30 Mayıs 2012 Çarşamba

MUHAKEMETÜL LÜGATEYN, Ali Şir Nevai

MUHAKEMETÜL LÜGATEYN, Ali Şir Nevai, Türk Dil Kurumu, 1996, Ankara

Ali Şîr Nevâî, Türkçe’yi yüksek bir sanat dili halinde işlemeğe çalışan, bu görüşü savunan ve Türk diline değer kazandıran bir bilgin ve devlet adamıdır. Kaşgarlı Mahmut’tan sonra Türk diline en büyük hizmet eden kişi olarak tanınan Ali Şîr Nevâî, Muhâkemetü’l-Lügateyn adlı eserinde Türkçe ile Farsça’yı karşılaştırarak pek çok yerde Türkçe’nin üstünlüğünü savunmuştur. Ali Şîr Nevâî, bu kitabını Türkçe’yi bırakarak eserlerini Farsça verenlere ithafen yazmıştır. Ali Şîr Nevâî, Türkçe yazdığı şiirlerinde Nevâî, Farsça yazdığı şiirlerinde ise Fanî mahlaslarını kullanmıştır. Ali Şîr Nevâî’nin Muhâkemet-ül-Lugateyn adlı eseri, bugünkü yazımızla küçük boy bir kitabın 50 sayfasını ancak doldurur. Fakat hacim bakımından küçük olan bu kitap, muhtevasının değeri ile deryalar kadar büyüktür.
Muhâkemetü’l-Lügateyn’in bilinen dört yazma nüshası mevcuttur. Bunlar Topkapı, Fatih, Paris ve Budapeşte nushalarıdır. Eser hakkında batıdan ve doğudan birçok araştırmacı incelemelerde bulunmuştur
ESERİN MUHTEVASI VE ÖNEMİ
“İki dilin muhakemesi” esasına dayanan eseri Divanı Lugatit Türk’ten(Kaşgarlı Mahmut) ayıran birinci özelliği; Arapça Türkçe çerçevesinde değil, Türkçenin karşısında Farsça göz önünde tutularak yazılmasıdır. Diğeri ise Divanı Lugatit Türk’te Türkçe’nin Arapçayla “at başı gittiği” ispatlanmaya çalışılırken bu eserde Türkçe’nin Farsça’dan üstünlüğü ispatlanmaya çalışılmıştır. Nevai, Arapça’nın bütün dillerden üstün olduğunu söylemektedir. Buna gerekçe olarak da hissiyatına dayanarak dinin Arapça üzerine kurulu olması ve Arap dilinin zenginliğini göstermektedir. Arapçadan sonra en önemli diller ise O’na göre Türk, Fars ve Hint dilleridir.
Kitapta sıkça geçen “Çağatayca” ve “Eski Özbek dili” terimleri Ali Şir Nevai ile onu takip eden Türkistan şairlerinin kullandıkları edebi Türk diline ve onun ürünlerine ilmi litaratürde verilen genel addır. Çağatay adı, Cengiz Han’ın ikinci oğlu Çağatay’ın adından gelmektedir. Yazar, Muhâkemet-ül-Lugateyn’in önemini  ise zamanın önemli ilim ve kültür dili Farsça’dan Türkçe’nin üstünlüklerini ortaya koymasında görmektedir. Nevai, Arap ve Fars edebiyatının doruk noktasındaki gibi bir edebi Türk dilini hedeflemiştir. Arapça ve Farsça’nın daha çok kullanılmasını sosyal bir olay olarak kabul ederek birlikte yaşamanın doğal sonucuna bağlamaktadır. Hemen herkes bir Fars ile konuşacak veya derdini anlatabilecek kadar Farsça bilmekte hatta bazıları şiirler yazabilecek durumdadır. O, Türkçenin lügat zenginliğini, garamer şekillerindeki esnekliğini bilmeyen Türk gençlerinin güzel sanarak Farsça şiirler söylemeye çalıştıklarından yakınmaktadır.
Nevai verdiği örneklerde önceliği fiillere tanır. En küçük anlam farkı için kelimeler yaratıldığını söyleyerek, Türkçe’deki yakın anlamdaki kelimelerin zenginliğine deyinen Nevai, Farsçanın bundan yoksun olduğunu vurgulamaktadır. Örneğin; “ağlamakın” nüanslarını gösteren fillier: sıktamak, singremek, ingremek, inçkirmek, ingrenmek, ökürmek, yıglansınmak, hay hay, yıglamak, bohsamak. Çeşitli ağlama şekillerini ifade için kullaılan bu kelimelerin Farsçada olmadığını söylemektedir.( Bunun gibi çeşitli örnekler kitapta mevcuttur )
Nevai, diller ve dil gruplarını birbirleriyle karşılaştırırken, bugün bir ölçü olarak kullanılan dilin kelime varlığına inmiş, akrabalık adlarını, ev, mutfak, giyecek ve savaş kültürüyle ilgili kelimeleri Altay dillerinin önemli bir özelliğini teşkil eden erkek ve dişi oluşuna göre adlanan hayvan ve kuş adlarını, organ adlarını, cinsine ve yaşına göre çeşit çeşit olan atların ve onların vazgeçilmez eşyası eğer ve diğer binit takımının parçalarına kadar adını sayarken, milletinin zengin bir kültür birikimine sahip olduğunu anlatmak istemiş bu kelimelerin hemen hiçbirinin Farsçada olmadığını, söylenmek istendiğinde Türkçedeki bu kelimelere başvurulduğunu belirterek “dil, kültür bağlantısı” na temas etmiştir.
Yazar, kitabın diğer bölümlerinde Türkçe’nin Farsça’dan üstünlüğünü ses, şekil, sözlük bilgisine dayalı deliler sunarak ispatlamaya çalışmış, son bölümlerde ise metin ağırlıklı örnekler verek düşüncesini daha da somutlaştırmıştır.
Nevai, ses bilgisine dayalı en önemli unsurun Türkçe’nin Farsça’dan ilk hecesinde daha fazla ünlü fonemlerinin  bulunması olduğunu belirtmiştir. Ayrıca, Farsça’da sadece /o,ü/ yuvarlak ünlü fonemlerine karşılık Türkçede /o,ö,u,ü/ yuvarlak ünlü fonemlerinin bulunduğunu vurgulamıştır. Şekil bilgisi ile ilgili olarak ise, Türkçe’nin sondan eklemeli bir dil olduğunu, yapım ve çekim eklerinin kelime kök veya gövdesinin sonuna eklendiğini, Türkçenin bu önemli özelliğini, Türkçe’nin Farsçaya üstünlüğünün ispatında tanık olarak kullanmasını bilmiştir. Örnek olarak ise; Türkçede iki kişinn hareketini içine alan işteşliğin fiil kök veya gövdesinin bir ek /-Iş,-Uş/ fiilden fiil yapım ekinin ilavesi ile temin edildiğini belirtmiştir. Farsçanın ise bundan mahrum kaldığını ifade etmiştir. Nevai, dillik delliler arasında saydığı sözlük malzemesi içinde bir kavram alanı olarak akrabalık adlarını, kuşları, dağlık ve düzlük yer adlarını, giyisileri, yemek ve yiyecekleri, içkileri, sevgi, güzellik etrafındaki kelimeleri örnek vermiş, burada ölçü verilen adların hemen hemen bir çoğunun Farslarda Türkçe alıntı kelime olarak kullanıldığını ifade etmiştir. Nevai, edebiyatta en çok kullanılan “sevgili” kavramı ile iniltili Farsça kelime bulmanın çok zor olduğunu belirtmektedir.
Yazar son bölümlerde Nevayi’nin orjinal metnini ve tercümesini de kitabına almıştır. Aşağıda  Muhâkemetü’l-Lügateyn’den alınma bazı paragraflar verilmiştir.
“... Söz bir incidir ki onun denizi gönüldür ve gönül bütün anlamları kendisinde toplar. Nitekim denizden cevherleri dalgıçlar çıkarır ve onlara mücevherciler katında değer biçilir. Gönülden söz incileri çıkarma şerefine erenler de (dalgıçlar da) bu işin mütehassısıdırlar. O inciler bu mütehassıslar ağzında canlanır, nisbetlerine göre yayılır ve ün kazanırlar. İnciler değer bakımından çok farklı olurlar. Bir tümenden yüz tümene kadar (bir liradan binlerce liraya kadar) olanları vardır. Elden ele geçen ucuz incilerle, sultanların kulaklarına küpe olan incilerin değerleri bir mi?
“... Şöyle bilinir ki, Türk Fars’tan daha keskin zekalı, daha anlayışlı, daha saf, daha pek yaratılışlıdır. Fars ise ilimde ve gayret sarfıyla elde edilen bir anlayışta daha olgun ve derin görünüyor. Bu hal Türklerin doğru, dürüst, temiz niyetinden, Farsların da fen ve hikmetinden belli oluyor... Ve lakin, Türk ve Fars dilleri arasındaki kusursuzluk veya noksanlık bakımından çok büyük farklar vardır. Söz ve ibarede, kelimelerin anlam ve kavramında, Türk Fars’tan üstündür. Türkün öz dilinde öyle incelikler, güzellikler, sanatlar vardır ki inşallah yeri gelince gösterilecektir... ”
“... Türkün Fars’tan daha üstün, daha kabiliyetli, daha açık ve parlak olduğunun şundan kuvvetli delili olur mu: Bu iki milletin gençleri, ihtiyarları, büyükleri, küçükleri arasında kaynaşma aynı derecededir. Alış-verişleri, işleri, güçleri, düşüp kalkmaları, oturup durmaları, birbirinden hiç farklı değildir. Aynı hayat şartları içinde yaşarlar... Böyle olduğu halde Türklerin hepsi Farsça’yı kolayca öğrenir ve konuşur. Oysa Farsların hiç biri Türkçe konuşamaz. Yüzde, belki binde biri Türkçe öğrenir ve konuşursa da, onun Türk olmadığı daha ilk sözünden belli olur... Türkün Fars’tan kabiliyetli olduğuna bundan daha kuvvetli tanık olamaz ve hiçbir Fars bunun aksini iddia edemez... ”
“... Fars dili yüksek ve derin konuları anlatmada yetersizdir. Çünkü Türkçe’nin oluşumumda ve konularında pek çok incelik, özgünlük vardır. İnce farklar, en uçucu kavramlar için bile kelimeler yaratılmıştır ki bilgili kimseler tarafından açıklanmazsa kolay anlaşılamaz. ”
“... Türkün bilgisiz ve zavallı gençleri güzel sanarak, Farsça şiirler söylemeğe özeniyorlar. İyi ve etraflı düşünseler, Türkçede bu kadar genişlikler, incelikler, derinlikler ve zenginlikler durup dururken, bu dilde şiir söylemenin ve sanat göstermenin daha kolay, şiirlerinin daha beğenilir olacağını anlarlar.
Ali Şir Nevayi kitabının sonunda ise şöyle demektedir:
“... Türkçenin ve Farsçanın söz varlığının keyfiyet ve mahiyetini açıklamak için bu risaleyi derleyip yazdım ve ona Muhâkemetü’l-Lügateyn “İki dilin Muhakemesi” adını koydum. Türk dünyasının dilini açığa çıkardığım fesahat ve inceliği belagat ve genişliği o denli ki o ulu hükümdar bu dil ve ibareler ile nazım yaygısını sermişler. Hz. İsa nefesinden ve Hızır’ın soğuk suyundan ölü diriltme yolunu gösyermişlerdir.
Böylece Türk halkının fasihlerine kendi söz ve ibarelerinin mahiyetinden kendi dil ve kelimelerinin keyfiyetinden haberdar edip Farsça konuşurların Türkçe ibare ve sözler hususunda yerici serzenilerinden kurtararak onlara büyük bir hak sağlamış olduğunu umuyorum. Onlar da çektiğim zahmet ve meşakkatin karşılığı olark ortaya koyduğum bu gizli ilimden vukuf bulurlarsa ümidim o ki ben fakiri hayır duaları ile yad edecekler ruhumu şad edeceklerdir.”

