türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Modern Türkiye’nin Doğuşu, Bernard Lewis

Modern Türkiye’nin Doğuşu, Bernard Lewis, 2000, Ankara
Osmanlı İmparatorluğu’nun bozulan devlet ve idari yapısı üzerine, Tanzimatla başlayarak yapılan modernleşme çalışmalarının sonrasında kurulan Modern Türkiye Cumhuriyetinin yaşadığı süreci anlatmaktadır.
Eserde çöken bir imparatorluğun  yıkıntısından modern bir devletin nasıl oluştuğu anlatılmaktadır. Kitap bir giriş ve iki kısımdan oluşmaktadır.
Giriş kısmında Türk uygarlığının kaynakları ve tabiatı incelenmektedir. Birinci kısım değişmenin başlıca evreleri olan ana olay ve süreçleri; Osmanlı İmparatorluğunun  yıkılışı, Batının etkisi, Osmanlı Reformları, 19 ncu yüzyılda atılan devrim tohumları, İstibdat ve Aydınlanma, İttihat ve Terakki partisi, Atatürk tarafından Modern Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu ve Atatürk sonrası Cumhuriyeti kapsar. Kitabın ikinci kısmında değişimin dört ana veçheleri olan ümmet ve millet, devlet ve hükümet, din ve kültür, elit ve sınıf daha ayrıntılı olarak incelenmiştir. Ayrıca  son bölümde Türk Devriminin başarısı üzerinde genel sonuçlar ortaya konmuştur. Yazarın bu incelemesi Atatürk’ün partisinin, bizzat kendisinin örgütlediği hür bir seçimle iktidardan uzaklaştığı 1950 yılına kadar olan dönemi kapsar.
 Türkler tarafından fethedilen Anadolu toprakları için Türkiye adı ilk kez 1190 tarihli Barbarossa  Haçlı Seferinin Vakayinamesinde görünür. On üçüncü yüzyılda bu isim batılı yazarlar tarafından sıkça kullanılmıştır. Fakat, Osmanlı imparatorluk toplumunda etnik bir terim olan Türk deyimi az kullanılmıştır. Bunun için, “Türkler, Türkçe konuşan ve Türkiye’de yaşayan bir millettir” fikrinin Türkiye’ye girişi, Türk halkı tarafından kabulü geçmişin köklü sosyal, kültürel ve siyasal fikirlerinin yerini aldığı için gerçek anlamda büyük bir devrim olmuştur.   
Modern anlamda Türk Milleti fikri 19’uncu yüzyıl ortalarında ortaya çıkmıştır. Türk özdeşlik duygusunun büyümesi, islami uygulama ve gelenekten ayrılıp Avrupa’ya yönelen hareketle bağlantılı olmuştur. Bu, sınırlı bir amacı gerçekleştirmek düşüncesiyle kısa vadeli reform tedbirleriyle başlamış, sonra bütün bir ulusu bir uygarlıktan bir diğerine aktarmak üzere geniş çaplı bilinçli bir girişim haline gelmiştir. Bu hareket, Türkleri üzerinde oturdukları ülkeyle kendilerini özdeşleştirme fikriyle birlikte, dönemin tehlikeli pan-turanist maceraların önüne geçerek Türk milletini daha büyük tehlikelerden korumayı da amaçlamıştır. Böylece Modern Türkiye’nin şekillenmesine üç farklı etki; İslami, Türk ve mahalli etkiler katkıda bulunmuştur.
Osmanlı kudret ve azametinin çöküşündeki evreler, uluslar arası açık anlaşmalarla belirlenmiştir. On yedinci yüzyıl bir eşitlik tavizi ile başlamıştır; yenilginin açıkça kabulüyle sona ermiştir. 1682’de Köprülülerin reformlarıyla sıhhat ve gücüne geçici olarak tekrar kavuşan Osmanlı İmparatorluğu, Avrupalılara karşı büyük bir taarruza geçmiştir. Fakat Viyana duvarları önünde 1683’te ikinci başarısızlık kesin ve son olmuştur. Bundan sonra alınan büyük yenilgiler ve yapılan anlaşmalar merkezi hükümetin zaten azalmakta olan otoritesini hepten zayıflatmıştır. On sekizinci yüzyılın her büyük askeri yenilgisinden sonra devlet adamları bundan türlü çıkış yolları aramışlardır.
Osmanlının çöküşünde etkili olan faktörler üç grupta; devlet idaresi, iktisadi ve toplumsal hayat ile manevi, kültürel ve entelektüel alanlardaki değişmeler olarak incelenebilir. Devlet işleyişindeki çöküntünün sebeplerini inceleyen Koçi Bey, saray, bürokrasi, adliye ve silahlı kuvvetlerdeki bozulmalara dikkat çeker. Devletin işleyişindeki çöküntü sadece yüksek hükümranlık araçlarını değil, bütün İmparatorluk yüzeyinde bürokratik ve dini kurumların bütününü etkiler. En dikkat çekici çöküntü Osmanlı silahlı kuvvetlerindedir. Uzunca bir süre Osmanlı İmparatorluğu’ nun kudretli ve başarılarla dolu askeri çehresi, hüner ve yaratıcılıkta gittikçe artan iç gerilemeyi maskeler. Zamanla yeni teknikleri benimsemede atiklik ve çabukluğun azalması, kalemiye ve ilmiye sınıfındakine paralel olarak, silahlı kuvvetlerin mesleki ve moral standartlardaki genel bozulmanın belki de en tehlikeli cephesi olmuştur. Sonuç olarak,  hüner ve yaratıcılıktaki bu iç gerileme, Osmanlı orduları ve donanmasının küçük görülen Hristiyan hasımları karşısında bir dizi yenilgilerle sarsılmasına neden olur.
Avrupalıların yeni ticaret yollarını keşfetmeleri Osmanlı ticaretine tam bir darbe olur. Dünya ticaret yollarının Osmanlı kontrolünden çıkması, yeni keşfedilen bölgelerden değerli madenlerin Osmanlı topraklarına girişi, yerli sanayiyi yıkmış, para sistemini alt üst etmiş, Türk ham maddelerini Avrupalılar için çok ucuz hale getirerek mali ve iktisadi hayata büyük bir darbe indirmiştir. Tımar sisteminin yerine getirilen vergilendirmenin insafsız, basiretsiz ve aşırı olması ise tarımdaki çöküşü hazırlamıştır. Bu durum kırsal kesimde yaşayan kesimi büyük bir sıkıntıya soktuğundan toplumsal hayattaki dengeyi de bozmuştur. Ekonomideki büzülme, hantallaşan bir üst yapı, devletin gereksiz harcamaları, teknolojideki gelişmelerin takip edilememesi de çöküşü hızlandırır.
1789 Fransız İhtilali İmparatorluk toprakları üzerinde etkisini gösterir ve çeşitli milletlerden oluşan ülke topraklarında bağımsızlık hareketleri başlar. Bu hareketler sonucu özellikle Balkanlarda büyük toprak kayıpları olur. Osmanlının o güne kadar uyguladığı politikalar dağılmayı önlemeye yeterli olamaz ve bütün bunlar çeşitli akımların ortaya çıkmasına zemin hazırlar. İslamcılık, Turancılık, Ümmetçilik gibi akımlar zaman zaman etki göstermesine rağmen çeşitli nedenlerle başarısızlığa uğrar ve bu gelişmeler ve acı tecrübeler sonunda milliyetçilik önem kazanır.
Türkler üzerindeki Batının etkisi on sekizinci yüzyıla kadar fazla hissedilmez. Bu döneme kadar  Türkler Batı fikir ve uygarlığını reddetmekle beraber savaş sanatlarında bir çok yeniliği hemen kabul etmişlerdir. Ateşli hafif silahlar hemen aynı zamanda kabul edilmiş ve çok geçmeden de topçular, tüfekçiler, kumbaracılar ve lağımcılar Osmanlı ordusundaki yerlerini almıştır. Bu durum gemi yapımı, deniz savaş teknikleri ve haritacılık için de geçerlidir. Bir Batılılaşma politikasına ilk bilinçli teşebbüs, Karlofca (1699) ve Pasarofca (1718) anlaşmalarının da etkisiyle on sekizinci yüzyıl başlarında olmuştur. Bu politikayla Büyük Petro idaresindeki Rusya örnek alınarak, enerjik bir Batılılaşma ve modernleşme programıyla İmparatorluğu bütün zafiyetlerinden kurtararak tekrar eski günlerine döndürmek hedeflenmiştir. Bu dönemde sosyal ve kültürel hayatta bazı değişmeler olmakla birlikte esas değişim topçuluk, denizcilik ve matbaacılık alanlarında olmuştur. İmparatorluğun bu dönemde Avrupa’dan yardım için yöneldiği ülke Fransa’dır. Dönemin en önemli reformcusu ise III. Selim’dir.
Bazıları tarafından Osmanlı imparatorluğunun Büyük Petrosu diye tanımlanan . Mahmut 1826’da Yeniçeri Ocağını ortadan kaldırdıktan sonra ölümüne (1839) kadar olan dönemde büyük bir reform programına girişti. Bu reformlarda on dokuzuncu ve bir dereceye kadar yirminci yüzyıldaki  Türk reformcularının izleyeceği  ana hatları kurdu. . Mahmut bu dönemde Anadolu ve Rumeli’yi büyük ölçüde kontrolü altına alarak merkezi hükümetin yetkisini artırdı, askerlik, mülkiyet tescili ve vergi sistemini iyileştirmek için ilk defa 1831’de nüfus sayımı yaptırdı, tımar sistemini kaldırdı, vakıf ve dini tesisleri devletin kontrolü altına aldı, haberleşme ve ulaştırma sisteminin gelişmesini sağladı, yeni meclis ve nazırlıklar kurarak merkezi hükümetinde yapı ve kuruluşunu büyük oranda değiştirdi, sivilleri de içerisine alan bir kıyafet reformu gerçekleştirdi. 
Mahmut’tan sonra yerine gelen oğlu Abdülmecit Tanzimat dönemini başlattı. Bu dönemde hukuk, askerlik, maliye, adliye ve eğitim alanlarında reformlar yapıldı. 19’uncu yüzyılda gerçekleştirilen bu reformlar Türk toplumunun hemen her grubunun çıkarlarına karşı bir çeşit tehdit gibi algılandığından, Tanzimatçılar muazzam güçlüklerle karşılaştılar. Bütün zorluklara ve başarısızlıklarına rağmen, Tanzimatçılar daha sonra yapılacak olan daha köklü modernleşme için zorunlu temeli kurdular. Muhtemelen en büyük başarıları da eğitim alanında olmuştur. Çünkü 19’uncu yüzyıl boyunca kurulan okullarda, yeni bir ruh ve zamanın gerçekleri hakkında yeni ve açık bir anlayışla yetişen, yeni bir elit yetişir.
1871’e gelindiğinde reform hareketleri, basit bir geçmişe dönüş politikasını imkânsız kılacak kadar yol almış bulunmaktadır. Eski düzenin yıkılması, onun yeniden ihyasına imkân bırakmazcasına köklü olmuştur; iyi veya kötü, Türkiye’nin önündeki tek yol, modernleşme ve Batılılaşma yolu kalmıştır. Hızlı veya yavaş, doğru veya dolambaçlı gidilebilir, fakat geriye dönülemez hale gelmiştir.
Bu dönemde reform hareketleri yeni bir evreye girmiştir. Okullarda yetişmiş olan elit bir kesim; Genç Osmanlılar, devletin otokratik iktidarını sınırlamak maksadıyla  edebi bir hareket başlattı. Bu dönemde reform caba ve gayretlere destek padişahlardan değil daha çok bu elit kesimden gelmiştir. 1876’da Kanun-i Esasinin ilanı bunun en güzel örneği olmuştur.
