Bernard Lewis etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bernard Lewis etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Modern Türkiye’nin Doğuşu, Bernard Lewis

Modern Türkiye’nin Doğuşu, Bernard Lewis, 2000, Ankara
Osmanlı İmparatorluğu’nun bozulan devlet ve idari yapısı üzerine, Tanzimatla başlayarak yapılan modernleşme çalışmalarının sonrasında kurulan Modern Türkiye Cumhuriyetinin yaşadığı süreci anlatmaktadır.
Eserde çöken bir imparatorluğun  yıkıntısından modern bir devletin nasıl oluştuğu anlatılmaktadır. Kitap bir giriş ve iki kısımdan oluşmaktadır.
Giriş kısmında Türk uygarlığının kaynakları ve tabiatı incelenmektedir. Birinci kısım değişmenin başlıca evreleri olan ana olay ve süreçleri; Osmanlı İmparatorluğunun  yıkılışı, Batının etkisi, Osmanlı Reformları, 19 ncu yüzyılda atılan devrim tohumları, İstibdat ve Aydınlanma, İttihat ve Terakki partisi, Atatürk tarafından Modern Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu ve Atatürk sonrası Cumhuriyeti kapsar. Kitabın ikinci kısmında değişimin dört ana veçheleri olan ümmet ve millet, devlet ve hükümet, din ve kültür, elit ve sınıf daha ayrıntılı olarak incelenmiştir. Ayrıca  son bölümde Türk Devriminin başarısı üzerinde genel sonuçlar ortaya konmuştur. Yazarın bu incelemesi Atatürk’ün partisinin, bizzat kendisinin örgütlediği hür bir seçimle iktidardan uzaklaştığı 1950 yılına kadar olan dönemi kapsar.
 Türkler tarafından fethedilen Anadolu toprakları için Türkiye adı ilk kez 1190 tarihli Barbarossa  Haçlı Seferinin Vakayinamesinde görünür. On üçüncü yüzyılda bu isim batılı yazarlar tarafından sıkça kullanılmıştır. Fakat, Osmanlı imparatorluk toplumunda etnik bir terim olan Türk deyimi az kullanılmıştır. Bunun için, “Türkler, Türkçe konuşan ve Türkiye’de yaşayan bir millettir” fikrinin Türkiye’ye girişi, Türk halkı tarafından kabulü geçmişin köklü sosyal, kültürel ve siyasal fikirlerinin yerini aldığı için gerçek anlamda büyük bir devrim olmuştur.   
Modern anlamda Türk Milleti fikri 19’uncu yüzyıl ortalarında ortaya çıkmıştır. Türk özdeşlik duygusunun büyümesi, islami uygulama ve gelenekten ayrılıp Avrupa’ya yönelen hareketle bağlantılı olmuştur. Bu, sınırlı bir amacı gerçekleştirmek düşüncesiyle kısa vadeli reform tedbirleriyle başlamış, sonra bütün bir ulusu bir uygarlıktan bir diğerine aktarmak üzere geniş çaplı bilinçli bir girişim haline gelmiştir. Bu hareket, Türkleri üzerinde oturdukları ülkeyle kendilerini özdeşleştirme fikriyle birlikte, dönemin tehlikeli pan-turanist maceraların önüne geçerek Türk milletini daha büyük tehlikelerden korumayı da amaçlamıştır. Böylece Modern Türkiye’nin şekillenmesine üç farklı etki; İslami, Türk ve mahalli etkiler katkıda bulunmuştur.
Osmanlı kudret ve azametinin çöküşündeki evreler, uluslar arası açık anlaşmalarla belirlenmiştir. On yedinci yüzyıl bir eşitlik tavizi ile başlamıştır; yenilginin açıkça kabulüyle sona ermiştir. 1682’de Köprülülerin reformlarıyla sıhhat ve gücüne geçici olarak tekrar kavuşan Osmanlı İmparatorluğu, Avrupalılara karşı büyük bir taarruza geçmiştir. Fakat Viyana duvarları önünde 1683’te ikinci başarısızlık kesin ve son olmuştur. Bundan sonra alınan büyük yenilgiler ve yapılan anlaşmalar merkezi hükümetin zaten azalmakta olan otoritesini hepten zayıflatmıştır. On sekizinci yüzyılın her büyük askeri yenilgisinden sonra devlet adamları bundan türlü çıkış yolları aramışlardır.
Osmanlının çöküşünde etkili olan faktörler üç grupta; devlet idaresi, iktisadi ve toplumsal hayat ile manevi, kültürel ve entelektüel alanlardaki değişmeler olarak incelenebilir. Devlet işleyişindeki çöküntünün sebeplerini inceleyen Koçi Bey, saray, bürokrasi, adliye ve silahlı kuvvetlerdeki bozulmalara dikkat çeker. Devletin işleyişindeki çöküntü sadece yüksek hükümranlık araçlarını değil, bütün İmparatorluk yüzeyinde bürokratik ve dini kurumların bütününü etkiler. En dikkat çekici çöküntü Osmanlı silahlı kuvvetlerindedir. Uzunca bir süre Osmanlı İmparatorluğu’ nun kudretli ve başarılarla dolu askeri çehresi, hüner ve yaratıcılıkta gittikçe artan iç gerilemeyi maskeler. Zamanla yeni teknikleri benimsemede atiklik ve çabukluğun azalması, kalemiye ve ilmiye sınıfındakine paralel olarak, silahlı kuvvetlerin mesleki ve moral standartlardaki genel bozulmanın belki de en tehlikeli cephesi olmuştur. Sonuç olarak,  hüner ve yaratıcılıktaki bu iç gerileme, Osmanlı orduları ve donanmasının küçük görülen Hristiyan hasımları karşısında bir dizi yenilgilerle sarsılmasına neden olur.
Avrupalıların yeni ticaret yollarını keşfetmeleri Osmanlı ticaretine tam bir darbe olur. Dünya ticaret yollarının Osmanlı kontrolünden çıkması, yeni keşfedilen bölgelerden değerli madenlerin Osmanlı topraklarına girişi, yerli sanayiyi yıkmış, para sistemini alt üst etmiş, Türk ham maddelerini Avrupalılar için çok ucuz hale getirerek mali ve iktisadi hayata büyük bir darbe indirmiştir. Tımar sisteminin yerine getirilen vergilendirmenin insafsız, basiretsiz ve aşırı olması ise tarımdaki çöküşü hazırlamıştır. Bu durum kırsal kesimde yaşayan kesimi büyük bir sıkıntıya soktuğundan toplumsal hayattaki dengeyi de bozmuştur. Ekonomideki büzülme, hantallaşan bir üst yapı, devletin gereksiz harcamaları, teknolojideki gelişmelerin takip edilememesi de çöküşü hızlandırır.
