selanik’te avukatlık yapan eski arkadaşı Moiz’le karşılaşır, evlenmiştir. Karısının adı Raşel’dir. Onlarda İstanbul’da oturmaya başlamışlardır. Adnan Raşel’in güzelliğine hayran kalır. Raşel’in kocasının ortakları olan üç erkekle ilişkisinin olduğunu ve bundan da Moiz’inde haberdar olduğunu öğrenir. Adnan Moiz’lere ikindi çaylarına gitmektedir. Bu çaylar esnasında başka misafirlerde bulunmaktadır. Başlangıçta Raşel yalnızca, çay saatlerine Adnan davet ederek onun ittihatçı kimliğinden istifade etmekte, bu durumdan haberi olan Adnan gitmek istememesine rağmen kadınlara olan zafı yüzünden dayanamayıp sonunda gitmektedir. On üçüncü gidişinde kapıyı, Raşel açar, evde ikisinden başka kimse yoktur, yatak odasına çıkarlar ve böylece en eski okul arkadaşlarından Moiz’in karısı ile yasak ilişkisi başlamıştır. Kadının daha öncede bir çok erkekle beraber olması, hatta kocasının haberi olduğu halde iş ortağı olan üç erkekle ilişkisinin olduğunu bilmesi Adnan’ı biraz olsun rahatlatır.
        Sarıkamış harekatında doksan bin vatan evladı soğuktan donarak şehit olmuştur. Adnan bu olay karşısında herkes gibi çok üzülmüştür. Zaten Enver Paşa’yı da hiç sevmemektedir.
        Raşel, Adnan’dan hoşlanmamasına rağmen resmi balolara katılabilmek için bilet vazifesi yapmaktaydı. Yine bir resmi baloda Raşel sefaret katibi ile tanışır. Resmi balolara katılmak için artık yeni bileti bu sefaret katibi olmuştur. Adnan ise bir kenara itilmiştir.
        Bir süredir Adnan ve Belkıs’ların konağında Ahmet Cevat kalmaktadır. Ahmet Cevat, Belkıs’ın amcasının oğludur. Meşrutiyet sonrasında babasından kalan mirasla Paris’e kaçmıştır. Aynı zamanda asker kaçağıdır. Babasından kalan mirası, Paris’te gününü gün ederek bitirdikten sonra, Türkiye’ye gizli yollardan dönerek bu konağa sığınmıştır. Adnan, Ahmet Cevat’ın evlerinde kalmasını istememekle birlikte her zaman her durumda olduğu gibi en büyük zafı eşine karşı gelememekte, istenmeyen misafire karşı eli kolu bağlı kalmaktadır.
        Mütareke döneminde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin eski egemenliği kalmaz. Adnan İngilizler tarafından aranan adamdır. Kendi konaklarında kalamazlar ve Belkıs’ın diğer bir amca oğlu olan Ateşenaval Naşit’in evinde kalmaya başlarlar. Adnan eski saygınlığını, kazancını yitirmeye başlar. Parasız, desteksiz duruma düşer. Naşit’in yanında bir sığıntı olarak yaşamaya başlar.
        Belkıs, Adnan’ın durumuna hiç aldırmamakta ve kendi hayatını yaşamaktadır. Bir Rus prensiyle tanıştırılır. Rus Prensinin asaletine aldanan Belkıs aşık olur. Adnan; sığıntı olarak yaşamaktan, karısı tarafından hor görülmekten bıkmış ve artık Belkıs ile evli kalmasının hiçbir anlamı kalmadığını düşünerek, Belkıs’ın isteği üzerine sorunsuz bir şekilde boşanmışlardır. Rus Prensi ve Belkıs çoktan evlenmeğe karar vermişler boşanma gerçekleştiğinde ise derhal evlenmişlerdir.
        Başlangıçta bir konakta oturmakta iken, hazır paralar bitince Rus Prens ve Belkıs ahşap eski bir eve taşınırlar. Yanlarında birde rus bir adam kalmaktadır. Bu adam ev işlerine bakmakta ve yemek yapmaktadır. Belkıs bu adamın uşak olduğunu düşünür. Ancak Rus Prens morfin bulamadığı bir gün, Belkıs ile kavga ederken, uşak zannedilen adam tarafından dövülür ve Prens bu olaya hiç tepki vermez. Belkıs şaşırmıştır, bir uşak tarafından dövülen kocası hiç tepki vermemiştir. Sonra durum anlaşılır, bu adam Rus Prens’in üvey abisidir.
        Rus Prens’in abisi ressamdır ve aynı zamanda viyolonsel de çalmaktadır. Evin bir odasını atölye haline getirmiş ev işlerini bitirdikten sonra odasına kapanarak, eşyalarının yeniliğinden müzdarip olan yeni zenginlerin eşyalarını eskitiyordu. Bu sanat adamı kendisine getirilen eşyaları fırça darbeleriyle yüzyıllarca eskitebiliyordu. Rus Prens ve Belkıs geçimlerini sanat adamının kazancı ile sağlıyorlardı.