Sultan Abdülhamit’in 1877-78 Rus savaşı sebebiyle  Meclisi dağıtması Genç Osmanlıların sonu oldu. Bundan sonra . Meşrutiyet ilan edilinceye kadar geçen dönem (1878-1908) Abdülhamit’in istibdat yönetimiyle geçti. Abdülhamit hürriyetçi ve meşrutiyetçi fikirlere şiddetle düşman olmakla beraber, hem Osmanlı imparatorluğunu hem de ülke içinde kendi konumunu güçlendirecek araçlar olan reformları akıllıca seçip uyguladığından Batılılaşma ve reformlara tamamen karşı da değildi. Abdülhamit döneminin ilk on yılları aktif bir değişim ve reform dönemi olarak daha önceki hükümdarlar döneminde başlatılmış veya planlanmış olan pek çok şey tamamlanmıştır. Tanzimat hareketinin hukuk, idare, eğitim alanlarında başlattığı iyileştirmeler bu dönemde zirveye çıkmıştır.
Buna rağmen ülkenin yönetimi hala belli bir elit kesimim için bir imtiyazdı. Bu nedenle, devrimci değişikliğin öncüleri Sultanın dikkatle gözetlediği sivil ve askeri okullarda yetişti. 1902 ve 1906 yıllarında Genç Türk hareketi yayılmaya devam etti. 1906‘dan sonra bu hareket kıta hizmetindeki subaylar arasında da devrimci hücrelerinin kuruluşu ile gelişmeye başladı. Hareket bundan sonra ivme kazanarak 1908’de Genç Türklerin iktidarıyla neticelendi.
Genç Türkler; İttihatçılar, 1908’den, 1918’de İmparatorluğun nihai yenilgisine kadar iktidarda kaldılar. Bu dönemde diğer hükümetler gibi ekonomik, siyasi ve idari sorunlara daha az önem verdiler. Bununla birlikte büyük bir ekonomik sorunu-toprak sorununu- çözmeye çalıştılar ve cumhuriyet devrinde gelişecek olan iktisadi milliyetçilik politikasında ilk adımları attılar. Toplumsal hayattaki batılılaşmaya hız kazandırdılar. Eğitime önem vererek bu alanda başarı sağladılar. Bu alanda başlatılan reformları devam ettirdiler; yeni bir lâik ilk ve orta dereceli okullar sistemi, öğretmen okulları ve özel kurumlar kurdular. Ayrıca kızlar için de eğitim fırsatlarını geliştirmişlerdir. Yeni bir vilayet ve belediye idaresi hazırlayarak yürürlüğe koydular. Kadın haklarının korunması için Aile Hukuku kararnamesini çıkardılar. Polis teşkilatını ve Belediyecilik sistemini ülke geneline yaymaya çalıştılar. Belki de en önemlisi entelektüel ve kültürel hayatı gelişmesini ortam sağladılar. Fakat bu tedbirler imparatorluğu çöküşten kurtarmak için yetersizdi ve 1918’e gelindiğinde Genç Türkler için zaman kalmadığı artık açıktı.
Mondros Mütarekesinin imzalanmasıyla Osmanlı İmparatorluğu yenilgiyi kabul etmişti. İstanbul’da yeni Padişah işleri kişisel kontrolü altına almaya çalışırken, İttihat ve Terakki Partisinin liderleri dışarıya kaçmışlardı. Mustafa Kemal başkentin umutsuz durumunu anlayarak, bazı canlanma belirtilerinin görülmeye başlamış olduğu Anadolu’ya geçmeye karar  vermiş ve Aralık 1918’de ‘Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’ adıyla ilk direnme grupları teşekkül  etmiştir. Mustafa Kemal, Samsun’a çıktığı andan itibaren, milli bir ordunun kadrolarını örgütleyerek ve bir Kurtuluş Savaşının temelini hazırlayarak çetin bir çalışma içine girmiştir. Haziranda Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay ve Refet Bele ile Amasya’ da gizli bir toplantı yapmış ve Erzurum’da 15’inci Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa ile bağ kurmuştur. 23 Temmuz 191’da Erzurum’da, ikinci ve daha önemli kongre, ülkenin her tarafından gelen vekillerin katıldığı Sivas’ta 4 Eylül’de toplanmıştır. 1920 yılında Mustafa Kemal’in önderliğinde TBMM açılmıştır.
Lozan Anlaşması aylarca süren diplomatik çekişmelerden sonra 24 Temmuz 1923’te imzalandı. Bu anlaşma ile bugünkü Türkiye cumhuriyetinin içine aldığı topraklarda Türk egemenliği yeniden kuruldu, Milli Misak’ta ifade edilen istekler uluslar arası alanda tanındı. Böylece askeri savaş kazanılmış ve milliyetçilerin siyasal programı başarıya ulaşmış oluyordu. Bundan sonra ne yapılacaktı? İşte bu sorunun cevabında Mustafa Kemal gerçek büyüklüğünü gösterdi. O, bütün istilacılar ülkeyi terk ettikten sonra, hiçbir ihtirasa kapılmadan, kahramanlar arasında istisna olarak görülen bir gerçekçilikle, zaten geri olan ve uzun yıllar süren savaşlarla iyice yıpranmış olan ülkeyi yeniden yapılandırmak ödevini görebilmiş ve  cesaretle bu işe koyulmuştur.
1 Kasım 1922 tarihinde Saltanatın kaldırılması ile çeşitli kesimlerin saltanat beklentilerine son verilir. Fiilen sona ermiş olan Osmanlı Hanedanı bu kararla hukuken de sona ermiş olur. Modern Türkiye yolunda yapılacak devrimlere en büyük engeli teşkil eden Halifelik 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan bir kanunla ortadan kaldırılır. 1926 yılında Medeni Kanunun kabulü ile kadın hakları alanında büyük ilerleme kaydedilir. 1928 yılında yeni Türk harflerinin kabulü ile, okuma ve yazması kolay kendi öz benliğimize uygun Latin harfleri kabul edilir.
Cumhuriyetin ilanından itibaren Atatürk‘ün önderliğinde kurulan Cumhuriyet Halk Partisi’nin karşısında demokrasinin esası olan siyasi partilerin kurulması için Büyük Önder yaşamı süresince iki kez teşebbüs de bulunmuş, ancak kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası, Cumhuriyet ve Atatürkçü düşüncenin karşısında bulunan gerici ve irticai kişilerin toplandığı kurumlar halinde faaliyet gösterdiğinden zorunlu olarak kapatılmışlardır. Cumhuriyetin ilanından sonra ekonomik alanda büyük gelişmeler olmuş, devlet desteği ile ülkede sanayinin alt yapısı oluşturulmuş, karayolları, demiryolları yapımına hız verilmiş, bankalar kurulmuş, ekonomik hayatın organları süratle oluşturulmuştur.
Atatürk’ün ölümünde sonra İsmet İnönü cumhurbaşkanı olur. Atatürk’ün 1938 yılında hayata veda etmeden önce söylediği gibi Türkiye Cumhuriyeti 1939 yılında başlayan İkinci Dünya Savaşının dışında kalır. Bu hususta en büyük rolü İnönü oynar. Böylece yeni toparlanmaya başlayan Genç Türkiye Cumhuriyeti yeni bir çöküntüye uğramaktan kurtulur.
Savaştan sonra Türkiye’de tek parti idaresini sona erdiren ve o zaman göründüğü gibi, ülkeyi liberal parlamenter demokrasi yoluna oturtan hızlı ve ani bir değişiklik gelir. 1950’de Demokrat Parti seçimleri büyük farkla kazanarak CHP iktidarına son verir.
İslamlığı kabul eden hiçbir ulus kendi özdeşliğini İslâm ümmeti içinde eritmekte, Türklerden daha ileri gitmemiştir. Türkler İslam dinini kabul ettikten sonra önceki geçmişlerinden birkaç hatıra korudular ve Türk ile Türk olmayan arasına hiçbir engel koymadılar. İmparatorluk ve İslamlık geleneklerinin çift ağırlığı altında, Hrıstiyanlık ve sapkınlıklara karşı ikili mücadelede doğuş halindeki Türk milli özdeşli duygusu ezilmiş ve silinmiştir. On dokuzuncu yüzyıl ortalarına kadar ki Osmanlı yazılarında ve ondan sonrakilerin çoğunda ‘Türkiye’ sözcüğü kullanılmamıştır.
Osmanlı İmparatorluğunun önlenemez bir çöküşe girmesiyle İmparatorluğun efendileri olan Türkler de kendi ulusal özdeşlik duygularını yeniden kazanmaya başlamışlardır.  Osmanlılığın iflası, Panislâmizm’in ancak sınırlı bir başarı göstermesi ve Batılı görüşlü genç aydınlara gittikçe daha az çekici hale gelmesi Türkçülük hareketini hızlandırdı. 1908’de başlayan kültürel milliyetçilik de yeni yetişen nesilleri Türk ulusuna dayanan özdeşlik ve bağlılık fikrine alıştırmıştır. Türkiye’nin kurulmasıyla “Türkiye Türklerin ülkesidir” fikri kabul edilerek Batıda egemen olan ulus-devlet kavramı uygulanmıştır. Böylece İmparatorluk ve İslamlık geleneği olan ümmetçilin yerini Modern Türkiye’de millet kavramı almıştır.     
İkinci veçhe devlet ve hükümettir. On dokuzuncu yüzyıl boyunca Türk reformcuları Türkiye’ye bir Avrupalı devlet şekil ve yapısı vermeye çalışmışlardır. Avrupalı kanunlar ve Yargı örgütü, Avrupa tarzında bakanlıklar ve idari usuller bir takım değişikliklerle kabul edilmiştir. Bu süreç sonunda; Türkiye evrensel bir İslami İmparatorluktan, anayasası olan, halk egemenliğine dayalı, kuvvetler ayrılığı prensibini temel alan laik ve milli bir devlet haline gelmiştir.
Diğer bir değişim alanı ise dinî ve kültürel hayattır. Bu alanda da kısa zamanda bir dizi köklü değişikliklerle şeriat kaldırılmış, din devlet işlerinden ayrılmıştır. Bu amaçla, medreseler kapatılmış, tarikatlar ve temsil ettikleri hayat tarzı yasaklanmış, Avrupa medeni ve ceza kanunları kabul edilmiş, dini vakıflar millileştirilmiş, ulema tasfiye edilmiş, kılık ve kıyafet, takvim ve alfabe gibi toplumsal ve kültürel semboller ve uygulamalar değiştirilmiştir. Böylece İslam dini, çağdaş, Batılı bir ulus-devletteki rolüne indirgenmiş ve dine daha modern ve milliyetçi bir şekil verilmiştir.
Eskiyi unutup, yeni Latin harfli Türkçe de ifade edilen yeni fikirlere açık bir nesil yetiştirmek için Latin alfabesi Kasım 1928’de kabul edilmiştir. 1932’de de Türk dilinin gerçek güzelliğini ve zenginliğini ortaya çıkarmak ve onu dünya dilleri arasında layık olduğu yüksek mevkie çıkarmak amacıyla Türk Dil Kurumu kuruldu.
Yeni Türkiye’nin hazırlanmasında ve kuruluşunda elit kesimden özellikle subaylar, memurlar, hukukçular ve gazeteciler çok önemli bir rol oynadılar. Laik hukukun kabulü yeni hukuku uygulayacak yargıç ve avukatlara talebi artırdı. Okuryazarlığın artışı, haber ve bilgi için gazeteye talebi artırarak gazeteciliğe yeni bir itibar ve nüfuz sağladı. Cumhuriyet döneminde de iktisadi gelişme, eğitimin yaygınlaşması, kitle haberleşme araçlarının gelişmesiyle yeni toplumsal sınıfların ortaya çıkması hızlanmış ve bunların da kamu işlerine katılmasıyla elit kesim daha bir genişlemiş ve çeşitlenmiştir.
 Türk devrimi; bir zamanlar küçük görülen düşmanlara karşı bir dizi yenilgiler, Türkleri varlıklarını korumak için,  Avrupa silahlarını benimsemek, danışmanları çağırarak modern ordunun ve devletin temelinde yatan fikirleri ve kurumları kabul etmek zorunda kaldığı zaman başlamış, İslami bir imparatorluktan milli bir devlete, bir orta çağ teokrasisinden anayasalı bir cumhuriyete, bürokratik bir feodalizmden modern bir kapitalist ekonomiye birbirini izleyen reformcu ve radikal dalgalar tarafından uzun bir süreçten sonra tamamlanmıştır.