1789 Fransız İhtilali İmparatorluk toprakları üzerinde etkisini gösterir ve çeşitli milletlerden oluşan ülke topraklarında bağımsızlık hareketleri başlar. Bu hareketler sonucu özellikle Balkanlarda büyük toprak kayıpları olur. Osmanlının o güne kadar uyguladığı politikalar dağılmayı önlemeye yeterli olamaz ve bütün bunlar çeşitli akımların ortaya çıkmasına zemin hazırlar. İslamcılık, Turancılık, Ümmetçilik gibi akımlar zaman zaman etki göstermesine rağmen çeşitli nedenlerle başarısızlığa uğrar ve bu gelişmeler ve acı tecrübeler sonunda milliyetçilik önem kazanır.
Türkler üzerindeki Batının etkisi on sekizinci yüzyıla kadar fazla hissedilmez. Bu döneme kadar  Türkler Batı fikir ve uygarlığını reddetmekle beraber savaş sanatlarında bir çok yeniliği hemen kabul etmişlerdir. Ateşli hafif silahlar hemen aynı zamanda kabul edilmiş ve çok geçmeden de topçular, tüfekçiler, kumbaracılar ve lağımcılar Osmanlı ordusundaki yerlerini almıştır. Bu durum gemi yapımı, deniz savaş teknikleri ve haritacılık için de geçerlidir. Bir Batılılaşma politikasına ilk bilinçli teşebbüs, Karlofca (1699) ve Pasarofca (1718) anlaşmalarının da etkisiyle on sekizinci yüzyıl başlarında olmuştur. Bu politikayla Büyük Petro idaresindeki Rusya örnek alınarak, enerjik bir Batılılaşma ve modernleşme programıyla İmparatorluğu bütün zafiyetlerinden kurtararak tekrar eski günlerine döndürmek hedeflenmiştir. Bu dönemde sosyal ve kültürel hayatta bazı değişmeler olmakla birlikte esas değişim topçuluk, denizcilik ve matbaacılık alanlarında olmuştur. İmparatorluğun bu dönemde Avrupa’dan yardım için yöneldiği ülke Fransa’dır. Dönemin en önemli reformcusu ise III. Selim’dir.
Bazıları tarafından Osmanlı imparatorluğunun Büyük Petrosu diye tanımlanan . Mahmut 1826’da Yeniçeri Ocağını ortadan kaldırdıktan sonra ölümüne (1839) kadar olan dönemde büyük bir reform programına girişti. Bu reformlarda on dokuzuncu ve bir dereceye kadar yirminci yüzyıldaki  Türk reformcularının izleyeceği  ana hatları kurdu. . Mahmut bu dönemde Anadolu ve Rumeli’yi büyük ölçüde kontrolü altına alarak merkezi hükümetin yetkisini artırdı, askerlik, mülkiyet tescili ve vergi sistemini iyileştirmek için ilk defa 1831’de nüfus sayımı yaptırdı, tımar sistemini kaldırdı, vakıf ve dini tesisleri devletin kontrolü altına aldı, haberleşme ve ulaştırma sisteminin gelişmesini sağladı, yeni meclis ve nazırlıklar kurarak merkezi hükümetinde yapı ve kuruluşunu büyük oranda değiştirdi, sivilleri de içerisine alan bir kıyafet reformu gerçekleştirdi. 
Mahmut’tan sonra yerine gelen oğlu Abdülmecit Tanzimat dönemini başlattı. Bu dönemde hukuk, askerlik, maliye, adliye ve eğitim alanlarında reformlar yapıldı. 19’uncu yüzyılda gerçekleştirilen bu reformlar Türk toplumunun hemen her grubunun çıkarlarına karşı bir çeşit tehdit gibi algılandığından, Tanzimatçılar muazzam güçlüklerle karşılaştılar. Bütün zorluklara ve başarısızlıklarına rağmen, Tanzimatçılar daha sonra yapılacak olan daha köklü modernleşme için zorunlu temeli kurdular. Muhtemelen en büyük başarıları da eğitim alanında olmuştur. Çünkü 19’uncu yüzyıl boyunca kurulan okullarda, yeni bir ruh ve zamanın gerçekleri hakkında yeni ve açık bir anlayışla yetişen, yeni bir elit yetişir.
1871’e gelindiğinde reform hareketleri, basit bir geçmişe dönüş politikasını imkânsız kılacak kadar yol almış bulunmaktadır. Eski düzenin yıkılması, onun yeniden ihyasına imkân bırakmazcasına köklü olmuştur; iyi veya kötü, Türkiye’nin önündeki tek yol, modernleşme ve Batılılaşma yolu kalmıştır. Hızlı veya yavaş, doğru veya dolambaçlı gidilebilir, fakat geriye dönülemez hale gelmiştir.
Bu dönemde reform hareketleri yeni bir evreye girmiştir. Okullarda yetişmiş olan elit bir kesim; Genç Osmanlılar, devletin otokratik iktidarını sınırlamak maksadıyla  edebi bir hareket başlattı. Bu dönemde reform caba ve gayretlere destek padişahlardan değil daha çok bu elit kesimden gelmiştir. 1876’da Kanun-i Esasinin ilanı bunun en güzel örneği olmuştur.
Sultan Abdülhamit’in 1877-78 Rus savaşı sebebiyle  Meclisi dağıtması Genç Osmanlıların sonu oldu. Bundan sonra . Meşrutiyet ilan edilinceye kadar geçen dönem (1878-1908) Abdülhamit’in istibdat yönetimiyle geçti. Abdülhamit hürriyetçi ve meşrutiyetçi fikirlere şiddetle düşman olmakla beraber, hem Osmanlı imparatorluğunu hem de ülke içinde kendi konumunu güçlendirecek araçlar olan reformları akıllıca seçip uyguladığından Batılılaşma ve reformlara tamamen karşı da değildi. Abdülhamit döneminin ilk on yılları aktif bir değişim ve reform dönemi olarak daha önceki hükümdarlar döneminde başlatılmış veya planlanmış olan pek çok şey tamamlanmıştır. Tanzimat hareketinin hukuk, idare, eğitim alanlarında başlattığı iyileştirmeler bu dönemde zirveye çıkmıştır.