        Morfinman olan Rus prens, morfin parası bulamadıkça, abisinden para alabilmek için Belkıs ile sürekli kavga çıkartıyor ve Belkıs’a zafı olan abisinden morfin almak için para sızdırıyordu. Ama bir gün bu kavga Belkıs’a dayak atmaya kadar varır. Karısının üç dil bildiğini, öğretmenlik yaparak para kazanabileceğini söyler. Bu fikir önceleri Belkıs’ın hoşuna gitmez ama kavgalar ve dayaklar dayanılmaz bir hal alınca Amerika’ya giderek orada bildiği yabancı diller sayesinde para kazanarak güzel bir hayat hayal eder. Rus Prens’i terk eder ve Amerika’ya gider. Hayalleri gerçekleşmez, içine düştüğü bunalımdan kurtulamaz ve bir gün ülkesine havagazı ile intihar ettiği haberi gelir.
        Bu sırada Adnan kötü bir otel odasında kalmaktadır. Eski bir arkadaşı olan Prens Hasan kaldığı bu otelde Adnan’ı ziyaret gelir ve kalmak üzere eşi Prenses Bahriye ile birlikte konaklarına beklediğini söyler. Prens Hasan’ın bu davetinde tamamen kendi menfaati yatmaktadır. İttihat ve Terakki yönetimi yeniden eline alınca Adnan söz sahibi olacak, kendiside bundan istifade edecekti. Oldukça zor durumda olan Adnan, bu teklife oldukça sevinir ve konağa yerleşir. Konakta günler geçmekte, Adnan’a beklenen teklif bir türlü gelmemektedir. Prens Hasan,  Adnan’a soğuk davranmaya başlar, eşi Prens Bahriye ise tersine oldukça nazik davranmaktadır. Adnan durumuna üzülmekte ama elinden bir şey gelmemektedir. Sonunda Adnan’da verem olur, konakta hizmetine bakan yüzünü göremediği bir bayan vardır. Bu kadın onu yürekten seven ve kendisini yıllardır sabırla bekleyen Süheyla’dır.
        Moiz, İttihat ve Terakki dönemi sona erince İtalyan vatandaşlığına geçerek oraya yerleşmiş, Raşel’de Belkıs’ın amca oğlu Ahmet Cevat’la yaşamaya başlamıştır. Bir zamanlar Adnan’la Belkıs’ın uşaklığını yapan Ahmet’te artık bu konakta çalışmağa başlamıştır. Ahmet Cevat bu uşağı hiç sevmemekte ve sürekli olarak kötü davranmaktadır. Bir gün Ahmet Cevat, uşak Ahmet’e tokat atar, bunu hazmedemeyen uşak Ahmet, Raşel ve Ahmet Cevat’ı yatak odalarında iken hışımla odaya girer, Ahmet Cevat’ı tabanca ile vurarak öldürür, tutuklanır ve hapse atılır.
        Süheyla, sabrın sonuna gelmiş olduğunu anlar. Acınacak durumda olan Adnan’la evlenmelerini önerir. Adnan, kendisini gerçekten seven, bu nedenle onu yıllarca bekleme sabrı gösteren Süheyla ile evlenir. Kızın konağına yerleşirler.
        Avukatlıkta işleri hiç iyi gitmeyen, toplumdaki yıldızı sönmüş Adnan bu durumu içine sindiremez. Evin ve yazıhanenin giderlerini eşi karşılamakta, fakat eve kendisinin baktığının belli olmamasına çok dikkat etmektedir. Masrafları Adnan’a yaptırmakta ve uzaktan bakıldığında konağın Adnan’ın parasıyla yürüdüğü intibasını yaratmaktadır. Fakat Adnan kendisini bu konakta bir türlü rahat hissetmemektedir.
        Bir gün Adnan’ın bürosuna ihtiyar bir kadın gelir ve oğlunu öldüren katilin asılmasını istediğini, davayı ise Adnan’ın almasını ister. Kadının oğlu Ahmet Cevat’tır. İhtiyar kadın oğlunu öldüren katilin asılması halinde Adnan’a 600 lira ödeyeceğini söyler. Ancak Uşak Ahmet on sekiz yaşından küçüktür, asılması için on sekiz yaşından büyük olduğuna şahitlik edecek yalancı şahite ihtiyaç vardır. İş sıkıntısı çeken Adnan, katilin asılması için yalancı şahit bularak mahkemede idama mahkum olmasını sağlar. Bu sırada da katilin (Uşak Ahmet’in) Macide’nin yani kendisinden hamile iken, aldırdığını zannettiği oğlu olduğunu öğrenir, çok üzülür ama artık çok geçtir.
        Veremden ölen annesi gibi Adnan da bu hastalığın pençesine düşer. Hastalığı gün geçtikçe ilerlemektedir. Nihayet bir gün Süheyla ile ayrı odalarda kalmalarına hekim tarafından karar verilir. Adnan’ın bu olaya itiraz edecek hali yoktur ve kendiside huzurlu bir şekilde yalnız başına başka bir odada kalmanın daha iyi bir fikir olduğunu düşünmektedir ve sonunda yaşamını yitirir. O öldükten sonra evraklarını karıştıran karısı içlerinde Adnan’ın gözlerinden düşen yaşlarla yazmış olduğu satırları bulmayı ümit ederken Belkıs’ın bir resmini bulur. Resmi, Adnan’ın resmi ile birlikte kalfaya verir ve yakmasını söyler.
        Cumhuriyetin ilanı ile birlikte af kanunu çıkmış ve Adnan’ın idama mahkum ettirdiği kendi oğlunun idam cezası on beş yıl hapis cezasına çevrilmiştir.