2 Mart 2012 Cuma

Tarihlenk, Hakan Erdem

Tarih - Lenk, Y. Hakan Erdem, Doğan Egmont Yayıncılık, 2009, İstanbul  
Tarihçi yazar, tarih kitaplarında yer alan uydurma metinlerden, Osmanlıca hatalarına; bilgiçlerden, intihalcilere kadar geniş bir yelpazede okuyucuyu eleştirel okumaya davet ediyor. Son zamanlarda okuduğum en iyi kitaptı.
        Yazar Türkiye’de bir eleştiri kültürü eksikliği olduğunu ve söz konusu tarih metinleri olunca bu eksikliğin daha da belirgin hale geldiğine dikkat çekiyor. Türkiye’de böyle bir kültür oluşturacak kadar külliyatın olmadığından ve bu türün bizzat yazarın kendisinden ( tabii ki yazarın insafının derecesine göre ) ve eş-dost meclislerinde konuşulanlardan oluştuğundan ibaret olduğunu belirtiyor. Bu nedenle ; bir yandan yanlışları , hataları bazen kuşaklar boyunca yeniden üretip durduğumuzu , diğer yandan da çok değerli metinlerin bile eleştirilmedikleri için eninde sonunda entellektüel açıdan kavruklaştığını ve etkisizleştiğini belirterek bunun da yazarları hantallaştırdığını savunuyor. Kitabın çıkış noktası da burada ortaya çıkıyor : Eleştiri ortamından uzak bir şekilde tarih metinleri üretilirse ortaya çıkabilecek sonuçları irdelemek.
        Kitabın amacı , tarih metinlerine eleştirel bakmak ve onların ontolojik anlamda  ne gibi sorunlar üretebileceğini tespit etmek. Bunu yaparken de , kişiler ve onların her konudaki bireysel tercihleri , varoluş biçimleri , hayat tarzları , karakter özellikleri ; din , dil , etnik kimlik , biyolojik ve sosyal cinsiyetleri veya cinsel yönelimleri ; özel veya profesyonel kurum , kuruluş veya cemaatlere mensubiyetleri vesaireyle değil ürettikleri metinlerle ilgilenilmiş.
        Kitap tematik olarak düzenlenmiş yedi bölümden oluşmaktadır.Birinci bölümde sadeleştirilen metinlerin , ikinci bölümde çevriyazılı metinlerin ne gibi sorunlar üretebileceği değerlendiriliyor.Üçüncü bölüm , bilgili olduğunu beyan ettiği konuda gereğini yapmayarak cahil kalma tercihini kullanan metinleri ve onların sorunlarını değerlendiriyor.Dördüncü bölümde , gerekli referans verilmeksizin yazılan metinler inceleniyor.Beşinci bölümde , yazarının aynı kalıp metninin değiştiği hallerle , aynı metnin muhtelif edisyonları inceleniyor. Altıncı bölümde , akademik dürüstlük çizgilerini ihlal eden ve maalesef Türkiye akademyasında oldukça yaygın olan haller ele alınıyor ve yedinci bölümde , başka bir uç durum, uydurma ve sahte metinler değerlendiriliyor.

        Birinci bölüm ( Sadeleştirme İncileri ve İncelikleri )’de :

1.    Ahmet Refik ( Günümüz Türkçesine çeviren Güven Akçağ ),Osmanlı’da Hoca Nüfuzu,Toplumsal Dönüşüm Yayınları,İstanbul,1977.
2.    Mehmet Arif Bey (Sadeleştiren Nihad Yazar),Başımıza Gelenler ,İrfan Yayınevi,İstanbul,1973.
3.    Mehmet Arif Bey (Hazırlayan M.Ertuğrul Düzdağ),Başımıza Gelenler,Tercüman,1980.
4.    Ahmet Cevdet Paşa ( Sadeleştiren Dündar Günday ),Tarih-i Cevdet,Üçdal Neşriyat, İstanbul,1984.
5.    Gazi Mustafa Kemal Atatürk (Basıma hazırlayan Hıfzı Veldet Velidedeoğlu),Söylev, Çağdaş Yayınları,İstanbul.1982(ilk basım 1978).

İkinci bölüm ( Çevriyazı hoşlukları )’de :

1.    Yusuf bin Abdullah (Efdal Sevinçli),Bizans Söylenceleriyle Osmanlı Tarihi. Tarih-i al-i Osman, Dokuz Eylül Yayınları,İzmir,1997.
2.    Hayrullah Efendi (Haz.Belkıs Altuniş-Gürsoy),Avrupa Seyahatnamesi,T.C.Kültür Bakanlığı,Ankara,2002.
3.    Abdurrahman Güzel,Abdal Musa Velayetnamesi,Türk Tarih Kurumu,Ankara,1999.