Buna rağmen ülkenin yönetimi hala belli bir elit kesimim için bir imtiyazdı. Bu nedenle, devrimci değişikliğin öncüleri Sultanın dikkatle gözetlediği sivil ve askeri okullarda yetişti. 1902 ve 1906 yıllarında Genç Türk hareketi yayılmaya devam etti. 1906‘dan sonra bu hareket kıta hizmetindeki subaylar arasında da devrimci hücrelerinin kuruluşu ile gelişmeye başladı. Hareket bundan sonra ivme kazanarak 1908’de Genç Türklerin iktidarıyla neticelendi.
Genç Türkler; İttihatçılar, 1908’den, 1918’de İmparatorluğun nihai yenilgisine kadar iktidarda kaldılar. Bu dönemde diğer hükümetler gibi ekonomik, siyasi ve idari sorunlara daha az önem verdiler. Bununla birlikte büyük bir ekonomik sorunu-toprak sorununu- çözmeye çalıştılar ve cumhuriyet devrinde gelişecek olan iktisadi milliyetçilik politikasında ilk adımları attılar. Toplumsal hayattaki batılılaşmaya hız kazandırdılar. Eğitime önem vererek bu alanda başarı sağladılar. Bu alanda başlatılan reformları devam ettirdiler; yeni bir lâik ilk ve orta dereceli okullar sistemi, öğretmen okulları ve özel kurumlar kurdular. Ayrıca kızlar için de eğitim fırsatlarını geliştirmişlerdir. Yeni bir vilayet ve belediye idaresi hazırlayarak yürürlüğe koydular. Kadın haklarının korunması için Aile Hukuku kararnamesini çıkardılar. Polis teşkilatını ve Belediyecilik sistemini ülke geneline yaymaya çalıştılar. Belki de en önemlisi entelektüel ve kültürel hayatı gelişmesini ortam sağladılar. Fakat bu tedbirler imparatorluğu çöküşten kurtarmak için yetersizdi ve 1918’e gelindiğinde Genç Türkler için zaman kalmadığı artık açıktı.
Mondros Mütarekesinin imzalanmasıyla Osmanlı İmparatorluğu yenilgiyi kabul etmişti. İstanbul’da yeni Padişah işleri kişisel kontrolü altına almaya çalışırken, İttihat ve Terakki Partisinin liderleri dışarıya kaçmışlardı. Mustafa Kemal başkentin umutsuz durumunu anlayarak, bazı canlanma belirtilerinin görülmeye başlamış olduğu Anadolu’ya geçmeye karar  vermiş ve Aralık 1918’de ‘Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’ adıyla ilk direnme grupları teşekkül  etmiştir. Mustafa Kemal, Samsun’a çıktığı andan itibaren, milli bir ordunun kadrolarını örgütleyerek ve bir Kurtuluş Savaşının temelini hazırlayarak çetin bir çalışma içine girmiştir. Haziranda Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay ve Refet Bele ile Amasya’ da gizli bir toplantı yapmış ve Erzurum’da 15’inci Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa ile bağ kurmuştur. 23 Temmuz 191’da Erzurum’da, ikinci ve daha önemli kongre, ülkenin her tarafından gelen vekillerin katıldığı Sivas’ta 4 Eylül’de toplanmıştır. 1920 yılında Mustafa Kemal’in önderliğinde TBMM açılmıştır.
Lozan Anlaşması aylarca süren diplomatik çekişmelerden sonra 24 Temmuz 1923’te imzalandı. Bu anlaşma ile bugünkü Türkiye cumhuriyetinin içine aldığı topraklarda Türk egemenliği yeniden kuruldu, Milli Misak’ta ifade edilen istekler uluslar arası alanda tanındı. Böylece askeri savaş kazanılmış ve milliyetçilerin siyasal programı başarıya ulaşmış oluyordu. Bundan sonra ne yapılacaktı? İşte bu sorunun cevabında Mustafa Kemal gerçek büyüklüğünü gösterdi. O, bütün istilacılar ülkeyi terk ettikten sonra, hiçbir ihtirasa kapılmadan, kahramanlar arasında istisna olarak görülen bir gerçekçilikle, zaten geri olan ve uzun yıllar süren savaşlarla iyice yıpranmış olan ülkeyi yeniden yapılandırmak ödevini görebilmiş ve  cesaretle bu işe koyulmuştur.
1 Kasım 1922 tarihinde Saltanatın kaldırılması ile çeşitli kesimlerin saltanat beklentilerine son verilir. Fiilen sona ermiş olan Osmanlı Hanedanı bu kararla hukuken de sona ermiş olur. Modern Türkiye yolunda yapılacak devrimlere en büyük engeli teşkil eden Halifelik 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan bir kanunla ortadan kaldırılır. 1926 yılında Medeni Kanunun kabulü ile kadın hakları alanında büyük ilerleme kaydedilir. 1928 yılında yeni Türk harflerinin kabulü ile, okuma ve yazması kolay kendi öz benliğimize uygun Latin harfleri kabul edilir.
Cumhuriyetin ilanından itibaren Atatürk‘ün önderliğinde kurulan Cumhuriyet Halk Partisi’nin karşısında demokrasinin esası olan siyasi partilerin kurulması için Büyük Önder yaşamı süresince iki kez teşebbüs de bulunmuş, ancak kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası, Cumhuriyet ve Atatürkçü düşüncenin karşısında bulunan gerici ve irticai kişilerin toplandığı kurumlar halinde faaliyet gösterdiğinden zorunlu olarak kapatılmışlardır. Cumhuriyetin ilanından sonra ekonomik alanda büyük gelişmeler olmuş, devlet desteği ile ülkede sanayinin alt yapısı oluşturulmuş, karayolları, demiryolları yapımına hız verilmiş, bankalar kurulmuş, ekonomik hayatın organları süratle oluşturulmuştur.
Atatürk’ün ölümünde sonra İsmet İnönü cumhurbaşkanı olur. Atatürk’ün 1938 yılında hayata veda etmeden önce söylediği gibi Türkiye Cumhuriyeti 1939 yılında başlayan İkinci Dünya Savaşının dışında kalır. Bu hususta en büyük rolü İnönü oynar. Böylece yeni toparlanmaya başlayan Genç Türkiye Cumhuriyeti yeni bir çöküntüye uğramaktan kurtulur.
