21 Mayıs 2012 Pazartesi

Esir Şehrin İnsanları, Kemal Tahir

Esir Şehrin İnsanları, Kemal Tahir, İthaki Yayınları, 2000, İstanbul
Kurtuluş Savaşı Zamanı İstanbul
Salt bilgiyle yoğrulmuş tarih eğitim ve öğretimi, bireyin tarihe karşı olumsuz tutumlar sergilemesine, tarihten uzak kalmasına ve tarihe yabancılık duymasına neden olabilmektedir. Tüm bu olumsuzlukları minimize etmek için tarihi romanların, tarihsel bilgiler ile birlikte senkronize olarak verilmesi yerinde olur. Tarihi romanlar, tarihe karşı olan ilgisizliği ve ön yargıları en aza indirgeyen, yok edebilen ve tarihi sevdiren yapıtlardır.
    Mayası akademik tarihi bilgi olan tarihi romanlar, bireyin okuma hazzını, doygunlaştıracağı gibi bilgisinde ve entelektüel dağarcığında ilerlemeye olanak tanır. Ülkemizde son dönemlerde tarihi roman yazımında büyük ilerlemeler katledilmiş olmasına rağmen bu durum emekleme dönemindeki bir bebeğin çabası kadardır.
    Sosyal bilimlerde branşlaşmalar olmasına rağmen branşlar-alanlar arasında keskin bir çizgi yoktur. Branşlar arasında bilgi bazında sürekli bir sirkülasyon vardır.
    Tarih ve edebiyatın etkileşimi de bize tarihin içinde edebiyatın, edebiyatın içinde de tarih olduğunun en büyük göstergesidir.
2.    GİRİŞ
    Kemal TAHİR, Türk Edebiyatında tarihi roman yazımının öncülerindendir. Eserlerindeki tarihsellik, dönemin karakteristik özelliklerini okuyucuya gösterir.
    Kemal TAHİR’ in, tarihimizin keskin dönemeçlerinden biri olan Mütareke Dönemini anlattığı “ Esir Şehir ” üçlemesinin ilk kitabı olan “ Esir Şehrin İnsanları” adlı eserinde İstanbul’ daki sivil aydınların durumunu ele alır.
    Kemal TAHİR, “ Esir Şehrin İnsanları” adlı eserinde arka plan olarak Osmanlı Devletinin son dönemlerini ve savaşa katılışını, yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ nin kurulması için atılmış olan ilk adımları, toplumun yapısını, siyasal ve ekonomik yapıyı, entelektüel hayatı büyük bir ustalıkla dile getirmiştir. Bu eser bir dönemin analizidir.
    “ Esir Şehrin İnsanları” üç ana bölümden oluşmaktadır. Esir İstanbul adlı birinci bölüm yedi alt bölümden oluşmaktadır. “ Bulanık Su”  adlı ikinci bölüm üç alt bölümden, “ Kamil Bey” adlı üçüncü bölüm ise yedi alt bölümden oluşmaktadır.
    Biz burada romanın akışını ve kahramanları başından geçenleri göz önünde bulundurarak; asıl olarak romanı eksen olarak dönemin siyasal, sosyal, ekonomik, toplumsal, hukuki ve entelektüel hayatını tahlil edeceğiz.
I. BÖLÜM:    ESİR İSTANBUL
    Çanlar 1914’ ü vurduğunda tüm dünyanın çehresini değiştirecek I. Dünya Savaşı patlak vermişti. Tarih, o zamana kadar böyle bir savaşa tanıklık etmemiş, böyle bir savaşı kaydetmemiştir. Savaştan sonra bazı devletler parçalanmış, bazıları ise savaştan galip çıkmalarına rağmen zayıflamışlardı.
    Tanzimat döneminde başlayan değişim rüzgarı, Meşrutiyet hareketiyle hız kazanmıştır. II. Meşrutiyet ile birlikte yönetimde asıl söz sahibi olan İttihat ve Terakki Cemiyeti döneminde tarih daha hızlanmıştır.
    Osmanlı Devleti son altı yıl içerisinde “ 10 Temmuz”, “ 31 Mart” gibi iç sarsıntılar ile birlikte; “ Trablusgarp’ ta”, “ Balkanlarda” savaşmıştır. Tüm bu gelişmelerden sonra Osmanlı Devleti tarihindeki son raunda çıkmıştır. I. Dünya Savaşının genel görünümüne doğrudan Kemal TAHİR’ in kaleminden bakalım: “ Sarıkamış’ ta Bismillah demeye vakit bulamadan doksan bin kişilik koca bir orduyu kaybeden Osmanlı İmparatorluğu, biraz aşağıda Kuttul – Ammare’ de İngilizleri bozup generaller esir almış, Tih çölünü aşıp Süveyş Kanalına ulaşmışlardı. Üç yıl önce dört küçük Balkan Devletine utanılacak bir kolaylıkla yenilen ordusu aylardır Çanakkale Boğazını  “ Yedi Düvelin” en korkunç silahlarına karşı arslanlar gibi savunuyordu.
    Ne var ki savaşın gidişatı Almanya, Avusturya, Bulgaristan ve Osmanlı’ nın aleyhinde devam etmiş; Osmanlı Devleti müttefiklerinin savaştan çekilmesinden sonra itilaf devletleriyle Mondros Mütarekesini imzalamıştır.
    Eserde ön plan çıkan Kamil Bey, Abdülhamit’ in en zengin vezirlerinden Selim Paşa’ nın tek çocuğuydu. Kamil Bey genç yaşında çok büyük bir mirasın sahibi olmuştu. Kamil Bey, tutumlulukta, eli açıklıkta, ataklıkta, ihtiyatkarlıkta, gururlukta, alçak gönüllülükte doğru olarak algılamış olduğu ölçütlere göre davranan bir yapıya sahiptir. Kamil Bey’ in eşi Neriman Hanım da paşa kızıydı. Babası Taceddin Paşa çok zengin olmasının yanı sıra kumara olan düşkünlüğüyle de tanınmaktaydı. Taceddin Paşa’ nın öldürülmesinden sonra alacaklıların konağa saldırmasından sonra Nermin Hanım fakirliğin ne olduğunu anlamıştı. Onun fakirliği, Kamil Bey gibi bir zengin ile evlenince bitmişti. Ancak çark daha sonra tekrar tersine geri dönmüştür.
    Kamil Bey, eşi Nermin ve kızı Ayşe ile birlikte İspanya’ da yaşamaktaydı. Kamil Bey, I. Dünya Savaşının patlak vermesiyle yollar kapanınca İspanya elçiliğinde çalışır. Savaş, Kamil Bey’ in maddi durumunda negatif anlamda değişmelerin yaşanmasına neden olur. Değişik Avrupa ülkelerinde bulunan arkadaşlarından gelen havaleler kesilir. Suriye ve Musul’ daki çiftliklerden artık hayır kalmamıştır. Kamil Bey, kurulu düzenini, rahat ve huzurlu yaşamını bozmamak için bir buçuk  yıl boyunca İstanbul’ daki mülklerini ve eşi Nermin’ e almış olduğu elmasları satmıştır.