Üçüncü bölüm ( Hatalar ,Yanlışlar,Bilgisizlik,Bariz cehalet ve Bilgiçlik )’de :

1.    Ahmet Akgündüz ve Said Öztürk,Bilinmeyen Osmanlı,Osmanlı Araştırmaları Vakfı,İstanbul,1999.
2.    Soner Yalçın,Efendi/Beyaz Türklerin Büyük Sırrı,Doğan Kitap,İstanbul,2004.

Dördüncü Bölüm ( Referans Verme ve Referanssız Metinlerin Sorunları )’de :

1.    Yılmaz Öztuna,”Ermeni Sorununun Oluştuğu Siyasal Ortam”,Ataöv,Osmanlı’nın Son Döneminde Ermeniler,Ankara,2002.
2.    İlber Ortaylı’nın bazı kitapları :
a.    Tanzimattan Sonra Mahalli İdareler
b.    Türkiye İdare Tarihi
c.    Tanzimat Devrinde Osmanlı Mahalli İdareleri
d.    Tanzimattan Cumhuriyete Yerel Yönetim Geleneği
e.    İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı
f.    Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu
g.    Osmanlı Toplumunda Aile
h.    Eski Dünya Seyahatnamesi
i.    Tarihimiz ve Biz
j.    Tarihin Sınırlarına
k.   Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek
l.    Üç Kıtada Osmanlılar
m.  Osmanlı Barışı

Beşinci bölüm ( Aynı Yazarlar,Değişik Metinler:Muhtelif Edisyonlar )’de :

1.    Halide Edip Adıvar,Türk’ün Ateşle İmtihanı,Çan Yayını,İstanbul,1962.
2.    Halide Edip Adıvar,op.cit.
3.    Ahmed Akgündüz,İslam Hukukunda Kölelik-Cariyelik Müessesesi ve Osmanlı’da Harem,Osmanlı Araştırmaları Vakfı,İstanbul,1995.
4.    Ahmed Akgündüz,İslam Hukukunda Kölelik-Cariyelik Müessesesi ve Osmanlı’da Harem,Osmanlı Araştırmaları Vakfı,İstanbul,2000.
5.    Ahmed Akgündüz,Tüm Yönleriyle Osmanlı’da Harem,Timaş Yayınları,İstanbul,2007.

Altıncı bölüm ( Söyle Canım Ne Dersin? Bir İntihal Daha Var… )’de :

1.    Salahi R.Sonyel,Minorities and the Destruction of the Ottoman Empire,Turkısh Historical Society,ankara,1993.
2.    Benjamin Braude ve Bernard Lewis,Christians and Jews in the Ottoman Empire,Holmes&meier,New York,1982.
3.    Y.Hikmet Bayur,Hindistan Tarihi,cilt 1,İlk Çağlardan Gurkanlı Devletinin Kuruluşuna Kadar(1526),TTK,Ankara,1946.
4.    Sir E.Dennison Ross,”The Portuguese i India”,H.H.Dodwell(Ed.),CUP,Londra,1929.
5.    Cengiz Orhonlu,Osmanlı İmparatorluğu’nda Aşiretlerin İskanı,Eren Yayıncılık,İstanbul,1987.
6.    Yusuf Halaçoğlu,17’nci Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun İskan Siyaseti ve Aşiretlerin Yerleştirilmesi,TTK,Ankara,1988.
7.    İlber Ortaylı,Tanzimattan Sonra Mahalli İdareler(1840-1878),Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü Yayınları,Ankara,1974.
8.    Musa Çadırcı,Tanzimat Döneminde Anadolu Kentleri’nin Sosyal ve Ekonomik Yapıları, TTK,Ankara,1991.
9.    E.Engelhardt(Çeviren Ali Reşad),Türkiye ve Tanzimat ve Devlet-i Osmaniyenin Taih-i Islahatı,Kanaat Kitabhanesi,İstanbul,1328(1910).
10.    Hasan Tahsin Fendoğlu,İslam ve Osmanlı Hukukunda Kölelik ve Cariyelik.Kamu Hukuku Açışından Mukayeseli Bir İnceleme,Beyan,İstanbul,1996.


Yedinci bölüm ( Uydurma Metinler )’de :

    1. İsmet Bozdağ,İkinci Abdülhamit’in Hatıra Defteri ve Mithat Paşa’nın Taif Zindanından Gönderdiği 8 Mektup,Bozdağ Kitabevi,Bursa,1946.
  2. İsmet Bozdağ,İkinci Abdülhamit’in Hatıra Defteri (Belgeler ve Resimlerle),Kervan Yayınları,İstanbul,1976.
  3. İsmet Bozdağ(Hanzade Sultanefendi),Osmanlı Hanedanı Saray Notları(1808-1908),Tekin Yayınevi,İstanbul,2002.
    4. İsmet Bozdağ,Prof.Mehmet Ferit Ulusoy.Hanzade/Sürgünde Bir Şehzadenin Günlüğü,İstanbul,Tekin Yayınevi,2003.
  5. İsmet Bozdağ,Prof.Mehmet Ferit Ulusoy.Osmanlı Hanedanı Saray Notları 3,İstanbul,Tekin Yayınevi,2003.

Yukarıda belirtilen eserler kitapta tematik olarak düzenlenen yedi bölümde incelenmiştir.Yazar günlük hayatımızın herhangi bir köşesinde, hergün , yeni bir tarih felaketiyle karşılaştığımızı belirterek bunlardan örnekler vermiş :
1.    Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının 30.05.2008 gün ve SP.Haz.2008/01 sayılı esas hakkındaki görüşü
2.    Ayşe Hür,”Millet-i Müselleha’nın Doğuşu”,Taraf,12 Ekim 2008.
3.    Tufan Türenç,”Öfke Dün  de Kötüydü Bugün de Kötü”,Hürriyet,17 Ekim 2008.
Kitapta yazdığı her şeyi referanslandırmaya ve belgelendirmeye gayret ederek, kendi tabiriyle,ortaya bir “ Halep oradaysa arşın burada “ kitabı ortaya çıkmış.Ve şimdi zaman : Arşınla Halep yolunu ölçme zamanıdır.

29 Şubat 2012 Çarşamba

Bir Ayaklanmanın Anatomisi, Yaşar Kalafat

Bir Ayaklanmanın Anatomisi, Yaşar Kalafat, ASAM, 1992, Ankara
Şeyh Sait İsyanı'nı temelleriyle birlikte ele alır.