Savaştan sonra Türkiye’de tek parti idaresini sona erdiren ve o zaman göründüğü gibi, ülkeyi liberal parlamenter demokrasi yoluna oturtan hızlı ve ani bir değişiklik gelir. 1950’de Demokrat Parti seçimleri büyük farkla kazanarak CHP iktidarına son verir.
İslamlığı kabul eden hiçbir ulus kendi özdeşliğini İslâm ümmeti içinde eritmekte, Türklerden daha ileri gitmemiştir. Türkler İslam dinini kabul ettikten sonra önceki geçmişlerinden birkaç hatıra korudular ve Türk ile Türk olmayan arasına hiçbir engel koymadılar. İmparatorluk ve İslamlık geleneklerinin çift ağırlığı altında, Hrıstiyanlık ve sapkınlıklara karşı ikili mücadelede doğuş halindeki Türk milli özdeşli duygusu ezilmiş ve silinmiştir. On dokuzuncu yüzyıl ortalarına kadar ki Osmanlı yazılarında ve ondan sonrakilerin çoğunda ‘Türkiye’ sözcüğü kullanılmamıştır.
Osmanlı İmparatorluğunun önlenemez bir çöküşe girmesiyle İmparatorluğun efendileri olan Türkler de kendi ulusal özdeşlik duygularını yeniden kazanmaya başlamışlardır.  Osmanlılığın iflası, Panislâmizm’in ancak sınırlı bir başarı göstermesi ve Batılı görüşlü genç aydınlara gittikçe daha az çekici hale gelmesi Türkçülük hareketini hızlandırdı. 1908’de başlayan kültürel milliyetçilik de yeni yetişen nesilleri Türk ulusuna dayanan özdeşlik ve bağlılık fikrine alıştırmıştır. Türkiye’nin kurulmasıyla “Türkiye Türklerin ülkesidir” fikri kabul edilerek Batıda egemen olan ulus-devlet kavramı uygulanmıştır. Böylece İmparatorluk ve İslamlık geleneği olan ümmetçilin yerini Modern Türkiye’de millet kavramı almıştır.     
İkinci veçhe devlet ve hükümettir. On dokuzuncu yüzyıl boyunca Türk reformcuları Türkiye’ye bir Avrupalı devlet şekil ve yapısı vermeye çalışmışlardır. Avrupalı kanunlar ve Yargı örgütü, Avrupa tarzında bakanlıklar ve idari usuller bir takım değişikliklerle kabul edilmiştir. Bu süreç sonunda; Türkiye evrensel bir İslami İmparatorluktan, anayasası olan, halk egemenliğine dayalı, kuvvetler ayrılığı prensibini temel alan laik ve milli bir devlet haline gelmiştir.
Diğer bir değişim alanı ise dinî ve kültürel hayattır. Bu alanda da kısa zamanda bir dizi köklü değişikliklerle şeriat kaldırılmış, din devlet işlerinden ayrılmıştır. Bu amaçla, medreseler kapatılmış, tarikatlar ve temsil ettikleri hayat tarzı yasaklanmış, Avrupa medeni ve ceza kanunları kabul edilmiş, dini vakıflar millileştirilmiş, ulema tasfiye edilmiş, kılık ve kıyafet, takvim ve alfabe gibi toplumsal ve kültürel semboller ve uygulamalar değiştirilmiştir. Böylece İslam dini, çağdaş, Batılı bir ulus-devletteki rolüne indirgenmiş ve dine daha modern ve milliyetçi bir şekil verilmiştir.
Eskiyi unutup, yeni Latin harfli Türkçe de ifade edilen yeni fikirlere açık bir nesil yetiştirmek için Latin alfabesi Kasım 1928’de kabul edilmiştir. 1932’de de Türk dilinin gerçek güzelliğini ve zenginliğini ortaya çıkarmak ve onu dünya dilleri arasında layık olduğu yüksek mevkie çıkarmak amacıyla Türk Dil Kurumu kuruldu.
Yeni Türkiye’nin hazırlanmasında ve kuruluşunda elit kesimden özellikle subaylar, memurlar, hukukçular ve gazeteciler çok önemli bir rol oynadılar. Laik hukukun kabulü yeni hukuku uygulayacak yargıç ve avukatlara talebi artırdı. Okuryazarlığın artışı, haber ve bilgi için gazeteye talebi artırarak gazeteciliğe yeni bir itibar ve nüfuz sağladı. Cumhuriyet döneminde de iktisadi gelişme, eğitimin yaygınlaşması, kitle haberleşme araçlarının gelişmesiyle yeni toplumsal sınıfların ortaya çıkması hızlanmış ve bunların da kamu işlerine katılmasıyla elit kesim daha bir genişlemiş ve çeşitlenmiştir.
 Türk devrimi; bir zamanlar küçük görülen düşmanlara karşı bir dizi yenilgiler, Türkleri varlıklarını korumak için,  Avrupa silahlarını benimsemek, danışmanları çağırarak modern ordunun ve devletin temelinde yatan fikirleri ve kurumları kabul etmek zorunda kaldığı zaman başlamış, İslami bir imparatorluktan milli bir devlete, bir orta çağ teokrasisinden anayasalı bir cumhuriyete, bürokratik bir feodalizmden modern bir kapitalist ekonomiye birbirini izleyen reformcu ve radikal dalgalar tarafından uzun bir süreçten sonra tamamlanmıştır.

21 Şubat 2012 Salı

Semitizm ve Anti-Semitizm, Bernard Lewis

Semitizm ve Anti-Semitizm, Bernard Lewis, Everest, 2004, İstanbul
Yahudilik, Siyonizm, Semitizim, Anti-Semitizm ve İsrail Üzerine.

               Yazar kitapta Yahudi sorununu başlangıcından günümüze kadar aşama aşama olayların gelişimine vurgu yaparak anlatmıştır. Öncelikle kitapta sıkça geçen İsrail nedir, Siyonizm nedir ve Yahudiler kimlerdir? Sorularını cevaplamıştır.