    1919 tarihine gelindiğinde İzmir Yunanlılar tarafından işgal edilirken, Anadolu’ daki işgallere karşı ilk etapta yerel anlamda direnişler başlamıştı. Kamil Bey, Anadolu’ da bunlar olurken para sıkıntısını gidermek amacıyla  Paris ve Londra’ ya geçerek eski arkadaşlarıyla temasa geçer. Ancak artık dünya eski dünya değildir. Her şeyi ve herkesi değişmiş görür. Umutsuz bir şekilde Madrid’ e dönen Kamil Bey, burada da hayatını idame etmeyi başaramayacağını anlayınca her şeyini satarak Anadolu’ nun yollarına düşer.
    Kamil Bey’ in günler sürecek deniz yolculuğu esnasında savaşın evrimi konusunda yapmış olduğu diyaloglar ilginçtir. Fransız süvarisiyle yapmış olduğu sohbette Bolşevikliğin ne olduğunu anlamaya çalışmıştır. Fransız süvari, Bolşevikliğin Rusya’ da her şeyi alt üst ettiğini, açlıktan, yoksulluktan, can ve mal güvensizliğinden bahsederken Kamil Bey, “ bizde sosyalistler yoktur” diyerek dönemin siyasal düşünce yapısını kendi bakış açısıyla değerlendirilmiştir. Aslında Kamil Bey, Bolşeviklik ve sosyalistlik hakkında etraflı ve derin bir bilgiye sahip değildi. Madrid’ de iken Madrid elçisi de Bolşeviklik üstünde hiç durmamıştır.
    Dış basında Anadolu’ daki Milli Mücadelenin bir Bolşeviklik hareketi olduğu propagandif bir şekilde dile getirilmekteydi. Hatta Mustafa Kemal’ in ve Kuvay-ı Milliyecilerin Bolşevik -  Moskof olduğu yabancı ülke kamuoyunda sık sık işlenen konulardandı.
    Kamil Bey’ in bir dergide okumuş oldukları onun üzerinde derin izler bırakır. Bu olay 21 yaşında intihar eden Üsteğmen Mehmet Ali’ nin trajedisiydi. Aslında onun şahsında bir milletin trajedisiydi. Mehmet Ali, hayatının son yıllarını cephede geçirmiş, Çanakkale’ de, Kafkasya’ da, Filistin’ de kahramanca çarpışmıştı. O, bir asker olmasının yanı sıra şiire ve edebiyata merakı vardı.
    Üsteğmen Mehmet Ali’ nin intihar etmeden önce tutmuş olduğu günlükler, kendisi ve İstanbul için yazmış oldukları, bir dönemin panoramasını gösterir gibidir. Günlüğünde işgalci güçlerin İstanbul’ daki önemli noktaları ele geçirmesi, Haydarpaşa’ dan Eskişehir’ e kadar olan yerlerin İngilizler, İzmir hattının Fransızlar, Konya’ ya kadar olan yerlerin de İtalyanlar tarafından işgal edilmesi, ülkenin can damarlarının koparılmasını hüzünlü bir şekilde dile getirmiştir.
    Günlüğün çarpıcı konularından birisi de İstanbul’ daki yangınlardır. Gazete haberlerine göre son on yılda İstanbul’ da yirmi dokuz yangın çıkmış ve bu yangınlarda 50.000 ev yanmıştı. İstanbul’ daki bir yangın bazen günlerce devam etmekteydi. Bunun temel sebebi, evlerin çok yakın aralıklarla inşa edilmesi ve ahşap malzemenin kullanılmasıydı.
    Üsteğmen Mehmet Ali’ nin gazetelerden yola çıkarak aktardıklarına göre son zamanlarda polis kendilerini satan 113 kız çocuğunu yangın yerlerinden toplamıştı ve bu kız çocukları yaşları küçük olduğu için vesikasız çalışmaktaydılar. Belli bir yaş dilimine ulaşanlar ise vesikayla çalışmaktaydılar. Hayat kadınlarının yarısından fazlasında cinsel hastalıklar olan bel soğukluğu ve frengiye rastlanılmaktaydı.
    Üsteğmen’ in üzerinde durduğu bir başka konu ise cinayet haberlerinin gazetelerde çok sık yer almasıydı. İngilizler, kendi yaşlarının cinayet, gasp, hırsızlık gibi suç teşkil eden unsurları görmezden gelmekteydiler.
    Haksızlıkları ve işgalleri kabullenmeyen polislerin Yunanlılar tarafından vahşice katledilmesi İstanbul’ daki keyfi ve vahşi tutumun çarpıcı yansımalarıydı.
    Günlükte bir diğer önemli unsur; Turan ülküsüne yürekten olan bağlılıktı. Bazı yazarlar bunu I. Dünya Savaşından önce sıklıkta dile getirmekteydiler.
    “Dün gece düşümde bir alay sancağı önde, bando arkada, Orta Asya’ ya doğru gidiyormuşuz …Dağlardan sayısız atlılar akıyor ovaya… Hepsi bizden, hepsi bizim atlılarımız.” Günlükteki bu ifade Turan ülküsünü en iyi ifade eden bölümdür.
    Günlükteki olaylar, dönemin sosyo - politik çözümlemesi için kaynak teşkil etmektedir. Bu çözümlemelerden birisi de işçilerin grevidir. İşçilerin grevi, ekonomik hayatın rutin eylemlerinden biri olmuştu. Meşrutiyet ile başlayan grevler, mütareke döneminde de devam etmişti. İşçiler, gündeliklerinden kesinti yapılmamasını, paralı tatil, çalışma saatlerinin azaltılmasını, grevcilerin cezalandırılmaması gibi taleplerde bulunmaktaydılar. Bu taleplerinden bir kısmı kabul edilirken bir kısmı da kabul edilmemiştir.
    Esir şehir İstanbul’ da ikilemlere, paradoks durumlara da çok sık rastlanılmaktaydı. İşgale rağmen bazı kesimlerin eğlenceye olan düşkünlüğü, gazetelerdeki eğlence ilanları, cümbüşün, matinelerin devam etmesi çelişik durumun göstergeleriydi.
    Tüm bu olumsuzluklara rağmen dimdik ayakta duran, vatanperverliğinden ve onurundan ödün vermeyenlerin sayısı daha fazlaydı. Direniş için yavaş yavaş örgütlenmeye başlamışlardı. İşgalleri onuruna yediremeyen bazı aydınlar ve subaylar yapılanları daha fazla görmemek için hayatlarına son vermişlerdir. Bunlardan birisi de Üsteğmen Mehmet Ali’ ydi.
    Günlüğü kapatıp Kamil Bey’ in vatanını yeniden keşfetme çabasına ve toplumsal yapıya bakalım. Kamil Bey ve ailesi, ekonomik sıkıntıdan dolayı belli bir süre için Nermin Hanım’ ın halasının evine misafir olurlar.