Ayaklanmalar, insanların  bir arada yaşamaya başladıkları dönemden itibaren görülen toplu olaylardır. Türk ve Türk -İslâm tarihinde de görülen çeşitli ayaklanmalardan hepsinde, ayaklanma faktörleri az  çok aynı iken, hemen hemen hepsinde ortak olan yön dinî içerikli olmalarıdır.
XIX. yy.'da ayaklanmaların yoğunlaşması, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılması olayı ile yakından ilgilidir.
XVIII. yy.'da Rusya'nın zaman zaman Avusturya ile de birleşerek Osmanlı İmparatorluğu'na saldırısı olmuştur. Ruslar, 1783'de Kırım'ı ele geçirmiş Karadeniz'e inmişlerdir. Bu yayılma stratejisi bir yandan Boğazlar'a karşı, diğer yandan da İskenderun ve Basra Körfezi'ne yönelikti. Rusların bu politikası İngiltere ve Fransa'nın da menfaatlerini tehdit ediyordu. İngiltere ile Rusya arasındaki bu çıkar savaşı İngiltere'yi Osmanlı İmparatorluğu'nu koruma politikasına sevketti. Bu İngiliz politikası, 1878 Berlin Kongresi'ne kadar sürecektir. İngilizlerin bu tutumu, Kırım Savaşı (1853-1854)’nda İngilizlerin Ruslara cephe almasına yol açarken, Boğazlar milletler arası mesele durumuna geldi. İngiltere'nin bu tutumu, Rusya'nın politika değiştirmesine yol açtı. Yeni politikasında Rusya, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Hıristiyanları tahrike başladı.
Esasen Fransız İhtilâli'nin getirdiği akımlardan birisi olan özel anlamda milliyetçilik, Osmanlı İmparatorluğu bünyesine de sıçramış ve özellikle Hıristiyan tebaada kendisini göstermeye başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Hıristiyan unsurların millî hareketleri, sevk ve desteklenmelerinde hemen hemen bütün Avrupa'nın parmağı vardı ve Hıristiyan Avrupa olayı, Hıristiyanların Müslüman Türklere direnişi olarak görüyordu. Osmanlı bünyesindeki Sırp, Romen, Yunan ve Bulgar unsurların direnişlerinin çehresinde bu gerçek vardır. Bunların imparatorluk bünyelerinden ayrılmaları Rusya, İngiltere ve Fransa'nın tahrik ve teşvikteki işbirliğinin bir sonucudur.
Navarin'de Osmanlı donanmasının yakılması olayı, Rusya, Fransa ve İngiltere'nin marifeti idi. Amaç, Yunanistan isyanının bağımsızlıkla sonuçlanmasını sağlamaktı. Donanmanın mevcudiyetine rağmen başarıya ulaşmış ve bağımsızlıkla noktalamış bir Yunan isyanı düşünülmezdi. Nitekim bekledikleri sonucu aldılar.
Rusya, Balkanların büyük bir kısmını XIX. yy. içerisinde Osmanlı İmparatorluğu'ndan koparmayı başarmıştı. Artık Çarlık Rusyası'nın gündeminde, İmparatorluğun doğu toprakları vardı. Bu yeni Rus politikası ile Doğu Anadolu'da olaylar, Ermenileri tahrikle, 1876'da başlatılmış oluyordu. Ermenilerin tahriki konusu ve Osmanlı İmparatorluğu'nun doğu toprakları ile Rusların ilgilenmesi,İngilizlerin menfaat alanına giriyordu. Böylece Rusya ve İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu'nun doğu kesimi için, Ermeni kozu etrafında menfaat sürtüşmesine girdiler. Hıristiyan Avrupa, Osmanlı bünyesindeki Hıristiyan unsurların hâmiliğini XIX. yy. başlarından itibaren başlayarak sürdürmüşken, bu imparatorluğun içerisindeki Müslüman unsurların isyanına ise, özel menfaatleri gerekli kıldığı hallerde destek sağlamıştır.
1890 yılından sonra, Avrupa'nın Osmanlı İmparatorluğu içerisindeki, çeşitli unsurlara duyduğu ilgi yeni bir mahiyet kazandı. Bu yeni ihtiras döneminde, Osmanlı İmparatorluğu'nu yağmalama amacı güdülüyordu. Osmanlı İmparatorluğu ile Almanlar yakınlaşmaya başlayıp, 1900 yılında Bağdat demiryolu için bu iki ülke arasında dayanışma başlayınca, İngiltere ve Rusya ortaya 'Şark Meselesi'ni attılar. Bu yeni strateji çok çeşitli taktiklerle uygulamaya getirilirken, kitapta incelenen kısım itibariyle Şark Meselesi, bir yandan Arapları Türklere karşı kışkırtırken, imparatorluğun Türk ve Müslüman olan unsurları arasındaki bütünlüğü de parçalamayı amaçladı. Ermenilerin tahriki yanında diğer yanda da ayaklanmaya teşvik edilen kesim Türklüğün eski unsurlarından 'Kürtler'di.
M.K. Öke, D. Kınnane ve E.O'Ballance'nin belirttikleri gibi XIX. yüzyılda Anadolu kırsalında bazı isyanlar patlak vermiştir. Ancak, bunlar herhangi bir siyasi muhtevadan yoksun daha ziyade feodal ayaklanmalardır.
Orta Doğu'nun emperyalizmin iştahını kabartan genel ve özel vasıfları vardı. Genel özellikleri arasında, Batının 'emperyalist maddî çıkarcılığı' ve hususi özellikleri arasında da, Hıristiyan Batı'nın 'Müslüman Türk'e duyduğu tarihi husumet' başta geliyordu. 1071-1683 tarihleri arasında 'Şark Meselesi' savunmasındaki Avrupa'nın durumunu anlatır, Hıristiyan Batı, Türkleri Avrupa'ya sokmak istememiş, Anadolu'ya giren Türklerin bu topraklarda kök salmasını kabullenmemiş, Rumeli'ye geçişlerini önlemek istemiş, İstanbul'un fethini engellemeye çalışmış ve Avrupa içlerine girişlerine mani olmak istemişti. Şark Meselesi'nin ikinci safhasında, Avrupa saldırıya geçmiştir. Bu dönemde Hıristiyan Batı, Balkanlardaki Hıristiyan unsurları İmparatorluğa karşı ayaklanmaya teşvik etmiş bu maksatla, Bâb-ı Âli'ye baskı yapmış, Türkleri Balkanlardan atmak, İstanbul'u Türklerden geri almak, Osmanlı İmparatorluğu'nun Asya toprakları üzerinde yaşayan Hıristiyan cemaatleri isyan ettirmek ve Anadolu'yu parçalayarak Türkleri Anadolu'dan çıkarmak istemiştir.
Bu izah ışığında, Anadolu ayaklanmalarının Şark Meselesi'nin maddî, stratejik ve psikolojik sebepleri vardır. XIX. yy. Avrupa'nın sanayi için ham maddeye, üretimi için pazara, sermayesi için emeğe ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaçlar için, Osmanlı İmparatorluğu'nun Asya toprakları çok uygundur. Bu bölge kolonileri, pazarları ve etki sahalarını korumak için stratejik öneme haizdir.
Selçuklu ve Türkmen Atabeylikleri ile başlayan Anadolu Müslüman Türk Tarihi, Osmanlılara gelinceye ve ayaklanmaların yoğunlaştığı son yüzyıla varıncaya kadar bir çok toplu olaya şahit olmuştu. Bunlardan en büyüğü Baba İshak (Babai) isyanı idi. Dinî karakter taşıyan ilk büyük olay olan bu isyanda Baba İshak peygamberliğini ilân edip, 1240 yılında Anadolu Selçuklu Devleti'ne baş kaldırmıştı. İsyan kısa zamanda, kadın ve çocukların dışında, binlerce isyancının öldürülmesi ile bastırılmıştı. Ancak, zayıf düşen Anadolu Selçukluları, İran'da fırsat bekleyen Moğolların saldırısına uğradı. 1243 yılında kaybedilen Kösedağ Savaşı'ndan sonra, Anadolu Moğol hâkimiyetine girdi.
Selçuklu Devleti'nin çözülmesinden sonra, Anadolu'da irili ufaklı birçok Türk beyliğinin ortaya çıktığını görüyoruz. Bunlardan en güçlüsü olan Osmanlılar, kısa zamanda Anadolu'da Türk birliğini kurmayı başardı. Bu Beylik, kısa zamanda üç kıtada hâkimiyet kuran bir İmparatorluk haline geldi. Ancak, XVII. yy. da patlak veren Celali İsyanları'ndan sonra, İmparatorluğun tekrar toplanması mümkün olmadı. XVII. ve XVIII. yy. ıslahatları çöküşü önlemeye yetmedi. İç meselelere sosyal, ekonomik ve politik çözümler getirilemiyordu. XIX. yy.'da, İmparatorluk Batının denge politikası ile ayakta duruyordu. Bu dönemde, Batıdan alınmak istenen teknik bilgi ve metodu kabul edemeyen ve devlete karşı direnen, 1730 yılındaki Patrona Halil İsyanı ve 1807'de Nizam-ı Cedid'i yıkan Kabakçı Mustafa Cumhuriyetten sonraki ayaklanmalarda ve Şeyh Sait ayaklanmasında da görülmektedir.
Kitapta inceleme konusu olan 'Şark Meselesi Işığında Şeyh Sait Olayı; Karakteri ve Dönemindeki İç ve Dış Faktörler'in seçilmesi, Şark Meselesi'nin güncelliğine, yeni boyutlar kazanarak devam ettirilmekte olması yol açmıştır. 1980-90'lı yıllarda terörle bütünleşen bölücü faaliyet; irtica-bölücülük, komünizm-bölücülük, mezhep ayrımcılığı-bölücülük, komşu ülkelerle olan ihtilâflar-bölücülük ve terör-bölücülük özelliklerini de beraberinde taşımaktadır. Türkiye'nin rejimi, milleti, vatanı ve kültürü ile, beka ve bütünlüğünü en fazla tehdit eden unsur  'bölücülük'tür. Bugünkü bölücü hareketin, iyi anlatılabilmesi için bölücü cereyanın yakın geçmişinin bilinmesi gerekmekte idi. Yaşanan olaylar, yakın geçmişin devamı idiler. Olaylara etkisi olan çevreler ve faktörler de değişmemişti. Bu sebeple Doğuda cereyan etmiş birçok olaydan 'Şeyh Sait Olayı' incelemeye alınmış, inceleme yapılırken muhtelif faktörlerin yanı sıra olayın sahneye çıkışında ve gelişmesinde etkili olmuş karşı şöven hareketler yaşanmış ise, olayların bu boyutu da ele alınmıştır.
Kitabın giriş kısmında, 1924 yılı olaylarına ve bu olayları doğuran faktörlerin öncesine dair genel bilgi verilmiştir. Daha sonra, Şeyh Sait olayına geçilmiştir. Olayın karakterini tayin edici slogan ve mesajlar incelenip olayın sonuçları üzerinde durulmuştur. Olayın seyrinden çıkarılan ve karakterinin tayininde yararlı olabilecek tespitler incelenmiştir.
Şeyh Sait olayının anlatımına geçilmeden evvel ismini bu ayaklanmaya veren liderlerin tanıtılmasında zaruret görülmüştür. Karakterine, fiziğine, zihniyetine dair bilgi verilmesi cihetine gidilmiştir. Kendisine yöneltilen ithamlara, her iki taraftan ölümüne sebebiyet verdiği insan sayısı ve yıkılmasına yol açtığı ev adedine dair açıklamalar yapılmıştır.
Şeyh Sait ayaklanmasının Kürtçü bir muhteva kazanması için çalışan Azadi ve Azadi'ye ortam ve kadro sağlayan aynı amaçlı, daha evvel kurulmuş örgütler hakkında bilgi verilmiştir. Bu münasebetle, dönemin bu ideolojiye organlık yapan yayınları ve konuya ilgi duyan diğer yayınları üzerinde durulmuştur. Olaydaki merkez örgüt karakteri arzeden Azadi'nin, döneminin Ermeni ağırlıklı örgütü olan Hoybun ile ilişkileri tartışılmıştır.
Ayaklanma bölgesinin tarihi de müstakil bir bölümde ele alınmış, tarihî seyir içerisinde bölgede yaşamış topluluklar ve kurulmuş yönetimlere dair bilgi verilmiştir. Şeyh Sait olayının karakteri üzerinde ileri sürülen iddialardan birisi de 'Milli Kurtuluş Hareketi' olabileceği hususu olunca bölge halkının etnik kimliği de inceleme metnine alınmıştır.
Ayaklanmanın 'Milli Kurtuluş Hareketi' olduğu yolundaki iddiaların yoğunluğu, konunun bu yönünün özel olarak ele alınmasını gerektirmiştir. Bu maksatla olayın yakın geçmişine ve aynı dönemdeki bazı olaylara dair de bilgi verilmiştir. Olaydan sonra gelişen ve olayla bağıntısı üzerinde durulan cereyanlara da yer verilmiştir. Bu münasebetle dönemin iz bırakan ve konuyla ilgili olan olaylarından Halit Paşa Vak'asına, ortak muhteva taşıdığı itibariyle üzerinde bazı iddialarla durulan Said-i Nursî'ye yer verilmiştir. Kemalist ideoloji, Kürtçülüğe ve Nurculuğa genel anlamda karşı iken ve inceleme metninin her bölümünde bu husus kaçınılmaz olarak yer alırken, Atatürk'ün özelde Şeyh Sait olayı karşısındaki tavrına açıklık getirilmiştir. Şeyh Sait Olayı merkez alınıp dönemin sosyal ve kültürel olayları üzerinde durulmuştur.
Olayın karakteri üzerinde iddia ileri süren muhtelif örgütlerin görüşlerinden pasajlar ele alınmış her bir görüş, önce kendi içerisinde tartışılmış, daha sonra genel tahlile tâbi tutulmuştur. Sonuç bölümünde ise olayın karakterine konulan teşhis açıklanmıştır. 'Cumhuriyet'in Kuruluşu ve İlk inkılâp Hareketleri' bölümünde; Atatürk, TBMM'de oluşan I. ve II. Gruplar karşısında aldığı siyasî tavır, bu grupların doğuşu, gelişmenin seyri ve sonuçlanması, Halifeliğin İlgası, Şeriye ve Evkaf Vekâleti ile Erkân-ı Haribiye-i Umumiye Vekâletinin ilgası ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun kabulü konusunda açıklama yapılmış, ayrıca dönemin siyasî kadroları, siyasî olayları ve taraflardan siyasîlerin bu olaylar karşısında sergiledikleri tutumlara dair geniş bilgi verilmiştir.
Kitapta olayın kahramanlarının büyük çoğunluğunun aşiretlere mensup sade vatandaşlar olduğu belirtilmiştir. Soyadı kanunu çıkmadan bahsi geçen bu şahısların isimleri, bazen aşiretlerinin isimleri ve bazen de köylerinin ismi ile birlikte geçiyordu. Aynı şahıs bazen şeyh ve bazen de kayıtlarda sehven seyyit olarak geçebiliyordu. Aynı şahıs, değişik isimlerle geçtiği için farklı mütalâa edilerek yanılgıya düşebilirdi. Nitekim aynı aşiretten sadece ismi bilinen bir şahıs ağa, efendi ve bey gibi farklı ünvanlarla da anılabiliyordu. Bu durum daha farklı tesirlerin de altında resmî zevatda da gözlenebiliyordu. Kuva-yi Milliye döneminde 'bey' diye bilinen zevat giderek paşa rütbesi alıyor, iki isimli bu şahıslar çok yerde bir isimle geçebilirken, bazen de iki ismi ile soyadı kanunundan sonra da üç ismi ile geçebiliyordu. Aynı isimli iki, bazen de üç paşadan aynı görev bölgesinde bahsetmek gerekebiliyordu. Bu durumda, ismi geçen şahısların metindeki bilgilerle sınırlı biyografik bilgileri bir araya getirildi. Böylece ileride yapılacak bu alandaki çalışmalar için şahısların tanımları itibariyle ilk adım atılmış oluyordu.
İncelemenin son bölümüne geniş bir resim albümü bulunmaktadır. Bu albümle, olayların okuyucu gözünde müşahhaslaşması amaçlanmıştır. Burada, isyan olayı ile doğrudan ilgili devlet ricali, isyanla ilişkisi ileri sürülen Terakkiperver Fırka'nın ilgililerinin, ayaklanma olayına katılan zevat ve ayaklanmaya fikri zemin hazırlayan örgüt ve basın organlarının mensuplarının resimlerine yer verilmiştir.
Albümden sonra ekler bölümüne yer verilmiştir. Bu bölümde, olay bölgenin etnik kimliğini ve olayların gelişme seyrini gösteren haritalara; isyanla ilgili dönemin yayın organlarından örneklere, ilgili bazı kanun metinlerine, o dönemde dağıtılmış bazı bildirilerle, beyanat metinleri türünden dokümanlara yer verilmiştir.

