ittihat terakki etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ittihat terakki etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Nisan 2012 Pazar

Üç İstanbul, Mithat Cemal Kuntay

Üç İstanbul, Mithat Cemal Kuntay, Oğlak Yayıncılık, 1998, İstanbul
Roman, 33 yıl süren Abdülhamit devrini, İttihat ve Terakki zamanını ve Mondros Mütarekesi dönemindeki toplumun yaşantısı, değer anlayışı ve kişiler arasındaki ilişkiler anlatılmaktadır.
        Adnan Bey; 93 Muhaberesi denilen 1877 Türk-Rus Savaşında şehit olan Albay Selim Bey’in oğludur. Hasta annesiyle, İstanbul’un Aksaray semtinde oturmakta, yoksul bir yaşam sürmektedirler. Adnan, Darüşşafaka Lisesini, ardından Mektebi Hukuku bitirir. Fakat Adliye’ye girmek istemez. Çünkü Adliye’ye girdiği zaman  taşraya gönderilecek ve taşrada üçüncü adam olarak görev yapacaktır. Adnan avukatlıkta yapmak istemez. Aynı memur gibi avukat da dilediğince  ve özgürce hareket edemeyecektir. Oysa Adnan kitap yazmak ve kendini herkese anlatmayı istemekte ve bir yandan da özel dersler vererek evin geçimini sağlamak arzusundadır.
        Adnan’ın annesi verem hastasıdır. Adnan annesinin hastalığına çok üzülmektedir. Yoksulluk nedeniyle gerekli tedavisini yaptıramamaktadır. Annesi de oğlunun kendi durumuna üzülmemesi için rahatsızlığını oğlundan saklamaya çalışmakta rahatsızlığının verdiği acıya ve ızdıraba rağmen olduğundan daha iyi görünmeye çalışmaktadır.
        Adnan’ın en samimi arkadaşlarından olan Hidayet; Osmanlı İmparatorluğu’nun devlet adamlarındandır, saraydan rütbelidir ve oldukçada varlıklıdır. Cağaloğlu’ndaki antika eşyalarla dolu konağında oturmaktadır. Konağında özellikle padişaha sürekli olarak söven söyleyen insanları toplar ve bunlarla sohbetler ederdi. Adnan’da bu şahsiyetlerden biridir. Sürekli olarak Hidayet’in evinde yapılan sohbetlere katılır. Adnan edebiyata meraklıdır. Namık Kemal’in şiirlerini sever. Yazar olmayı kafasına koymuştur. “Sabah gazetesi”ne edebiyatla ilgili makaleler yazar. “Yıkılan Vatan” adlı bir roman üzerinde de çalışmalar yapmaktadır. 
        Adnan bekardır ve haftada üç defa bir rum kadınının çalıştırdığı randevu evine gitmektedir. Bu randevu evinde Filareti adında bir kadın ile birlikte olmaktadır. Filareti Adnan’a aşıktır. Bir gün Adnan ve Moiz sofu olan arkadaşları Tevfik hocayıda yanlarında randevu evine götürürler. Tevfik hoca kadınlarla hiç ilgilenmemektedir, kadınlar onun için günah sebebidir, konuşurken yüzlerine dahi bakmaz. Ancak burada Filareti’yi görür ve ona aşık olur.
        Hidayet aracı olur ve Adnan, Maliye Nazırı’nın kızı Süheyla’ya edebiyat dersleri vermeye başlar. Süheyla içine dönük, sessiz, başı örtülü, geleneklere bağlı, namuslu bir kızdır. Adnan kısa bir süre sonra sürekli olarak Süheyla’yı düşünmeye başlar ve onunla evlenmek için Hidayet’in aracı olmasını ister.
        Bu arada Adnan yine Hidayet’in aracılığıyla, Erkânı Harp Müşîri (kurmay mareşali) olan bir askerin kızına ders vermeye başlar. Belkıs adlı bu evli kadın, ondan tarih dersleri almaktadır. Kocası staj için Avrupa’ya gönderilmiş miralay rütbesinde bir Osmanlı subayıdır. Adnan Belkıs’ı görünce  Süheyla ile evlenmekten vazgeçer ve Belkıs’a aşık olur. Çünki; Belkıs, Süheyla’nın tersine, dışa dönük, modern, ince, güzel, kültürlü bir kadındır.  Süheyla ise içe dönük, kapalı giyinen alaturka bir kızdır.. Süheyla’yı eskisi kadar değerli bulmamaya başlar.
        Adnan’dan edebiyat dersi alan Sühey’la zaman geçtikçe Adnan’a aşık olur ve bu aşk kara sevda halini alır. Kızının durumunu gören Maliye Nazırı kızının aşık olduğu adamla ilgili gerekli araştırmaları yapar ve Maliye Nazırı bir gün Adnan’ı konağına davet ederek kendisi ile mülakat yapar, ülke meselelerini konuşurlar. Sonuçta Maliye Nazırı Adnan’ın kendilerine layık bir damat olduğuna karar vererek kızı ile evlenmesine razı olur. Ancak bu konunun Adnan’a açılması gerekmektedir. Bir aracı ile Adnan’a iletilir. Oldukça zor durumda kalan Adnan’ın bu aileyi kırmadan cevap vermesi gerekmektedir. Bunun için bir çözüm bulunur ve annesinde var olan verem hastalığının Adnan’da da olduğu bahanesiyle teklif geri çevrilir.
        Adnan artık Süheyla’ya ders vermesinin uygun olmadığını düşünür; ancak, derslerde bu arada devam etmektedir. Adnan ders vermeyi bırakmaya karar verdikten sonra, konağa son defa gittiğini düşündüğü gün, Süheyla’nın hiç de tanıdığı gibi bir kız olmadığını anlar. Süheyla, Fransızca biliyor ve edebi eserleri okuyor, gündemi takip ediyor, yani Adnan’ın düşündüğünün tam tersine oldukça bilgili ve entelektüel bir kızdır. Bu durum Adnan’ı oldukça etkiler ve fikirlerinin  birden bire değişmesine yol açar. Zaten, Süheyla’nın babası da Adnan’ın istediği gibi dürüst bir devlet adamıdır. Artık Süheyla kendisine çok daha güzel görünmeye başlamıştır. Süheyla ile evlenmeye karar verir. Adnan içinde bulunduğu durum nedeni ile yine yanlış karar vermektedir. Çünki uzun zamandır Filareti ile görüşememektedir. Filareti, Adnan’ın evleneceği ile ilgili haberi duymuştur ve Adnan ile görüşmek istememektedir. İşte Adnan kadın arzusu duyduğu bir sırada evlenme kararı vermektedir. Birden bire şevhet duygularına kapılarak daha da ileri gider ve Süheyla’yı zorla öpmeye çalışır, ancak Süheyla akıllı bir kızdır durumu anlar, Adnan’ı çok sevmesine rağmen karşı koyar, bu şartlar altında  Adnan’la evlenmek istemez  ve onu evden kovar. Böylece Adnan’ın bu konaktaki aşk ve ders verme macerası şimdilik sona erer.