Modern Türkiye’nin Doğuşu, Bernard Lewis

Modern Türkiye’nin Doğuşu, Bernard Lewis, 2000, Ankara
Osmanlı İmparatorluğu’nun bozulan devlet ve idari yapısı üzerine, Tanzimatla başlayarak yapılan modernleşme çalışmalarının sonrasında kurulan Modern Türkiye Cumhuriyetinin yaşadığı süreci anlatmaktadır.
Eserde çöken bir imparatorluğun  yıkıntısından modern bir devletin nasıl oluştuğu anlatılmaktadır. Kitap bir giriş ve iki kısımdan oluşmaktadır.
Giriş kısmında Türk uygarlığının kaynakları ve tabiatı incelenmektedir. Birinci kısım değişmenin başlıca evreleri olan ana olay ve süreçleri; Osmanlı İmparatorluğunun  yıkılışı, Batının etkisi, Osmanlı Reformları, 19 ncu yüzyılda atılan devrim tohumları, İstibdat ve Aydınlanma, İttihat ve Terakki partisi, Atatürk tarafından Modern Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu ve Atatürk sonrası Cumhuriyeti kapsar. Kitabın ikinci kısmında değişimin dört ana veçheleri olan ümmet ve millet, devlet ve hükümet, din ve kültür, elit ve sınıf daha ayrıntılı olarak incelenmiştir. Ayrıca  son bölümde Türk Devriminin başarısı üzerinde genel sonuçlar ortaya konmuştur. Yazarın bu incelemesi Atatürk’ün partisinin, bizzat kendisinin örgütlediği hür bir seçimle iktidardan uzaklaştığı 1950 yılına kadar olan dönemi kapsar.
 Türkler tarafından fethedilen Anadolu toprakları için Türkiye adı ilk kez 1190 tarihli Barbarossa  Haçlı Seferinin Vakayinamesinde görünür. On üçüncü yüzyılda bu isim batılı yazarlar tarafından sıkça kullanılmıştır. Fakat, Osmanlı imparatorluk toplumunda etnik bir terim olan Türk deyimi az kullanılmıştır. Bunun için, “Türkler, Türkçe konuşan ve Türkiye’de yaşayan bir millettir” fikrinin Türkiye’ye girişi, Türk halkı tarafından kabulü geçmişin köklü sosyal, kültürel ve siyasal fikirlerinin yerini aldığı için gerçek anlamda büyük bir devrim olmuştur.   
Modern anlamda Türk Milleti fikri 19’uncu yüzyıl ortalarında ortaya çıkmıştır. Türk özdeşlik duygusunun büyümesi, islami uygulama ve gelenekten ayrılıp Avrupa’ya yönelen hareketle bağlantılı olmuştur. Bu, sınırlı bir amacı gerçekleştirmek düşüncesiyle kısa vadeli reform tedbirleriyle başlamış, sonra bütün bir ulusu bir uygarlıktan bir diğerine aktarmak üzere geniş çaplı bilinçli bir girişim haline gelmiştir. Bu hareket, Türkleri üzerinde oturdukları ülkeyle kendilerini özdeşleştirme fikriyle birlikte, dönemin tehlikeli pan-turanist maceraların önüne geçerek Türk milletini daha büyük tehlikelerden korumayı da amaçlamıştır. Böylece Modern Türkiye’nin şekillenmesine üç farklı etki; İslami, Türk ve mahalli etkiler katkıda bulunmuştur.
Osmanlı kudret ve azametinin çöküşündeki evreler, uluslar arası açık anlaşmalarla belirlenmiştir. On yedinci yüzyıl bir eşitlik tavizi ile başlamıştır; yenilginin açıkça kabulüyle sona ermiştir. 1682’de Köprülülerin reformlarıyla sıhhat ve gücüne geçici olarak tekrar kavuşan Osmanlı İmparatorluğu, Avrupalılara karşı büyük bir taarruza geçmiştir. Fakat Viyana duvarları önünde 1683’te ikinci başarısızlık kesin ve son olmuştur. Bundan sonra alınan büyük yenilgiler ve yapılan anlaşmalar merkezi hükümetin zaten azalmakta olan otoritesini hepten zayıflatmıştır. On sekizinci yüzyılın her büyük askeri yenilgisinden sonra devlet adamları bundan türlü çıkış yolları aramışlardır.
Osmanlının çöküşünde etkili olan faktörler üç grupta; devlet idaresi, iktisadi ve toplumsal hayat ile manevi, kültürel ve entelektüel alanlardaki değişmeler olarak incelenebilir. Devlet işleyişindeki çöküntünün sebeplerini inceleyen Koçi Bey, saray, bürokrasi, adliye ve silahlı kuvvetlerdeki bozulmalara dikkat çeker. Devletin işleyişindeki çöküntü sadece yüksek hükümranlık araçlarını değil, bütün İmparatorluk yüzeyinde bürokratik ve dini kurumların bütününü etkiler. En dikkat çekici çöküntü Osmanlı silahlı kuvvetlerindedir. Uzunca bir süre Osmanlı İmparatorluğu’ nun kudretli ve başarılarla dolu askeri çehresi, hüner ve yaratıcılıkta gittikçe artan iç gerilemeyi maskeler. Zamanla yeni teknikleri benimsemede atiklik ve çabukluğun azalması, kalemiye ve ilmiye sınıfındakine paralel olarak, silahlı kuvvetlerin mesleki ve moral standartlardaki genel bozulmanın belki de en tehlikeli cephesi olmuştur. Sonuç olarak,  hüner ve yaratıcılıktaki bu iç gerileme, Osmanlı orduları ve donanmasının küçük görülen Hristiyan hasımları karşısında bir dizi yenilgilerle sarsılmasına neden olur.
Avrupalıların yeni ticaret yollarını keşfetmeleri Osmanlı ticaretine tam bir darbe olur. Dünya ticaret yollarının Osmanlı kontrolünden çıkması, yeni keşfedilen bölgelerden değerli madenlerin Osmanlı topraklarına girişi, yerli sanayiyi yıkmış, para sistemini alt üst etmiş, Türk ham maddelerini Avrupalılar için çok ucuz hale getirerek mali ve iktisadi hayata büyük bir darbe indirmiştir. Tımar sisteminin yerine getirilen vergilendirmenin insafsız, basiretsiz ve aşırı olması ise tarımdaki çöküşü hazırlamıştır. Bu durum kırsal kesimde yaşayan kesimi büyük bir sıkıntıya soktuğundan toplumsal hayattaki dengeyi de bozmuştur. Ekonomideki büzülme, hantallaşan bir üst yapı, devletin gereksiz harcamaları, teknolojideki gelişmelerin takip edilememesi de çöküşü hızlandırır.
1789 Fransız İhtilali İmparatorluk toprakları üzerinde etkisini gösterir ve çeşitli milletlerden oluşan ülke topraklarında bağımsızlık hareketleri başlar. Bu hareketler sonucu özellikle Balkanlarda büyük toprak kayıpları olur. Osmanlının o güne kadar uyguladığı politikalar dağılmayı önlemeye yeterli olamaz ve bütün bunlar çeşitli akımların ortaya çıkmasına zemin hazırlar. İslamcılık, Turancılık, Ümmetçilik gibi akımlar zaman zaman etki göstermesine rağmen çeşitli nedenlerle başarısızlığa uğrar ve bu gelişmeler ve acı tecrübeler sonunda milliyetçilik önem kazanır.
Türkler üzerindeki Batının etkisi on sekizinci yüzyıla kadar fazla hissedilmez. Bu döneme kadar  Türkler Batı fikir ve uygarlığını reddetmekle beraber savaş sanatlarında bir çok yeniliği hemen kabul etmişlerdir. Ateşli hafif silahlar hemen aynı zamanda kabul edilmiş ve çok geçmeden de topçular, tüfekçiler, kumbaracılar ve lağımcılar Osmanlı ordusundaki yerlerini almıştır. Bu durum gemi yapımı, deniz savaş teknikleri ve haritacılık için de geçerlidir. Bir Batılılaşma politikasına ilk bilinçli teşebbüs, Karlofca (1699) ve Pasarofca (1718) anlaşmalarının da etkisiyle on sekizinci yüzyıl başlarında olmuştur. Bu politikayla Büyük Petro idaresindeki Rusya örnek alınarak, enerjik bir Batılılaşma ve modernleşme programıyla İmparatorluğu bütün zafiyetlerinden kurtararak tekrar eski günlerine döndürmek hedeflenmiştir. Bu dönemde sosyal ve kültürel hayatta bazı değişmeler olmakla birlikte esas değişim topçuluk, denizcilik ve matbaacılık alanlarında olmuştur. İmparatorluğun bu dönemde Avrupa’dan yardım için yöneldiği ülke Fransa’dır. Dönemin en önemli reformcusu ise III. Selim’dir.
Bazıları tarafından Osmanlı imparatorluğunun Büyük Petrosu diye tanımlanan . Mahmut 1826’da Yeniçeri Ocağını ortadan kaldırdıktan sonra ölümüne (1839) kadar olan dönemde büyük bir reform programına girişti. Bu reformlarda on dokuzuncu ve bir dereceye kadar yirminci yüzyıldaki  Türk reformcularının izleyeceği  ana hatları kurdu. . Mahmut bu dönemde Anadolu ve Rumeli’yi büyük ölçüde kontrolü altına alarak merkezi hükümetin yetkisini artırdı, askerlik, mülkiyet tescili ve vergi sistemini iyileştirmek için ilk defa 1831’de nüfus sayımı yaptırdı, tımar sistemini kaldırdı, vakıf ve dini tesisleri devletin kontrolü altına aldı, haberleşme ve ulaştırma sisteminin gelişmesini sağladı, yeni meclis ve nazırlıklar kurarak merkezi hükümetinde yapı ve kuruluşunu büyük oranda değiştirdi, sivilleri de içerisine alan bir kıyafet reformu gerçekleştirdi. 
Mahmut’tan sonra yerine gelen oğlu Abdülmecit Tanzimat dönemini başlattı. Bu dönemde hukuk, askerlik, maliye, adliye ve eğitim alanlarında reformlar yapıldı. 19’uncu yüzyılda gerçekleştirilen bu reformlar Türk toplumunun hemen her grubunun çıkarlarına karşı bir çeşit tehdit gibi algılandığından, Tanzimatçılar muazzam güçlüklerle karşılaştılar. Bütün zorluklara ve başarısızlıklarına rağmen, Tanzimatçılar daha sonra yapılacak olan daha köklü modernleşme için zorunlu temeli kurdular. Muhtemelen en büyük başarıları da eğitim alanında olmuştur. Çünkü 19’uncu yüzyıl boyunca kurulan okullarda, yeni bir ruh ve zamanın gerçekleri hakkında yeni ve açık bir anlayışla yetişen, yeni bir elit yetişir.
1871’e gelindiğinde reform hareketleri, basit bir geçmişe dönüş politikasını imkânsız kılacak kadar yol almış bulunmaktadır. Eski düzenin yıkılması, onun yeniden ihyasına imkân bırakmazcasına köklü olmuştur; iyi veya kötü, Türkiye’nin önündeki tek yol, modernleşme ve Batılılaşma yolu kalmıştır. Hızlı veya yavaş, doğru veya dolambaçlı gidilebilir, fakat geriye dönülemez hale gelmiştir.
Bu dönemde reform hareketleri yeni bir evreye girmiştir. Okullarda yetişmiş olan elit bir kesim; Genç Osmanlılar, devletin otokratik iktidarını sınırlamak maksadıyla  edebi bir hareket başlattı. Bu dönemde reform caba ve gayretlere destek padişahlardan değil daha çok bu elit kesimden gelmiştir. 1876’da Kanun-i Esasinin ilanı bunun en güzel örneği olmuştur.
Sultan Abdülhamit’in 1877-78 Rus savaşı sebebiyle  Meclisi dağıtması Genç Osmanlıların sonu oldu. Bundan sonra . Meşrutiyet ilan edilinceye kadar geçen dönem (1878-1908) Abdülhamit’in istibdat yönetimiyle geçti. Abdülhamit hürriyetçi ve meşrutiyetçi fikirlere şiddetle düşman olmakla beraber, hem Osmanlı imparatorluğunu hem de ülke içinde kendi konumunu güçlendirecek araçlar olan reformları akıllıca seçip uyguladığından Batılılaşma ve reformlara tamamen karşı da değildi. Abdülhamit döneminin ilk on yılları aktif bir değişim ve reform dönemi olarak daha önceki hükümdarlar döneminde başlatılmış veya planlanmış olan pek çok şey tamamlanmıştır. Tanzimat hareketinin hukuk, idare, eğitim alanlarında başlattığı iyileştirmeler bu dönemde zirveye çıkmıştır.
Buna rağmen ülkenin yönetimi hala belli bir elit kesimim için bir imtiyazdı. Bu nedenle, devrimci değişikliğin öncüleri Sultanın dikkatle gözetlediği sivil ve askeri okullarda yetişti. 1902 ve 1906 yıllarında Genç Türk hareketi yayılmaya devam etti. 1906‘dan sonra bu hareket kıta hizmetindeki subaylar arasında da devrimci hücrelerinin kuruluşu ile gelişmeye başladı. Hareket bundan sonra ivme kazanarak 1908’de Genç Türklerin iktidarıyla neticelendi.
Genç Türkler; İttihatçılar, 1908’den, 1918’de İmparatorluğun nihai yenilgisine kadar iktidarda kaldılar. Bu dönemde diğer hükümetler gibi ekonomik, siyasi ve idari sorunlara daha az önem verdiler. Bununla birlikte büyük bir ekonomik sorunu-toprak sorununu- çözmeye çalıştılar ve cumhuriyet devrinde gelişecek olan iktisadi milliyetçilik politikasında ilk adımları attılar. Toplumsal hayattaki batılılaşmaya hız kazandırdılar. Eğitime önem vererek bu alanda başarı sağladılar. Bu alanda başlatılan reformları devam ettirdiler; yeni bir lâik ilk ve orta dereceli okullar sistemi, öğretmen okulları ve özel kurumlar kurdular. Ayrıca kızlar için de eğitim fırsatlarını geliştirmişlerdir. Yeni bir vilayet ve belediye idaresi hazırlayarak yürürlüğe koydular. Kadın haklarının korunması için Aile Hukuku kararnamesini çıkardılar. Polis teşkilatını ve Belediyecilik sistemini ülke geneline yaymaya çalıştılar. Belki de en önemlisi entelektüel ve kültürel hayatı gelişmesini ortam sağladılar. Fakat bu tedbirler imparatorluğu çöküşten kurtarmak için yetersizdi ve 1918’e gelindiğinde Genç Türkler için zaman kalmadığı artık açıktı.
Mondros Mütarekesinin imzalanmasıyla Osmanlı İmparatorluğu yenilgiyi kabul etmişti. İstanbul’da yeni Padişah işleri kişisel kontrolü altına almaya çalışırken, İttihat ve Terakki Partisinin liderleri dışarıya kaçmışlardı. Mustafa Kemal başkentin umutsuz durumunu anlayarak, bazı canlanma belirtilerinin görülmeye başlamış olduğu Anadolu’ya geçmeye karar  vermiş ve Aralık 1918’de ‘Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’ adıyla ilk direnme grupları teşekkül  etmiştir. Mustafa Kemal, Samsun’a çıktığı andan itibaren, milli bir ordunun kadrolarını örgütleyerek ve bir Kurtuluş Savaşının temelini hazırlayarak çetin bir çalışma içine girmiştir. Haziranda Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay ve Refet Bele ile Amasya’ da gizli bir toplantı yapmış ve Erzurum’da 15’inci Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa ile bağ kurmuştur. 23 Temmuz 191’da Erzurum’da, ikinci ve daha önemli kongre, ülkenin her tarafından gelen vekillerin katıldığı Sivas’ta 4 Eylül’de toplanmıştır. 1920 yılında Mustafa Kemal’in önderliğinde TBMM açılmıştır.
Lozan Anlaşması aylarca süren diplomatik çekişmelerden sonra 24 Temmuz 1923’te imzalandı. Bu anlaşma ile bugünkü Türkiye cumhuriyetinin içine aldığı topraklarda Türk egemenliği yeniden kuruldu, Milli Misak’ta ifade edilen istekler uluslar arası alanda tanındı. Böylece askeri savaş kazanılmış ve milliyetçilerin siyasal programı başarıya ulaşmış oluyordu. Bundan sonra ne yapılacaktı? İşte bu sorunun cevabında Mustafa Kemal gerçek büyüklüğünü gösterdi. O, bütün istilacılar ülkeyi terk ettikten sonra, hiçbir ihtirasa kapılmadan, kahramanlar arasında istisna olarak görülen bir gerçekçilikle, zaten geri olan ve uzun yıllar süren savaşlarla iyice yıpranmış olan ülkeyi yeniden yapılandırmak ödevini görebilmiş ve  cesaretle bu işe koyulmuştur.
1 Kasım 1922 tarihinde Saltanatın kaldırılması ile çeşitli kesimlerin saltanat beklentilerine son verilir. Fiilen sona ermiş olan Osmanlı Hanedanı bu kararla hukuken de sona ermiş olur. Modern Türkiye yolunda yapılacak devrimlere en büyük engeli teşkil eden Halifelik 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan bir kanunla ortadan kaldırılır. 1926 yılında Medeni Kanunun kabulü ile kadın hakları alanında büyük ilerleme kaydedilir. 1928 yılında yeni Türk harflerinin kabulü ile, okuma ve yazması kolay kendi öz benliğimize uygun Latin harfleri kabul edilir.
Cumhuriyetin ilanından itibaren Atatürk‘ün önderliğinde kurulan Cumhuriyet Halk Partisi’nin karşısında demokrasinin esası olan siyasi partilerin kurulması için Büyük Önder yaşamı süresince iki kez teşebbüs de bulunmuş, ancak kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası, Cumhuriyet ve Atatürkçü düşüncenin karşısında bulunan gerici ve irticai kişilerin toplandığı kurumlar halinde faaliyet gösterdiğinden zorunlu olarak kapatılmışlardır. Cumhuriyetin ilanından sonra ekonomik alanda büyük gelişmeler olmuş, devlet desteği ile ülkede sanayinin alt yapısı oluşturulmuş, karayolları, demiryolları yapımına hız verilmiş, bankalar kurulmuş, ekonomik hayatın organları süratle oluşturulmuştur.
Atatürk’ün ölümünde sonra İsmet İnönü cumhurbaşkanı olur. Atatürk’ün 1938 yılında hayata veda etmeden önce söylediği gibi Türkiye Cumhuriyeti 1939 yılında başlayan İkinci Dünya Savaşının dışında kalır. Bu hususta en büyük rolü İnönü oynar. Böylece yeni toparlanmaya başlayan Genç Türkiye Cumhuriyeti yeni bir çöküntüye uğramaktan kurtulur.
Savaştan sonra Türkiye’de tek parti idaresini sona erdiren ve o zaman göründüğü gibi, ülkeyi liberal parlamenter demokrasi yoluna oturtan hızlı ve ani bir değişiklik gelir. 1950’de Demokrat Parti seçimleri büyük farkla kazanarak CHP iktidarına son verir.
İslamlığı kabul eden hiçbir ulus kendi özdeşliğini İslâm ümmeti içinde eritmekte, Türklerden daha ileri gitmemiştir. Türkler İslam dinini kabul ettikten sonra önceki geçmişlerinden birkaç hatıra korudular ve Türk ile Türk olmayan arasına hiçbir engel koymadılar. İmparatorluk ve İslamlık geleneklerinin çift ağırlığı altında, Hrıstiyanlık ve sapkınlıklara karşı ikili mücadelede doğuş halindeki Türk milli özdeşli duygusu ezilmiş ve silinmiştir. On dokuzuncu yüzyıl ortalarına kadar ki Osmanlı yazılarında ve ondan sonrakilerin çoğunda ‘Türkiye’ sözcüğü kullanılmamıştır.
Osmanlı İmparatorluğunun önlenemez bir çöküşe girmesiyle İmparatorluğun efendileri olan Türkler de kendi ulusal özdeşlik duygularını yeniden kazanmaya başlamışlardır.  Osmanlılığın iflası, Panislâmizm’in ancak sınırlı bir başarı göstermesi ve Batılı görüşlü genç aydınlara gittikçe daha az çekici hale gelmesi Türkçülük hareketini hızlandırdı. 1908’de başlayan kültürel milliyetçilik de yeni yetişen nesilleri Türk ulusuna dayanan özdeşlik ve bağlılık fikrine alıştırmıştır. Türkiye’nin kurulmasıyla “Türkiye Türklerin ülkesidir” fikri kabul edilerek Batıda egemen olan ulus-devlet kavramı uygulanmıştır. Böylece İmparatorluk ve İslamlık geleneği olan ümmetçilin yerini Modern Türkiye’de millet kavramı almıştır.     
İkinci veçhe devlet ve hükümettir. On dokuzuncu yüzyıl boyunca Türk reformcuları Türkiye’ye bir Avrupalı devlet şekil ve yapısı vermeye çalışmışlardır. Avrupalı kanunlar ve Yargı örgütü, Avrupa tarzında bakanlıklar ve idari usuller bir takım değişikliklerle kabul edilmiştir. Bu süreç sonunda; Türkiye evrensel bir İslami İmparatorluktan, anayasası olan, halk egemenliğine dayalı, kuvvetler ayrılığı prensibini temel alan laik ve milli bir devlet haline gelmiştir.
Diğer bir değişim alanı ise dinî ve kültürel hayattır. Bu alanda da kısa zamanda bir dizi köklü değişikliklerle şeriat kaldırılmış, din devlet işlerinden ayrılmıştır. Bu amaçla, medreseler kapatılmış, tarikatlar ve temsil ettikleri hayat tarzı yasaklanmış, Avrupa medeni ve ceza kanunları kabul edilmiş, dini vakıflar millileştirilmiş, ulema tasfiye edilmiş, kılık ve kıyafet, takvim ve alfabe gibi toplumsal ve kültürel semboller ve uygulamalar değiştirilmiştir. Böylece İslam dini, çağdaş, Batılı bir ulus-devletteki rolüne indirgenmiş ve dine daha modern ve milliyetçi bir şekil verilmiştir.
Eskiyi unutup, yeni Latin harfli Türkçe de ifade edilen yeni fikirlere açık bir nesil yetiştirmek için Latin alfabesi Kasım 1928’de kabul edilmiştir. 1932’de de Türk dilinin gerçek güzelliğini ve zenginliğini ortaya çıkarmak ve onu dünya dilleri arasında layık olduğu yüksek mevkie çıkarmak amacıyla Türk Dil Kurumu kuruldu.
Yeni Türkiye’nin hazırlanmasında ve kuruluşunda elit kesimden özellikle subaylar, memurlar, hukukçular ve gazeteciler çok önemli bir rol oynadılar. Laik hukukun kabulü yeni hukuku uygulayacak yargıç ve avukatlara talebi artırdı. Okuryazarlığın artışı, haber ve bilgi için gazeteye talebi artırarak gazeteciliğe yeni bir itibar ve nüfuz sağladı. Cumhuriyet döneminde de iktisadi gelişme, eğitimin yaygınlaşması, kitle haberleşme araçlarının gelişmesiyle yeni toplumsal sınıfların ortaya çıkması hızlanmış ve bunların da kamu işlerine katılmasıyla elit kesim daha bir genişlemiş ve çeşitlenmiştir.
 Türk devrimi; bir zamanlar küçük görülen düşmanlara karşı bir dizi yenilgiler, Türkleri varlıklarını korumak için,  Avrupa silahlarını benimsemek, danışmanları çağırarak modern ordunun ve devletin temelinde yatan fikirleri ve kurumları kabul etmek zorunda kaldığı zaman başlamış, İslami bir imparatorluktan milli bir devlete, bir orta çağ teokrasisinden anayasalı bir cumhuriyete, bürokratik bir feodalizmden modern bir kapitalist ekonomiye birbirini izleyen reformcu ve radikal dalgalar tarafından uzun bir süreçten sonra tamamlanmıştır.