            İsrail 14 Mayıs1948’de kurulan devletin adıdır. Diğer devletlerin yaptığı gibi kendi çıkarlarını güderek, bu çıkarlarına hizmet edecek politikaları uygulayan bir devlettir. Siyonizm Yahudi devletine dönüşecek bir Yahudi ulusal yurdu oluşturmaktır. Bu yurt başka yerlerde yaşamaya devam eden Yahudilere gerek duydukları takdirde sığınak olacak ve onlara cesaret verecekti. Ayrıca katledilme ve şüphe duyulma korkusu olmaksızın kendi kültürlerini ve yaşam tarzlarını geliştirebilecekleri bir merkez haline gelebilecek bir yurt. Bazıları bu Yahudi ulusal yurdunun dünyanın herhangi bir yerinde kurulabileceğini öne sürdü. Burası boş bir arazi de olabilirdi de, gönüllü bir devlet de. Bunun için birçok yer düşünüldü, fakat bu tartışmanın ötesine geçilemedi. Yahudilerin tarihsel hak iddia ettikleri, gerekli çaba ve tahammül gücünün gösterilmesini sağlayacak kadar güçlü bir duygusal cazibeye sahip tek bir yer vardı; eski İsrail toprakları.
            Yahudi nedir sorusuna onların dostları ve düşmanları tarafından verilen birçok yanıt bulunur. Haham hukukuna göre, bir Yahudi; Yahudi bir anneden doğan yada Yahudiliğe geçen kişidir. İnanç ve uygulamasındaki hatalar ne olursa olsun bu kişi Yahudi olarak kalmaya devam eder; başka dine geçse de Yahudiliği son bulmaz. Bu noktada İsrail hukuku haham hukukundan ayrılarak, Yahudilikten çıkanın Yahudiliğinin sona ereceği hükme bağlamaktadır. Yazar bunun bir ırkçılık olmadığını savunmaktadır.
            Düşmanlarına göre ise Yahudiler bir ırktır ve hangi dili konuşursa konuşsunlar, hangi dine mensup olursa olsunlar Yahudilerdir.
            İsrailliler, Siyonistler yada Yahudiler için benimsenen tanımlar nasıl farklılık gösteriyorsa kendilerine karşı beslenen düşmanlıkta farklılık göstermektedir. Genelde üç tür düşmanlıktan söz edilmektedir, birinci düşmanlık İsrail’e, onu yaratan Siyonist hareket ve ideolojiye muhaliftir. İkinci düşmanlık çoğunluktakilerin azınlığa karşı takındıkları tutumdur. Üçüncü düşmanlık Anti-Semitizmdir. Semitizm fikrine karşıdır, Yahudilere karşı duyulan nefretle paralellik taşımaktadır. Bu sıradan bir nefret değil, amaç yok etmektir.
            Soykırıma yeryüzünde birçok topluluk maruz kalmıştır ama hiçbirisi Yahudilere karşı yapılan soykırım kadar şiddetli olmamıştır.
Nazi doktrinine göre Yahudiler çoğu Avrupalıların ait olduğu ırktan farklı aşağı ve düşman bir ırktan geldikleri için yabancıdır ve Avrupa’da davetsiz misafirdirler. Çoğu Avrupalı Ari ırkına mensupken, Yahudiler Sami ırkının bir parçasıdır. Naziler Sami ırkından olan Arap ve Yahudileri aşağı bir ırk olarak görüyordu. Yahudiler, kendilerine ait bir yurtları olamadığı için bütün Avrupa’da sonu soykırıma ulaşan işkenceler görmüşlerdir.
            Kitaba göre soykırımın bir diğer sebebi ise Yahudilerin İsa’ya inanmayıp onu çarmıha gererek öldürmeleridir. Çoğu Hıristiyan olan Avrupa Devletleri’nin Yahudilere olan nefretinin sebebidir. Araplarda ise Kuran’da Yahudilerin peygambere inanmadıkları için kaybedip hüsrana uğradıklarını anlatan benzeri ayetlerin olması Müslümanların tepkisinin kazanılmasına sebep olmaktadır. Diğer nedeni ise İngiliz mandası altında olan Filistin’de çoğunluğunun Müslüman olması ve Yahudilerin oraya yerleşme çabalarıdır. Kitaba göre Müslüman’larda da Yahudi’lere karşı kötü muameleler yapılmıştır ama diğer Avrupalılar kadar eziyet ve yok etme olmamıştır.
            1939-1945 yılları arasında bir milyonu çocuk, beş veya altı milyon kişi sadece Yahudi oldukları için toplanarak kamplara tıkılmış ve çeşitli şekillerde öldürülmüşlerdir. Daha önceki yıllarda kurşuna dizilmişler ve yine kendilerine kazdırılan çukurlara gömülmüşlerdi. Bu harekât Almanya’nın Nazi yöneticileri tarafından düşünülmüş ve planlanmıştı, büyük ölçüde de Almanlar tarafından uygulandı. Uygulamada yalnız değillerdi, Almanya tarafından işgal edilen ülkelerdeki halkın etkin işbirliğine ve sadece Alman işgali altında bulunan Avrupa’da değil tarafsız bölgelerde yaşayan geniş kitlelerin, hatta batı ittifakının hükümet ve halklarının da kayıtsızlığı bunda etkin rol oynamıştır.
            Almanlar kesin olarak yenilgiye uğratıp teslim almadan önce işgal altındaki ülkelerde yaşayan hemen hemen bütün Yahudileri yok ettiler. Naziler için Yahudilik bilimsel yada kültürel bir özellik olmadığı gibi bir topluluğa yada halka aidiyette içermiyordu. Yahudilik ırksal ve sabit bir özellik; dördüncü dereceden bir büyükanne veya büyükbabanın bile varisçisine bulaştırdığı kalıtımsal ve çıkmayan bir lekeydi.
            Fransız İhtilali’nin etkisiyle Avrupa’da ırk kavramı önem kazanmıştır. Hitlerin düşüşünden sonra Yahudilere karşı resmi bir nefret kampanyası başlatan ilk Arap olmayan devlet Sovyetler Birliği’dir. Yahudilere diğer milletlere verildiği gibi kendi kültürlerini, kendi dillerini geliştirme ayrıcalığı bile verilmemişti. Milliyet bakımından hala Yahudi olarak sınıflandırılsalar da sistematik olarak Yahudi köklerinden koparılıyorlardı. Kültür ve dil olarak Rusyalaştırılırken bile içerdiği tüm ahlaki ve bireysel tehlikelerine rağmen sahtekârlık yapmaksızın Rus olamıyorlardı.
            Ağustos 1939’daki Alman-Sovyet Anlaşmasından sonra durum daha da kötüleşti, Sovyetler Nazi politikasını izlemeye başladı. Sovyetlerdeki Yahudilerin durumu, Nazilerle Sovyetlerin durumuna göre değişiklik gösterdi.