        Adnan’ın annesinin hastalığından dolayı parasızlık artık canına tak etmiştir ve annesine daha iyi bakabilmek için avukatlık yapmak ister. Bu arada Tevfik Hoca sofuluğu bir tarafa bırakmış avukatlık yapmağa ve çok para kazanmağa başlamış, değişiminde büyük etkisi olan Flareti ile evlenmiştir. Adnan çekinerek Tevfik Hocanın yanına beraber çalışmak arzusuyla gider, Tevfik Hoca tarafından son derece iyi karşılanır. Ortak olup beraber çalışmaya başlarlar. Ama Adnan, Tevfik Hoca tarafından kısa süre sonra kandırılmaya başlar, bu durumu anlaması üzerine işi bırakır.
        Adnan karışık duygular içerisindedir. Süheyla ile Belkıs arasında gidip gelmektedir. Sonunda Belkıs’ın kendisine hiç de uygun bir kadın olmadığına, farklı dünyaların insanları olduklarına dahası da evli bir kadın olması nedeni ile kendisine daha uygun olan kadının Süheyla olduğuna karar verir. Aracı ile Süheyla ile evlenmek istediğini Maliye Nazırına iletir. Maliye Nazırının kızını tüm ikna çabalarına rağmen bu kez Süheyla onunla evlenmeye yanaşmaz. Adnan’a bir mektup yazar. Bu mektupta kendisi ile acıdığı için evlenmek istediğini ancak kendisinin acınacak duruma gelinceye kadar bekleyeceğini, o duruma düştüğü zaman evlenme teklifinde bulunacağını bildirir. Adnan, bu kadar açık lisanla yazılmış olan bu mektuba oldukça sinirlenir ve Süheyla’ya duyduğu merhamette bu mektupla birlikte silinir.   
        Adnan, Belkıs’la karşılaştıktan sonra alafrangalılığa, soyluluğa özenmektedir. Bir gün konak’ta Belkıs’a ders vermek üzere gittiğinde, konakta her gün olağan durumun dışında farklı şeylerin olduğunun farkına varır. Belkıs’ın yurtdışında stajda olan kocası  dönmüştür. Çok yakışıklı bir adamdır. Kısa sürede Adnan’la dost olur ve ona aile sırlarını anlatmaya başlar. Bu konuşmaların birinde göründüğü kadar karısı ile mutlu olmadığını hatta karısını hiç sevmediğini Adnan’a söyler. Adnan bu durumdan memnun olur ve nedeni  belli olmayan bir mutluluk duyar.
        Kızını Adnan’la evlendirmek isteyen birisi daha vardır. Tapu Müdürü Senih Efendi. Adnan’ı Hikmet’in evinde katıldığı toplantılardan tanımakta, uzaktan uzağa kızı Melahat’a layık görmektedir. Fakat Adnan Belkıs’ı sevmekte ve gözü ondan başkasını görmemektedir, zaten Adnan, Melahat’ıda güzel bulmamaktadır ve evlenmek istemez. Tapu Müdürü 55 yaşındadır, 26 yaşında oldukça güzel olan Macide ile evlidir. Macide, dul iken Senih ile evlenmiş, erkek düşkünü bir kadındır. Karısının başka bir erkekle ilişkisi olduğunu öğrenen Senih felç olur, bundan sonra hayatını yatağa bağlı olarak geçirmeye başlar.
        Adnan, Hikmet’in ricası ile zorla Senih’i ziyarete gider, ama Macide’yi gördüğünde, çok beğenir ve artık eve haftada üç gün muntazaman ziyaretlere başlar. Tabi ki kadınlara olan düşkünlüğü bu ziyaretlerin sebebidir. Bir gün Macide’nin kendisinden hamile olduğunu öğrenir. Macide’den çocuğu aldırmasını ister, kadın kabul etmemektedir. İntihar edeceği tehdidiyle razı eder. Çocuktan kurtulduğunu düşünen Adnan bir daha bu Sofular Mahallesine uğramamağa karar verir. Oysa Macide çocuğunu aldırmamıştır. Adnan’dan habersiz mahalle arkadaşının evinde büyütecektir.
        Adnan artık Macide’nin yanına uğramamaktadır. Macide,  Senih’ten kalan eve sekiz yatak daha almış, mahalleli bir kabadayının himayesinde artık randevu evi işletmektedir. İlk zamanlar, Macide bu kabadayının gözdesidir ve yalnızca bu kabadayıya aittir. Zaman geçtikçe gözden düşer diğer erkeklere de ait olmağa başlar. Sonunda dönemin çaresiz hastalığı olan vereme yakalanır.
        Adnan, Hikmet’in evinden tanıdığı sakallı Vasfi tarafından zaptiye nazırına ittihatçı diye jurnal edilmiştir. Sakallı Vasfi taşrada mahkeme reisi iken, beş yıllık sakalı adının yarısı idi. O dönemde hakim, dürüst adam sakallı adam demekti. Adliye Nazırının aradığı bu iki şarttan, bir aralık Vasfi’de yalnız biri kalmıştı, bu yetmedi ve işinden atıldı. İşsiz kalmış borç ile geçiniyordu borç verenlerde bitince para kazanmak için böyle bir yol seçmişti.
        İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir üyesi olan Adnan, ilk tutuklamayı annesinin devlet büyüklerinden ricası ve sarayda hatırlı kişi olan Hidayet’in arkadaşı olması sebebi ile kolay atlatır. Ancak kendisine İttihat ve Terakki Cemiyetinden yazılan bir mektup ele geçince yeniden tutuklanır ve hapse atılır. Hapiste iken halen kendisini seven Macide tarafından, Adnan’ın bilmemesi kaydı ile para gönderilmektedir. Gerçi bu paralar Adnan’ın eline parayı götüren kişinin kendisine ayırması nedeni ile ulaşmamaktadır. Verem hastası olan Adnan’ın annesi de kendisi hapiste iken vefat eder. Adnan cezasını çekmek üzere Trablus’a sürgüne gönderilir.
        Meşrutiyet ilan edilir, Sakallı Vasfi Meşrutiyetin başını çekenlerdendir ve Macide’nin evinin önünde mahalleli ile evi taşlamaktadırlar. Sofular mahallesinde yıllardan beri Macide için anlaşılmayarak duyulan dedikodular bu gece birden bire anlaşılmıştı. Bu sırada kadın veremin pençesinde evinde can çekişen kadın son nefesini verir.
        Adnan, Meşrutiyetin ilanıyla tekrar İstanbul’a döner. Avukatlığa başlar. Belkıs’ın babası tutuklanır, sürgüne gönderilir. Adnan yardım etmek ister, ancak; bir şey yapamaz.  Alacaklılar konağın önünde haciz için sıraya girerler. Adnan ailenin avukatlığını yapmaya başlar ve haciz işlemlerinde aileye yardımcı olur, Adnan artık bu ailenin kızının tarih hocası değil, avukatı olmuştur. Belkıs ile Miralay Hüsrev zaten iyi gitmeyen evliliklerine son verirler. Belkıs’ın annesi Adnan’ın kızı ile evlenmesi için haber yollar, ama kızının Adnan ile para için evlendi denmesin diye gururundan evlilik teklifini hemen kabul etmeyeceğini, Adnan’ın evlilik konusunda Belkıs’a karşı ısrarcı olmasını ister. Adnan’ın bu durum başlangıçta hoşuna gitmese de, Belkıs’ı çok seviyordur, sonunda evlenirler.