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi, Ziya Osman Saba

Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi, Ziya Osman Saba, Varlık Yayınevi, 1962, İstanbul
Yazar kitabını;  çocukluğu,   gençliği   ve  yaşadığı  mahalle ile  çok sevdiği    İstanbul   ili   hakkında     yazmış   olduğu    hikayelerden  oluşturmuştur.
                O akşam işimden erken çıkabilmiştim. Şöyle Beyoğlu'na kadar bir uzanayım, dedim. Köprüden, Haliç’i ve Boğaziçi’ni selamlayarak geçtim.

            Bir zamanlar oturduğum semtlerin vapurları yine hep o hareket telaşı içindeydiler. İşte Kadıköye kalkacak 6 vapurunun zili çalmaya başladı. Bir zamanlar saniyeleri bile kıymetli olan zaman şimdi benim için eski ehemmiyetlerini ne kadar kaybetmişler! Zil istediği kadar acılaşabilir, memur demir kapıyı kapamak tehdidini istediği kadar ileri götürebilir; ben artık o vapurların yolcusu değilim, benim oralarda artık kimsem kalmadı. Yüksek kaldırım'dan istediğim kadar oyalana oyalana çıkabilirim. Tünel’e varınca tramvaya binenleri seyreder, sonra yayan gitmeye karar vermiş bir insan tavrıyla etrafı seyrede ede Galatasaray'a, Taksim'e kadar yürüyebilirim.

             Karşımdan insanlar geliyor, arkamdan insanlar geliyor. Arkamdan yürüyenler nihayet beni geçiyorlar, karşımdan gelenlerin bazılarıyla bir an bakışıyoruz, bana ;sürtünenler, çarpanlar oluyor. Erkekler, kadınlar, uzun boylular, kısa boylular, yaşlılar, gençler, güzeller, çirkinler, zenginler, fakirler... Kocalı kadınlar, yalnızlar, kolunda sevgilisi olanlar, anneleri yanında yürüyen küçük çocuklar var. Cahit Sıtkı'nın, bir şiirinde "gün hazinesi" dediği bir ömür hazinesi genç kızlar var. Yalınayak çocuklar da var. Gazete satmaya çalışıyorlar. Fakat ayakları üşümüyor gibi, herhalde alışmışlardır, diyorum. Hem onlar da kunduralılardan daha az mesut görünmüyorlar. Onlardan gazete alan zenginler, verdikleri paranın gerisini istemiyorlar.Bu onların sevincini bir kat daha artırıyor.

              İki yanımda bu insanları, giydirmeye, doyurmaya, eğlendirmeye, bir kat daha mesut etmeye mahsus;  dükkanlar, mağazalar, salonlar var. Onların camekanları önünde durmaktan, hayale dalmaktan kendimi alamıyorum.  Şu oda takımı ne güzel!      İnsan yemekten sonra şu     geniş koltukta   kimbilir ne kadar rahat eder!     Şu abajur, elindeki örgüsüne     dalmış karısının yüzüne kimbilir ne tatlı bir pembelik verir. O zaman koca, gazetesini bırakarak karısının seyrine dalar... Şu masa, karşıki mağazada satılan   radyolar için bilhassa yapılmış gibi,     tam uygun gelecek. Radyonun üstüne de şu ileride,   antikacıdaki biblolardan biri...    Şehrin en büyük mobilyacısı bütün bir yatak odası takımı teşhir ediyor.     İki kişilik karyola, atlas yorganı serilmiş, başucunda komodinine, üstündeki gece lambasına, yerde küçük halısına, pencerelerdeki tül perdelerine varıncaya kadar düşünülmüş, tam bir yatak odası... Perdeleri arasında da bir kış dekoru gözüküyor. Bütün oda kızıl bir aydınlık içinde, sahiplerini beklemekten sabırsızlanıyor gibi...

              Fakat bütün bu eşyayı nereye taşımalı? Şu kat kat apartmanların hangi katı benim olabilir? İ

              Ya şu mağazadaki mavi kolye.   Tanıdığım kızlardan   şu en mavi gözlüsüne ne kadar yaraşacak!      Fakat   o kız benim sevgilim değil ki!      dekolte, bütün mahremiyetleri ile kadın terlikleri, bütün bir ev hayatını hayal ettiren terlikler...

                Ah şu kadın eşyaları, çamaşırları, elbiseleri satan mağazalar... Düşünüyorum; bütün o çamaşırlardan, elbiselerden, tayyörlerden, mantolardan istediğim kadar alacak param olsa da, onları kullanabilecek, onları giyebilecek, "bütün bunlar senin için" diyebileceğim kimsem yok.

                 Sanki bütün bu mağazalar,  şu insanlara, saadet satıyorlar. Şu manavdaki renk renk,     türlü türlü yemişler,   meselâ şu iri, sarı kabuklular portakal değil, bir sofra saadetini tamamlayacak bir başka lezzet, koku ve serinlik saadetidir. Şu satıcılar avaz avaz bağırarak, şu sattıklarımızdan da alın, daha çok mesut olun, demek istiyorlar. Hele şu köşede, ta Vefa'dan getirilmiş boza şişeleri. Bu, yemekten birkaç saat sonra, bir babanın, ailesi efradına, üzerine tarçın ekerek, leblebiler koyarak yudum yudum tattıracağı bir nev'i şahsına münhasır saadet değil de nedir?

                 Bu caddeye ne kadar da çok fotoğrafçı toplanmış, şimdiye kadar kaç tanesinin önünde resimleri seyre daldım. Bütün bu mesut insanlar buralara da saadetlerini tespit ettirmek için koşuşmuş olacaklar. Bu resimlerde, yaşayacaklarından daha uzun zaman tebessümleri devam edecek.   Bu fotoğrafhanelerde hiç ölülerin resmi yok. Zaten en yakın mezarlık buraya kilometrelerce uzakta. Bu caddede ancak mesut dolaşılabilir. Yalnız bu caddede bulunmak insanı mesut etmeye kafidir. Yaşadığımı, ben de saadetimi düşünmeliyim. Şu kadar dükkanın içinde elbette beni de mesut, hiç olmazsa memnun edebilecek şeyler satanlar da yok değil ya! Şuracıkta kunduralarımı boyatabilirim. Şu kravatı pekala satın alabilirim. Yeni gelmiş şu şiir kitabı bana pekala zevkli saatler geçirtebilir. Ben de pekala şu mesut insanların fotoğraflarını çıkarttıkları fotoğrafhanelerden birine girebilir, ben de mesudum, benim de resmimi çekebilirsiniz diyebilirim. Fotoğrafçı da itiraz edemez, sizin kimseniz yok, fotoğrafı ne yapacaksınız, diyemez. Sorarsa, elbette günün birinde benim de bir sevgilim olabilir. Sizin çekeceğiniz bu en güzel fotoğraf onun çantasının gizli bir köşesinde, güzel kokular içinde yatabilir, derim.

            Sonra, beni sevecek kimse çıkmasa bile, haberiniz yok mu, yeni bir şiir kitabım çıktı, bu kitap pekala bana şair dedirtebilir ve kimbilir, zaman gelir, edebiyat tarihçisi, bu kitap çıktığı zamanki fotoğrafımı arayabilir. İstikbalin nefis kağıtlı bir edebiyat tarihinin sayfaları arasından bütün gençliğimle tebessüm edebilirim. Evet, evet, hiç olmazsa genç değil miyim, ağarmış saçlarımla, biraz bezgin duruşuma bakmayın, nüfus tezkerem yanımda, buyurun, ben daha genç sayılırım. Ve sırf genç olmam, benden isteyeceğiniz tebessümü dudaklarımda yaratabilir.

             Bir fotoğrafhanenin önünde bir otomobil durmuş ve etrafında bir meraklı kalabalık oluşmuş.  Yaklaşıyorum,  otomobilin  içi,  camların   kenarları   bütün    çiçeklerle  süslü.  Demek  gelinle güvey    fotoğrafhanedeler.     Ben de  bu        fotoğrafhaneye    girer,    hem      fotoğrafımı çıkartmış olur,     hem de  en  mesut  zamanlarından birini yaşatmakta olan bu çifti,    kapıdan      çıkmak üzere iken  selamlarım.

              Bütün duvarları fotoğraflarla kaplı holde bekliyorum. Bütün fotoğraflardaki insanlar tebessüm ediyorlar. İşte; yeni rütbesinin verdiği  gurur ve emniyetle  istikbaline   gülümseyen  genç subay. Büyük bir lastik topu dünyanın en büyük hazinesi  imiş çesine sıkı sıkı tutmuş, yanaklarından sıhhat fışkıran gürbüz çocuk.     Bir fakültenin mezunlar hatırası:  Hocalar, memnunluk ve iftihar içinde;   yeni mezunlar da hocalarının etrafında, sırtlarından bir yükü atmış,       uzun bir yolu    bitirip   bir ağaç altına oturmuş insanların saadetiyle gülüyor, hep gülümsüyorlar.
Bir kunduracının camekanında yanlara doğru kaçışmış gibi duran, kimi kapalı, kimi daha sonra,  yan yana dururlarken, sevinçten, hazdan titredikleri adeta hissedilen, çiçekler içinde yeni evliler. Şu delikanlılar hep evlenmişler, saadet duymuşlar ve mekteplerini bitirdikleri zaman fotoğraflarını çekmiş olan fotoğrafçıya koşup, işte evlendik, bu sefer de evlenme saadetini tadıyoruz, yeni fotoğrafımızı çekin,demişler.

                Sonra, pürüzsüz,  uzun  bir evlilik  hayatının   en    güzel  bir   noktasında ,    birkaç    yaşına gelmiş   çocukları ortalarında    resim çektiren    eski evliler.       Kadın  biraz   şişmanlamış,      erkeğin    alnından   doğru    saçları   seyrekleşmeye   başlamış, karşı duvarda asılı bir yeni   evliler   fotoğrafına bakarak gülümsüyorlar.   Burada  her şey,  herkes birbirine gülümsüyor.    Hiçbir ihtiyar,   hiçbir  çirkin,    hiçbir düşünceli insan  resmi yok.     Sanki bu   fotoğrafhaneye  sevinçsiz    hiçbir insan ayak atmamış.   Yahut fotoğrafçı, bir muvaffakiyet sırrı olarak, makinesinin    karşısında   candan   gülümseyemeyecek   müşterisinin fotoğrafını çekmemiş.

            Ben böyle düşünürken,   birden atölyenin kapısı açıldı, gelin,   elindeki çiçeklerden daha beyaz beyazlar içinde,   yanında genç kocası,    bir bahar havası bırakarak,   bir bahar rüzgarı  gibi önümden geçtiler, kendilerini bekleyen otomobile   bindiler.    Fotoğrafçı onları selametledikten sonra bir müddet daha eşikte kalarak otomobili gözleriyle takip etti,  sonra geri döndü,       yarattığı eserden memnun bir sanatkar  haliyle kendi  kendine gülümseyerek,   beni görmeden  bulunduğum  tarafa birkaç  adım attı. Neden sonra varlığımı fark edip, tatlı bir rüyadan uyanır gibi, bakışlarıyla ne istediğimi sordu.

            Fotoğrafımı çektirmek istiyorum.   Güzel olmasını arzu ettiğim bir  fotoğraf çektirmek istiyorum, dedim.    Ben konuşurken adam da beni baştan aşağı süzüyor,  yüzü deminki memnunluk halini yavaş yavaş  kaybediyor,adeta endişeli bir ifade alıyordu:

             Ben önde, o arkada, çiçek ve   lavanta ile karışık bütün  bir  saadet  kokusunun   dalgalandığı atölyeye girdik.    Gösterdiği sandalyeye oturdum.   Makinenin  arkasına geçti,   örtünün   altında yüzü kayboldu, yalnız ara sıra sesini işitiyorum:

         - Tabii durun!

         - Kendinizi sıkmayın!

         - Buraya fotoğraf çektirmek üzere gelmiş olduğunuzu unutun !

         - Güzel sevinçli şeyler düşünün!

         Bunu ihtar etmesine hacet yoktu,   ben buraya zaten sevinçli   düşüncelerle   gelmiştim.  Şimdi burada çekilecek fotoğrafı belki bir gün sevgilim çantasında taşıyacak.

          Birden fotoğrafçının sesi, bu sefer biraz daha asabi, yükseldi:
Lütfen zorla gülümsemeyin!

           Evet, zorla tebessüm ne kadar çirkindir! Zaten benim zorla gülmeye ihtiyacım yok. Şu adesenin arkasından bütün bir ebediyet bana bakıyor demektir, ben de bütün o ebediyete, bana hayran kalacak bütün o   müstakbel   nesillere   büyük bir şair gibi  biraz mağrur,   biraz yüksekten,   sadece tebessüm edebilirim.