    Konakta yapılan sosyete toplantıları, düzenlenen partiler; bu etkinliklere katılan politikacı, hariciyeci, ve elçilik memurlarının vurdum duymazlığı Kamil Bey’ i çileden çıkarır. Bu toplantılarda Batıya olan özentinin yalnızca biçimden ibaret olması ibret vericidir. Öz ve biçim bir nevi yer değiştirmişti. Bu toplantılara yabancı subaylar ve elçiler de katılmaktaydı. Kamil Bey, İngiliz subaylarıyla yaptığı konuşmalarda İngilizlerin “ bizi bizden iyi tanıdığını” şaşırarak ve biraz da utanarak gözlemlemiştir. İngilizler çıkarları doğrultusunda gitmiş olduğu bölgelerde öncelikle antropolojik – sosyolojik ve ekonomik araştırmalarda bulunmakta; toplumun kılcal damarlarına kadar ulaşmaya çalışmaktaydılar.
    İngiliz subay, Kamil Bey ile yaptığı sohbette Osmanlı Devletinin geri kalmasının temel sebebinin Osmanlı’ nın Avrupadaki gibi bir sanayi devrimini gerçekleştirememesine bağlamaktaydı. Dönüşümün lokomotifi olacak bir burjuva sınıfının olmaması, üretim ilişkilerindeki ilkellik, Osmanlı Devletinin çağın şartlarını iyi okumaması, giderilmesi güç sarsıntılara neden olmuştu.
    İngiliz Subayı, sohbetinde İngiliz Dostları Derneğinden bahsederek Kamil Bey’i bir girdabın içine çekmeye çalışır. Derneğin kurucusunun bir molla olması, aydınların bir kısmının bu derneğe üye olmaları ve derneğin halk arasında propaganda yaparak 50-60 bin kişiye üye etmesi Kamil Bey’i şaşırtır. Bu derneğin en büyük destekçisi ise Rahip Frew’ dir ve dikkat çekicidir; İngilizler daha çok Kamil Bey gibi ekonomik bakımdan zor durumdaki insanların zafiyetlerinden yararlanmaya çalışıyorlardı. İngiliz subay şirketlerin ve tekellerin hisselerinin İngilizler ve Fransızlar tarafından satın aldığını belirterek Kamil Bey’ e başka bir adla kendisine hisse senedi verebileceklerini ifade etmişti.
    İngilizlerin asıl amacı ise subayın da pervasızca söylediği Musul – Kerkük bölgesine hakim olmaktı. Kamil Bey daha önceden satmayı düşündüğü Kerkük’ teki topraklarını hemen satmaktan vazgeçmiştir. Ancak Osmanlının bir çok ileri geleni topraklarını satmıştı. Kamil Bey ayrılarak ayrı bir evde kalmak istiyordu. Asıl sıkıldığı konu ise enişte beylerdeki sosyete toplantıları ve bu toplantılardaki yapmacık tavırlardı. Ancak Kamil Bey’ in ev alacak parası olmadığı gibi ekonomik olarak bir dar boğazın içindeydi. Kendi ayakları üzerinde kalmak için mücadele veren Kamil Bey’ in ev sıkıntısını çözmek için anneannesinden kalma Bağlarbaşı’ ndaki köşkü onarmayı kararlaştırdı.
    Köşkü ziyaret ettiğinde harap bir manzara ile karşılaşır. Ancak eski arkadaşı Fuat Bey köşkün bir bölümünün yıkılarak kalan bölümünün onarılabileceğini belirtir. Evin yıkımında Bedros Ağa ile anlaşır. Bedros Ağa ermenidir ve zengin bir Osmanlı vatandaşıdır. Romanda Ermenilerin İstanbul’ daki varlığı işlenen konulardandır.
    Fuat Bey Mahir Paşanın oğluydu. Şiire ve edebiyata düşkün bir kişiydi. Eşi ise İtalyan’dı. Fuat Bey’ in hayatı eşinin bir gün haber vermeden altı yaşındaki kızını alıp gitmesiyle yeni bir yola girdi. Maddi dünya ile olan ilişkisini keserek manevi- uhrevi dünyaya çekilip bir kadiri dervişi olur.
    Kamil Bey, Fuat Bey’ e neden ve nasıl böyle bir hayatı seçtiğini sorunca Fuat Bey’ in yapmış olduğu açıklama da bir nevi Anadolu’nun dini dokusunu açığa çıkarmaktadır. “ Bizde tarikatlar yüze yakındır. Bunların ayrıca yüzü aşkın şubeleri vardır… Araplar mezhep kurucusudurlar. Biz Türkler tarikat kurucusuyuz. Arap mezhepleri sufiliğe, Türk tarikatları tasavvufa dayanır… türkün bağlanacağı inanç Allah korkusundan değil Allah sevgisinden gelir. Okudukça tasavvufun yalnız Türke mahsus bir yol olduğunu anladım. Türk illerinde doğmuş, Anadolu’ da gelişmiştir.
Türk tasavvufu, Şamanlıkla İslamlığın karışımıdır. Buna biraz da yeni Platonculuk katılmış Roma Anadolu’sundan kalıntı..daha doğrusu Stoisizm… Anadolu’ya, Şeyh Ahmet Yesevi adına halifeleri yayılmıştır. Pir Dede, Akyazılı Baba, Kudümlü Baba Sultan, Sarı Saltık… Bunlar köylü halkı etkileştirmiştirler, Anadolu’nun İslamlaşmasını ve Türkleşmesini sağlamışlar .”Fuat Bey’ in ağzından aktardığımız bu bilgiler, İslam inancının Türkler arasındaki geçirmiş olduğu evrimi gösterir.
O, Lütfi Barkan’ ın  “Kolonizatör Türk Dervişleri “ ve A. Yaşar Ocak’ ın Anadolu’daki heterodoks inanışlar üzerinde yapmış olduğu araştırmalarda benzer bulgular ile karşılaşılır.
Kamil Bey, Fuat Bey’ in de yardım etmesiyle köşkü oturabilecek bir duruma getirir. Fazla bir masrafa girmeden, ekonomik durumunu sarsmadan evi dizayn eder.
Kamil Bey, konağın ve bahçenin eksiklerini gidermeye çalışırken 16 Mart 1920 ’de İstanbul’ un İngilizler tarafından işgal edildiği haberini alır. “İşgal altındaki bir şehir tekrar işgal edilmişti. Kamil Bey, birinci işgali görmemişti. İstanbul’ un dıştan gözlenen tepkisizliği Kamil Bey’ in iyiden iyiye düşündürmeye başlamıştı. Görünüşe bakılırsa polisler, jandarmalar, memurlar artık kendi hükümetlerine çalışmadıkları halde eskisi gibi görevlerini yapıyorlardı. Sokaklarda çocuklar bağıra çağıra oynamakta, kadınlar komşularına gitmekte, alış-veriş yapılmakta, düğünler yapılıp mevlitler okutulmaktaydı.