        Adnan, İttihatçıların İstanbul’da en güvendiği adamlardandır ve  bu sayede ünlü bir avukat olmustur. Bol para kazanmaktadır.
        Adnan, Belkıs’ın gözünde hâlâ tarih hocasıdır. Onunla para için evlenmiştir. Oysa Adnan, onun bu yanıyla uyum sağlayabilmek için, Şişli’de bir konak tutmuş, içini çok pahalı eşya ile dayayıp döşemiştir.  Belkıs, Adnan’ın eve gelen arkadaşlarını beğenmemekte, onların konuşmalarını lakayt bulmakta, bir konuya takılıp kalmalarına bir anlam verememektedir. Karısının yanında Adnan’da kendisini beğenmemektedir. En yakın oldukları anlarda bile aralarından Boğaziçi haritasının mazi çizgisi geçmektedir. Biri Asya’da diğeri Avrupa’da, iki kıyıdır. Yemek yerken ikisi de dimdik oturur, fakat biri heykel gibi, biri duvar gibi dimdiktir. Gece ziyafetleri vermekte, bu ziyafetlerde Adnan Rum güveylerine benzemekte, Belkıs ise gece elbisesiyle salona girerken ipeklerinde ve elmaslarında bir Avrupa sarayının tavanları ve avizeleriyle girmektedir.
        Adnan ve Belkıs, Mısırlı Prens Hasan’ın evinde bir davete katıldıklarında, Belkıs orada çalışan bir uşağın kocasına çok benzediğini söyler ve bu uşağı kendilerinin almasını Adnan’dan ister. Adnan Belkıs’ı kıramaz ve uşağı, Prens Hasan’dan ricayla alarak kendi konaklarında çalıştırmaya başlarlar.
        Adnan, Selanik’te avukatlık yapan eski arkadaşı Moiz’le karşılaşır, evlenmiştir. Karısının adı Raşel’dir. Onlarda İstanbul’da oturmaya başlamışlardır. Adnan Raşel’in güzelliğine hayran kalır. Raşel’in kocasının ortakları olan üç erkekle ilişkisinin olduğunu ve bundan da Moiz’inde haberdar olduğunu öğrenir. Adnan Moiz’lere ikindi çaylarına gitmektedir. Bu çaylar esnasında başka misafirlerde bulunmaktadır. Başlangıçta Raşel yalnızca, çay saatlerine Adnan davet ederek onun ittihatçı kimliğinden istifade etmekte, bu durumdan haberi olan Adnan gitmek istememesine rağmen kadınlara olan zafı yüzünden dayanamayıp sonunda gitmektedir. On üçüncü gidişinde kapıyı, Raşel açar, evde ikisinden başka kimse yoktur, yatak odasına çıkarlar ve böylece en eski okul arkadaşlarından Moiz’in karısı ile yasak ilişkisi başlamıştır. Kadının daha öncede bir çok erkekle beraber olması, hatta kocasının haberi olduğu halde iş ortağı olan üç erkekle ilişkisinin olduğunu bilmesi Adnan’ı biraz olsun rahatlatır.
        Sarıkamış harekatında doksan bin vatan evladı soğuktan donarak şehit olmuştur. Adnan bu olay karşısında herkes gibi çok üzülmüştür. Zaten Enver Paşa’yı da hiç sevmemektedir.
        Raşel, Adnan’dan hoşlanmamasına rağmen resmi balolara katılabilmek için bilet vazifesi yapmaktaydı. Yine bir resmi baloda Raşel sefaret katibi ile tanışır. Resmi balolara katılmak için artık yeni bileti bu sefaret katibi olmuştur. Adnan ise bir kenara itilmiştir.
        Bir süredir Adnan ve Belkıs’ların konağında Ahmet Cevat kalmaktadır. Ahmet Cevat, Belkıs’ın amcasının oğludur. Meşrutiyet sonrasında babasından kalan mirasla Paris’e kaçmıştır. Aynı zamanda asker kaçağıdır. Babasından kalan mirası, Paris’te gününü gün ederek bitirdikten sonra, Türkiye’ye gizli yollardan dönerek bu konağa sığınmıştır. Adnan, Ahmet Cevat’ın evlerinde kalmasını istememekle birlikte her zaman her durumda olduğu gibi en büyük zafı eşine karşı gelememekte, istenmeyen misafire karşı eli kolu bağlı kalmaktadır.
        Mütareke döneminde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin eski egemenliği kalmaz. Adnan İngilizler tarafından aranan adamdır. Kendi konaklarında kalamazlar ve Belkıs’ın diğer bir amca oğlu olan Ateşenaval Naşit’in evinde kalmaya başlarlar. Adnan eski saygınlığını, kazancını yitirmeye başlar. Parasız, desteksiz duruma düşer. Naşit’in yanında bir sığıntı olarak yaşamaya başlar.
        Belkıs, Adnan’ın durumuna hiç aldırmamakta ve kendi hayatını yaşamaktadır. Bir Rus prensiyle tanıştırılır. Rus Prensinin asaletine aldanan Belkıs aşık olur. Adnan; sığıntı olarak yaşamaktan, karısı tarafından hor görülmekten bıkmış ve artık Belkıs ile evli kalmasının hiçbir anlamı kalmadığını düşünerek, Belkıs’ın isteği üzerine sorunsuz bir şekilde boşanmışlardır. Rus Prensi ve Belkıs çoktan evlenmeğe karar vermişler boşanma gerçekleştiğinde ise derhal evlenmişlerdir.
        Başlangıçta bir konakta oturmakta iken, hazır paralar bitince Rus Prens ve Belkıs ahşap eski bir eve taşınırlar. Yanlarında birde rus bir adam kalmaktadır. Bu adam ev işlerine bakmakta ve yemek yapmaktadır. Belkıs bu adamın uşak olduğunu düşünür. Ancak Rus Prens morfin bulamadığı bir gün, Belkıs ile kavga ederken, uşak zannedilen adam tarafından dövülür ve Prens bu olaya hiç tepki vermez. Belkıs şaşırmıştır, bir uşak tarafından dövülen kocası hiç tepki vermemiştir. Sonra durum anlaşılır, bu adam Rus Prens’in üvey abisidir.
        Rus Prens’in abisi ressamdır ve aynı zamanda viyolonsel de çalmaktadır. Evin bir odasını atölye haline getirmiş ev işlerini bitirdikten sonra odasına kapanarak, eşyalarının yeniliğinden müzdarip olan yeni zenginlerin eşyalarını eskitiyordu. Bu sanat adamı kendisine getirilen eşyaları fırça darbeleriyle yüzyıllarca eskitebiliyordu. Rus Prens ve Belkıs geçimlerini sanat adamının kazancı ile sağlıyorlardı.