           Çok mu fazla kendini beğeniş? Çok büyük, hatta    gülünç bir iddia mı?  Doğru!   Benim esasen hayatta hiçbir iddiam olmadı ki!..   Bu çıkacak fotoğrafımın daha küçük,   daha   mütevazı bir    vazifesi olabilir. Belki, dinimin bana vaat ettiği en yüksek mertebeye erişir, belki bir gün şehit düşerim.   Belki o zaman    bu fotoğrafımı,    bazı mecmualar,   diğer şehitlerinkilerle  beraber, basarlar.  Belki mektebim, verdiği şehitler arasında benim de bu resmimi müzesinin bir köşesine asar. Belki sadece ölüp giderim. O zaman da bu fotoğrafım hayatta kalmış birkaç akrabamın,  birkaç vefalı arkadaşın  beni anmalarına vesile olur. Onlara, şimdiden şükran ve dostluk tebessümlerimi göndermeliyim.


Dışarıdan gelen şu hayat gürültüsüne dalarak, şu odaya sinmiş beyaz gelin kokusunu teneffüs ederek,  o delikanlı mezunlardan biriymiş gibi, genç subay gibi, bir gün şahadet mertebesine erişebileceğimi düşünerek, elimde sevgilimin eli varmış gibi, ortalarında çocuklarıyla fotoğraf çektirmiş olan evlilerin o rahat tebessümüyle... Fakat şimdi niçin böyle uğraşıp duruyorum? Niçin kendi kendimi aldatmaya çalışıyorum? Benim asıl mesut zamanlarım ne oldu? Niçin asıl o zamanlar resim üzerine resim çıkartmadım? Niçin her hafta fotoğrafçıya uğramadık? Neden bugün buraya tek başıma geldim?

           Fakat şimdi böyle şeyler düşünmenin de sırası mı ya! Dünyada her insan az çok bir felakete uğramış olabilir. Bunun için büsbütün kötümser olunur mu?.. Felaketler yerine saadetleri, ölmüşler yerine doğacakları, geçmişler yerine gelecekleri düşünmeliyim.
            
              Birden, fotoğrafçı siyah örtüsünü başından atarak doğruldu. Yüzü hatta biraz terlemişti, ümitsizbirtavırla:

- Beyim mazur görün, sizin fotoğrafınızı çekemeyeceğim, diyerek fotoğrafını çekmez.