            Alman filologların yaptıkları araştırmalara göre Sami dillerinin tek bir orijinal dilden geldiği ve dilleri konuşan halkların tek bir halktan türedikleri fikri geniş yankı uyandırmıştı. Samilerin özelliklerini belirlerken tarihçiler Avrupa Yahudilerini bu ırkın saf temsilcileri olarak ele almışlardır. Yazara göre Arapların kökeni de Yahudi’dir.
            Yazara göre Filistin nüfusunun yapısı birkaç kez değiştirilmiştir. Hiç şüphesiz orijinal halkların kökü tamamen kazınmamıştır. Zaman geçtikçe bunlar Musevileşmiş, Hıristiyanlaştırılmış ve Müslümanlaştırılmıştır.
            Birçok kıtada çok farklı koşullarda yaşayan Yahudiler geniş bir alana dağılmışlardı. Bunlar arasında birkaç farklı grup diğerlerinden ayırt edilebilir. 1648 yılı Polonya Yahudileri için atalarının ortaçağ Avrupa’sında karşılaştıklarından çok daha kötü bir felaketler dizisinin başlangıcıydı. O yıla kadar sadece Polonya’daki Yahudiler batıdaki tüm Yahudilerden daha fazla sayıya ulaşmışlardı. 18. yy. sonlarında Polonya’nın parçalanması ve eski Polonya topraklarını büyük bölümünün Rusya tarafından ilhak edilmesiyle, çarların herhangi bir şekilde kabullenmeyi reddettikleri Yahudiler tebaaları oldu. Katliam ve sürgün gibi eski yöntemler artık yararlı gözükmüyordu. Sayılarının da fazla olması dolayısıyla ekonomik kayıp fazla olacaktı. Artık kötü davranışlar saygıdeğer kişilerce hoş görülmediği aydınlanma çağı içerisinde bulunuyorlardı. Yahudi tebaalarına verecekleri statü konusunda Ruslar arasında yaşanan belirsizlik ve anlaşmazlık döneminden sonra yerleşim Bölgesi olarak bilinen olguyu tesis eden 1804 tarihli bir imparatorluk yasası çıkarıldı. Bu yasa otuz ilden oluşan bir bölgede Yahudilere yerleşim ve bazı siyasi haklar tanıyordu. Yerleşim bölgesi Rus Polonyası, Litvanya, Beyaz Rusya, Ukrayna ve Karadeniz’de de Türk’lerden alınan üç vilayet oldu.
            Yahudi ırkının yok edilmesi, Yahudi kültürünün ortadan kalkması ve pis kanın ortadan kaldırılması ile ilgili birçok yaptırımlar uygulanmıştır. Örneğin Rusya’daki büyük Yahudi nüfusuna karşı başlatılan senaryoda; Yahudilerin üçte biri Hıristiyanlaştırılacak, üçte biri göç ettirilecek, üçte biri ise öldürülecekti. Napolyon “Yahudiler kötü kanla bozulmuş bir ırktır; iyi şeyler yavaşça meydana gelir, bozulmuş kanda ancak zamanla düzelebilir.” Napolyon’un çözümü yoğun bir şekilde karşılıklı evlilikti: “her üç evlilikten biri Yahudi ve Fransız arasında gerçekleştiğinde Yahudi kanının özel niteliği sona erecektir.” İmparatorluğun arzuladığı karşılıklı evliliği Yahudilerle Hıristiyanlar arasında değil, Yahudilerle Fransız’lar arasında olması gerektiğini ve aralarındaki farkın inanç değil kan olduğuna dikkat çekmek gerekir.
            Yahudi topluluğunun önemli bir bölümü de Osmanlı imparatorluğunun topraklarında yaşıyordu. Khmelnitsky’nin  katliamlara başladığı yıl olan 1648 yılında Sabetay sevi isimli Kabala öğrencisi genç bir Yahudi İzmir’de kendini Mesih ilan etti. Bazı Kabala eserlerine göre o yıl direniş ve kurtuluş yılı olacaktı. Mesih’in gelişi dünyada Tanrı Krallığının kurulmasından önce gelecek bir felaketler döneminin habercisi gibi gözüküyordu. Yahudilerin asırlar süren sürgünü sırasında birçok sahte Mesih ortaya çıkmıştı. Fakat hiçbiri Sabetay Sevi kadar iyi müjdelenmiş ve kabul görmüş değildi. Sevi Osmanlı İmparatorluğu’nun her yerinde hatta daha uzakta Hamburg, Amsterdam ve Londra’daki Yahudilerin bile çılgınca takdirini kazanıyor, ciddi Yahudi iş adamları evlerini ve eşyalarını satarak Kudus’ü kurtarma yolculuğuna hazırlanıyordu. Türk yetkililer tarafından kargaşa çıkarma suçlamasıyla hapse atılan İzmirli Mesih kendini İslamiyet’e geçerek kurtulabildi ve kalan günlerini sultanın hizmetkârı olarak geçirdi. Böylelikle yönetimde Yahudilerde bulunmaya başladı. Sevi’nin en sadık müritlerinden bazıları, İslamiyet’e geçişini de misyonunun bir parçası kabul ederek onu takip edip Müslüman oldular. Müslümanlığa geçen bu gizli Yahudilere Dönme denilen garip bir İslami mezhebi oluşturdular.
            Genel olarak Yahudi ve İslam teolojileri birbirlerine Hıristiyanlıktan çok daha yakındır. Hem Yahudiler, hem de Müslümanlar mutlak bir biçimde tek tanrıcıdır. Müslüman-Yahudi yakınlaşmasının gerçekleştiği belki de en önemli konu olan kutsal hukuk ve bu hukukun güven duyulan koruyucularıdır. Hem Musevilik, hem de İslam hukuk dinleridir ve Yahudi Halakhası ve İslam Şeriatı arasında birçok ortak yön bulunmaktadır. Yahudiler ve Müslümanlar belki aynı beslenme kurallarına sahip değillerdir ama uyulması gereken beslenme kuralları olduğu hususunda hemfikirdirler ve her ikisi de bu tür sınırlamaları tanımayan Hıristiyanlara olumlu gözle bakmazlar.