Konağın tamirini yapan Cemil Usta, son umudun Anadolu olduğunu dile getiriyordu. Kamil Bey ise Anadolu hakkında hiçbir şey bilmiyordu. İstanbul’daki ümitsizliği düşünerek; dört bir tarafı işgal edilmiş olan Anadolu nasıl olur da son umut olabilirdi. Mustafa Kemal’ i, Ankara’yı, Kuvay-ı Milliye’ yi daha sık işitir olmuştu.
Ekonomik olarak zor durumda bulunan Kamil Bey, bir yandan fakirliğe alışmaya çalışırken bir yandan da arkadaşlarının bu zor günlerinde neden kendisini arayıp sormadıklarını merak eder. Kayıp olan arkadaşlarını sorduğu zaman karşısındakiler korku ile iki yanlarına bakarak; “Anadolu’ ya geçti galiba “ diye fısıldıyorlardı.
İstanbul’ un, işgali kabulleşmesini kabul etmeyen aydınlar, subaylar, asker, ahalinin bir kısmı Anadolu’ ya geçmeye başlamıştı. Anadolu’ ya geçenlerden birisi de Anadolu’nun ağlayışına dayanamayan Derviş Fuat Bey’dir. Derviş Fuat Bey, artık dervişlik zırhını çıkararak yaralı yüreğini gösterir.
Anadolu’dan iyi haberler gelmiyordu. Cemil Usta, düzce’ de Konya’ da, Yozgat’ ta ayaklanmaların çıktığını; Yunanlıların genel saldırıya geçmiş olduğunu Kamil bey’ e fısıldıyordu.
Sıkıntılarından dolayı eve kapanan Kamil Bey, her zamanı iyi değerlendirmek hem de para kazanmak için dünya klasiklerini tercüme etmeyi düşünür ve hazırlıklar başlar. Ancak tercüme işinden sıkılarak saatlerce resim yapımıyla uğraşır. Eve kapanmanın çözüm olamayacağını anlayan Kamil Bey mahalle kahvesine gitmeye başlar.
    Kahvehaneler tarih boyunca yalnızca oyun oynanan yerler konumunda olmayıp güncel konuların konuşulduğu, politik dedikoduların yapıldığı toplanma yeriydi. Kamil Bey, mahalle kahvehanesine daha önce gitmediği halde herkes tarafından tanınmaktaydı. Kahvehanede siyasi konuşmalar yapılmakta, Anadolu’daki mevcut durum, İstanbul Hükümetinin ve Sultanın tutumu sürekli konuşulan hususlardı. Bir kısım Hürriyeti-İtilafçı iken bir kısmı Kuvay-ı Milliyeciydi.
Hürriyet-İtilafçılar Anadolu’ ya karşıydılar ve “ Peyam Sabah “ gazetesini okumaktaydılar. Ali Kemal’ in yazdıklarına yüzde yüz inanıyorlardı. Onlara göre Anadolu’daki hareket , İttihatçıların işiydi ve onların iki buçuk zeybekle yedi tüfek  karşı koyma macerasıydı.
Cemil Usta ve Anadolu harekatına inananlar ise hiçbir ayrıma gitmeden amaçlarının vatanı kurtarma çabası olduğunu ifade etmekteydiler. Cemil Bey, “Millicilerin” padişaha hilafete karşı olmadığını ve amaçlardan birisinin de padişahı kurtarmak olduğunu belirtmekteydi.
Kamil Bey, bazı şeyleri bu konuşmalardan ve gözlerinden sonra idrak etmeye başlamıştı. Mustafa Kemal’ in ve Ankara’nın Anadolu’daki harekatın lokomotifi olduğuna iyiden iyiye inanıyordu. Kamil Bey, daha önce gerçek olarak inandığı bazı durumların yalan olduğunu şaşırarak izliyordu. Şimdiye kadar polisin, jandarmanın, memurun işgal kuvvetlerine var güçleriyle çalıştıklarına inanıyordu. Oysa yanıldığını şimdi anlıyordu. Kuvay-ı Milliyecilerden birisini tutmaya gelmiş İngiliz polisine yardım eder görünen polis, gece Anadolu’ya geçen kalabalık bir takıma kılavuzluk etmekteydi. Millet göründüğü kadar yılgın değildi.
Kamil Bey, icradaki dosyalarına bakmak ve eğer parası yatırılmışsa onları almak için mahkemeye gider. Gözlemleri; ölüm ilamı gelen bir devletin, adalet sistemindeki keşmekeşliğin devletin ölümüne delalet etmesidir. Bir devletin devrini tamamlamadığı, adaletin bu halinden belliydi.
Mahkeme koridorlarındaki bir kişi Kamil Bey’in geleceğine ayna tutuyor gibiydi. Binbaşı Suat Bey’in, Anadolu’ya silah kaçırmaktan dolayı beş yıla mahkum edilmesi üzerine karısı Fahriye Hanım boşanma davası açılmıştı. Suat Bey; vatanı uğruna, fikirleri uğruna sevdiği kadından ve yavrusundan ayrılmak zorunda kalıyordu.
Kamil Bey ,mahkemeden çıktıktan sonra O’nu arayan ve Galatasaray Sultan işinden arkadaşı Ahmet ile karşılaşır. Ahmet Bey, yardım amacıyla Kamil Bey’e başvurmuştu. Ahmet Bey , İhsan Bey’in başından geçenleri birer birer Kamil Bey’e anlatır.
Romanın kilit adamlarından İhsan Bey’i, Kamil Bey kız ihsan olarak tanınmaktaydı. Ama Ahmet bey anlatılanları kamil Beyde büyük şaşkınlığa neden olmuştu. İhsan Bey, harbe yedek subay olarak katılmış ve beş defa yaralanmıştı. Esir düşen İhsan Bey, esaret döneminden sonra bir dergi çıkarmaya başlamıştı. Daha sonra Kuvay-ı Milliye’ yi desteklediği için mimlenmiş, işgalden sonra Aydos cephaneliği baskınına katıldığı iddiasıyla Harp Divanında yargılanarak on yıl kürek cezasına çarptırılmıştı. Eşi Nedime Hanım tüm olumsuzluklara rağmen dergiyi çıkarmaya devam etmişti.
    İhsan Bey, Ahmet Bey aracılığıyla Kamil Bey’den derginin yayınlanması için yardım isteğinde bulunmuştu. Kamil Bey bir çocuk gibi sevinerek yardım isteğini kabul etmiştir. Kamil Bey de artık Kuvvacıların  bir neferidir. Kamil Bey dünyayı daha güzel görmeye ve farklı algılamaya başlamıştı.