Esir Şehrin İnsanları, Kemal Tahir

Esir Şehrin İnsanları, Kemal Tahir, İthaki Yayınları, 2000, İstanbul
Kurtuluş Savaşı Zamanı İstanbul
Salt bilgiyle yoğrulmuş tarih eğitim ve öğretimi, bireyin tarihe karşı olumsuz tutumlar sergilemesine, tarihten uzak kalmasına ve tarihe yabancılık duymasına neden olabilmektedir. Tüm bu olumsuzlukları minimize etmek için tarihi romanların, tarihsel bilgiler ile birlikte senkronize olarak verilmesi yerinde olur. Tarihi romanlar, tarihe karşı olan ilgisizliği ve ön yargıları en aza indirgeyen, yok edebilen ve tarihi sevdiren yapıtlardır.
    Mayası akademik tarihi bilgi olan tarihi romanlar, bireyin okuma hazzını, doygunlaştıracağı gibi bilgisinde ve entelektüel dağarcığında ilerlemeye olanak tanır. Ülkemizde son dönemlerde tarihi roman yazımında büyük ilerlemeler katledilmiş olmasına rağmen bu durum emekleme dönemindeki bir bebeğin çabası kadardır.
    Sosyal bilimlerde branşlaşmalar olmasına rağmen branşlar-alanlar arasında keskin bir çizgi yoktur. Branşlar arasında bilgi bazında sürekli bir sirkülasyon vardır.
    Tarih ve edebiyatın etkileşimi de bize tarihin içinde edebiyatın, edebiyatın içinde de tarih olduğunun en büyük göstergesidir.
2.    GİRİŞ
    Kemal TAHİR, Türk Edebiyatında tarihi roman yazımının öncülerindendir. Eserlerindeki tarihsellik, dönemin karakteristik özelliklerini okuyucuya gösterir.
    Kemal TAHİR’ in, tarihimizin keskin dönemeçlerinden biri olan Mütareke Dönemini anlattığı “ Esir Şehir ” üçlemesinin ilk kitabı olan “ Esir Şehrin İnsanları” adlı eserinde İstanbul’ daki sivil aydınların durumunu ele alır.
    Kemal TAHİR, “ Esir Şehrin İnsanları” adlı eserinde arka plan olarak Osmanlı Devletinin son dönemlerini ve savaşa katılışını, yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ nin kurulması için atılmış olan ilk adımları, toplumun yapısını, siyasal ve ekonomik yapıyı, entelektüel hayatı büyük bir ustalıkla dile getirmiştir. Bu eser bir dönemin analizidir.
    “ Esir Şehrin İnsanları” üç ana bölümden oluşmaktadır. Esir İstanbul adlı birinci bölüm yedi alt bölümden oluşmaktadır. “ Bulanık Su”  adlı ikinci bölüm üç alt bölümden, “ Kamil Bey” adlı üçüncü bölüm ise yedi alt bölümden oluşmaktadır.
    Biz burada romanın akışını ve kahramanları başından geçenleri göz önünde bulundurarak; asıl olarak romanı eksen olarak dönemin siyasal, sosyal, ekonomik, toplumsal, hukuki ve entelektüel hayatını tahlil edeceğiz.
I. BÖLÜM:    ESİR İSTANBUL
    Çanlar 1914’ ü vurduğunda tüm dünyanın çehresini değiştirecek I. Dünya Savaşı patlak vermişti. Tarih, o zamana kadar böyle bir savaşa tanıklık etmemiş, böyle bir savaşı kaydetmemiştir. Savaştan sonra bazı devletler parçalanmış, bazıları ise savaştan galip çıkmalarına rağmen zayıflamışlardı.
    Tanzimat döneminde başlayan değişim rüzgarı, Meşrutiyet hareketiyle hız kazanmıştır. II. Meşrutiyet ile birlikte yönetimde asıl söz sahibi olan İttihat ve Terakki Cemiyeti döneminde tarih daha hızlanmıştır.
    Osmanlı Devleti son altı yıl içerisinde “ 10 Temmuz”, “ 31 Mart” gibi iç sarsıntılar ile birlikte; “ Trablusgarp’ ta”, “ Balkanlarda” savaşmıştır. Tüm bu gelişmelerden sonra Osmanlı Devleti tarihindeki son raunda çıkmıştır. I. Dünya Savaşının genel görünümüne doğrudan Kemal TAHİR’ in kaleminden bakalım: “ Sarıkamış’ ta Bismillah demeye vakit bulamadan doksan bin kişilik koca bir orduyu kaybeden Osmanlı İmparatorluğu, biraz aşağıda Kuttul – Ammare’ de İngilizleri bozup generaller esir almış, Tih çölünü aşıp Süveyş Kanalına ulaşmışlardı. Üç yıl önce dört küçük Balkan Devletine utanılacak bir kolaylıkla yenilen ordusu aylardır Çanakkale Boğazını  “ Yedi Düvelin” en korkunç silahlarına karşı arslanlar gibi savunuyordu.
    Ne var ki savaşın gidişatı Almanya, Avusturya, Bulgaristan ve Osmanlı’ nın aleyhinde devam etmiş; Osmanlı Devleti müttefiklerinin savaştan çekilmesinden sonra itilaf devletleriyle Mondros Mütarekesini imzalamıştır.
    Eserde ön plan çıkan Kamil Bey, Abdülhamit’ in en zengin vezirlerinden Selim Paşa’ nın tek çocuğuydu. Kamil Bey genç yaşında çok büyük bir mirasın sahibi olmuştu. Kamil Bey, tutumlulukta, eli açıklıkta, ataklıkta, ihtiyatkarlıkta, gururlukta, alçak gönüllülükte doğru olarak algılamış olduğu ölçütlere göre davranan bir yapıya sahiptir. Kamil Bey’ in eşi Neriman Hanım da paşa kızıydı. Babası Taceddin Paşa çok zengin olmasının yanı sıra kumara olan düşkünlüğüyle de tanınmaktaydı. Taceddin Paşa’ nın öldürülmesinden sonra alacaklıların konağa saldırmasından sonra Nermin Hanım fakirliğin ne olduğunu anlamıştı. Onun fakirliği, Kamil Bey gibi bir zengin ile evlenince bitmişti. Ancak çark daha sonra tekrar tersine geri dönmüştür.
    Kamil Bey, eşi Nermin ve kızı Ayşe ile birlikte İspanya’ da yaşamaktaydı. Kamil Bey, I. Dünya Savaşının patlak vermesiyle yollar kapanınca İspanya elçiliğinde çalışır. Savaş, Kamil Bey’ in maddi durumunda negatif anlamda değişmelerin yaşanmasına neden olur. Değişik Avrupa ülkelerinde bulunan arkadaşlarından gelen havaleler kesilir. Suriye ve Musul’ daki çiftliklerden artık hayır kalmamıştır. Kamil Bey, kurulu düzenini, rahat ve huzurlu yaşamını bozmamak için bir buçuk  yıl boyunca İstanbul’ daki mülklerini ve eşi Nermin’ e almış olduğu elmasları satmıştır.
    1919 tarihine gelindiğinde İzmir Yunanlılar tarafından işgal edilirken, Anadolu’ daki işgallere karşı ilk etapta yerel anlamda direnişler başlamıştı. Kamil Bey, Anadolu’ da bunlar olurken para sıkıntısını gidermek amacıyla  Paris ve Londra’ ya geçerek eski arkadaşlarıyla temasa geçer. Ancak artık dünya eski dünya değildir. Her şeyi ve herkesi değişmiş görür. Umutsuz bir şekilde Madrid’ e dönen Kamil Bey, burada da hayatını idame etmeyi başaramayacağını anlayınca her şeyini satarak Anadolu’ nun yollarına düşer.
    Kamil Bey’ in günler sürecek deniz yolculuğu esnasında savaşın evrimi konusunda yapmış olduğu diyaloglar ilginçtir. Fransız süvarisiyle yapmış olduğu sohbette Bolşevikliğin ne olduğunu anlamaya çalışmıştır. Fransız süvari, Bolşevikliğin Rusya’ da her şeyi alt üst ettiğini, açlıktan, yoksulluktan, can ve mal güvensizliğinden bahsederken Kamil Bey, “ bizde sosyalistler yoktur” diyerek dönemin siyasal düşünce yapısını kendi bakış açısıyla değerlendirilmiştir. Aslında Kamil Bey, Bolşeviklik ve sosyalistlik hakkında etraflı ve derin bir bilgiye sahip değildi. Madrid’ de iken Madrid elçisi de Bolşeviklik üstünde hiç durmamıştır.
    Dış basında Anadolu’ daki Milli Mücadelenin bir Bolşeviklik hareketi olduğu propagandif bir şekilde dile getirilmekteydi. Hatta Mustafa Kemal’ in ve Kuvay-ı Milliyecilerin Bolşevik -  Moskof olduğu yabancı ülke kamuoyunda sık sık işlenen konulardandı.
    Kamil Bey’ in bir dergide okumuş oldukları onun üzerinde derin izler bırakır. Bu olay 21 yaşında intihar eden Üsteğmen Mehmet Ali’ nin trajedisiydi. Aslında onun şahsında bir milletin trajedisiydi. Mehmet Ali, hayatının son yıllarını cephede geçirmiş, Çanakkale’ de, Kafkasya’ da, Filistin’ de kahramanca çarpışmıştı. O, bir asker olmasının yanı sıra şiire ve edebiyata merakı vardı.
    Üsteğmen Mehmet Ali’ nin intihar etmeden önce tutmuş olduğu günlükler, kendisi ve İstanbul için yazmış oldukları, bir dönemin panoramasını gösterir gibidir. Günlüğünde işgalci güçlerin İstanbul’ daki önemli noktaları ele geçirmesi, Haydarpaşa’ dan Eskişehir’ e kadar olan yerlerin İngilizler, İzmir hattının Fransızlar, Konya’ ya kadar olan yerlerin de İtalyanlar tarafından işgal edilmesi, ülkenin can damarlarının koparılmasını hüzünlü bir şekilde dile getirmiştir.
    Günlüğün çarpıcı konularından birisi de İstanbul’ daki yangınlardır. Gazete haberlerine göre son on yılda İstanbul’ da yirmi dokuz yangın çıkmış ve bu yangınlarda 50.000 ev yanmıştı. İstanbul’ daki bir yangın bazen günlerce devam etmekteydi. Bunun temel sebebi, evlerin çok yakın aralıklarla inşa edilmesi ve ahşap malzemenin kullanılmasıydı.
    Üsteğmen Mehmet Ali’ nin gazetelerden yola çıkarak aktardıklarına göre son zamanlarda polis kendilerini satan 113 kız çocuğunu yangın yerlerinden toplamıştı ve bu kız çocukları yaşları küçük olduğu için vesikasız çalışmaktaydılar. Belli bir yaş dilimine ulaşanlar ise vesikayla çalışmaktaydılar. Hayat kadınlarının yarısından fazlasında cinsel hastalıklar olan bel soğukluğu ve frengiye rastlanılmaktaydı.
    Üsteğmen’ in üzerinde durduğu bir başka konu ise cinayet haberlerinin gazetelerde çok sık yer almasıydı. İngilizler, kendi yaşlarının cinayet, gasp, hırsızlık gibi suç teşkil eden unsurları görmezden gelmekteydiler.
    Haksızlıkları ve işgalleri kabullenmeyen polislerin Yunanlılar tarafından vahşice katledilmesi İstanbul’ daki keyfi ve vahşi tutumun çarpıcı yansımalarıydı.
    Günlükte bir diğer önemli unsur; Turan ülküsüne yürekten olan bağlılıktı. Bazı yazarlar bunu I. Dünya Savaşından önce sıklıkta dile getirmekteydiler.
    “Dün gece düşümde bir alay sancağı önde, bando arkada, Orta Asya’ ya doğru gidiyormuşuz …Dağlardan sayısız atlılar akıyor ovaya… Hepsi bizden, hepsi bizim atlılarımız.” Günlükteki bu ifade Turan ülküsünü en iyi ifade eden bölümdür.
    Günlükteki olaylar, dönemin sosyo - politik çözümlemesi için kaynak teşkil etmektedir. Bu çözümlemelerden birisi de işçilerin grevidir. İşçilerin grevi, ekonomik hayatın rutin eylemlerinden biri olmuştu. Meşrutiyet ile başlayan grevler, mütareke döneminde de devam etmişti. İşçiler, gündeliklerinden kesinti yapılmamasını, paralı tatil, çalışma saatlerinin azaltılmasını, grevcilerin cezalandırılmaması gibi taleplerde bulunmaktaydılar. Bu taleplerinden bir kısmı kabul edilirken bir kısmı da kabul edilmemiştir.
    Esir şehir İstanbul’ da ikilemlere, paradoks durumlara da çok sık rastlanılmaktaydı. İşgale rağmen bazı kesimlerin eğlenceye olan düşkünlüğü, gazetelerdeki eğlence ilanları, cümbüşün, matinelerin devam etmesi çelişik durumun göstergeleriydi.
    Tüm bu olumsuzluklara rağmen dimdik ayakta duran, vatanperverliğinden ve onurundan ödün vermeyenlerin sayısı daha fazlaydı. Direniş için yavaş yavaş örgütlenmeye başlamışlardı. İşgalleri onuruna yediremeyen bazı aydınlar ve subaylar yapılanları daha fazla görmemek için hayatlarına son vermişlerdir. Bunlardan birisi de Üsteğmen Mehmet Ali’ ydi.
    Günlüğü kapatıp Kamil Bey’ in vatanını yeniden keşfetme çabasına ve toplumsal yapıya bakalım. Kamil Bey ve ailesi, ekonomik sıkıntıdan dolayı belli bir süre için Nermin Hanım’ ın halasının evine misafir olurlar.
    Konakta yapılan sosyete toplantıları, düzenlenen partiler; bu etkinliklere katılan politikacı, hariciyeci, ve elçilik memurlarının vurdum duymazlığı Kamil Bey’ i çileden çıkarır. Bu toplantılarda Batıya olan özentinin yalnızca biçimden ibaret olması ibret vericidir. Öz ve biçim bir nevi yer değiştirmişti. Bu toplantılara yabancı subaylar ve elçiler de katılmaktaydı. Kamil Bey, İngiliz subaylarıyla yaptığı konuşmalarda İngilizlerin “ bizi bizden iyi tanıdığını” şaşırarak ve biraz da utanarak gözlemlemiştir. İngilizler çıkarları doğrultusunda gitmiş olduğu bölgelerde öncelikle antropolojik – sosyolojik ve ekonomik araştırmalarda bulunmakta; toplumun kılcal damarlarına kadar ulaşmaya çalışmaktaydılar.
    İngiliz subay, Kamil Bey ile yaptığı sohbette Osmanlı Devletinin geri kalmasının temel sebebinin Osmanlı’ nın Avrupadaki gibi bir sanayi devrimini gerçekleştirememesine bağlamaktaydı. Dönüşümün lokomotifi olacak bir burjuva sınıfının olmaması, üretim ilişkilerindeki ilkellik, Osmanlı Devletinin çağın şartlarını iyi okumaması, giderilmesi güç sarsıntılara neden olmuştu.
    İngiliz Subayı, sohbetinde İngiliz Dostları Derneğinden bahsederek Kamil Bey’i bir girdabın içine çekmeye çalışır. Derneğin kurucusunun bir molla olması, aydınların bir kısmının bu derneğe üye olmaları ve derneğin halk arasında propaganda yaparak 50-60 bin kişiye üye etmesi Kamil Bey’i şaşırtır. Bu derneğin en büyük destekçisi ise Rahip Frew’ dir ve dikkat çekicidir; İngilizler daha çok Kamil Bey gibi ekonomik bakımdan zor durumdaki insanların zafiyetlerinden yararlanmaya çalışıyorlardı. İngiliz subay şirketlerin ve tekellerin hisselerinin İngilizler ve Fransızlar tarafından satın aldığını belirterek Kamil Bey’ e başka bir adla kendisine hisse senedi verebileceklerini ifade etmişti.
    İngilizlerin asıl amacı ise subayın da pervasızca söylediği Musul – Kerkük bölgesine hakim olmaktı. Kamil Bey daha önceden satmayı düşündüğü Kerkük’ teki topraklarını hemen satmaktan vazgeçmiştir. Ancak Osmanlının bir çok ileri geleni topraklarını satmıştı. Kamil Bey ayrılarak ayrı bir evde kalmak istiyordu. Asıl sıkıldığı konu ise enişte beylerdeki sosyete toplantıları ve bu toplantılardaki yapmacık tavırlardı. Ancak Kamil Bey’ in ev alacak parası olmadığı gibi ekonomik olarak bir dar boğazın içindeydi. Kendi ayakları üzerinde kalmak için mücadele veren Kamil Bey’ in ev sıkıntısını çözmek için anneannesinden kalma Bağlarbaşı’ ndaki köşkü onarmayı kararlaştırdı.
    Köşkü ziyaret ettiğinde harap bir manzara ile karşılaşır. Ancak eski arkadaşı Fuat Bey köşkün bir bölümünün yıkılarak kalan bölümünün onarılabileceğini belirtir. Evin yıkımında Bedros Ağa ile anlaşır. Bedros Ağa ermenidir ve zengin bir Osmanlı vatandaşıdır. Romanda Ermenilerin İstanbul’ daki varlığı işlenen konulardandır.
    Fuat Bey Mahir Paşanın oğluydu. Şiire ve edebiyata düşkün bir kişiydi. Eşi ise İtalyan’dı. Fuat Bey’ in hayatı eşinin bir gün haber vermeden altı yaşındaki kızını alıp gitmesiyle yeni bir yola girdi. Maddi dünya ile olan ilişkisini keserek manevi- uhrevi dünyaya çekilip bir kadiri dervişi olur.