        Morfinman olan Rus prens, morfin parası bulamadıkça, abisinden para alabilmek için Belkıs ile sürekli kavga çıkartıyor ve Belkıs’a zafı olan abisinden morfin almak için para sızdırıyordu. Ama bir gün bu kavga Belkıs’a dayak atmaya kadar varır. Karısının üç dil bildiğini, öğretmenlik yaparak para kazanabileceğini söyler. Bu fikir önceleri Belkıs’ın hoşuna gitmez ama kavgalar ve dayaklar dayanılmaz bir hal alınca Amerika’ya giderek orada bildiği yabancı diller sayesinde para kazanarak güzel bir hayat hayal eder. Rus Prens’i terk eder ve Amerika’ya gider. Hayalleri gerçekleşmez, içine düştüğü bunalımdan kurtulamaz ve bir gün ülkesine havagazı ile intihar ettiği haberi gelir.
        Bu sırada Adnan kötü bir otel odasında kalmaktadır. Eski bir arkadaşı olan Prens Hasan kaldığı bu otelde Adnan’ı ziyaret gelir ve kalmak üzere eşi Prenses Bahriye ile birlikte konaklarına beklediğini söyler. Prens Hasan’ın bu davetinde tamamen kendi menfaati yatmaktadır. İttihat ve Terakki yönetimi yeniden eline alınca Adnan söz sahibi olacak, kendiside bundan istifade edecekti. Oldukça zor durumda olan Adnan, bu teklife oldukça sevinir ve konağa yerleşir. Konakta günler geçmekte, Adnan’a beklenen teklif bir türlü gelmemektedir. Prens Hasan,  Adnan’a soğuk davranmaya başlar, eşi Prens Bahriye ise tersine oldukça nazik davranmaktadır. Adnan durumuna üzülmekte ama elinden bir şey gelmemektedir. Sonunda Adnan’da verem olur, konakta hizmetine bakan yüzünü göremediği bir bayan vardır. Bu kadın onu yürekten seven ve kendisini yıllardır sabırla bekleyen Süheyla’dır.
        Moiz, İttihat ve Terakki dönemi sona erince İtalyan vatandaşlığına geçerek oraya yerleşmiş, Raşel’de Belkıs’ın amca oğlu Ahmet Cevat’la yaşamaya başlamıştır. Bir zamanlar Adnan’la Belkıs’ın uşaklığını yapan Ahmet’te artık bu konakta çalışmağa başlamıştır. Ahmet Cevat bu uşağı hiç sevmemekte ve sürekli olarak kötü davranmaktadır. Bir gün Ahmet Cevat, uşak Ahmet’e tokat atar, bunu hazmedemeyen uşak Ahmet, Raşel ve Ahmet Cevat’ı yatak odalarında iken hışımla odaya girer, Ahmet Cevat’ı tabanca ile vurarak öldürür, tutuklanır ve hapse atılır.
        Süheyla, sabrın sonuna gelmiş olduğunu anlar. Acınacak durumda olan Adnan’la evlenmelerini önerir. Adnan, kendisini gerçekten seven, bu nedenle onu yıllarca bekleme sabrı gösteren Süheyla ile evlenir. Kızın konağına yerleşirler.
        Avukatlıkta işleri hiç iyi gitmeyen, toplumdaki yıldızı sönmüş Adnan bu durumu içine sindiremez. Evin ve yazıhanenin giderlerini eşi karşılamakta, fakat eve kendisinin baktığının belli olmamasına çok dikkat etmektedir. Masrafları Adnan’a yaptırmakta ve uzaktan bakıldığında konağın Adnan’ın parasıyla yürüdüğü intibasını yaratmaktadır. Fakat Adnan kendisini bu konakta bir türlü rahat hissetmemektedir.
        Bir gün Adnan’ın bürosuna ihtiyar bir kadın gelir ve oğlunu öldüren katilin asılmasını istediğini, davayı ise Adnan’ın almasını ister. Kadının oğlu Ahmet Cevat’tır. İhtiyar kadın oğlunu öldüren katilin asılması halinde Adnan’a 600 lira ödeyeceğini söyler. Ancak Uşak Ahmet on sekiz yaşından küçüktür, asılması için on sekiz yaşından büyük olduğuna şahitlik edecek yalancı şahite ihtiyaç vardır. İş sıkıntısı çeken Adnan, katilin asılması için yalancı şahit bularak mahkemede idama mahkum olmasını sağlar. Bu sırada da katilin (Uşak Ahmet’in) Macide’nin yani kendisinden hamile iken, aldırdığını zannettiği oğlu olduğunu öğrenir, çok üzülür ama artık çok geçtir.
        Veremden ölen annesi gibi Adnan da bu hastalığın pençesine düşer. Hastalığı gün geçtikçe ilerlemektedir. Nihayet bir gün Süheyla ile ayrı odalarda kalmalarına hekim tarafından karar verilir. Adnan’ın bu olaya itiraz edecek hali yoktur ve kendiside huzurlu bir şekilde yalnız başına başka bir odada kalmanın daha iyi bir fikir olduğunu düşünmektedir ve sonunda yaşamını yitirir. O öldükten sonra evraklarını karıştıran karısı içlerinde Adnan’ın gözlerinden düşen yaşlarla yazmış olduğu satırları bulmayı ümit ederken Belkıs’ın bir resmini bulur. Resmi, Adnan’ın resmi ile birlikte kalfaya verir ve yakmasını söyler.
        Cumhuriyetin ilanı ile birlikte af kanunu çıkmış ve Adnan’ın idama mahkum ettirdiği kendi oğlunun idam cezası on beş yıl hapis cezasına çevrilmiştir.

29 Mart 2012 Perşembe

Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa, Şevket Süreyya Aydemir

Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa, Şevket Süreyya Aydemir,1993, İstanbul (3Cilt)
1860-1922 yılları arası Osmanlı İmparatorluğunun içinde bulunduğu durum ve Enver Paşa’nın hayatı
Şevket Süreyya Aydemir tarafından hazırlanan bu kitap Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerine ışık tutacak bir belge niteliği taşımaktadır. Yazar olayların önemli bir bölümünü tarihi bir tanık gibi gözlemlemiş ve özellikle Enver Paşa'nın Sovyetler Birliği topraklarında bulunduğu tarihlerde kendisi de Azerbaycan'da bulunmuş ve Enver Paşa ile görüşme şansına sahip olmuştur.
        Makedonya'dan Orta Asya'ya Enver Paşa kitaplarında, Enver Paşa konusu etrafında 1860-1922 yılları arasında geçen olaylar incelenmekte ve yakın tarihimizin bu en önemli dönemlerinden biri yorumlanmaktadır. Eser 3 cilt olarak hazırlanmış ve her ciltte Enver Paşa'nın belirli bir dönemi incelenmiştir. Eserin birinci cildi 1860-1908 devresinin işlenmesine tahsis edilmiştir, 1908 ihtilalini hazırlayan şartları içine alır ve Enver Paşa’ nın 10 Temmuz 1908’de bir Hürriyet kahramanı olarak tarih sahnesine çıkışı ile biter.İkinci ciltte 1908-1914 devresi ele alınır.Enver Paşa’nın ana şahsiyet olarak rol oynadığı İttihat ve Terakki’nin ihtilal sonrası gelişmelerdeki yeri, Balkanlardaki meseleler, Trablusgarp ve Balkan harpleri sırasıyla incelenir. Nihayet Enver Paşa’nın bir hükümet darbesiyle iktidara İttihat ve Terakki’yi getirişi, bunu takip eden olaylarla 1914 de Osmanlı İmparatorluğunun gene Enver Paşa’nın etkisi altında bir kliğin eliyle Birinci Dünya Harbine katılışı bu cildin konularını teşkil eder. Üçüncü ciltte ise Birinci Dünya Harbi içinde Osmanlı Devletinin durumu ve ordunun, kader tayin edici muharebeleri izlenir. Sonra, ihtilalin, devlet ve ordu içinde doğurduğu problemlere girilir. Nihayet müttefikleriyle beraber Osmanlı Devleti için de harp kaybedildikten sonra, içlerinde Enver Paşa’nın da bulunduğu başlıca aktif ittihatçıların yurt dışına çıkışları, yurt dışındaki çok cepheli  temaslar ve en sonunda Enver Paşa’nın Oataasya’ya geçişi, Doğu Buhara’daki çileler ve 4 Ağustos 1922’ de Pamir Dağları eteklerindeki dramatik son bu cildin konularıdır.