    Kamil Bey, Esir İstanbul’u düşünerek Ahmet Bey ile birlikte İhsan Bey’in ziyaretine gitmişti. Cezaevi kapısı Hürriyetin İlanı’nda  tam açılmıştı.Eski arkadaşlar rutin olarak birbirlerinin durumlarını sorduktan sonra asıl konuya geldiler: kadın-erkek, genç-yaşlı demeden işgallere karşı yürütülen büyük direniş. Sultanahmet Meydanında kadınların erkekleri kıskandıran kahramanlık gösterisi, Nedime Hanımın aslan yürekliliği öyle anlatılıyordu ki erkekler erkekliğinden utanıyorlardı. Sultanahmet Mitingi, kadınların efsaneleştiği, devleştiği bir mitingdi. İhsan Bey bu harbin hiçbir harbe benzemediğini sürekli  dile getirmekteydi.
    Kamil Bey, İhsan Bey ve Ahmet Bey ile vedalaştıktan sonra o günün muhasebesini yapar ve artık içi içine sığmaz. Aylardan beri ilk defa işe yaramazlık duygusundan kurtulmuştu. Kendisini kendisine karşı yücelten onurlu bir görev sahibi olmanın rahatlığını duyuyordu. Bu ziyaretten sonra Kamil Bey, Karadayı Dergisinde çalışmaya başlar. Karadayı, kelime anlamı olarak doğru sözlü, yürekli, şakacı olarak tanınan Anadolu’nun masal kahramanıydı. Artık Kamil Bey de memleketin durumunu kavrayan, toplumsal sorumluluk alabilen, felakete karşı çıkanların yanındaydı. “Elinde iyi-kötü bir savaş silahı olan, SORUMLU İNSAN’ dı.”
    Kamil Bey’in Karadayılı günleri başlamıştı. O, kendisine yeni bir oyuncak, yeni bir bisiklet alınmış çocuk gibi sevinçliydi. İçi içine sığmayan Kamil Bey’in bir yandan da içini kemiren düşünceler vardı: Son ne olacaktı.
    Köhne bir odada, loş bir ışık altında başlayan yeni yaşamın amacı, köhneliğe son vermek ve ülkeyi aydınlığa kavuşturmaktı. Bu oda yalnızca bir derginin çıkarıldığı yer değil Anadolu’dan İstanbul’a, İstanbul’dan Anadolu’ya yardım paralarının gönderildiği, Milli Mücadele için insan sevkıyatının yapıldığı yerlerden biriydi. Büroya vatanperverlerin yanında hafiyelerin de sık sık uğradığı Kamil Bey’e arkadaşları tarafından Kamil Bey’e söylenir.
    İhsan Bey’in eşi Nedime Hanımla birlikte çalışmaya başlayan Kamil Bey, O’nun hayata karşı duruşundan çok etkilenir. Nedime Hanım, çarşaflı bir bayandır ancak çarşafla ilgili görüşleri büyük bir tezatlık içerir. “On altı yıldır giyerim. Bir türlü alışamadım. Yüz yıl da giysem alışamayacağım… Hele şu savaşlar bitsin… İlk işim kadın çarşaflarıyla boğuşmak olacak…” Nedime Hanım, çarşafı yobazların uydurması olarak nitelendiriyordu. Bu geriliği atmanın sosyal bir zorunluluk olduğuna inanıyordu.
    Kamil Bey’in, basın dünyası ve aydınların mantaliteleriyle ilgili analizleri oldukça çarpıcıdır: “Bunlar bilgi bakımından belki ötekilerinden biraz üstündüler fakat yenilgiyi değişmez kader olarak kabul etmiş yılgın bir halleri vardı. Millete güvenmeyi hiçbir zaman denememişlerdi…”
    “Çöken imparatorluk aydınlarını da uçuruma sürüklemekteydi. İslamcılığın 350 milyon sayılan kalabalığı, Turancılığın 100 milyonla hesaplanan uçsuz bucaksız stepleri üzerine kurulan hayaller…Dört yıllık kanlı boğuşmadan sonra imparatorluk çökmüştü.”
    Tanzimat ve Meşrutiyet ilerici bir hareket olarak kabul edilmesine rağmen hala doğru götürülmediği için başarılı olmadığı Nedime Hanım tarafından ileri sürülüyordu. Milli Mücadele için farklı düşünceye sahipti. Bu sefer mücadeleyi yürütenler Mustafa Kemal’in önderliğindeki Anadolu idi. “Şimdi Anadolu’da ordu yok… İleride ordu kurulursa bu, padişah ordusunun bir parçası değil, milletin kendi ordusu olacak. Bu seferki harekete millet kendi damgasını ister istemez vuracak.”
    Nedime Hanım, Kamil Bey’i evinde ziyaret ettiği sırada yapmış olduğu sohbetlerde kadının toplumdaki yerini,toplumdaki tabakalaşmayı kendi bakış açısıyla değerlendirmiştir.Yapmış olduğu değerlendirmeler O’nun çağının çok ilerisinde olduğunu bize gösterir.O’na göre Anadolu’da kadın’ın durumu,Ortaçağın toprağa bağlı köylülerinden daha kötüydü. Kadınlar bir meta olarak satılmakta, aile kurmakta bile fikirleri sorulmamakta, kamusal hayatta kadın hakları olmadığı gibi çalışma istekleri de kabul görmemekteydi. Nedime Hanım, toplumumuzda tabakaların var olduğunu ancak bunların katı-hiyerarşik yapıda olmadığını belirtiyordu.
    Karadayı Dergisi bürosu-yazıhanesi küçük fakat misyonu büyük bir dergi pozisyonundaydı. Yazarlar, şairler, çizerler haftada bir iki defa Karadayı’ ya gelirlerdi. Karadayı idarehanesine bunlardan başka sivil elbiseli zabitler, gizli örgütlerde çalışan insanlar da gelirdi. Bunların parolaları, işaretleri vardı. Her şey gizlilik ilkesi çerçevesinde yapılırdı. Genelde dergide çalışanların hepsi mimliydi. Kamil Bey de mimlenenler arasındaydı.
II. BÖLÜM:    BULANIK SU
    Savaş ve sonrası, çöküntü dönemleri toplumun psikolojisini derinden sarsan ve sosyal davranışların değişmesine neden olan evrelerdir. “Çöküntü devirlerinde iki çeşit insan meydana çıkıyor. Namussuzlarla namuslular… Muharebede düşman karşıdadır ve üniformalıdır. Kaçarsın, kovalarsın… anında ölenler, yaralananlar olur. Ama hep ileriye bakmanın bir rahatlığı vardır. Oysa esir bir şehirde, dost kim, düşman kim bilinmez.” İhsan Bey mevcut durumu bu şekilde değerlendiriyordu.