    Kamil Bey, Fuat Bey’ e neden ve nasıl böyle bir hayatı seçtiğini sorunca Fuat Bey’ in yapmış olduğu açıklama da bir nevi Anadolu’nun dini dokusunu açığa çıkarmaktadır. “ Bizde tarikatlar yüze yakındır. Bunların ayrıca yüzü aşkın şubeleri vardır… Araplar mezhep kurucusudurlar. Biz Türkler tarikat kurucusuyuz. Arap mezhepleri sufiliğe, Türk tarikatları tasavvufa dayanır… türkün bağlanacağı inanç Allah korkusundan değil Allah sevgisinden gelir. Okudukça tasavvufun yalnız Türke mahsus bir yol olduğunu anladım. Türk illerinde doğmuş, Anadolu’ da gelişmiştir.
Türk tasavvufu, Şamanlıkla İslamlığın karışımıdır. Buna biraz da yeni Platonculuk katılmış Roma Anadolu’sundan kalıntı..daha doğrusu Stoisizm… Anadolu’ya, Şeyh Ahmet Yesevi adına halifeleri yayılmıştır. Pir Dede, Akyazılı Baba, Kudümlü Baba Sultan, Sarı Saltık… Bunlar köylü halkı etkileştirmiştirler, Anadolu’nun İslamlaşmasını ve Türkleşmesini sağlamışlar .”Fuat Bey’ in ağzından aktardığımız bu bilgiler, İslam inancının Türkler arasındaki geçirmiş olduğu evrimi gösterir.
O, Lütfi Barkan’ ın  “Kolonizatör Türk Dervişleri “ ve A. Yaşar Ocak’ ın Anadolu’daki heterodoks inanışlar üzerinde yapmış olduğu araştırmalarda benzer bulgular ile karşılaşılır.
Kamil Bey, Fuat Bey’ in de yardım etmesiyle köşkü oturabilecek bir duruma getirir. Fazla bir masrafa girmeden, ekonomik durumunu sarsmadan evi dizayn eder.
Kamil Bey, konağın ve bahçenin eksiklerini gidermeye çalışırken 16 Mart 1920 ’de İstanbul’ un İngilizler tarafından işgal edildiği haberini alır. “İşgal altındaki bir şehir tekrar işgal edilmişti. Kamil Bey, birinci işgali görmemişti. İstanbul’ un dıştan gözlenen tepkisizliği Kamil Bey’ in iyiden iyiye düşündürmeye başlamıştı. Görünüşe bakılırsa polisler, jandarmalar, memurlar artık kendi hükümetlerine çalışmadıkları halde eskisi gibi görevlerini yapıyorlardı. Sokaklarda çocuklar bağıra çağıra oynamakta, kadınlar komşularına gitmekte, alış-veriş yapılmakta, düğünler yapılıp mevlitler okutulmaktaydı.
Konağın tamirini yapan Cemil Usta, son umudun Anadolu olduğunu dile getiriyordu. Kamil Bey ise Anadolu hakkında hiçbir şey bilmiyordu. İstanbul’daki ümitsizliği düşünerek; dört bir tarafı işgal edilmiş olan Anadolu nasıl olur da son umut olabilirdi. Mustafa Kemal’ i, Ankara’yı, Kuvay-ı Milliye’ yi daha sık işitir olmuştu.
Ekonomik olarak zor durumda bulunan Kamil Bey, bir yandan fakirliğe alışmaya çalışırken bir yandan da arkadaşlarının bu zor günlerinde neden kendisini arayıp sormadıklarını merak eder. Kayıp olan arkadaşlarını sorduğu zaman karşısındakiler korku ile iki yanlarına bakarak; “Anadolu’ ya geçti galiba “ diye fısıldıyorlardı.
İstanbul’ un, işgali kabulleşmesini kabul etmeyen aydınlar, subaylar, asker, ahalinin bir kısmı Anadolu’ ya geçmeye başlamıştı. Anadolu’ ya geçenlerden birisi de Anadolu’nun ağlayışına dayanamayan Derviş Fuat Bey’dir. Derviş Fuat Bey, artık dervişlik zırhını çıkararak yaralı yüreğini gösterir.
Anadolu’dan iyi haberler gelmiyordu. Cemil Usta, düzce’ de Konya’ da, Yozgat’ ta ayaklanmaların çıktığını; Yunanlıların genel saldırıya geçmiş olduğunu Kamil bey’ e fısıldıyordu.
Sıkıntılarından dolayı eve kapanan Kamil Bey, her zamanı iyi değerlendirmek hem de para kazanmak için dünya klasiklerini tercüme etmeyi düşünür ve hazırlıklar başlar. Ancak tercüme işinden sıkılarak saatlerce resim yapımıyla uğraşır. Eve kapanmanın çözüm olamayacağını anlayan Kamil Bey mahalle kahvesine gitmeye başlar.
    Kahvehaneler tarih boyunca yalnızca oyun oynanan yerler konumunda olmayıp güncel konuların konuşulduğu, politik dedikoduların yapıldığı toplanma yeriydi. Kamil Bey, mahalle kahvehanesine daha önce gitmediği halde herkes tarafından tanınmaktaydı. Kahvehanede siyasi konuşmalar yapılmakta, Anadolu’daki mevcut durum, İstanbul Hükümetinin ve Sultanın tutumu sürekli konuşulan hususlardı. Bir kısım Hürriyeti-İtilafçı iken bir kısmı Kuvay-ı Milliyeciydi.
Hürriyet-İtilafçılar Anadolu’ ya karşıydılar ve “ Peyam Sabah “ gazetesini okumaktaydılar. Ali Kemal’ in yazdıklarına yüzde yüz inanıyorlardı. Onlara göre Anadolu’daki hareket , İttihatçıların işiydi ve onların iki buçuk zeybekle yedi tüfek  karşı koyma macerasıydı.
Cemil Usta ve Anadolu harekatına inananlar ise hiçbir ayrıma gitmeden amaçlarının vatanı kurtarma çabası olduğunu ifade etmekteydiler. Cemil Bey, “Millicilerin” padişaha hilafete karşı olmadığını ve amaçlardan birisinin de padişahı kurtarmak olduğunu belirtmekteydi.
Kamil Bey, bazı şeyleri bu konuşmalardan ve gözlerinden sonra idrak etmeye başlamıştı. Mustafa Kemal’ in ve Ankara’nın Anadolu’daki harekatın lokomotifi olduğuna iyiden iyiye inanıyordu. Kamil Bey, daha önce gerçek olarak inandığı bazı durumların yalan olduğunu şaşırarak izliyordu. Şimdiye kadar polisin, jandarmanın, memurun işgal kuvvetlerine var güçleriyle çalıştıklarına inanıyordu. Oysa yanıldığını şimdi anlıyordu. Kuvay-ı Milliyecilerden birisini tutmaya gelmiş İngiliz polisine yardım eder görünen polis, gece Anadolu’ya geçen kalabalık bir takıma kılavuzluk etmekteydi. Millet göründüğü kadar yılgın değildi.
Kamil Bey, icradaki dosyalarına bakmak ve eğer parası yatırılmışsa onları almak için mahkemeye gider. Gözlemleri; ölüm ilamı gelen bir devletin, adalet sistemindeki keşmekeşliğin devletin ölümüne delalet etmesidir. Bir devletin devrini tamamlamadığı, adaletin bu halinden belliydi.
Mahkeme koridorlarındaki bir kişi Kamil Bey’in geleceğine ayna tutuyor gibiydi. Binbaşı Suat Bey’in, Anadolu’ya silah kaçırmaktan dolayı beş yıla mahkum edilmesi üzerine karısı Fahriye Hanım boşanma davası açılmıştı. Suat Bey; vatanı uğruna, fikirleri uğruna sevdiği kadından ve yavrusundan ayrılmak zorunda kalıyordu.
Kamil Bey ,mahkemeden çıktıktan sonra O’nu arayan ve Galatasaray Sultan işinden arkadaşı Ahmet ile karşılaşır. Ahmet Bey, yardım amacıyla Kamil Bey’e başvurmuştu. Ahmet Bey , İhsan Bey’in başından geçenleri birer birer Kamil Bey’e anlatır.
Romanın kilit adamlarından İhsan Bey’i, Kamil Bey kız ihsan olarak tanınmaktaydı. Ama Ahmet bey anlatılanları kamil Beyde büyük şaşkınlığa neden olmuştu. İhsan Bey, harbe yedek subay olarak katılmış ve beş defa yaralanmıştı. Esir düşen İhsan Bey, esaret döneminden sonra bir dergi çıkarmaya başlamıştı. Daha sonra Kuvay-ı Milliye’ yi desteklediği için mimlenmiş, işgalden sonra Aydos cephaneliği baskınına katıldığı iddiasıyla Harp Divanında yargılanarak on yıl kürek cezasına çarptırılmıştı. Eşi Nedime Hanım tüm olumsuzluklara rağmen dergiyi çıkarmaya devam etmişti.
    İhsan Bey, Ahmet Bey aracılığıyla Kamil Bey’den derginin yayınlanması için yardım isteğinde bulunmuştu. Kamil Bey bir çocuk gibi sevinerek yardım isteğini kabul etmiştir. Kamil Bey de artık Kuvvacıların  bir neferidir. Kamil Bey dünyayı daha güzel görmeye ve farklı algılamaya başlamıştı.
    Kamil Bey, Esir İstanbul’u düşünerek Ahmet Bey ile birlikte İhsan Bey’in ziyaretine gitmişti. Cezaevi kapısı Hürriyetin İlanı’nda  tam açılmıştı.Eski arkadaşlar rutin olarak birbirlerinin durumlarını sorduktan sonra asıl konuya geldiler: kadın-erkek, genç-yaşlı demeden işgallere karşı yürütülen büyük direniş. Sultanahmet Meydanında kadınların erkekleri kıskandıran kahramanlık gösterisi, Nedime Hanımın aslan yürekliliği öyle anlatılıyordu ki erkekler erkekliğinden utanıyorlardı. Sultanahmet Mitingi, kadınların efsaneleştiği, devleştiği bir mitingdi. İhsan Bey bu harbin hiçbir harbe benzemediğini sürekli  dile getirmekteydi.
    Kamil Bey, İhsan Bey ve Ahmet Bey ile vedalaştıktan sonra o günün muhasebesini yapar ve artık içi içine sığmaz. Aylardan beri ilk defa işe yaramazlık duygusundan kurtulmuştu. Kendisini kendisine karşı yücelten onurlu bir görev sahibi olmanın rahatlığını duyuyordu. Bu ziyaretten sonra Kamil Bey, Karadayı Dergisinde çalışmaya başlar. Karadayı, kelime anlamı olarak doğru sözlü, yürekli, şakacı olarak tanınan Anadolu’nun masal kahramanıydı. Artık Kamil Bey de memleketin durumunu kavrayan, toplumsal sorumluluk alabilen, felakete karşı çıkanların yanındaydı. “Elinde iyi-kötü bir savaş silahı olan, SORUMLU İNSAN’ dı.”
    Kamil Bey’in Karadayılı günleri başlamıştı. O, kendisine yeni bir oyuncak, yeni bir bisiklet alınmış çocuk gibi sevinçliydi. İçi içine sığmayan Kamil Bey’in bir yandan da içini kemiren düşünceler vardı: Son ne olacaktı.
    Köhne bir odada, loş bir ışık altında başlayan yeni yaşamın amacı, köhneliğe son vermek ve ülkeyi aydınlığa kavuşturmaktı. Bu oda yalnızca bir derginin çıkarıldığı yer değil Anadolu’dan İstanbul’a, İstanbul’dan Anadolu’ya yardım paralarının gönderildiği, Milli Mücadele için insan sevkıyatının yapıldığı yerlerden biriydi. Büroya vatanperverlerin yanında hafiyelerin de sık sık uğradığı Kamil Bey’e arkadaşları tarafından Kamil Bey’e söylenir.
    İhsan Bey’in eşi Nedime Hanımla birlikte çalışmaya başlayan Kamil Bey, O’nun hayata karşı duruşundan çok etkilenir. Nedime Hanım, çarşaflı bir bayandır ancak çarşafla ilgili görüşleri büyük bir tezatlık içerir. “On altı yıldır giyerim. Bir türlü alışamadım. Yüz yıl da giysem alışamayacağım… Hele şu savaşlar bitsin… İlk işim kadın çarşaflarıyla boğuşmak olacak…” Nedime Hanım, çarşafı yobazların uydurması olarak nitelendiriyordu. Bu geriliği atmanın sosyal bir zorunluluk olduğuna inanıyordu.
    Kamil Bey’in, basın dünyası ve aydınların mantaliteleriyle ilgili analizleri oldukça çarpıcıdır: “Bunlar bilgi bakımından belki ötekilerinden biraz üstündüler fakat yenilgiyi değişmez kader olarak kabul etmiş yılgın bir halleri vardı. Millete güvenmeyi hiçbir zaman denememişlerdi…”
    “Çöken imparatorluk aydınlarını da uçuruma sürüklemekteydi. İslamcılığın 350 milyon sayılan kalabalığı, Turancılığın 100 milyonla hesaplanan uçsuz bucaksız stepleri üzerine kurulan hayaller…Dört yıllık kanlı boğuşmadan sonra imparatorluk çökmüştü.”
    Tanzimat ve Meşrutiyet ilerici bir hareket olarak kabul edilmesine rağmen hala doğru götürülmediği için başarılı olmadığı Nedime Hanım tarafından ileri sürülüyordu. Milli Mücadele için farklı düşünceye sahipti. Bu sefer mücadeleyi yürütenler Mustafa Kemal’in önderliğindeki Anadolu idi. “Şimdi Anadolu’da ordu yok… İleride ordu kurulursa bu, padişah ordusunun bir parçası değil, milletin kendi ordusu olacak. Bu seferki harekete millet kendi damgasını ister istemez vuracak.”
    Nedime Hanım, Kamil Bey’i evinde ziyaret ettiği sırada yapmış olduğu sohbetlerde kadının toplumdaki yerini,toplumdaki tabakalaşmayı kendi bakış açısıyla değerlendirmiştir.Yapmış olduğu değerlendirmeler O’nun çağının çok ilerisinde olduğunu bize gösterir.O’na göre Anadolu’da kadın’ın durumu,Ortaçağın toprağa bağlı köylülerinden daha kötüydü. Kadınlar bir meta olarak satılmakta, aile kurmakta bile fikirleri sorulmamakta, kamusal hayatta kadın hakları olmadığı gibi çalışma istekleri de kabul görmemekteydi. Nedime Hanım, toplumumuzda tabakaların var olduğunu ancak bunların katı-hiyerarşik yapıda olmadığını belirtiyordu.
    Karadayı Dergisi bürosu-yazıhanesi küçük fakat misyonu büyük bir dergi pozisyonundaydı. Yazarlar, şairler, çizerler haftada bir iki defa Karadayı’ ya gelirlerdi. Karadayı idarehanesine bunlardan başka sivil elbiseli zabitler, gizli örgütlerde çalışan insanlar da gelirdi. Bunların parolaları, işaretleri vardı. Her şey gizlilik ilkesi çerçevesinde yapılırdı. Genelde dergide çalışanların hepsi mimliydi. Kamil Bey de mimlenenler arasındaydı.
II. BÖLÜM:    BULANIK SU
    Savaş ve sonrası, çöküntü dönemleri toplumun psikolojisini derinden sarsan ve sosyal davranışların değişmesine neden olan evrelerdir. “Çöküntü devirlerinde iki çeşit insan meydana çıkıyor. Namussuzlarla namuslular… Muharebede düşman karşıdadır ve üniformalıdır. Kaçarsın, kovalarsın… anında ölenler, yaralananlar olur. Ama hep ileriye bakmanın bir rahatlığı vardır. Oysa esir bir şehirde, dost kim, düşman kim bilinmez.” İhsan Bey mevcut durumu bu şekilde değerlendiriyordu.
    Bir tarafta yılgınlık ve tükenmişlik diğer tarafta küllerden yeniden doğma çabası. Bir tarafta ihanet diğer tarafta ölesiye bir mücadele. “İhanet, bir kolunu cephede bırakmış, bir savaş kılığına girmişse, bunun bir tek anlamı olur: İnsanlığımıza vurulan bu canlı hakareti temizlemek için kadın, erkek çocuk, biz yılmayanlar daha çok, daha şiddetli, daha geberesiye çalışacağız…”
    İhsan Bey bunları anlatırken Niyazi Efendi’nin yaşamış oldukları bir film şeridi gibi gözünün önünden geçti  roman kahramanlarımızdan Niyazi Efendi, İzmir’de katip olarak çalışırken 1903’te Jön Türklere dahil olarak Avrupa’ya geçmişti. Meşrutiyetin ilanı için mücadele etmiş, Hareket Ordusuyla İstanbul’a gelerek 31 Mart Ayaklanmasının bastırılmasında bulunmuş, Trablus’ta,  Balkanlarda, Dünya Savaşında çarpışmış Yunanlılara ilk kurşunu sıkanlar arasında yer almıştı. Karakol Teşkilatı ve M.M Grubuyla da ilişkisi vardı.
     Niyazi Efendinin polis müdüriyetinde, jandarma dairesinde, Merkez Kumandanlığında tanıdıkları vardı. Her hafta Karadayı idarehanesine uğrayarak hem haber getirir hem de haber alırdı. İhsan Bey ve eşi Nedime Hanım, Niyazi Efendiye büyük güven duymaktaydılar.
    Anadolu’da ise işler pek yolunda gitmiyordu: Çerkez Ethem’ in ihaneti, Demirci Efe’nin isyanı, Yunanlıların saldırıları ve Eskişehir’in düştüğü fısıltısı kulaktan kulağa yankılanıyordu. Ve birden bire İnönü zaferinin haber alınması idarehanedeki üzüntüyü sevince çevirir. Ancak bu sevinci bazı şairlerin vurdum duymazlığı baltalar. “    Bir millet şairleri tarafından böyle yüz üstü bırakılabilir mi? Hele bu günlerde… Oysa biz bugün şiire ne kadar muhtacız! Kavgasız şiire… Sanat, sanat için demek, sanat kuvvetinin emrinde demektir.” Nedime Hanım şairlere olan sitemini bu şekilde dile getirmiştir.