MAKEDONYA'DAN ORTA ASYA'YA ENVER PAŞA - I :
İsmail Enver 23 Kasım 1881 günü İstanbul'da doğar. Babası uzun yıllar Manastır vilayeti Bayındırlık teşkilatında kondüktör olarak çalışan; Gagavuz Türklerinden Ahmet Bey, annesi Ayşe hanımdır.
       İlköğrenimine İstanbul'da başlar ve Manastırda bitirir. İsmail Enver orta derecede bir öğrencidir. Askeri Rüştiye (Ortaokul) ve Askeri İdadîyi (Lise) Manastır'da bitirir. Müteakiben İstanbul'da Harp Okulunu ve 1902 yılında da Harp Akademisini yüzbaşı rütbesi ile bitirmiştir.
       İlk siyasî macerası amcası Halil Bey (Halil Paşa) ile birlikte Yıldız Sarayında sorgulanmaları ile başlar. Enver Paşa öğrencilik yıllarında Yeni Osmanlılar ve Birinci Meşrutiyetin siyasî akımlarıyla yakından ilgilenmiş; Namık Kemal, Ziya Gökalp ve Mithat Paşa'dan etkilenmiştir.
        30 Ağustos 1906'da binbaşı olan Enver Paşa Ekim 1907'de Rumeli'de Osmanlı İmparatorluğu'na isyan eden eşkiyaların takibine görevlendirildi, Enver Paşa'yı 1908'de Padişaha karşı dağa çıkmaya ve Hürriyetin ilanına sevk eden ruh ve staj hazırlığı bu eşkiya takibi vazifesi ile başlamıştır.
       Enver Paşa tarih sahnesine Genç Türkler ihtilâlinin bir yıldızı olarak 23 Temmuz 1908'de çıktı. Makedonya'dan Orta Asya'ya Enver Paşa adlı eserin birinci cildi 1908 İhtilalini hazırlayan şartları ve Enver Paşa'nın yükseliş öyküsünü anlatmaktadır. Bu ciltte;
-    Yeni Osmanlılar ve I'nci Meşrutiyet dönemi ile İmparatorluğun durumu,
-    1877-1878 Osmanlı-Rus Harbinin İmparatorluk üzerindeki etkileri,
-    II'nci Meşrutiyeti oluşturan koşullar,
-    Balkanlarda milliyetçilik hareketleri ve Osmanlı Avrupasındaki son durum,
-    Osmanlı subaylarının Makedonya'daki çete savaşları sonucunda kendi padişahlarına karşı politize olmaları ve teşkilatlanmaları,
-    İttihat ve Terakki Cemiyeti faaliyetleri anlatılmıştır.
Cildin eklerinde Enver Paşa'nın aile şeceresi ve II' nci Meşrutiyete ait Kanun-î Esasî bulunmaktadır.Ayrıca bu ciltte Osmanlı İmparatorluğunun ve Osmanlı Padişahlarının içinde bulundukları durum yazarın bazen belgelerle bazen de kişisel değerlendirilmeleriyle anlatılmaktadır.
Tüm dünya ileri giderken, teknolojik ve bilimsel gelişmelerden azami derecede faydalanırken II. Abdülhamit bunları göremeyecek kadar dar kalıplar içinde kalıyordu. Makineleşme, sanayileşme, üretim artık başarının ve birliğin en büyük sırrı ve ilacı iken II. Abdülhamit bütün gücünü ve ilgisini jurnalciliğe veriyordu. Kendisine olması imkansız aleyhte bir rejim veya değişim haberi geldiğinde oldukça bonkör davranıp,hazine borç batağında olmasına rağmen çil çil altınlar saçıp jurnalcileri devlet yönetiminde üst mevkilere getirmektedir.
    Başında bulunduğu birimin hakkaniyetle çalışmasını sağlayan,görevini dürüst,namuslu bir şekilde yapanlar, oluşturulan bu sahte duvarları aşamamakta,kıt kanaat yoksulluk içinde yaşamakta ve hatta canını vatan savunması için feda edenler dahi maaşlarını ve haklarını alamamaktadır.
    Kitap,gazete okumayan,kendi amcasını bile 27 yıl boyunca hiç görmeyen,kendisini lüks ve şatafatlı hayata alıştıran, muhteşem yemeklerle kutlamalar yapan, çok büyük ve güzel bir kütüphane kurdurmasına rağmen sadece polisiye romanlar okutup dinleyen bir padişah, Yeniliğe kapalı, geleceği göremeyen, etrafında olup bitenleri şiddetle her şeyi bastırabileceğini zanneden, 13 - 15 yaşındaki çocuklara yarbaylık, albaylık rütbesi veren haksızlıklarla dolu bir terfi düzmecesi, Eşkıyalık almış başını gitmiş eline birkaç silah alıp etrafına 3-5 çapulcu toplayanların köy basıp yağma yaptıkları yanlarına kar kalması, Dürüst ve namuslu insanların sürgüne gönderildiği, yazarların, şairlerin, aydınların, düşünürlerin kendi yurtlarından evlerinden edilerek, sürgün ve perişanlıklarla dolu bir yaşama mahkum olmaları,  Gemileri tersanelerde çürümeye bırakılmış, askerleri arasında başı bozukluk diz boyu olmuş, disiplin yerini adam kayırmaya ve yalakalığa bırakmış, teçhizatı, giyimi, kuşamı ve silahı yenilenmemiş kısacası ordusu uyutulmuş bir imparatorluk,  Dünyanın diğer tarafında ise millet olma, kendi kendini yönetme, bağımsız bir toprak elde etme mücadelesi veren, milliyetçi ruhu kabarmış insanlar artık sahnededir.
    Bu kadar çok olumsuzluğun,çürümüşlüğün, yozlaşmışlığın, cehaletin, kendi kendini kandırmışlığın, yönetim kadrolarının ihanet yarışının yaşandığı bir devlet, krallık veya imparatorluk tabi ki ayakta kalamazdı. Ya yok olup tarih sayfalarına karışacaktı veyahut ta vatanperver Enver Paşa gibiler ilk siyasi oluşumlar ve iyiye doğru değişim için dağlara çıkıp Kanunu Esasi’yi Bab-ı Âli'ye zorla da olsa kabul ettirecektir.