    Bir tarafta yılgınlık ve tükenmişlik diğer tarafta küllerden yeniden doğma çabası. Bir tarafta ihanet diğer tarafta ölesiye bir mücadele. “İhanet, bir kolunu cephede bırakmış, bir savaş kılığına girmişse, bunun bir tek anlamı olur: İnsanlığımıza vurulan bu canlı hakareti temizlemek için kadın, erkek çocuk, biz yılmayanlar daha çok, daha şiddetli, daha geberesiye çalışacağız…”
    İhsan Bey bunları anlatırken Niyazi Efendi’nin yaşamış oldukları bir film şeridi gibi gözünün önünden geçti  roman kahramanlarımızdan Niyazi Efendi, İzmir’de katip olarak çalışırken 1903’te Jön Türklere dahil olarak Avrupa’ya geçmişti. Meşrutiyetin ilanı için mücadele etmiş, Hareket Ordusuyla İstanbul’a gelerek 31 Mart Ayaklanmasının bastırılmasında bulunmuş, Trablus’ta,  Balkanlarda, Dünya Savaşında çarpışmış Yunanlılara ilk kurşunu sıkanlar arasında yer almıştı. Karakol Teşkilatı ve M.M Grubuyla da ilişkisi vardı.
     Niyazi Efendinin polis müdüriyetinde, jandarma dairesinde, Merkez Kumandanlığında tanıdıkları vardı. Her hafta Karadayı idarehanesine uğrayarak hem haber getirir hem de haber alırdı. İhsan Bey ve eşi Nedime Hanım, Niyazi Efendiye büyük güven duymaktaydılar.
    Anadolu’da ise işler pek yolunda gitmiyordu: Çerkez Ethem’ in ihaneti, Demirci Efe’nin isyanı, Yunanlıların saldırıları ve Eskişehir’in düştüğü fısıltısı kulaktan kulağa yankılanıyordu. Ve birden bire İnönü zaferinin haber alınması idarehanedeki üzüntüyü sevince çevirir. Ancak bu sevinci bazı şairlerin vurdum duymazlığı baltalar. “    Bir millet şairleri tarafından böyle yüz üstü bırakılabilir mi? Hele bu günlerde… Oysa biz bugün şiire ne kadar muhtacız! Kavgasız şiire… Sanat, sanat için demek, sanat kuvvetinin emrinde demektir.” Nedime Hanım şairlere olan sitemini bu şekilde dile getirmiştir.
    İstanbul’daki vatanperverler kaderlerine razı olmaktansa kurtuluş için icabında ölmeyi göze alarak tereddüt etmeden tehlikeli işlere aslanlar gibi atılıyorlardı. Ahmet Bey de bu tehlikeli işlere girenlerdendi. O, bin ton cephaneyi Anadolu’ya kaçırmak için elli bin lira bulmaya çalışıyordu. Cephaneyi Anadolu’ ya Ararat gemisi taşıyacaktı
Bu yükleme işinde çalışanların tek amacı vardı:Vatanın kurtuluşuna katkıda bulunmaktı.Anadolu’yu kurtarmak için farklı politik görüşe ve farklı dünya algılamaları olan vatandaşlar bu  kimliklerini bir kenara bırakarak el ele  vermişlerdi.“Yüzbaşı Bilal,Yüzbaşı Hakkı,Teğmen Abdülvahap, Kayyum Ahmet,Tahsin kaptan,Hemşinli Mehmet,Bolşevik Mustafa,Marangoz Adil Usta hep geldiler“Alıntı yaptığımız bölümde her kesimden,her sınıftan sorumluluk sahibi vatandaşların varlığı gözlenmektedir.
Cephanenin nakli için gerekli olan 50.000 lira “Beş yüz senelik Baş şehirde,Paşası,Tüccarı,Beyi,Ağası,olan şehirde“bulunmuyordu.İşgal makamları da kaçakçıları yakalatanlara ödül vermekteydi.Para bulmak için her yola baş vurulur.Kuvay-ı Milliye adına borç alınması da gündeme gelmiştir.Para ihtiyacını gidermek için yapılan faaliyetlere de zaman zaman Ankara ile İstanbul‘daki  M.M. ve Karakol gibi gizli örgütler arasında zaman uyuşmazlık  çıkıyordu.Bazı şahısların keyfi hareketleri ve menfi davranışları uyuşmazlığı temel sebebiydi.Geminin sahibi olan La Feransez şirketinin direktörü nakliyat için yardımcı olmayı kabul eder.
  Cephanenin naklinde karşılanan sıkıntı “Karadayı” daki tüm çalışanları germiş ve gebe Nedim Hanımın da rahatsızlanmasına neden olmuştu. Kamil Bey,işleri idare edeceğini söyleyerek Nedime Hanımın biraz dinlenmesini istemişti.Nedim Hanım eve dinlenmek amacıyla gitmiş ancak rahat edemeyerek temaslarına ve görüşmelerine devam etmişti.Esir şehirde kısa zamanda ani değişiklikler olmaktaydı. Niyazı Bey,Ahmet Bey in Bekir Ağa Bölüğüne tevkif edildiğini haber vermek için idarehaneye geldiğinde Nedime Hanımı bulamaması O’nu endişelendirir. Ancak Kamil Bey durumu anlatarak Nedime Hanımın adresini vermeden geçiştirmiştir.
    Niyazi Efendi, işgalci güçlerin Bursa-Uşak’taki birliklerinin saldırı planlarının ele geçirildiğini ve bunların hemen Ankara’ya ulaştırılması gerektiğini Kamil Beye söylemişti. Bu planlar Nedime Hanım tarafından güvenli bir yere saklanmıştı. Nedime Hanıma haber verilip Karadeniz Postasını yapan Gül Cemal vapuruna teslim edilmesi gerekiyordu. Kamil Bey, Nedime Hanımın Ada’da olduğunu söyleyerek Niyazi Beye yalan beyanda bulunmuştu.
Kamil Bey tüm olanları Nedime Hanıma anlatınca Nedime Hanım tereddüt etmeden planları göndermeyi düşünür ama Kamil Bey buna karşı çıkarak ve onu ikna ederek bu tehlikeli işi kendisi üstlenir. Kuru üzüm sandığına yerleştirilmiş olan planlar Nedime Hanımın dadısının evinden alınarak Gül cemal vapurunun kahvecisi Ramiz Efendiye verilecekti. Ramiz efendi savaşta yedek subay olarak çarpışmış ve dört yerinden yaralanmış bir öğretmendir. Yeri geldiğinde ülkenin geleceği için öğretmen de öğrenci de sorumluluk almaktan çekinmemiştir. Kamil Bey’in Kuvay-ı Milliyeciler ile birlikte hareket etmesi ve gazetede çalışması eşi Nermin Hanımı sinirlendirir. Kamil Bey’in toplumsal sorunlarla ilgili taşımış olduğu sorumluluk kadar Nermin Hanım vurdumduymaz ve ilgisiz bir kişiydi. Nermin Hanım halasının da etkisiyle Kuvay-ı Milliyecilere düşman kesilmişti ve onları maceraperest olarak görmekteydi. Bu düşünce İngiliz işgalci güçlerinin düşünceleriyle paralel bir düşünceydi. Bir yandan elden gitmekte olan vatanı kurtarma düşüncesi varken diğer taraftan her şeye rağmen zengin ve şatafatlı bir yaşam sürme isteği  vardı. Ailedeki bu iki düşünce çatışma halindeydi. Kamil Bey Nermin Hanımı bu mantalitede olmasından dolayı kendisini suçladı. Çünkü onu yıllarca kibar serseriler arasında dolaştığına inanıyordu.