    İstanbul’daki vatanperverler kaderlerine razı olmaktansa kurtuluş için icabında ölmeyi göze alarak tereddüt etmeden tehlikeli işlere aslanlar gibi atılıyorlardı. Ahmet Bey de bu tehlikeli işlere girenlerdendi. O, bin ton cephaneyi Anadolu’ya kaçırmak için elli bin lira bulmaya çalışıyordu. Cephaneyi Anadolu’ ya Ararat gemisi taşıyacaktı
Bu yükleme işinde çalışanların tek amacı vardı:Vatanın kurtuluşuna katkıda bulunmaktı.Anadolu’yu kurtarmak için farklı politik görüşe ve farklı dünya algılamaları olan vatandaşlar bu  kimliklerini bir kenara bırakarak el ele  vermişlerdi.“Yüzbaşı Bilal,Yüzbaşı Hakkı,Teğmen Abdülvahap, Kayyum Ahmet,Tahsin kaptan,Hemşinli Mehmet,Bolşevik Mustafa,Marangoz Adil Usta hep geldiler“Alıntı yaptığımız bölümde her kesimden,her sınıftan sorumluluk sahibi vatandaşların varlığı gözlenmektedir.
Cephanenin nakli için gerekli olan 50.000 lira “Beş yüz senelik Baş şehirde,Paşası,Tüccarı,Beyi,Ağası,olan şehirde“bulunmuyordu.İşgal makamları da kaçakçıları yakalatanlara ödül vermekteydi.Para bulmak için her yola baş vurulur.Kuvay-ı Milliye adına borç alınması da gündeme gelmiştir.Para ihtiyacını gidermek için yapılan faaliyetlere de zaman zaman Ankara ile İstanbul‘daki  M.M. ve Karakol gibi gizli örgütler arasında zaman uyuşmazlık  çıkıyordu.Bazı şahısların keyfi hareketleri ve menfi davranışları uyuşmazlığı temel sebebiydi.Geminin sahibi olan La Feransez şirketinin direktörü nakliyat için yardımcı olmayı kabul eder.
  Cephanenin naklinde karşılanan sıkıntı “Karadayı” daki tüm çalışanları germiş ve gebe Nedim Hanımın da rahatsızlanmasına neden olmuştu. Kamil Bey,işleri idare edeceğini söyleyerek Nedime Hanımın biraz dinlenmesini istemişti.Nedim Hanım eve dinlenmek amacıyla gitmiş ancak rahat edemeyerek temaslarına ve görüşmelerine devam etmişti.Esir şehirde kısa zamanda ani değişiklikler olmaktaydı. Niyazı Bey,Ahmet Bey in Bekir Ağa Bölüğüne tevkif edildiğini haber vermek için idarehaneye geldiğinde Nedime Hanımı bulamaması O’nu endişelendirir. Ancak Kamil Bey durumu anlatarak Nedime Hanımın adresini vermeden geçiştirmiştir.
    Niyazi Efendi, işgalci güçlerin Bursa-Uşak’taki birliklerinin saldırı planlarının ele geçirildiğini ve bunların hemen Ankara’ya ulaştırılması gerektiğini Kamil Beye söylemişti. Bu planlar Nedime Hanım tarafından güvenli bir yere saklanmıştı. Nedime Hanıma haber verilip Karadeniz Postasını yapan Gül Cemal vapuruna teslim edilmesi gerekiyordu. Kamil Bey, Nedime Hanımın Ada’da olduğunu söyleyerek Niyazi Beye yalan beyanda bulunmuştu.
Kamil Bey tüm olanları Nedime Hanıma anlatınca Nedime Hanım tereddüt etmeden planları göndermeyi düşünür ama Kamil Bey buna karşı çıkarak ve onu ikna ederek bu tehlikeli işi kendisi üstlenir. Kuru üzüm sandığına yerleştirilmiş olan planlar Nedime Hanımın dadısının evinden alınarak Gül cemal vapurunun kahvecisi Ramiz Efendiye verilecekti. Ramiz efendi savaşta yedek subay olarak çarpışmış ve dört yerinden yaralanmış bir öğretmendir. Yeri geldiğinde ülkenin geleceği için öğretmen de öğrenci de sorumluluk almaktan çekinmemiştir. Kamil Bey’in Kuvay-ı Milliyeciler ile birlikte hareket etmesi ve gazetede çalışması eşi Nermin Hanımı sinirlendirir. Kamil Bey’in toplumsal sorunlarla ilgili taşımış olduğu sorumluluk kadar Nermin Hanım vurdumduymaz ve ilgisiz bir kişiydi. Nermin Hanım halasının da etkisiyle Kuvay-ı Milliyecilere düşman kesilmişti ve onları maceraperest olarak görmekteydi. Bu düşünce İngiliz işgalci güçlerinin düşünceleriyle paralel bir düşünceydi. Bir yandan elden gitmekte olan vatanı kurtarma düşüncesi varken diğer taraftan her şeye rağmen zengin ve şatafatlı bir yaşam sürme isteği  vardı. Ailedeki bu iki düşünce çatışma halindeydi. Kamil Bey Nermin Hanımı bu mantalitede olmasından dolayı kendisini suçladı. Çünkü onu yıllarca kibar serseriler arasında dolaştığına inanıyordu.
Kamil Bey üzüm sandığını Beşiktaş’ta Çerkez Kadından alır. Ancak Tophane rıhtımında Ramiz Efendiye verirken suçüstü yakalanır.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM:    KAMİL BEY
    Kamil Bey ilk sorgulamasına zaman kaybedilmeden başlanır. Sorgulama çelişkili bir durumun acı sonuçlarını gözler önüne serer. Bir tarafta tüm varlığıyla kendini Milli Mücadele için adamış kurtuluşa yürekten inanmış fakat paradoks bir durum olarak sanık sandalyesinde oturmuş bir kurtuluş savaşçısı diğer tarafta Anadolu’daki hareketi hayasızca baldırı çıplakların maceraperestliği olarak gören amerikan mandaterliğini İngiliz işgalini içselleştirmiş olan İstanbul Hükümetinin zihniyetini temsil eden sorgu amiri.
Kamil Bey sorgulama sırasında soğukkanlı davranarak Nedim Hanımın hiçbir şeyden haberi olmadığını kendisinin de sandıktaki belgelerden haberi olmadığını sorgu amirini sinirlendirecek bir sakinlikte dile getirir. Sorgulama amiri Kamil Beye kendisini kurtarabilmesi için her şeyi anlatmasını ister. Ancak Kamil Bey inandığı değerlerden hiçbir şekilde ödün vermez. Sorgu amiri tüm olayların baş müsebbibi olarak Avrupa’da eğitim görmüş olan aydınları görmekteydi. Tanzimat’tan sonra Avrupa’ya gönderilmiş öğrenciler Avrupa’nın yaşam tarzından ve düşünce sisteminden etkilenmişlerdir. Daha çok sosyal bilimlerle ilgilenen ve adalet kavramlarından etkilenerek Osmanlı Devletini çöküntüden kurtaracak formülü bu kavramlar üzerinde geliştirilecek bir sistem olduğuna inanıyorlardı. Tüm bu olaylardan dolayı iktidarlar aydınlara mesafeli ve şüpheci bir gözle bakarlardı.
Sorgu amiri Ahmet Bey ile Kamil Beyi yüzleştirir. Ahmet Bey her şeyi anlatmıştır. Ahmet Bey günlerce işkenceden geçirildikten sonra daha fazla dayanamayarak arkadaşlarını ve Nedime Hanımı ele vermişti. Ahmet Bey tüm yaptıklarından dolayı pişmanlık duyuyordu. Kamil Bey keskin bir manevra yaparak Ahmet Beyin Nedime Hanıma aşık olduğunu ve Nedime Hanımın bunu kabul etmemesi üzerine böyle bir ifadeye başvurduğunu ve Ahmet Beyin tüm söylediklerinin yalan olduğunu belirtmiştir. İkinci bir yüzleştirme kahveci Ramiz Efendiyle yapıldı. Ama Ramiz Efendi büyük bir ustalıkla sorgu amirinin tüm sorgularını sorgu amirini kızdıracak cevaplar verir.
Kamil Bey bir malikane gibi olan esir şehir İstanbul ‘un bir odasına kapatılmıştır. Bekir ağa bölüğüne buraya Kuvay-ı Milliyeciler hapsedilmekteydi. Mahpusların büyük bir çoğunluğu Anadolu’ya yardım etmekten tutuklanmıştı ve bunlar harp divanında yargılanmışlardı. Kamil Bey tüm olanları daha etraflı düşünürken bir anda Nedime Hanımı adada olduğunu yalnızca kendisinin ve Niyazi Efendinin bildiğini hatırladı. Fakat sorgulama esnasında Yüzbaşıda bunu sormuştu. Kamil Bey Nedime Hanımı korumak amacıyla ada yalanını uydurmuştu. Yüzbaşının konuyla ilgili sorularını kamil Beyin zihninde Niyazi Beyin tutuklanmış olabileceği şüphesini uyandırdı. Ama herhangi bir yüzleştirme yapılmamıştı. Kamil Beye göre bir çok acıyı yaşamış olan Niyazi Bey her türlü işkenceye dayanıp hiçbir şekilde konuşmaz ve arkadaşlarını ele vermezdi.
Kamil Bey hücresinde bir yandan geçmişin hesabını yaparken bir yandan da gardiyanın söylediklerini düşünüyordu. Gardiyan İttihatçıların meşhur tetikçisi Yakup Cemilin başından geçenleri bir edebiyatçı şair gibi şairane bir üslupla anlatmıştı. Yakup Cemil Babı Ali baskınında yer alarak iktidar değişikliğinde önemli roller üstlenmiş ancak daha sonra Enver Paşa tarafından kurşuna dizilmişti.
Niyazi Beyin ihanet etmiş olabilme olasılığı Kamil Beyi içten içe yiyip bitiriyordu. Bunları düşünürken Ahmet Beyi kendini asarak intihar ettiği haberini alır. Kamil Bey Ahmet Beyin intiharından sonra  Niyazi Beyi düşünmeye başladı. Ada yalanı korkunç bir gerçeği ortaya çıkarmaya başlamıştı. Niyazi Beyin ihanet etmiş olma olasılığı.
Mahkumların boş kağıt kalem ve gazete isteğine daima şüphe ile bakılmaktaydı. Kamil Bey bu istekleri gardiyanlar vezninde bile tepkiye neden olmaktaydı bazı gazeteler. Bazı gazeteler yasak olduğu için hapishaneye getirilmezdi. Geçer akçe Ali Kamilin yazıları ve Peyam Sabahtı. İstanbul hükümetinin güdümünde yayın yapan gazeteler Mustafa Kemalin başlatmış olduğu sistematik mücadeleyi baltalamak için “Anadolu’nun hepsini gavur ve Bolşevik olduğunu” sürekli olarak telkin etmişlerdir.
Tüm sorgu aşamalarında sorgu amirleri Kamil Beye paşa oğlu ve bir asilzade olduğunu sık sık dile getirmişlerdi. İstanbul’daki bazı güdümlü aydınlar halkı küçümseyici bir tabir olarak “Avam” olarak nitelendirmekteydiler ve bunlara ayak takımı demekteydiler. Kamil Beye kendi düşünceleri paralelinde hareket etmesi halinde yurt dışında çalışma teklifleri yapılmış ve zenginlik teklif edilmiş. Ancak Kamil Bey bunları reddederek onurlu bir yaşam sürmeyi veya onurlu bir ölümü yeğlemiştir. Tüm baskılara rağmen o Nedime Hanımı korumaya devam etmiştir.
Kamil Bey çaresizlikten çare üretmeye çalışıyordu. Gardiyan Asker İbrahim’in aracılığıyla Ramiz Efendiyle gizli bir görüşme yaptı. Ramiz Bey Niyazi Beyin ihanet etmiş olduğunu ve bu ihanetin bir şekilde Nedime Hanıma ve İhsan Beye ulaştırılmasının zorunluluğundan bahsediyordu. Ama çözüm üretemeden ayrılmak zorunda kalırlar.
    Nermin Hanımın ve eniştesinin Kamil Beyi ziyareti ise trajik-dramatik bir durumdur. Kamil Bey tanıdığı sandığı ama gerçekte hiç tanımadığı eşi tüm suçu Kamil Beyin Nedime Hanım ile olan diyaloguna bağlamıştı. Enişte Bey’de tüm suçu Kuvay-ı Milliyeciler de görmekteydi. Enişte Beyin düşünceleri ve inandıkları ihanetin derecesini gösterir. Ona göre “Yakında yunan taarruzu bütün dedikodulara son verecekti.” Enişte Bey gibileri düşman bir ülkenin işgalini kurtuluş olarak kabul etmekteydiler. Nermin Hanımın ve diğerlerinin tüm baskılarına rağmen Kamil Bey nedime Hanımı korumuş ve kollamıştı.
Kamil Bey bütün bu olanlardan sonra bir yandan da pişmanlık duyuyordu. Ama onun pişmanlığı farklıydı. Avrupa’da iken karısının şapkaları, ropları, tuvaletleri, çantaları ve eldivenleriyle nasıl ciddiyetle uğraştığını hatırlayınca utandı. Balkan harbi seferberlik sırasında nelerle uğraşmış bu toprakta bu toprağın üzerindeki insanlarla meğer hiçbir ilgisi yokmuş.
İmkansızlıklardan büyük imkanlar doğarmış. Başka bir ifadeyle “İmkansızlıklarımız bizlere daima büyük imkanlar sunar.” Dört duvar ile hapsedilmiş bir insan bedeni ama onun hayalleri parmaklarından resim kağıtlarına dökülerek özgürleşiyordu. O imkansızlıklar içerisinde yürütülen bir mücadelenin özgürlükle ve kurtuluş ile sonuçlanacağına yürekten inanıyordu. Ve bunu dile getiren bir çok resim yapmıştı.
Uzun bir sorgulama sürecinden sonra beş subaydan oluşan harp divanında mahkeme başlar. Mahkemeler adalet terazisinin kurulduğu yerdir. Bu Kural mahkemelerin her türlü erkten uzak olduğu durumlarda geçerlidir. Tarih boyunca rastlanacağı gibi iktidar sahipleri iktidarlarını güçlendirmek için mahkemeleri bir baskı unsuru olarak kabullenmişlerdir. İstanbul’da kurulan harp divanlarının işlevi ise Anadolu’daki Milli Mücadeleye destek verenleri hapsetmekti. Mahkemelerde suçlu olarak yargılanan Kamil Bey ve Ramiz Efendiydi mahkeme devam ederken Kamil Bey ve Ramiz Bey mahkemenin sonucundan çok Anadolu’daki gelişmeleri merak ediyorlardı. Mahkeme süresi boyunca Ramiz Bey ve Kamil Bey aynı odada mahpus olmuşlardı.
Ramiz Beyin olayları ve olguları ele alırken analitik yaklaşım sergilemesi ve mantıklı çözümlemeler yapması Kamil Beyi derinden etkiler Ramiz Beyin eşi Fatma Hanım ise yüreği çatallı yiğit mi yiğit cesur mu cesur Anadolu kadınıydı. Sultan Ahmet’te erkeklere “ Eğer vatanı kurtaramayacaksanız örtülerimizi siz örtün.” diyerek işgalin kabullenemeyeceğini abidevi bir şekilde dimdik ayakta durarak göstermiştir.
Tartışmalarda Anadolu’daki harekatın başarıya ulaşabilmesi için düzenli orduya olan ihtiyaç sürekli vurgulanıyordu. Düzenli bir orduya ancak bir başka düzenli ordu ekarte edebilirdi. Onlar bunu düşünürken Mustafa Kemal Anadolu’da düzenli orduyu kurmuştu. Anadolu her şeyi seferber etmişti. Bu bir savaştan öte Türk milleti için olmak ya da olmamak mücadelesiydi. Ninelerin dedelerin çocukların her sınıftan her yaştan insanın mücadelesiydi. Ya her şey bitecek ya da her şey yeniden başlayacaktı. Anadolu üzerindeki ölü toprağı silkeleyerek her şeyi korumak için bir panter gibi vuruşmaya başladı. Fatma Hanım İnönü’de Yunanlıların tekrar mağlup edildiği müjdesini Ramiz Bey ve Kamil Beye ulaştırdı. Bir yandan zaferin vermiş olduğu sevinçle her ikisinin içi içine sığmazken bir yandan da bir şey yapamamamın vermiş olduğu eziklik vardı.
Beşinci duruşmaya Kamil Bey ve Ramiz Bey İnönü’den gelen sevindirici haberle çıkarlar.Mahkeme devam ederken Kamil Bey’in aklından tek bir şey geçiyordu. Anadolu’yu tekerlek tekerlek ,adım adım , karış karış gezme isteği Anadolu’dan gelen haberler İstanbul Hükümetinin ve işgalci güçlerin canını sıkıyordu. Harp divanı önünde Kamil Bey devleşirken hakimler, yargıçlar ezilip büzülüyordu.Herkes vatanın selametinden,padişahın,saltanatın kurtarılmasından bahsediyordu. “At izinin it izine karıştığı” bir ortamda İstanbul’daki işgalci güçlerin borazanlığını yapan işgallere karşı gelmemenin tek kurtuluş yolu olduğunu kabul eden soysuzlar diğer tarafta “Ya istiklal ya ölüm” diyen vatanperverler.
Doğada her şey zıttıyla birlikte vardır. Bu zıtlıklar hayatın akış yönünün belirleyici unsurlarıdır.
Karar: Ramiz Efendi beraat Kamil Bey 10 yıl kürek cezası ailesinin padişaha ve devlete olan hizmetlerinden dolayı cezasının 3 yıl indirilerek 7 yıl kürek cezası ile cezalandırılması
İngiliz güdümündeki harp divanında mahkum edilen Kamil Bey vicdan mahkemesinde beraat etmişti.     