       MAKEDONYA'DAN ORTA ASYA'YA ENVER PAŞA - II :
        Enver Paşa II'nci Meşrutiyet ile birlikte bir yıldız gibi parlar, II' nci Meşrutiyet İmparatorluğun sonunu hazırlayan şartlar bakımından kritik bir devredir. 1908-1914 arasındaki 6 yıllık bu devrede Enver Paşa'yı ümitleri, yenilgileri ve zafer çabalarıyla izlemek mümkündür.
       1908'in Hürriyet kahramanı Enver Bey bu kısa devrede Enver Paşa olur ve artık İmparatorluğun tek söz sahibidir. Genç, inançlı, muhteris, hem kaderci hem de kaderini yaratan adam olarak tarih sahnesindedir. Bir küçük evde doğmuştur, bir sarayda yerini alır. Girdiği sarayın kapısında bir gün Padişah olacağına dair inançları vardır, Sarayla olan ilişkilerini artırmak ve hanedana girmek maksadıyla Sultan Abdülmecid'in torunu Naciye Sultan ile evlenir.
        Makedonya'dan Orta Asya'ya Enver Paşa adlı eserin II'nci cildi 1908-1914 devresinde Osmanlı İmparatorluğunda yaşanan olayların incelenmesine tahsis edilmiştir. Bu ciltte;
-    -1908 İhtilâlini hazırlayan olaylar ve ihtilâlin yapısı,
-     İttihat ve Terakki Partisi ve İmparatorluğun kaderi üzerindeki, etkisi,
-     31 Mart olayı,
-     Padişah II'nci Abdülhamit'in sonu,
-    1911 Trablusgarp Savaşı ve İmparatorluğun çözülüşü,
-    Balkan Harbi mağlubiyetinin nedenleri ve Enver Paşa'nın bu yenilgiden sonra İmparatorlukta tek otorite haline gelmesi,
-    Türk Milliyetçilik akımının kuvvetlenmesi,
-    Osmanlı İmparatorluğunun I'nci Dünya Harbi'ne giriş neden ve koşulları detayları ile anlatılmaktadır.
    Eser,Enver Paşa konusu etrafında bir devrin hikayesidir.Ve bu devir,Enver Paşa daha dünyaya gözlerini açmadan önce başlar.  
    Enver Paşa, İkinci Meşrutiyet dönemi ile birlikte bir yıldız gibi parlar. Ama İkinci Meşrutiyet, Birinci Meşrutiyetin devamı niteliğindedir. Birinci meşrutiyet yakın tarihimizde adına Genç Osmanlılar harekatı denilen bir akıma bağlıdır. Bu hareketin kökleri 1860’lara kadar uzanmaktadır. Oysa Enver Paşanın doğum tarihi 1880 dır.
    Enver  Paşa, genç, inançlı, muhteris daha doğrusu hem kaderci hem de kaderini yaratan bir yapıya sahiptir. Mütevekkil, başa geleceği önceden yazılmış alın yazısının kaçınılmaz hükmü olarak kabul eden bir insandır.
    Fanatik, yani mutaassıp bir dindar değilse de kaderini daima hükmedeceğine inandığı Tanrıya bütün hayatı boyunca inanır. İçten gelen bir samimiyetle bağlanır. Bu teslimiyet onda yalnız mistik bir ruh hali olarak kalmaz. Bütün yaşantısına hükmettiğine inandığı Tanrıya kulluğu ile de inananı gösterir. Hele hayatının buhranlı günlerinde dua ve ibadet onda Tanrıya ruhtan gelen bir kendini veriştir.
    Enver Paşa konuşan adam da değildir. Zaman zaman şu  veya bu vesile ile ağzından dökülecek sözler Harbiye Nazırı Başkumandan vekili olduğu zaman makam odasında veya askeri karargahlarda verdiği emirler gibi kısa ve  kesindir. Çok defa tek veya birkaç kelimeden ibarettir. Fakat hatıra yazılarında ve elde bulunan mektuplarında Enver Paşa  iç alemi yaşayan bir duygu adamıdır.
    1908-1914 arası Osmanlı imparatorluğunda önemli bir adaptasyon dönemidir. Bir sonun başlangıcı olarak kabul edilmektedir. 1908’in Hürriyet Kahramanı Binbaşı Enver Bey işte bu kısa devrede Enver Paşa İmparatorluğun tek sahibi olur. Bahtının açık olduğuna ve bahtının kendini belki de bir tahta çıkaracağına inanır. Bir küçük evde dünyaya gelmiştir. Daha sonraki sarayın kapısında bir gün bir padişahlığın tahtına oturmak için çıkacağına dair gizemli inanışları vardır. Ama o, seçtiği yolun basamak taşlarını, adım adım dizdiği, yerleştirdiği kanısındadır.
    Ne var ki bir imparatorluğun sonunun bütün hazırlayıcı şartları da bu devrede, taş taş üstüne konularak işlenir. Enver Paşa iki uç arasındadır. Ümitleri hayalleriyle büyük yenilgi arasında daima cesur, daima dinamik kendi tahliliyle boğuşur. Ve son ne yazık ki İmparatorluğun sonu da olur.
    1908’ den sonra artık, kendini tamamen terazinin gözüne atan bir adamdır. Kendini bütünüyle bir mücadeleye veren bu insan, son nefesini gene bir mücadele sahnesinde tamamlar.
    1908 ihtilali ile meşrutiyete dönüş, aynı zamanda Mithat Paşa’ya ve onun hatırasına dönüş gibi olmuştur. Çünkü 1908 Meşrutiyetinin hukuki temeli, 1876 Kanuni Esasisi idi. Bu Kanuni Esasi ise kanunlaşmadan önce tadiller görmekle  beraber, Mithat Paşa’nın eseriydi. Ama vaktiyle hem bu kanunu kaldıran, hem onun emrini veren padişah, yine tahtında kalıyordu ve padişahın adamları, gene aynı kadroyla hükümetteydiler.
    1876 Kanun-i Esasi'nin temeli, Avrupa'da 1848 ihtilallerinin yönetici fikirlerin, bunlarda 1789 Fransız ihtilallerinin temel prensiplerine dayanıyordu. Nitekim 10 Temmuz 1908’ de Makedonya şehirlerinde meşrutiyetin fiilen ilanından sonra padişah 10/11 Temmuz 1908 gecesi Meşrutiyetin iadesi zorunda kaldıktan sonra ve 11 Temmuz günü Sadrazam Sait Paşa imzasıyla vilayetlere bu yolda tebliğler yapıldıktan sonra, İkinci Abdülhamit Sadrazamına ilgi çekici bir ferman daha gönderir. Bu ferman 20 Temmuz 1324 (1908) tarihini taşır:
    Böyle bir fermana lüzum vardır.Çünkü Padişahın tutumuna pek inanılmamaktadır. Hava öylesine değişik bir yapıya bürünür ki büyük bir halk kalabalığı 15 Temmuz 1908 de Şeyhülislam kapısına yürür. Halk, meşrutiyet hakkında ve o zaman devletin en yüksek dini makamı sayılan Şeyhülislamdan da teminat almak ister. Bu vaziyeti önceden sezen veya vaktinde davranan Şeyhülislam hazırlıklı  bulunur. Daha önce padişaha varmış ve ondan kutsal kitap olan Kuran’a el basarak, Kanun-i Esasi'ye sadakat yemini almıştır. Buna göredir ki binlerce kişilik kalabalık Şeyhülislam kapısı ve bahçesini doldurunca dönemin Şeyhülislamı Mehmet Cemalettin Efendi göz alıcı kıyafeti ve heybetli hareketleri ile halkın karşısına çıkar. Halka Sultan II nci Abdülhamit’in kendi önünde Kuran’a el basarak Kanun-u Esasiye ve meşrutiyete sadık kalacağına yemin ettiğini ilan eder.