Kamil Bey üzüm sandığını Beşiktaş’ta Çerkez Kadından alır. Ancak Tophane rıhtımında Ramiz Efendiye verirken suçüstü yakalanır.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM:    KAMİL BEY
    Kamil Bey ilk sorgulamasına zaman kaybedilmeden başlanır. Sorgulama çelişkili bir durumun acı sonuçlarını gözler önüne serer. Bir tarafta tüm varlığıyla kendini Milli Mücadele için adamış kurtuluşa yürekten inanmış fakat paradoks bir durum olarak sanık sandalyesinde oturmuş bir kurtuluş savaşçısı diğer tarafta Anadolu’daki hareketi hayasızca baldırı çıplakların maceraperestliği olarak gören amerikan mandaterliğini İngiliz işgalini içselleştirmiş olan İstanbul Hükümetinin zihniyetini temsil eden sorgu amiri.
Kamil Bey sorgulama sırasında soğukkanlı davranarak Nedim Hanımın hiçbir şeyden haberi olmadığını kendisinin de sandıktaki belgelerden haberi olmadığını sorgu amirini sinirlendirecek bir sakinlikte dile getirir. Sorgulama amiri Kamil Beye kendisini kurtarabilmesi için her şeyi anlatmasını ister. Ancak Kamil Bey inandığı değerlerden hiçbir şekilde ödün vermez. Sorgu amiri tüm olayların baş müsebbibi olarak Avrupa’da eğitim görmüş olan aydınları görmekteydi. Tanzimat’tan sonra Avrupa’ya gönderilmiş öğrenciler Avrupa’nın yaşam tarzından ve düşünce sisteminden etkilenmişlerdir. Daha çok sosyal bilimlerle ilgilenen ve adalet kavramlarından etkilenerek Osmanlı Devletini çöküntüden kurtaracak formülü bu kavramlar üzerinde geliştirilecek bir sistem olduğuna inanıyorlardı. Tüm bu olaylardan dolayı iktidarlar aydınlara mesafeli ve şüpheci bir gözle bakarlardı.
Sorgu amiri Ahmet Bey ile Kamil Beyi yüzleştirir. Ahmet Bey her şeyi anlatmıştır. Ahmet Bey günlerce işkenceden geçirildikten sonra daha fazla dayanamayarak arkadaşlarını ve Nedime Hanımı ele vermişti. Ahmet Bey tüm yaptıklarından dolayı pişmanlık duyuyordu. Kamil Bey keskin bir manevra yaparak Ahmet Beyin Nedime Hanıma aşık olduğunu ve Nedime Hanımın bunu kabul etmemesi üzerine böyle bir ifadeye başvurduğunu ve Ahmet Beyin tüm söylediklerinin yalan olduğunu belirtmiştir. İkinci bir yüzleştirme kahveci Ramiz Efendiyle yapıldı. Ama Ramiz Efendi büyük bir ustalıkla sorgu amirinin tüm sorgularını sorgu amirini kızdıracak cevaplar verir.
Kamil Bey bir malikane gibi olan esir şehir İstanbul ‘un bir odasına kapatılmıştır. Bekir ağa bölüğüne buraya Kuvay-ı Milliyeciler hapsedilmekteydi. Mahpusların büyük bir çoğunluğu Anadolu’ya yardım etmekten tutuklanmıştı ve bunlar harp divanında yargılanmışlardı. Kamil Bey tüm olanları daha etraflı düşünürken bir anda Nedime Hanımı adada olduğunu yalnızca kendisinin ve Niyazi Efendinin bildiğini hatırladı. Fakat sorgulama esnasında Yüzbaşıda bunu sormuştu. Kamil Bey Nedime Hanımı korumak amacıyla ada yalanını uydurmuştu. Yüzbaşının konuyla ilgili sorularını kamil Beyin zihninde Niyazi Beyin tutuklanmış olabileceği şüphesini uyandırdı. Ama herhangi bir yüzleştirme yapılmamıştı. Kamil Beye göre bir çok acıyı yaşamış olan Niyazi Bey her türlü işkenceye dayanıp hiçbir şekilde konuşmaz ve arkadaşlarını ele vermezdi.
Kamil Bey hücresinde bir yandan geçmişin hesabını yaparken bir yandan da gardiyanın söylediklerini düşünüyordu. Gardiyan İttihatçıların meşhur tetikçisi Yakup Cemilin başından geçenleri bir edebiyatçı şair gibi şairane bir üslupla anlatmıştı. Yakup Cemil Babı Ali baskınında yer alarak iktidar değişikliğinde önemli roller üstlenmiş ancak daha sonra Enver Paşa tarafından kurşuna dizilmişti.
Niyazi Beyin ihanet etmiş olabilme olasılığı Kamil Beyi içten içe yiyip bitiriyordu. Bunları düşünürken Ahmet Beyi kendini asarak intihar ettiği haberini alır. Kamil Bey Ahmet Beyin intiharından sonra  Niyazi Beyi düşünmeye başladı. Ada yalanı korkunç bir gerçeği ortaya çıkarmaya başlamıştı. Niyazi Beyin ihanet etmiş olma olasılığı.
Mahkumların boş kağıt kalem ve gazete isteğine daima şüphe ile bakılmaktaydı. Kamil Bey bu istekleri gardiyanlar vezninde bile tepkiye neden olmaktaydı bazı gazeteler. Bazı gazeteler yasak olduğu için hapishaneye getirilmezdi. Geçer akçe Ali Kamilin yazıları ve Peyam Sabahtı. İstanbul hükümetinin güdümünde yayın yapan gazeteler Mustafa Kemalin başlatmış olduğu sistematik mücadeleyi baltalamak için “Anadolu’nun hepsini gavur ve Bolşevik olduğunu” sürekli olarak telkin etmişlerdir.
Tüm sorgu aşamalarında sorgu amirleri Kamil Beye paşa oğlu ve bir asilzade olduğunu sık sık dile getirmişlerdi. İstanbul’daki bazı güdümlü aydınlar halkı küçümseyici bir tabir olarak “Avam” olarak nitelendirmekteydiler ve bunlara ayak takımı demekteydiler. Kamil Beye kendi düşünceleri paralelinde hareket etmesi halinde yurt dışında çalışma teklifleri yapılmış ve zenginlik teklif edilmiş. Ancak Kamil Bey bunları reddederek onurlu bir yaşam sürmeyi veya onurlu bir ölümü yeğlemiştir. Tüm baskılara rağmen o Nedime Hanımı korumaya devam etmiştir.