4 Mayıs 2012 Cuma

Devlet Ana, Kemal Tahir

Devlet Ana, Kemal Tahir, İthaki Yayınları, İstanbul, 2005
Osmanlı Devleti kurulmadan önceki Anadolu’nun görünümünü ve Anadolu insanının özlemlerini anlatırken, güvenli, adaletli bir devlete duyduğu ihtiyacı açığa çıkarmaktadır.

Roman, Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulmasından hemen öncesinde Orhan Bey’in ölümünden önceki dönemden başlayarak, Orhan Bey’in ölümünden sonra yerini alan Osman Bey’in yayılmaya başlama sürecinde geçen olayları ve Söğüt ve civarında yaşayan Türk toplumunu ile aynı coğrafyada ve çevrede Türklerle yan yana yaşayan diğer toplumların yaşam tarzlarını ve ilişkilerini anlatmaktadır.
Olaylar Türkmen Kayı boyunun bulunduğu Bitinya ucunun merkezi söğüt ve çevresinde yaşanmaktadır. Devlet ana romanı; Türk’lerin Müslüman olarak yaşam tarzlarını, törelerini, aile yapıları ve tarihsel kültürlerine bağlılıklarını, Hıristiyan ve Yahudi insanlarla nasıl adalet ve uyum içinde birlikte yaşadıklarını, Türklerin mertliklerini ve aydın kişiliklerini, otoriter yönetim düzenlerini ve demokratik fikir alışverişlerini,  büyüğü sayma küçüğü koruma güdülerini, savaşçılıklarını ve cesaretlerini sürükleyici bir şekilde anlatmaktadır.
Roman, Osman Bey’in babası Ertuğrul Gazi’nin son günlerinde başlamaktadır.  Osman Bey, babası yerine Bitinya (Söğüt civarı)
ucunun işlerine vekaleten bakmaktadır. Bu dönemde, Anadolu’da Moğol egemenliği altında olan Selçuklulara bağlı birçok beylik bulunmaktadır. Moğollar, Doğu kültürünü temel alarak kurulmuş olan Anadolu toprak düzenini bozmuş, adaletsizlik, hırsızlık ve yağmacılığın hüküm sürdürdüğü bir ortam yaratmışlardır. Huzur ve gelişmişliğin bir simgesi olan ticaret kervanları bölgeden artık geçmez olmuş, yol izleri dahi silinmeye yüz tutmuştur. Önceleri varlık içerisinde yaşayan bu bölge insanları, kıtlıkla karşı karşıya kalmaya başlamışlardır. Moğol baskısı altındaki Selçuklular ise son zamanlarını yaşıyor, göstermelik bir yönetim sergiliyorlardı. Anadolu’daki beyliklerin kapı komşusu olan Bizans’ta durumlar ise Avrupa’nın köhnemiş devletlerinin baskısı neticesinde Anadolu’dan farklı değildir. İşte böyle bir ortamda yaşanan romandaki olayların özeti kısaca aşağıda anlatılacaktır.
BİRİNCİ BÖLÜM: KANCIK VURUŞ
Batı Avrupalı şövalyeler, kendilerinin söz sahibi olacağı bir bölge elde etmek için, yıkılmak üzere olan bu sınır bölgelerinde karışıklık çıkartarak egemenlik kurmak için faaliyette bulunmaktadırlar. İşte bunlardan biri olan Sen Jan Şovalyelerinden Notüs Gladyüs bir gün yolculuğu esnasında bölgedeki Issız Han’a uğrar. Burada Ertuğrul’un Bitinya Ucunun sınırının görünüp görünmediğini sorar. Notüs Gladyüs on beş gün önce Gemlik Limanında gemiden inerek Anadolu toprağına ayak basmıştır ve Ertuğrul Bey’in topraklarındaki mağaralardan birinde yaşayan Cenevizli Keşiş Benito’yu aramaktadır. Sovalye Notüs Gladyüs’e göre bu topraklarda Türkmenler ile Bizanslılar yüzyıllardır aptallık yarışındaydılar. Amacı bu toprakları altı aya varmadan eline geçirmek ve taşıdığı kral kanına dayanarak bölgenin yönetimini ele almaktır. Bu maksatla da bölgede uzun süredir yaşayan nam salmış Keşiş Benito ile işbirliği yapmak istemektedir.
Ertuğrul Bey’in güneyinde Germiyanlılar, doğusunda ve kuzeyinde Karacahisar ve  Selçuklular, batısında Bizanslılar bulunmaktadır. Topraklarının üç yanı bataklıktır, sadece Bursa-İznik yönü sağlam topraktır. Ertuğrul Bey ile Germiyanlıların arası yoktur. Germiyanlılar afyon tutkunudurlar. Ertuğrul Bey ise afyonu kendi toprağına sokmaz. Ertuğrul bölgesinde otorite ile adil bir düzen kurmuştur ve halkı ona güvenmekte ve sevmektedir. Savaşçıları yiğittir. Savaşa davul ile giderler. Davul aynı zamanda askere çağırma şeklidir. Davulun sesini duyan işini bırakıp kuşanır silahını ve savaşmaya gider.
Şovalye Notüs Gladyüs Ertuğrul hakkında hancı Rum çocuğa çeşitli sorular sorarak bilgi almaya çalışmaktadır. Niyeti doksan yaşındaki yatalak Türkmen’i bazı tekfurların yardımıyla ortadan kaldırmak ve ondan boşalacak yere kendisinin yerleşmesidir. Bu maksatla kendisine para ile savaşçı toplamayı planlamaktadır.  Bitinya ucunu, ele geçirmek için burada bulunan Osmanlılar ile Germiyanlıları birbirine düşürme planları yapmaktadır.
Şovalye Notüs Gladyüs, handa Moğol ordusu kaçaklarından Türkopol arkadaşı Uranha ve Keşiş Benito ile buluşur. Keşiş Benito sadist ruhlu bir adamdır. Her yerde zalimliğin, kötülüğün hüküm sürmesini istemektedir. Daha sonra bu üçlü keşiş Benitonun mağarasına giderek plan yaparlar ve hazırlıklarını tamamlayarak yola çıkarlar. Planları Moğol savaşçısı gibi giyinip Karacahisar oklarını kullanmak sureti ile Ertuğrul Bey’in savaş atlarını çalmak, bu eylemi Karacahisarlıların yaptığı izlenime vererek Bitinya ucunun yıllardan beri zorlukla sürdürdüğü barışı temelden sarsmak ve sınır boylarını karıştırmaktır. Yıl 1290 dır. Üçlü planlarını gerçekleştirmek için bataklık içinden yola düşer.
Bataklığı geçince Hıristiyan düzeninden kaçarak Türkmenlere, Ertuğrul Bey’e  sığınan Rumların yaşadığı Dönmez Köy’e ulaşırlar. Ertuğrul’un at eğitimcisi Demircan’ın  çadırı buradan ileridedir. Burada Demircan’ı ve beraberinde hancı Mavro’nun ablası Liya’yı öldürürler ve Beyliğin atlarını alarak Germiyan sınırına doğru yola çıkarlar.
İKİNCİ BÖLÜM: UYANDIRILAN IŞIK
Söğüt halkı geçmişteki bolluğa nazaran şu günlerde çok fakirdir. Ertuğrul Bey ise hastadır. Ancak Söğüt halkı, çeşme başındaki kadınların fakir olmalarına rağmen oradan geçen bir esir dilenciye kurtulmalığı için ellerindeki son gümüş paralarını verecek kadar da gururlu ve başı diktir. Söğüt ve civarında Müslüman, Rum , Ermeniler barış içinde kardeşçe beraber aynı şartlarda yaşamaktadırlar.
Kerim Çelebi’nin anası Bacıbey’in Söğüt’e ün salmış, bol gölgeli  serin avlusunda en büyüğü 15 yaşındaki çocuklar ahilik oyunu oynamaktadırlar. Ahi baba kılığındaki Osman Bey oğlu Orhan bey, Kerim Çelebi ve Melik Bey yanlarına gelen üstü kanlı çoban köpeği Alaş’ın kurt boğduğunu düşünerek kurt postunu kapamak için hepsi fırlarlar. Oğuz töresince kurdun postu ilk bulanın olacaktır. Kerim Çelebi ve Orhan Bey kurdu  ararken önce Dönmez Köy’e oradan da Kerim Çelebinin  ağabeyi Demircan’ın çadırına giderler. Burada Demircan’ın okla vurulmuş cesedini bulurlar ve Ertuğrul Bey’in atlarının da çalınmış olduğunu görürler. Bu sırada Dönmez Köy halkının da Demircan’ın ölümünden haberi olur ve hepsi yas tutar. Orhan Bey iz sürücü olarak Dönmez Köy papazının önderliğinde atları takip eder ve izlerin Karacabey sınırından içeri devam ettiğini görür. Bundan sonrası Ertuğrul Bey’in işi diyerek  takibi sonlandırarak geri döner.
Orhan Bey Demircan’ın cesedi ile Söğüt’e gelerek Ertuğrul Bey’e ve babası Osman Bey’e olanları anlatır. Ertuğrul Bey hastalığından dolayı yönetimi Osman Bey’e bırakmıştır. Osman Bey’e Karacahisar Tekfuru’nun böyle bir işe kalkışamayacağını, amcası Dündar Bey’in hemen savaş açmak için kendisini kışkırtacağını, sabırla bunlara direnerek zaman kazanmasını, Oğuz halkının yatıştırılmasını ve alim Şeyh Edebali ile görüşmesi öğütlerinde bulunur.
Demircan’ın annesi Bacıbey’in toplanma davulu çalması üzerine Söğüt’ün erkekleri silah kuşanıp Köslük Meydanında toplanmaya başlarlar. Bacıbey’in isteğiyle Kerim Çelebi’de mollalığı terk ederek savaşçı olarak abisinin kılıcı ile toplanan kalabalığı katılır ve budan sonra Kerimcan diye anılmaya başlar. Ertuğrul Bey’in kardeşi Dündar Alp savaş olması için topluluğu kışkırtmaktadır. Buna karşın Osman Bey önce Şeyh Edebali’ye danışacağını bu yüzden bu gece savaş kararı alınmaması için büyüklere el altından haber gönderir.
Meydanda o gece baskın tarzında akın yapılıp yapılmaması tartışmaları sürerken Ertuğrul Bey’in ölüm haberi gelir ve ağıtlar yakılmaya başlanır. O sırada Ertuğrul Bey’in en yakını, kan kardeşi Akçakoca gelerek Bey seçiminin yapılması gerektiğini söyler. Seçim yapılır ve Ertuğrul Bey’in kardeşi Dündar Alp’in itirazına rağmen seçim sonucu Ertuğrul Bey’in oğlu Osman “Bey” olur.
Osman Bey Demircan’ın öldürülmesi ve atların çalınması ile ilgili gerçekleri Keşiş Benito’nun mağarası civarında yaşayan ve hain planlamadan haberi olan Kamagan Derviş’ten öğrenir. Osman Bey ertesi günü Şeyh Edebali’ye giderek Ertuğrul’un vasiyetini söyler. Ertuğrul2un ilk vasiyeti barışa devam etmek, ikincisi ise Konya’yı ele geçirmektir. Osman Bey Konya gibi verimsiz toprakları olan devlete katkısı olmayacak yerleri almanın anlamsız olduğunu, orayı isteyenin alabileceğini, kendisinin esasen verimli olan ve İmparatorun yeterince güçlü olmamasından faydalanarak Marmara kıyılarına sahip olmak istediğini söyler. Bu konuda “Biz fırsat kollayacaksak, üstünde yaşayanları beslemek zorunda kalacağımız verimsiz toprakları gözetmeyeceğiz, sahipleriyle beraber bizi de besleyecek topraklara yöneleceğiz” der. Osman Bey, zaten fakir halde olan Anadolu’ya doğru genişlemeyi uygun görmemiş, diğer beyliklerle girişeceği çatışmalar sonrasında yok olacağı kanısına varmıştı. Bundan dolayı yönünü, Bizans’a çevirmiştir. Buradaki halkın, feodal yapıya, köleliğe karşı çıktığını tespit etmiş, hoşgörülü davranırsa kolaylıkla onların desteğini alabileceğini fark etmiştir.   
Görüşmeden sonra Osman Bey tekrar Söğüt’e dönerek toplantı halindeki halka sorumluların bulunmasına kadar akın olmayacağını, ama kanlarının da yerde kalmayacağını söyler. Bu sırada Karacahisar Tekfuru Aksantos’un kardeşi Filatyos adamlarıyla Söğüt’e gelir. Hancı Mavro’nun ablası Liya’nın öldürülmesinden Demircan’ı ve de kardeşi Mavro’yu sorumlu tutar ve onu teslim etmelerini ister. Mavro Filatyos’la beraber gitmek istemez ve Bacıbey’e sığınarak “verme beni Devlet Ana” diye yalvarır. Osman Bey olayın bir komplo olduğunu belirterek Mavro’yu vermez ve bunun üzerine Filatyos bozularak geri döner. Bu yaşananlardan sonra Osman Bey herkesin gece, gündüz bir akına karşı hazır olmasını emreder.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: DOST ÇELMESİ
Silah ustası Kaplan Çavuş Kerimcan’a ve Mavro’ya silah kullanmasını ve ata binmesini öğretmektedir. O sırada 6 yıldır kendisini görmediği arkadaşı, kan kardeşi Ozan Yunus Emre yoldan gelir. Yunus Emre rüyasında Osman Bey’in beyliğinin çok genişleyeceğini, ağaç dalları gibi yayılacağını görmüştür. Ayrıca daha önceden vermemiş olmasına karşı bu sefer Şeyh Edebali’nin kızı Balkız’ı Osman Bey’e vereceğini görmüştür.
Yunus Emre Kaplan Çavuş’a delik demir meselesini sorar. Kaplan Çavuş gizlilik içinde barut ile ilk tanışmasını, Moğol binbaşısından aldığı barutu, Eskişehir’de delik demir ile uğraşırken yüzünün nasıl yandığını, şimdiki çalışmalarını ve son gelişmeleri anlatır. Kaplan Çavuş bugünkü anlamda barut kullanarak mermi atan top ve tüfek yapmaya çalışmaktadır. Tek sıkıntısı yeterli barutunun olmaması ve barutun tam olarak nasıl yapıldığını bilmemesidir. Bu yüzden fazla sayıda deney yapamamaktadır. Bölgede barut yapmayı bir tek Kamagan Derviş bilmekte, o da atalarından aldığı bu sırrı kimseye vermemektedir. Ayrıca Kaplan Çavuş Frenk ustalarının da delikli demir üzerinde çalıştıklarını duymuştur. Ancak bu  Hıristiyanlarda sihirbazlık sayılıp, insanlar yakıldığı için Frenkler de gizlice çalışmaktadırlar.
Osman Bey, Seyh Edebali’nin kızı Balkız’ı daha önce de kendisi için dünürlük yapan Eskişehir Sancak Beyi Alişar Bey’in istemesini ister. Ancak Alişar Bey kızı kendisine almak istemektedir, dünür olarak gider ve kızı kendisine ister ancak vermezler. Sonuçta Osman Bey’e giderek senin için istedim ama vermediler der. Fakat hain emelinden vazgeçmiş değildir ve mutlaka kızı kendisine almak istemektedir. Alişar Bey rüşvete savaş açmış, halkın sevdiği bir beydir ancak kadınlara karşı aşırı zafiyeti vardır, bu yüzden de borç içinde yüzmektedir. Onu her türlü işte Hop hop Kadı yönlendirmekte ve beyliği el altından yönetmektedir. Kadı Alişar Bey’e akıl vererek kızı kaçırmasını ister ve bunun için de eşkıya Çudaroğlu’na teklif götürürler.
Sovalye Notüs Gladyüs karmaşa çıkartmak ve emellerine ulaşmak için böyle bir fırsatı kaçırmayacaktır. Çudaroğlu, Balkız’ı kaçırmak için gece Alişar Bey’in konağına gelir. Yanında Sovalye Notüs Gladyüs ve Uranha da vardır. Çudaroğlu Moğol ordusundan atılmış, kendisine çete kurarak eşkiyalık yapan biridir. Osman Bey onu cirit oyununda bir kez yıkmıştır ve o günden beri de ona kin beslemektedir. Balkız’ı kaçırma işini sırf bu yüzden kabul etmiştir. Balkızı onun organizatörlüğünde Notüs Gladyüz ve Uranha kaçıracaktır. Bu iş için ayrıca Alişar Bey’den beş yüz altın alacaklardır.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: FAL
Bacıbey, Şeyh Edebali’nin kızını neden Osman Bey’e vermediğini öğrenmek için fal baktırmaya, Kamagan Derviş’in yanına gittiğinde Söğüt’te imdat davulları çalmaya başlar. Hemen atlarına binip yardıma koşarlar. Öğrenirler ki Balkız’ı kaçırmak isteyenler becerememişler ve  Balkız’ı bataklığın yanında bırakmışlardır. Balkız bu işin Alişar Bey’in bir oyunu olduğunu, aslında kendisinin düşündüğünün tersine Osman Bey’in kendisini ikinci defa Alişar Bey vasıtasıyla istettiğini, ama Alişar Bey’in ise haince onu kendisine istediğini anlamıştır ve alamayınca da kendisini Şovalye Notüs Gladyüs’e ve Uranha’ya kaçırttığını Mavro ile Kerimcan’a anlatır. Taşlar yerine oturunca Demircan’ın katilinin de bu işi yapanların da aynı kişiler olduğu ortaya çıkar.
Şeyh Edebali karışıklık çıkmaması için Balkız meselesini zamanı gelinceye kadar Osman Bey’in bilmesini istemez. Ancak Osman Bey nihayetinde durumu öğrenir ve İnönü’ye Nurettin Voyvoda’nın yanına giderek Alişar Beyi meseleyi konuşmak için buraya çağırtır. Osman Bey’e bu seyahatinde Kerimcan, Orhan Bey ve Mavro da eşlik ederler. İnönü’de Voyvoda Nurettin Bey’in konağında Alişar Bey beklenirken, esnaftan gelen bir haberle baskın olacağını öğrenirler. Kerimcan süratle hareket ederek yardım getirmeye gider. Alişar Bey, Tekfur Filatyos, Eşkıya Çudaroğlu, Sovalye Notüs Gladyüs ve Uranha adamlarıyla beraber İnönü’yü basaralar. Osman Bey’den  Mavro’yu ablası Lilya’nın katili olduğunu ileri sürerek teslim etmelerini isterler ve baskın için bunu bahane gösterirler. Osman Bey Mavro’nun Müslüman olduğunu ve veremeyeceklerini söyler ve Alişar Bey’e teke tek meydan okur. Savaş artık kaçınılmazdır.     Osman Bey Alişar Bey’i vuruşmada yaralar ve bu sırada Kerimcan da yardım ile yetişir. Mavro ablasının ve Demircan’ın katili Şovalye Notüs Gladyüs’ü okla gözünden yaralar ve  Alişar Bey’de aldığı yara sonucu ölür. Diğerleri ise korkuyla kaçarlar.
BEŞİNCİ BÖLÜM: DERİN GEÇİT
Beylik yazı geçirmek için Domaniç yaylasına çıkmaktadır. Bu arada Mavro ablasının atı al kısrağı Osman Bey’in koyduğu yasağa rağmen Karacahisar’a gidip almış ve dönmüştür. Yolda Yerhisar Tekfuru’nun kızı Lotüs ile karşılaşırlar. Orhan Bey eskiden beri tanıdığı Lotüs’e Lülüfer Hanım demektedir ve ona karşı yoğun ilgisi bulunmaktadır. Söğütlüler Domaniç yaylasına doğru yol alırken, Dervent’te Karacahisar Tekfuru’nun kardeşi Filatyos ile Çudaroğlu çetesinin ve Eskişehir Subaşısı Pervane’nin kendilerine pusu kurduklarını öğrenirler.
Osman Bey’in dehası ile akıllıca bir taktik uygulayarak pusu atanlara karşı baskın yapılarak yol açılır ve pusucular zayiat vererek kaçarlar. Osman Bey böyle bir durumda Söğüt’ü boş bırakarak yaylaya çıkmayı emniyetsiz bulur ve Söğüt’e geri dönme kararı alır. Olan biteni anlatmak için Kaplan Çavuş’u Konya’ya ulak gönderir. Kaplan Çavuş Konya’nın halinin içler acısı olduğunu ve ahalinin Türkmen’in adaletini, kötülüğü önlemesini, kendilerince sahip çıkmasını istediğini görür. Bu arada Tebriz’den gelen habere göre Moğol İmparatoru Argun İlhan ölmüştür. Moğol İmparatoru’nun ölüm haberini erkenden almış olan Osman Bey, oluşan siyasi boşluktan faydalanarak sınırlarını geliştirmeye karar verir ve İmparatorluğun temellerini atar. Çok az bir kayıpla Karacahisar’ı fetheder. Akında Müslüman, Ermeni, Rum, Hıristiyan hep birlikte kardeşçe, omuz omuza Osman Bey’in izinde, Türkmen’in adalet ve liderliğinde vuruşup zaferi kazanmışlardır.
ALTINCI BÖLÜM: KERİMCAN’IN YOLU
Yerhisar Tekfuru’nun kızı Lotüs Orhan Bey’e kendisini kaçırması için haber salar. Çünkü babası onu yaşlı bir tekfurla evlendirecektir. Bu tekfur Osman Bey’in en güvendiği dostu Rumanos Tekfurudur. Osman Bey Eskişehir Sancak Beyliği’ni de aldıktan sonra halka, tüccara adalet dağıtır eski sömürgeci düzenleri yıkar. Bu nedenle diğer tekfurların nefretini kazanmıştır. Osman Bey Orhan’ın kızı kaçırmasını kabul etmez ve uzak durmasını emreder. Bu arada Orhan Bey Rumanos Tekfuru’nun düğünde Osman Bey’i kahpece bitireceğini öğrenir.
Osman Bey, Rumonos Tekfuru’nun bu oyununu düğününde bozmak ve baskın yapmak için plan yapar. Ancak her türlü gizli bilgi önceden düşmanları tarafından bilinmektedir. Bu hainin kim olduğunu araştırırlar ve hainin amcası Dündar Bey olduğunu ortaya çıkarırlar. Söğüt Uluları önünde Dündar Bey’e bunu sorarken Dündar Bey Osman Bey’e hançer atıp öldürmek ister ancak başaramaz ve orada öldürülür.
Osman Bey, askeri dehasını göstererek rakiplerini kolaylıkla alteder. Bu savaşlar esnasında senelerdir toprakları üzerinde yaşayanlara karşı hoşgörülü davranmasının karşılığını görür. Düğün günü Bilecik, İnegöl, Yerhisar, Atranos Hisarları Osman Bey kuvvetleri tarafından  baskınla ele geçirilir. Kaçan Notüs Gladyüs ve Uranha  ile Keşiş Benito’yu Mavro ve Kerimcan öldürerek öçlerini alırlar. Kerimcan, her şey bitince Osman Bey’in kendisine verdiği Yerhisar Subaşılığı’ndan affını istemiş, kılıcı ebediyen bırakarak Bacıbey’in tüm karşı koymasına rağmen kendini bilime adamış ve Şeyh Edebalinin medresesinde molla olma kararı almıştır.
Kitapta yer alan çeşitli karakter tiplemeleri ile o günlerde içinde bulunulan şartlar, insanların arayışları ve kısaca Osmanlı’nın ilk imparatorluk kurma çalışmaları ile bunu başarabilmesinin temel nedenleri anlatılmaktadır. Osman Bey’in amcası Dündar Alp’in kişiliğinde, beyliği kapmak için yapılan ihtiraslar, düşmanla anlaşmalar, çeşitli entrikalar temsil edilmektedir. Toplanan meclis içerisinde ise, ileri gelenlerin düşünceleri dikkatle dinlenmekte, son kararının ise Osman Bey tarafından verilmesine kimse itiraz etmemektedir. Roman boyunca seçilen karakterler sayesinde, her türlü ilişki gözde canlanacak şekilde anlatılmaktadır. Sen Jan şövalyesinde Batı Avrupa’nın köleliği öne çıkaran yapısı, Eskişehir beyi Alişar’da, insanların şehevi isteklerin, beylikleri karşı karşıya getirebileceği, Keşiş Benito’da yabancıların beşinci kol faaliyetleri, Moğol çetesinde, moğolların yağmacılığı, kural tanımazlığı tasvir edilmekte, roman okuyan üzerinde çok büyük etki yaratmaktadır.