28 Şubat 2012 Salı

Marifimiz ve Servet-i İlmiyemiz, Tüccarzade İbrahim Hilmi

Marifimiz ve Servet-i İlmiyemiz, Tüccarzade İbrahim Hilmi, T.C.Kültür Bakanlığı, 2000,Ankara
Avrupa devletlerinin gerisinde kalma nedenlerimiz incelenmiş, çözüm önerileri getirilmiştir.                       
       Balkan Harbi’nde millete çöken yeis ve ümitsizliği izale etmek ve ahlaki, içtimai, idari, askeri, siyasi bütün karışıklıkların esasını araştırmak, iki asırlık kötü idaremizi ilan ederek millette bir uyanış hissi oluşturmak üzere Çatalca müdafaası esnasında başlatılmış olan Kitaphane-i İntibah külliyatında 1913 yılında yayınlanan bir kitaptır. Bu kitapta Tüccarzade İbrahim Hilmi Avrupa devletlerinin gerisinde kalma nedenlerimizi incelemiş ve çözüm önerileri getirilmiştir. Böylece İbrahim Hilmi Batılılaşmamıza yön verenler arasında bulunur.
       Yalnız bizi değil  bütün İslam memleketlerini en şiddetli zelzelelerden , harp ve kasırgalardan daha çok sarsan, daha çok tahrip eden şey var ise onun da umimi cahaletimiz ve eğitimsizliğimiz olduğunu, asırlarca boyunduruğumuz altında yaşayıp da sonradan istiklal kazanan ve başımıza en büyük musibet ve felaketleri getiren unsurların üstünlük sebepleri , onların maarife verdikleri ehemmiyetle, bizim bu hususta gösterdiğimiz rehavet olduğunu, Osmanlının orduya ve donanmaya ehemmiyet verdiğini, fakat maarife hiç ehemmiyet vermediğini, Eğitim bakanlığına asla ehil bir adam aranmadığını, küçük Balkan devletlerini yücelten yeğane sebebin öğrenime verdikleri önem olduğunu belirtmiştir.
       Yazar diğer batı ülkelerinin eğitim bütçelerini Osmanlı ile kıyaslayarak konuya açıklık getirmeye çalışmış ve kitabında Milli Eğitimimizi; Milli Eğitim Bakanlığı, Mekteplerimiz, Mektep hayatı, Öğretmenler, Proğramlarımız ve ders kitaplarımız, Kütüphanelerimiz, Yayınlarımız, Resmi matbaalarımız, Tiyatrolarımız, Edebiyat ve musuki, Müzelerimiz ve Oyunlarımız  başlıkları altında incelemiş ve değerlendirmelerde bulunmuştur. Kitabı şu şekilde özetleyebiliriz;
       Milli Eğitim Bakanlığı :
       Milli Eğitime yeterli önemi vermememizden bahsederek Bulgaristan, Romanya, İspanya gibi ülkelerle bizim eğitime ayırdığımız bütçeyi kıyaslamakta bizimdiğerlerinin çeyreği, yarısı veya daha azı olduğundan bahsedilmektedir.
       Mekteplerimiz : 
       Okul seçimlerinde yabancı okullarının tavsiye edildiğinden bahsederek bizim okulların eğitim kalitelerinin yeterli seviyede olmadından bahsedilmektedir. Öğretmenlerin eğitim seviyelerinin yetersiz seviyede olduğu belirtilerek çocukları yeme, içme, giyim, kuşam, hal ve hareketlerine bizde hiç dikkat edilmediği, okulların eğitim vermeye uyğun şartlara sahip olmadığını batıda ise okulların saray gibi olduğunu bahsetmekte, bunun da onların eğitime verdikleri önemi gösterdiğini belirtmektedir.
        Mektep Hayatı :
        Bizde okul hayatına yeterli önemin verilmediğini belirterek,okullarda karmakışık ders okutulduğunu, masa ve sıraların olmadığını, Batı ülkelerinin ise okullarının pırıl pırıl ve yardımcı malzemelerinin tam olduğunu, çocuklarında iteat ve intizamın hat safhada olduğunu belirtmektedir.
        Öğretmenler :
        İstikbali kurtaracak ordunun öğretmenler ordusu olduğunu,askarlerin olmadığını belirtmekte, Bizde öğretmenliğin bir meslek, bir sanat olarak tanınmadığını belirtmekte, Batıda en  mükemmel esrleri meydana getirenlerin çoğunlukla o ilim ve fende uzun seneler hocalıkyapan profesörlerin olduğunu belirtmektedir.
        Proğramlarımız ve Ders Kitaplarımız :
        Eğitim sistemimizde esaslı bir ders proğramının takip edilmediğini, Batı milletlerinin ise tedrisat proğramına son derece itina gösterdiğini, bizde eğitim proğramları hazırlanırken bu proğramlara menfaat kaynaklı kitap listelerinin dahil edildiğini belirtmektedir. 
        Kütüphanelerimiz :
        Hiçbir milli kütüphanemizin, okuma salonumuzun olmadığını, Avrupa ve Amerikanın ise birçok kurumlarında umumi ve milli kütüphanelerinin olduğunu, ve hatta birçok meslek sahibinin bile özel kütüphanesinin olduğunu belirtmiştir
        Yayınlarımız :
        Teorik ve pratik bilgilere ait yayınların bizde pek olmadığını, yayınları bu azlığı aydın ve düşünür beyinlerin de azlığına devletlerin ileri gelenlerin kıtlığına işarat olduğunu belirtmektedir.
         Resmi Matbaalarımız :
        Resmi matbaalarımızda yolsuzluklar ve mantıksızlıklar olduğunu belirtmekte, matbaacılıkta ise devlet adına ticaret yapıldığını, gelir getirmek için vasıta olarak kullanıldığını belirtmiştir.
        Tiyatrolarımız :
        Birkaç defa karagöz tarzı oyunlara gittiğini belirterek tiyatromuzun sanattan uzak olduğunu oralarda adi ve terbiyesizce sözlerin kullanıldığını, Batı’ da ise tiyatroların milletin fikri ve ruhi terbiyesine pek büyük hizmet ettiğini, milli hislerimizle hiçbir alakası olmayan Ermeni, Rum, Musevi ve Kıpti kadınlara tiyatroda muhtaç kaldığımızı bunun da bizi tiyatroda millilikten uzaklara götürdüğünü belirtmiştir.
        Edebiyat ve musuki :
        Edebiyat ve musukimizin Batı’ nın enğin genişliği karşısında zayıf kaldığını, Ecnebi lisanlarını öğrenenlerin bir daha Türkçe kitabı eline almayı istemediğini belirtmiş, geçmişte eserlerin anlamsız, şiirlerin faydasız divana sahip olduğunu, batı müziğinin insanın ruhunu okşadığını, bizim musikimizin ise keşmekeş içinde olduğunu belirtmiştir.
        Müzelerimiz :
        Batıda müzelere önem verildiği için okullara varıncaya kadar birer müze meydana getirildiğini, bu muzelerin de eteorik ve pratik bilimlerin tahsilini kolaylaştırdığını, bizim fakirliklerimden birinin de müzelerimizin olmayışını belirtmiştir.
        Oyunlarımız :
        Oyunların sağlığı korumak için gerekli olduğunu, Batıya mahsus oyunları kabul etmemiz gerektiğini, özellikle jimnastiğin herkes tarafından uyğulanması gerektiğini, çocuklara sporla daha küçüklükten itibaren askeri eğitim verilmesi gerektiğini, genç kızlarımızın spordan çok uzak olduğunu, tenis kriket, jimnastik gibi sporları yapmaları gerektiğini belirtmektedir.