            Yahudiler 1400 yıl boyunca ve birçok yerde, İslamiyet’in egemenliğinde yaşadılar; dolayısıyla İslami yönetim altındaki tecrübelerini genelleştirmek zordur. Fakat ayrımcılıktan muaf tutulmadıkları ama nadiren eziyete maruz kaldıkları; en kötü hallerinden asla Hıristiyanlık dünyasındaki kadar kötü, en iyi hallerinin de yine Hıristiyanlık dünyası kadar iyi olmadığı makul bir kesinlikle söylenebilir.
            Avrupalı düşmanları karşısında Müslümanların uğradıkları sürekli yenilgiler, zayıflık hissinin güçlenmesi, İslam topraklarının ve nüfusunun gün geçtikçe daha fazla oranlarda Avrupa İmparatorlukları’nın egemenliği altına girmesi, İslam dünyasındaki batı üstünlüğünden kaynaklanan travmatik, ekonomik, siyasi ve nihayetinde de kültürel ve toplumsal değişimlerin bileşimi Müslümanların özgüvenini ve bununla birliktede diğerlerini de hoşgörüyle yaklaşma isteklerini zayıflattı. Yahudilere artık farklı bir gözle, Avrupalı düşmana karşı sempati besleyen ve bundan dolayı da İslam’a karşı ciddi bir tehdit oluşturan hoşnutsuz ve sadakatsiz bir teba olarak bakılıyordu.

13 Şubat 2012 Pazartesi

Çatışan Kültürler, Bernard Lewis

Çatışan Kültürler, Bernard Lewis, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999
Keşifler çağında Hristiyanlar, Müslümanlar ve Yahudiler

    Yazar bu kitapta üç kültürün, Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi kültürlerinin, tarihin belli bir anında çatışmasını fetih, ülkeden çıkarılma ve keşif ana başlıkları altında ele alıyor. 1492, İber Yarımadası'ndaki İslam egemenliğinin sona erdiği, Yahudilerin bu topraklardan çıkarıldığı ve Amerika'nın keşfedildiği yıldı. Yazar bu üç sürecin birbiriyle ilişkisini, etkileşimlerini ve sonuçlarını tarihsel bir çerçevede inceliyor. Avrupa'yı merkez alan tarih anlayışını eleştirirken bu kıtanın dünya uygarlığına yaptığı katkıları da görmezden gelmiyor; dogmatizmden uzak, çözümlemeci bilimsel anlayışı ve etkileyici üslubuyla bize bir dönemin çarpıcı bir tablosunu çiziyor.

    FETİH

    1492 yılının başında, Katolik hükümdarlar Aragonlu Fernando ve Kastilyalı Isabel’in birleşik orduları İspanya’daki müslüman iktidarın son kalesi olan Gırnata’ya girdiler ve böylece İber yarımadası’na egemen olmak için Hristiyanlık ile İslamiyet arasında sekiz yüzyıldan beri süren mücadelenin son Hristiyan zaferini kazandılar. Gırnata’nın fethiyle Avrupa’nın güneybatı  topraklarındaki son Müslüman hükümranlığına da son verilmiş oldu. Bu olay İspanyol Hristiyanlar için şaşırtıcı olaylar yılı olan 1492’nin ilk olayıydı. Avrupadaki bu fetih diğer fetihlerden farklıydı. Çünkü olayın toprak boyutundan ziyade din boyutu da vardı. Avrupalıların gözünde Hinduizm nasıl bir Hindistan dini ise, Hristiyanlık ta bir Avrupa diniydi ve bu coğrafyada başka dini görmeye tahammül yoktu.  Avrupa tarihçilerinin ortaçağ olarak adlandırdığı yüzyıllarda ayakta kalabilmiş iki misyonerlik dini olan Hristiyanlık ve İslamiyet, haklı olarak birbirlerini başlıca rakip olarak görmekteydi. Kabaca bin yıl boyunca, yani Müslüman orduların 7.yüzyıl başlarında Doğu akdeniz’deki  Hristiyan topraklarına yönelik ilk saldırısından Türk ordularının 1683’te ikinci ve son kez Viyana önlerinden geri çekilmesine değin geçen sürede Hristiyanlık alemi İslamiyetin sürekli ve yakın tehtidi altında yaşadı.
   
    Avrupalıların İslamiyete ve karşılaştıkları müslüman halklara, Mağribilere ve Serazenlere, Tatarlara ve Türklere ilişkin değerlendirmelerinde yaygın bir korku duygusu vardır. Bu korku edebiyata da yansımıştır. Müslümanlara göre ise kuzeybatı sınırlarının ötesindeki topraklar kirli ve pis alışkanlık alışkanlıklara sahip, çok düşük bir kültür seviyesinde, yerine yenisi geldiği için aşılmış bir dine inanan ve Tanrının mukadder kıldığı kölelik kurumu aracılığıyla asgari bir uygarlık düzeyine çıkabilecek kendi insanları dışında çok az değerli mal sunabilen egzotik ve pitoresk kabilelerin yaşadığı ücra, vahşi ve el değmemiş bir bölgeydi. Müslümanların gözünde dünya, Müslüman inancının ve hukukunun sürdüğü darü’l-İslam ve bunların var olmadığı darü’l-harp olmak üzere ikiye ayrılmıştı. İkisi arasındaki sürekli savaş hali Allah’ın kelamının bütün insanlığa götürülmesine değin sürecekti. Özellikle Bizans ve ardından Avrupa Hristiyan alemi başlıca darü’l-harp bölgesiydi.
    Tarafların her ikisinde birbirlerini kafirlikle suçluyorlardı. Ancak, bunu yaparak temel benzerliklerini açığa vuruyorlardı. Her iki taraf ta evrensel ve nihai doğrulara, Tanrı’nın son sözüne sahip olduğunu iddia ediyor ve bunları dünyanın öteki kesimlerine götürmeyi kendileri için bir ödev olarak görüyorlardı. Ancak, Müslümanlar bu düşüncelerini gaza anlayışı içerisinde yaparken, Hristiyanlarda ise daha çok talan anlayışı hakimdi.
    İspanya’daki Katolik hükümdarlar, Müslümanlara karşı kazandıkları zaferden kısa bir süre sonra dikkatlerini bir başka düşmana, yani Yahudilere çevirdiler. Siyasette ve savaşta Yahudilerin çok az gücü vardı. Hatta ticaret ve kültür alanlarında yararlı olmaları da mümkündü. Ama dinsel olarak en yakın ve en duyarlı tehdidi oluşturan unsur olarak görüldüler.