    Sahne etkileyicidir. Olay, geleneklerimiz bakımından son derece önemli bir durumdur. Padişah en büyük din adamını şahitliği ve dinin dönülmez ahdi olan yeminle yeni rejime başlamış olur.
    Padişah Abdülhamit, birinci meşrutiyet ilan olunurken de hem de daha saltanata getirilmeden önce, meşrutiyete sadık kalacağına dair Mithat Paşaya yemin vermiştir. Bunu bir tarafa bıraksak bile, tahta geçtikten sonra umumi meclis yani Mebussan-Ayan müşterek toplantısı açılırken meclisin önünde, Meşrutiyete sadakat yemini tekrarlamıştır. Ama sonraki gelişmeler yine her seferinde olduğu gibi olumsuzlukla sonuçlanmıştır.
    20 Temmuz 1908 tarihli bu ferman yalnız Kanun-i Esasi'nin yürürlüğünü ve hükümlerini yeniden kabul etmekle kalmaz. Aynı zamanda Meşrutiyetin ve Kanun-i Esasi'nin sağladığı ve hepsi de Fransız ihtilali ile 1848 ihtilallerinin temel fikirlerine dayanarak bazı prensipleri de teyit eder.
    Bu ferman; Osmanlının hangi dil ve mezhepten olursa olsun Hürriyet hakkı en başta gelir, ırk din ve cinsleri ne olursa olsun bütün Osmanlıların aynı eşit vatandaşlık hakları içinde muamele görerek mutluluğa erişilmeleri lüzumunda ve benzeri genel şartlardan bahseder. İnsan hakları beyannamesine göre de hür doğmak ve hür ölmek insanın en doğal hakkıdır. Hiç kimsenin kanun hükmü dışında cezalandırılamayacağı bildirilir.
    Mücadeleyle geçen bu altı yıllık süreçte yönetimin yanlış kararları doğrultusunda Osmanlı imparatorluğu çok zorlu dönemler geçirmiştir. Bu hareketli dönemde Enver Paşa adeta bir aydınlatıcı rolü üstlenmiştir. Onun olaylar karşısındaki yaklaşımı,sonuca ulaşırken izlediği akılcı yaklaşım kendi mahiyetinde buluna kişilerle olan ilişkileri Osmanlı devleti için önemli bir şahsiyet olarak ortaya çıkmasında etkili olmuştur
MAKEDONYA'DAN ORTA ASYA'YA ENVER PAŞA - III;
      Osmanlı İmparatorluğu yorgundur. Trablusgarp ve Balkan Harbi yenilgileri, iç çekişmeler imparatorluğu tüketmiş ve tarihi ömrünü tamamlamak üzeredir. Bu koşullar altında bu devlet aslında I'nci Dünya Harbine girdiği gün yenilmişti, yani Enver Paşa daha baştan kaybedilmiş bir harbe girmiştir. Ancak genç, ihtiraslı hayallerine sınır tanımayan bu adam çarkların kendisi için çalıştığına inanmaktadır; bu inancı da kendisi gibi genç ve yenilgi kabul etmeyen bir komutanlar kadrosuna sahip olmasından kaynaklanmaktadır.
Savaş, Osmanlı Devleti'nin devamı, Osmanlı ülkesinin korunması hatta kaybedilmiş Osmanlı topraklarının geri alınması için yapılır ama devlet Türk devleti değil Osmanlı devletidir, içinde pek çok etnik unsurları barındırmaktadır. Bunlardan Araplar ve Ermeniler hem harp içinde hem de mütareke döneminde Osmanlı devletinin başına büyük problemler açacaktır.
       Birinci Dünya Harbi kaybedildikten ve 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra; Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa ile birlikte 8/9 Kasım 1918 gecesi bir Alman denizaltısıyla İstanbul'dan Karadeniz'e açılır ve Kırım kıyılarında Sivastopol yakınlarında Evpatorya'ya giderek ülkeyi terk eder. Enver Paşa bu tarihte 38 yaşındaydı ve barıştan sonra ülkeye dönerek etkili bir şahıs olarak kaldığı yerden devam etmeyi düşlemektedir. Bu dönemde kendisine koyduğu hedef Kafkaslar ve Orta Asya'da yaşayan Türkleri teşkilatlandırmak ve Turan ülküsünü hayata geçirmektir. Her ne kadar bazı Özbek, Tacik ve Türkmen Beyleri ona ''Hakanların hakanı, Padişahların en büyüğü'' dese de ülkesine bir daha hiç dönemeyecektir ve Himalayanın Pamir Dağları eteğinde, Balcıvan'ın Çeğen mevkiinde Bolşevikler tarafından 4 Ağustos 1922'de şehit edilecektir. Makedonya dağlarında hürriyet kahramanı Enver Bey'le açılan bu devre Pamir eteklerinde sona ermiştir, mezarı Abıderya köyündedir.
Bu ciltte;
- Birinci Dünya Savaşında İmparatorluk cephelerinin durumu,
- Sarıkamış Harekatı ve Çanakkale Savaşları,
- Çanakkale'de Mustafa Kemal'in yükselişi ve Enver Paşa ile olan ilişkileri,
- Mustafa Kemal'in 20 Eylül 1917'de Halep'ten Enver ve Talat Paşa'ya gönderdiği mektup,
- Osmanlı ordusunun durumu,
- Rusya'daki ihtilâlin etkileri ve müttefikimiz Almanya'nın tavrı,
- Kafkas İslam Ordusu ve Kafkasya Harekâtı,
- Ermeni Meselesi,
- Enver Paşa ve arkadaşlarının ülkeyi terk edişi,
- Enver Paşa'nın ülkeye dönüş çabaları, TBMM ve Mustafa Kemal'in hareket tarzı,
- Enver Paşa'nın ölümü anlatılmaktadır.

26 Şubat 2012 Pazar

Asya’da Beş Türk, Adil Hikmet Bey

Asya’da Beş Türk, Adil Hikmet Bey, Ötüken,1999, İstanbul   
 
1914-1921 yılları arasında bir Türk subayı olan Adil Hikmet Bey'in, Enver Paşa’nın Teşkilat-ı Mahsusa'sında görevli olarak dört arkadaşıyla birlikte (Kuşçubaşı Selim Sami, Hüseyin Emrullah Barkan Bey, Hüseyin Bey, İbrahim Haklıer Bey) Doğu ve Batı Türkistan’daki faaliyetleri anlatılmaktadır.