23 Şubat 2012 Perşembe

Simgeden Millete, Selim Deringil

Simgeden Millete, Selim Deringil,İletişim Yayınları, 2007,İstanbul
Osmanlı Devletinin 19. yy.ın son çeyreğinde simgesel bilinç oluşturmak suretiyle ayakta kalma çabaları, Mustafa Kemal ve milliyetçiliğin kökleri.
   Selim Deringil kitapta bir araya getirilen uzun yılların emeğini yansıtan makalelerinde, 19. yüzyıl imparatorluk tarihinin simgesel üretim ve yeniden-üretim alanlarını ele alıyor. Din, millet, devlet tanımlarını ve bunların siyasal alandaki kullanımlarını, II. Abdülhamit döneminden Mustafa Kemal’e uzanan süreçte, “devlet aklı” ve pratiklerine bakarak inceliyor.  Kitap dokuz makaleden oluşmaktadır. Bölümler arasında farklılıklar olmakla birlikte bazı bölümlerde tekrarların olduğu görülmektedir.
(1) Geleceğin İcadı Ve Muhayyel Cemaat Fikrinin Kısa Tanımı.
Her dönemde geleneğin ilk defa icat edildiği ve nedenlerinin dayandığı temeller toplumdaki algıyı etkileme amacı ile zaman içinde benimsenmesiyle oluşmuştur. Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde Basra’dan Avrupa başkentlerine kadar geniş bir coğrafyada kendisine tehdit algılaması ve tebaasını belirli bir simge etrafında birlik ve beraberlik etrafında toplama gayretlerinin olduğu, bu tür argümanların özellikle 19. yy. “Türklük sembolü “ haline gelen ve Cumhuriyet Türkiye’sinde Osmanlılığı simgelediği için yasaklanan serpuş, geçmişi ancak 19. yy.ın ilk çeyreğine uzanan bir “gelenek” olduğu görülmektedir.
Özellikle II. Abdülhamit döneminde devletin “meşruiyet zemini”nin yeni bir temele oturtulması gerektiğinin altı çiziliyordu. Bunun gerçekleşebilmesi için hilafet geleneğinin icadı ve Osmanlı sultanının bütün Müslümanların halifesi olduğunun benimsenmesi ve bir taraftan da propaganda yoluyla muhayyel cemaati genişletme gayretinin varlığıdır. Pan-İslamizm, Osmanlı hilafetine dış dünyada nüfuz temin eden her türlü politikadan oluşan uygulamaların tümünü kapsaması ve savunmaya yönelik meşru varlığını tehlikede gören bir devlet politikasının adıdır. Pan-İslamizm çerçevesinde uygulama alanında, Singapur, Cava
ve Hindistan bölgelerinde bazı ileri gelen şahsiyetler tarafından gazeteler yoluyla Osmanlılık propagandası yaptığı, bazı çocukların eğitimlerini tamlayarak kendi memleketlerine döndüğü, özellikle Irak’ta hızla yaygınlaşan Şiiliğin önlenmesi amacıyla Şii çocukların Osmanlının seçkin eğitim kurumlarında Hanefi mezhebi doğrultusunda “Hanefileştirilmeleri”nden bahsedilmektedir.
Osmanlının 19. yy.da moda olan sergilere katıldığı, dahası Osmanlı hilafetinin olumlu imajını dünyaya yayma gayretlerinin en önemlisi basın olmuştur. Ahmet HAMDİ (Aksekili), Şerif Mardin gibi zatların işaret ettiği gibi 19.yy. sonlarında bir insanın gazete ve basın yoluyla ulaşabileceği bilgilerin, fizyolojiden beslenmeye, kimya sanayinden islamda ünlü kadınlar tarihine kadar geniş bir alanı kapsamaktadır. İstanbul ve Kahire’de basılan bir gazetenin Lahor’da okunması da Osmanlı hilafetinin “muhayyel cemaat” kurgusuna bir işarettir. Osmanlı nüfuzunun giderek artması karşısında İngiliz idaresi Osmanlı imparatorluğunda tebaa’ya zulüm yapıldığını yayma gayretleri başlatırlar. Ayrıca Osmanlı aleyhtarlığı yönünde Hintliler üzerinde baskı politikası uygularlar. Bu amaçla Osmanlı lehine konuşma yapan bir din adamı bir yıl hapse mahkum edilir. Bu durum Hintlileri oldukça etkilemiştir. Osmanlı İmparatorluğunca Yunanistan’dan Sason’a, Lahor’dan Batavya’ya kadar uzanan bir muhayyel cemaat kurgulanmaya çalışılmıştır. Söz konusu cemaat fikrinin Buhara, Lahor ve Batavya da yaşayan Müslümanların Osmanlının meşru İslam halifesi olarak kabul ettirilme çabalarıdır.
Pan-İslamizm, II. Abdülhamit’in 19. yy.ın son çeyreğinde hilafetin dünya Müslümanları üzerinde nüfuz aracı olarak kullanılması için getirdiği bir mitolojidir. Amaç, Osmanlı halifesin dünyada görünür kılmak, dini motifleri kullanarak seküler bir dünya politikası oluşturmak. Ancak bu politikanın lisan bilmeyen 4-5 şeyh ile 5-6 konsolostan oluşan ekip tarafından yürütülmesi sebebiyle başarılı olamamıştır.
(2) II. Abdülhamit Dönemi Osmanlı İmparatorluğu’nda Simgesel Ve Törensel Doku: “Görünmeden Görünmek”.
Bu bölümde dört tür simgesel ögeden bahsedilmektedir. Birincisi halifenin kutsallığını simgeleyen mimari ögelerdir. Osmanlı arma, tuğra veya devlet yapılarındaki dini motiflerdir. İkincisi padişahın ihsanı olarak kullanılan nişanlar, Kutsal eserler, özel sancaklar ve hil’atlerdir. Üçüncüsü İslami simgesel anlamı yüksek olan kutsal emanetlerdir. Son olarak ta sultan Abdülhamit döneminde tekerrür eden kelimeler, deyişler veya kalıp ifadelerdir.  Özellikle kamu alanında Avrupai hükümdarın portresinin duvarlara asılması yerine, devlet dairelerinin duvarların “Padişahım Çok Yaşa” vb. ibareleri taşıyan hat levhalarının asılmasına başlanmıştır. 19. yy.a damgasını vuran hatıra madalyalardır. Bu madalyonun bir yüzünde, Fransızca olarak “Bu devlet yaşayacak çünkü Allah öyle istiyor”, diğer yüzünde ise, “Herkese adalet”, “Zayıfların korunması” ve “devletin dirilişi” yazılıdır. Bu yazı, her an dalgaların dövdüğü, burçlarında Osmanlı bayrağının dalgalandığı bir kalenin üzerinde görülmektedir. Meşruiyet simgesi olarak Ayasofya, kutsal emanetler ve sultan türbeleri görülmektedir.
Hanedan, hilafet ve devletin kutsallığını pekiştirmek amacıyla kutsal değerleri olduğuna inandığı eserleri satın almaktadır.
(3) Osmanlı’dan Türk’e: Türkiye’de kimlik ve Sosyal Mühendislik.
İmparatorluğun küçülmeye başlamasıyla birlikte özellikle 19. yy.ın son çeyreğinde balkanlardaki toprak kayıplarının başlamasının ardından “Türklerin öz yurdu” vurgusuyla Anadolu önem kazanmıştır. Mümkün oldukça karakter ve amaçta birbirine benzeyen ve hilafet makamını vurgulayan Padişaha sadakatte birleşen Müslümanların meydana getirdiği homojen bir yapı oluşturmak için II. Abdülhamit büyük gayret sarf etmiştir. Osmanlı tebaası içersinde yaşayan ve devletin resmi diline ve dinine başlı unsurlar azınlıktayken, çoğunluk muhalif grupta yer almaktaydı. Bu durumda sistemli bir şekilde muhaliflerin itikatlarının düzeltilmesi gerekliydi. Bu sorun sadece Osmanlı misyonerler vasıtasıyla çözülmesi mümkündü. Osman Nuri Paşaya göre Türkler Osmanlı milletinin temelini oluştururken, Araplar, Kürtler ve Arnavutlar gibi Müslümanlar ise destekleyici tali unsurlardı.
Kürt meselesinin arkasında aslında 1915 yılında Ermeni tehciri sırasında binlerce Ermeni’nin hayatını kaybetmesine sebep olan, Osmanlı Subayları yönetimindeki hafif Kürt süvari gruplarından oluşan Hamidiye Alaylarının rolü büyüktür. Bugünkü Kürt liderlerinin belirttiğine göre, PKK’lılardan öldürülenlerin aslında Kürt olmayıp Ermeni (sünnetsiz) olduğudur. Bugünkü Kürt liderlerinin aslında 1915’deki Hamidiye Alaylarındaki Kürt liderlerin torunları olabilecekleri belirtilmektedir.