    ÜLKEDEN ÇIKARILMA
    Karanlık çağ denen dönemde Hristiyan Avrupa’daki Yahudiler oldukça ileri bir hoşgörüden yararlanmışlardı. Yahudilerin sıkıntıları Haçlı askerlerinin Kutsal Topraklar’da kafirlerle çarpışmaya koyulması ve işe önce içerideki kafirlerden başlamanın uygun olacağını düşünmesiyle ortaya çıktı. 11.yüzyıl sonlarından başlayarak Orta ve Batı Avrupa’daki birçok Yahudi cemaati din değiştirme yada ölme arasında bir seçim yapmaya zorlandı. Müslümanların güneybatı Avrupa’dan atılmalarıyla başlayan bir Müslüman karşı saldırısı korkusu özellikle yoğun savunma tedbirlerinin alınmasını zorunlu kılındı. Aslında yalnızca birkaç mil ötede, Cebelitarık’ın hemen karşısında güçlü Müslüman kuvvetleri duruyordu. Yahudiler özellikle o dönemde Müslüman casusu, Türk dostu olarak biliniyordu. Öteki tehlike ise dinsel nitelikteydi. İslamiyet artık tehlikeli bir düşman olarak görülmüyordu.  “Öndersiz ve ayaklar altında ezilen halk” olarak görülen Yahudiler 1492’den itibaren cok sert sınırdışı edilme eylemine maruz kaldılar. Sınırdışı edilmemek için dininden dönenler ise “domuzca karaktere ve huylara sahip kişi” anlamına gelen marrinos diye hitap ediliyorlardı.
    İspanya ve Portekizden kaçan Yahudiler birçok ülkeye gittiler: Fransa, Hollanda ve daha sonra İngiltere ve İtalya. Ancak sayıca en kalabalık grup bir Müslüman ülkesine; Osmanlı imparatorluğuna sığındılar. Osmanlı’nın bu insanlara kucak açmasının esas sebebi acıma duyguları idi. Yahudilerin bir İslam ülkesini tercih etmelerinin özel bir nedeni vardı. Herhangi bir Hristiyan ülkesinde tekrar eski dinlerine dönmelerinin cezası ölüm olabilirdi, ancak Osmanlı’da böyle bir tehlike yoktu. Aksine dini hayatlarını terkettiği ülkelerden daha rahat yaşayacaklarının bilincindeydiler.  Hatta Türk yetkililer Yahudileri Osmanlı’ya yerleşmeleri konusunda özendirici politikalar izlediler. İspanya kralının Yahudilere yaptığı zulümleri duyan Osmanlı hükümdarı Sultan Bayezid, hallerine acıyarak bütün valilere Yahudilerin sığınma talebine olumlu cevap vermeleri hususunda fermanlar yayınladı. Yahudiler kısa zamanda Osmanlı’da ekonomik olarak güçlendiler. Öyle ki yeni fethedilen topraklara gönderilecek Osmanlı vatandaşları arasında bulunan Yahudiler ayrıldıktan sonra eski vilayetin vergi gelirlerinde büyük düşüşler görüldü.
    Yahudi’lerin İspanya’dan kovulmalarını müteakip aynı muamele Gırnata’nın fethinden sonra orada kalmaya devam eden Müslümanlara da yapılmaya başlandı. Onların da sonu göç yada acımasızca öldürülmekti. Müslümanlara da “vahşi hayvan” anlamına gelen marisco diye hitap ediliyordu.
    Gerek Müslüman, gerekse Yahudi sürgünler Arapça ve İbranice adlarıyla, yani Endülüs ve Sefarad olarak hatırladıkları yitirilmiş yurtları için kuşaklar boyu matem tuttular.

    KEŞİF
    Hristiyanlık, Müslümanlığı İberya ve Rusya’dan sürmekle büyük bir çarpışma kazanmışlardı. Ama bu, savaşı kazanmış olmak demek değildi. Hem İspanyollara hem de Portekizlilere göre, yaptıkları şey aynı düşmana karşı mücadeleyi sürdürmekti; bu bakımdan Seylan ve Filipinler gibi uzak yerlerde karşılaştıkları müslümanlara da Mağribi adını taktılar.
    Kolomb’un denize açılmasından birkaç yıl sonra Hindistan’a varan Vasco da Gama, buraya “Hristiyanlar ve Baharat aramak üzere” geldiğini belirtirken, keşif yolculuklarının bu ikili yönünü mükemmelen ifade etmekteydi. Bu girişim, bir yandan küresel boyutlardaki bir din savaşında atılmış stratejik bir adım, öte yandan aracıyı ortadan kaldırıp doğrudan üreticiye varmaya yönelik ticari bir manevraydı.     Ortaçağın doruk döneminden beri doğudan ve güneyden Avrupa’yı sıkıştıran Müslüman kıskacını kırma yönünde gittikçe güçlenen bir arzu vardı. Bütün bunların ötesinde Müslüman gücünün doğu ve güney sınırlarının dışındaki uzak topraklarda dindaşlar, ticaret ortakları ve belki de müttefikler bularak İslam dünyasını arkadan kuşatma gibi çok daha iddialı ve hiç de yeni olmayan bir hedef vardı. Vasco da Gama’nın hedeflerini açıklarken baharatı Hristiyanlardan sonra belirtmesi şaşırtıcı değildi.
    Kıtalar arasında yeni ulaşım yollarının bulunması ve yeni kıtaların keşfedilmesinin ekonomik ve siyasi faydalarının yanında olumsuz yanları da vardı. Yeni keşifler Eskidünya ve Yenidünya’da yaygın kölelik kurumuna “sömürge köleliği” çeşidi kattı. Avrupa’nın yaratıcılığı ve açgözlülüğü sömürge köleliğinin Atlas okyanusunun bütün kıyılarında hızla yayılmasını sağladı. Yenidünya’nın zengin kaynakları Avrupa Hristiyan alemine, dış ticaretini, savaşlarını ve buluşlarını finanse etme olanağı sağladı. Ancak yıkıcı iki dünya savaşıyla zayıflayıp tükenen ve emperyal konumunu yitiren Batı Avrupa, kökleri ve birçok değeri bakımından Avrupai, ama başka bakımlardan köklü biçimde farklı ve yeni bir uygarlığın doğmuş olduğu amerika’ya teslim oldu; bu durum hemen hemen bütün önemli beşeri alanlarda insanlığa yeni bir liderlik kazandırdı.