   
      Bu beş kişi gittikleri Rus ve Çin topraklarında yaşayan, Türkmen, Özbek, Tacik, Kırgız gibi Türk toplumlarını örgütlemişler ve o topraklarda isyanlar çıkarmışlardır. Aslında bu beş kişinin Çin Türkistan’ına gitmelerinin asıl nedeni, oradaki Türk’lerin eğitim ve öğretim teşkilatını kurmak ve halkı bilinçlendirmekti. 
O zamanlarda Rus’lar Osmanlılara karşı savaşan bir devletti. Bu nedenle Rusya içerisindeki Türk topuluklarının Rusya’ya karşı ayaklanması Rus devletinin bu bölgeye güç kaydırmasını zorunlu kılmıştı. Diğer taraftan Osmanlı cephesi Ruslar tarafından zayıflamıştı.
Bu beş kişinin tertiplediği isyanların en önemlisi 1916'da Kırgız topraklarında gerçekleştirilen büyük Türkistan isyanıdır. O zamanlar Rus’lar Türk’lere eşit muamele yapmazken, askere almada Rus’larla aynı muameleyi yapmışlardır. İsyan yaklaşık bir yıl sürmüş ve isyan sonucunda Ruslar büyük katliamlar yapmış ve 673 bin kişi öldürülmüştür. Bu isyanın bir ayağı olan Yedisu isyanında Yedisu bölgesi halkının % 30 u yok edilmiştir. Bu beş kişinin asıl amacı oradaki insanları aydınlatmak ve uyandırmak olduğundan yeterli silah ve teşkilatlanmaya gidememişlerdir. Ama bu isyanla Rus dikkati bölgeye çekilmiş ve iç kargaşaya gitmesi hızlanmıştır.
Orta Asya’ya daha önce de Talat Paşa tarafından öğretmen olarak Ahmet Kemal İlkul gönderilmiştir. Bu beş kişi gittikleri yerde bu kişiyle tanışmışlar ama bu kişinin gerekli faaliyetlerini yapmadığını görmüşlerdir.
Zorlu yolculuk Bombay'dan Türkistan’a, Kırgız topraklarından Taklamokan ve Hoten’e, daha sonra sırasıyla Çin ve Şanghay’a ve nihayet Hamburg'a uzanmıştır.  Gittikleri her yerde ticaret için gezdiklerini öne sürmüşlerdir. Ama İngiliz ve Rus ajanları tarafından takip edilmekten kurtulamamışlardır. Hatta bir çok yerde ölümden kıl payı kurtulmuşlardır. Her gittikleri yerlerde yerli Türklerden büyük hürmet ve memnuniyet görmüşler ve büyük  destek almışlardır.
Hindistan’da İngilizlerin yalnızca siyasi ve askeri işgal yapmadıklarını, geniş bir istihbarat teşkilatı kurduklarını görmüşlerdir. Hindistan’da Müslümanların yüksek tahsil yapmaları yasaklanmıştır. Orada Afgan soylusu tabur komutanı bir binbaşı bu beş Türk’e sitem etmiş ve Müslümanların bu durumundan Osmanlı’nın sorumlu olduğunu, Osmanlı’nın kendilerini yalnız bıraktığını söylemiştir. Bütün Müslümanların Osmanlı’ya göz diktiğini söyleyerek serzenişte bulunmuştur.
Hindistan’dan sonra 60 günlük zorlu yolculuk ve İngilizlerden kaçıştan sonra Doğu Türkistan’a gelmişlerdir. Burası Çin arazisi olmasına rağmen Rus hakimiyeti hüküm sürmekteydi. Misyonerler cirit atmaktaydı. İsveçlilerin açtığı hastaneler vardı ama halk bu hastaneye gitmiyordu. Bir İslam ve Türk merkezi olan Kaşgar’da yabancılara karşı güven yoktu. Onlar halife adına geldiklerini belirtip halkı soymuşlardı. Kaşgar’da önceden oraya gelen Türk öğretmenlerde vardı. Ama onların çalışmaları yetersizdi. Doğu Türkistan’daki Rus ve İngiliz ajan kuşatmasından kaçarken Rus’lara esir düştüler ve haklarında idam kararı verildi. Fakat o bölgedeki Uygurlar isyan çıkarmak suretiyle Çin’liler  Rus yetkililerle anlaşmazlığa düştüler ve sonrasında Rus müfrezelerinin elinden kaçarak 1 sene 3 aylık süren  esaretten kurtuldular ve Kırgız’ların başına geçerek büyük Türkistan ayaklanmasını gerçekleştirdiler. İlk 5-6 ay Ruslar mağlup edildi ama cephane ve para yetersizliğinden dolayı isyan sonunda Rus’lar katliam yaptı.
Doğu Türkistan’a, dönüşte ve Taklamokan’dan  ve Hoten’e giderken  Çarlık rejimi gitmişti ama yeni düzen hala Türk düşmanı idi. Bu nedene tedbir elden bırakılmamalıydı. Ruslar Moğolları bile  kullandılar. Suriyeli Said El Aseli de  burada islam’ı istismar ederek halkı dolandırmaktaydı. El Aseli ailesi Osmanlıya Suriye’de  isyan etmişti.
Taklamoka çölünü müteakiben Çin’e geçtiler. Burada da Rus ve İngiliz misyonerleri faaliyet göstermekte idi ve fahişelik almış başını gitmişti ve maalesef Türk kadınları da burada erkeklerin elinde bir oyuncaktı. Buradaki Uygurlar saf Uygur değildi. Anne Kaşgar’lı ama baba Hintli veya Çin’li idi. Ahlaken fesada uğramışlar bu nesildi. Şangay’a geçtiklerinde müttefikimiz Alman sefareti onları muhafaza edecekti.  Çin toprakları misyonerlerin savaş alanı gibiydi. Çin’in Fuçin şehrini Rus kuşatmasından kendi teşkilatlandıkları Moğollarla kurtardılar ve Çin’lilerin büyük güvenini kazandılar. Çin topraklarındaki hareket kabiliyetleri rahatlamıştı .
Şanghay’da Alman hükümeti’nin yardımını aldılar. Burası Konfüçyüs’ün memleketi olarak önemli bir merkezdi ve misyonerler Çin’lilerin uyanmasını istemiyorlardı. Bir çok Çin’li genç Avrupa’ya eğitim için gitmiş ama misyoner olarak dönmüşlerdi. Burada Japonlarla dostluk kuruldu. Burada bir ara  Afganistan’a gitme düşüncesine kapıldılar. Orada da Asya’nın bağımsızlık savaşı veriliyordu. Buradaki esas amaç birleşik bir Asya’ydı. O arada Adil Hikmet Bey Anadolu’dan haber alamıyordu ama Mustafa Kemal ve direnişini, olayların gelişiminden çıkarım yapabilmişti.  Anadolu’ya dönmeliydi ama bu konuda Selim Sami ile zıt düştü.
Daha sonra bu arkadaşlar fikir ayrılığına düştüler. Adil Hikmet Bey ve Hüseyin Bey Anadolu’ya dönmek üzere Hamburg’a, diğerleri ise Anadolu’yu uyandıracak yeni kuvvetler oluşturmak için Asya ortalarına doğru yol aldılar. Uzun ve tehlikeli yolculuktan sonra Adil Hikmet Bey İstanbul’a gelir ve eşi ve 6 yaşındaki kızına kavuşur.