(4) II. Abdülhamit döneminde devletin kamusal imajının dönüşümü: İdeolojik meseleler ve tepkiler. ( 1876-1908 )
Osmanlı devleti tehdidin arttığı dönemde, yabancı devletlere karşı kaybettiği imajını yeniden kazanmak için hem içerde hem de dışarıda düzeltmeye uğraşıyordu. Devlete karşı tehditlerin en önemlisi misyonerlik faaliyetleriydi. Bu faaliyetler, 1880-1890 yıllarında İngiliz, Fransız, Rus ve Amerikan misyonerlerin Osmanlı topraklarını kendi faaliyet alanlarına göre parsellemeleriyle devinim kazanmıştır. Osmanlı devleti oluşan bu tehlike karşısında ideolojik bir savunma hattı olarak, aktif olarak Halifeliğe geçmeyi teşvik etmek suretiyle ilk defa misyonerliğe karşı misyonerlikle karşılık vermiştir. Değişik vilayetlerdeki Osmanlı yöneticilerinin gönderdiği raporlardaki ana unsur misyonerlik faaliyetleridir. Bu bölgelerdeki özellikle Şii, Nusayri ve Yezidi Kürtler gibi marjinal grupları Sünni Hanefi mezhebe döndürmek için bir program vardır. Aynı zamanda misyonerlik faaliyetlerinden Müslüman ahalinin de etkilenmemesi için özel olarak tayin edilecek ulemanın söz konusu bölgeye gönderilmesi talep ediliyor. Aynı zamanda devlet eliyle “Kitab-ül Akaid’in ( Dinler Tarihi ) yazılmasıdır. Yapılan faaliyetlerin özünde Osmanlı toplumu nezdinde devletin yekvücutluğu için yeni bir temel tesis etme amacıyla, geleneğin icadı ile yürürken, Osmanlı devletinin bir “Büyük Güç” olarak kamusal varlığını sürdürme çabasıdır.
(5) Irak’ta Şiiliğe Karşı Mücadele: II. Abdülhamit Döneminde Bir Osmanlı Karşı Propaganda Örneği.
 İran’daki imamiyenin güçlenmesi Bağdat, Necef ve Kerbela gibi yerlerin Osmanlının kontrolüne girmesiyle birlikte Osmanlı-İran siyasi mücadelesi başlamıştır. Genel olarak Şiiliğe karşı alınacak önlem olarak Sünni İslamın topluma tanıtılması için devlet, özel olarak eğitilmiş alim ve muallim tayin etmiştir. 1905 yılındaki bir rapora göre bölgeye gönderilen muallimler maaşlarını düzenli olarak alamadıkları gibi vazifelerini de yerine getirmemişlerdir. Dolayısıyla beklenen fayda sağlanamamıştır.
(6) “Hali Vahşet Ve Bedeviyette Yaşarlar”: Geç Dönem Osmanlı İmparatorluğu Ve Post-Kolonyalizm Tartışması.
 Osmanlı hiçbir zaman İngiltere ve Fransa statüsüne bürünmedi. Ancak bazı yönleriyle yakınlaşması gerekiyordu. İşte arada kaldığı bu durum Osmanlının “ödünç alınmış kolonyalizmi” olarak adlandırılmaktadır. Osmanlı için batının agresif sanayi imparatorluğundan farklı olarak, bir hayatta kalma taktiğiydi. 19.yy.ın son döneminde kızışan kolonyalizm açısından, Osmanlının halen egemenliğini sürdürmekte olduğu ve “Büyük Güçler” kulübünün bir üyesi olarak kabul edilmesi Osmanlı örneğini orijinal kılmaktadır.
Afrika kıtasındaki topraklar yavaş yavaş kaybedilirken kalan vilayetin haklarının korunması için bir layiha hazırlanmıştır. Bu layihada, halkın yaşam tarzından ticaret hayatının düzenlenmesine, sosyal haklardan basın ilkelerine kadar bütün alanlar düzenlenmiştir. Ayrıca böyle bir durumda bedevilerin kendi hallerine bırakılamayacağının dikkati çekiliyor olması, kolonyal bir siyasete doğru bariz bir yönelim olduğunu açıkça göstermektedir. Beyrut’ta hayat sürdüren Tevfik Bey’in eşi Naciye hanımın hatıralarının Osmanlı kolonyalizm’i açısından ikircikli doğasına ışık tutan belgeler olarak okunmalıdır.
(7) Geç Dönem Osmanlı İmparatorluğunda Ermeni Sorununa Çalışmak Ya da “Belgenin Gırtlağını Sıkmak”.
Ermeni-Türk polemiğinin temelini tarafların bir araya gelerek birbirlerine hitap etmemeleridir. Türk tarihçilerinin çoğunluğu ve Türkiye’nin resmi tezlerini savunmayı iş edinmiş olan bazı yabancı tarihçiler, Birleşmiş Milletlerin II. Dünya savaşından sonra Yahudi soykırımına benzer bir tanıma uymadığını gösterme çabasındaydı. Bu bölümde arşivlerin yorumlanmasında az çok önceden kabul edilen ya da önyargıları savunmak için nasıl kullanıldıklarını veya nasıl alet edildiklerini anlatılmaktadır. Bölüm içersinde 14 ayrı vaka incelenmektedir.
(8) Osmanlı İmparatorluğu ve 19. yy. Rus İmparatorluğunda Pan-İslamizm.
Rus İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğundaki Hıristiyan halkın korunması için çalışırken, Osmanlı İmparatorluğu ise ilişkilerini gizliden gizliye Pan-Slavizmi dengeleyecek şekilde bir silah olarak kullanıyordu. Rus hükümeti eşrafın gönlünü kazanmak için hiçbir değeri olmayan nişan ve hediyeler dağıtarak çocuklarını da kendi okullarına göndermelerini sağlamak suretiyle sistemli bir şekilde Ruslaştırma politikası izlemektedirler. Zamanla Rusya, Kırım, Orta Asya ve Kafkasya’ya yerleştikçe Osmanlı bölgedeki nüfuzunu kaybetmektedir. Sonuçta da Rus Müslümanlara azınlık muamelesi yapmaktadır.
(9) Namık Kemal’den Mustafa Kemal’e Kemalist Milliyetçiliğin Osmanlı Kökleri.
Osmanlı devleti “devletten ulusa” modeliyken, dağıldıktan sonra yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise, “ulustan devlete” modeliyle devam etmiştir. Katı sansürün olduğu II. Abdülhamit döneminde bile bu süreç devam etmiştir. Türkiye Cumhuriyetinin kaderini tayin edecek olan liderler neslinin tümü bu saltanat zamanında genişleyen eğitim kurumlarında yetişmiştir. Kemalizm bir orta sınıf olgusudur ve Kemalizm önderlerinin tamamı 19. yy. sonunun ürettiği Müslüman kesiminden gelmektedir.
Namık Kemal ve Ziya Gökalp, Türk milliyetçiliğinin dolaysız atalarıdır. Ziya Gökalp’ın Türk milliyetçiliği temel düsturlarıyla doğrudan bağlantısı vardır. Namık Kemal ise daha “Osmanlı” bir bakış açısıyla Pan-İslamcılık ve Türk Milliyetçiliği arasında bir yerde durur. Aynı zamanda Kemalistlerle ittihat ve Terakki arasında bağlantı vardır. Mustafa Kemal’inde aralarında bulunduğu bütün Kemalistler İttihat ve Terakki üyesidirler. İttihat ve Terakki Osmanlı bünyesinde ilk çağdaş kitle hareketi olmuş ve 1919 yılında Mustafa Kemal’in örgütlenmesine zemin oluşturmuştur. Namık Kemal vatan şairi olarak anılırken, “anavatan” mefhumu ise TBMM’deki tartışmalarda bir nevi ana motifi oluşturmaktadır. Nihayet 23 Nisan 1920’de milliyetçi direniş kendisini Ankara’da TBMM olarak kurumlaştırmıştır.
TBMM kurulduktan sonra elde edilen kazanımlar ile 1922’de Yunanlılara karşı elde edilen zafer sonucundan bir süre sonra Mustafa Kemal harekete geçerek sırasıyla önce saltanatı, sonra da halifeliği kaldırmak suretiyle Osmanlının “devletten ulusa” modeliyle başlayan ve Kemalistlerin “ulustan devlete” uzanan çizgisinde ulus-devlet kurulmuştur.