Kamil Bey çaresizlikten çare üretmeye çalışıyordu. Gardiyan Asker İbrahim’in aracılığıyla Ramiz Efendiyle gizli bir görüşme yaptı. Ramiz Bey Niyazi Beyin ihanet etmiş olduğunu ve bu ihanetin bir şekilde Nedime Hanıma ve İhsan Beye ulaştırılmasının zorunluluğundan bahsediyordu. Ama çözüm üretemeden ayrılmak zorunda kalırlar.
    Nermin Hanımın ve eniştesinin Kamil Beyi ziyareti ise trajik-dramatik bir durumdur. Kamil Bey tanıdığı sandığı ama gerçekte hiç tanımadığı eşi tüm suçu Kamil Beyin Nedime Hanım ile olan diyaloguna bağlamıştı. Enişte Bey’de tüm suçu Kuvay-ı Milliyeciler de görmekteydi. Enişte Beyin düşünceleri ve inandıkları ihanetin derecesini gösterir. Ona göre “Yakında yunan taarruzu bütün dedikodulara son verecekti.” Enişte Bey gibileri düşman bir ülkenin işgalini kurtuluş olarak kabul etmekteydiler. Nermin Hanımın ve diğerlerinin tüm baskılarına rağmen Kamil Bey nedime Hanımı korumuş ve kollamıştı.
Kamil Bey bütün bu olanlardan sonra bir yandan da pişmanlık duyuyordu. Ama onun pişmanlığı farklıydı. Avrupa’da iken karısının şapkaları, ropları, tuvaletleri, çantaları ve eldivenleriyle nasıl ciddiyetle uğraştığını hatırlayınca utandı. Balkan harbi seferberlik sırasında nelerle uğraşmış bu toprakta bu toprağın üzerindeki insanlarla meğer hiçbir ilgisi yokmuş.
İmkansızlıklardan büyük imkanlar doğarmış. Başka bir ifadeyle “İmkansızlıklarımız bizlere daima büyük imkanlar sunar.” Dört duvar ile hapsedilmiş bir insan bedeni ama onun hayalleri parmaklarından resim kağıtlarına dökülerek özgürleşiyordu. O imkansızlıklar içerisinde yürütülen bir mücadelenin özgürlükle ve kurtuluş ile sonuçlanacağına yürekten inanıyordu. Ve bunu dile getiren bir çok resim yapmıştı.
Uzun bir sorgulama sürecinden sonra beş subaydan oluşan harp divanında mahkeme başlar. Mahkemeler adalet terazisinin kurulduğu yerdir. Bu Kural mahkemelerin her türlü erkten uzak olduğu durumlarda geçerlidir. Tarih boyunca rastlanacağı gibi iktidar sahipleri iktidarlarını güçlendirmek için mahkemeleri bir baskı unsuru olarak kabullenmişlerdir. İstanbul’da kurulan harp divanlarının işlevi ise Anadolu’daki Milli Mücadeleye destek verenleri hapsetmekti. Mahkemelerde suçlu olarak yargılanan Kamil Bey ve Ramiz Efendiydi mahkeme devam ederken Kamil Bey ve Ramiz Bey mahkemenin sonucundan çok Anadolu’daki gelişmeleri merak ediyorlardı. Mahkeme süresi boyunca Ramiz Bey ve Kamil Bey aynı odada mahpus olmuşlardı.
Ramiz Beyin olayları ve olguları ele alırken analitik yaklaşım sergilemesi ve mantıklı çözümlemeler yapması Kamil Beyi derinden etkiler Ramiz Beyin eşi Fatma Hanım ise yüreği çatallı yiğit mi yiğit cesur mu cesur Anadolu kadınıydı. Sultan Ahmet’te erkeklere “ Eğer vatanı kurtaramayacaksanız örtülerimizi siz örtün.” diyerek işgalin kabullenemeyeceğini abidevi bir şekilde dimdik ayakta durarak göstermiştir.
Tartışmalarda Anadolu’daki harekatın başarıya ulaşabilmesi için düzenli orduya olan ihtiyaç sürekli vurgulanıyordu. Düzenli bir orduya ancak bir başka düzenli ordu ekarte edebilirdi. Onlar bunu düşünürken Mustafa Kemal Anadolu’da düzenli orduyu kurmuştu. Anadolu her şeyi seferber etmişti. Bu bir savaştan öte Türk milleti için olmak ya da olmamak mücadelesiydi. Ninelerin dedelerin çocukların her sınıftan her yaştan insanın mücadelesiydi. Ya her şey bitecek ya da her şey yeniden başlayacaktı. Anadolu üzerindeki ölü toprağı silkeleyerek her şeyi korumak için bir panter gibi vuruşmaya başladı. Fatma Hanım İnönü’de Yunanlıların tekrar mağlup edildiği müjdesini Ramiz Bey ve Kamil Beye ulaştırdı. Bir yandan zaferin vermiş olduğu sevinçle her ikisinin içi içine sığmazken bir yandan da bir şey yapamamamın vermiş olduğu eziklik vardı.
Beşinci duruşmaya Kamil Bey ve Ramiz Bey İnönü’den gelen sevindirici haberle çıkarlar.Mahkeme devam ederken Kamil Bey’in aklından tek bir şey geçiyordu. Anadolu’yu tekerlek tekerlek ,adım adım , karış karış gezme isteği Anadolu’dan gelen haberler İstanbul Hükümetinin ve işgalci güçlerin canını sıkıyordu. Harp divanı önünde Kamil Bey devleşirken hakimler, yargıçlar ezilip büzülüyordu.Herkes vatanın selametinden,padişahın,saltanatın kurtarılmasından bahsediyordu. “At izinin it izine karıştığı” bir ortamda İstanbul’daki işgalci güçlerin borazanlığını yapan işgallere karşı gelmemenin tek kurtuluş yolu olduğunu kabul eden soysuzlar diğer tarafta “Ya istiklal ya ölüm” diyen vatanperverler.
Doğada her şey zıttıyla birlikte vardır. Bu zıtlıklar hayatın akış yönünün belirleyici unsurlarıdır.
Karar: Ramiz Efendi beraat Kamil Bey 10 yıl kürek cezası ailesinin padişaha ve devlete olan hizmetlerinden dolayı cezasının 3 yıl indirilerek 7 yıl kürek cezası ile cezalandırılması
İngiliz güdümündeki harp divanında mahkum edilen Kamil Bey vicdan mahkemesinde beraat etmişti.     

4 Mayıs 2012 Cuma

Devlet Ana, Kemal Tahir

Devlet Ana, Kemal Tahir, İthaki Yayınları, İstanbul, 2005
Osmanlı Devleti kurulmadan önceki Anadolu’nun görünümünü ve Anadolu insanının özlemlerini anlatırken, güvenli, adaletli bir devlete duyduğu ihtiyacı açığa çıkarmaktadır.

Roman, Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulmasından hemen öncesinde Orhan Bey’in ölümünden önceki dönemden başlayarak, Orhan Bey’in ölümünden sonra yerini alan Osman Bey’in yayılmaya başlama sürecinde geçen olayları ve Söğüt ve civarında yaşayan Türk toplumunu ile aynı coğrafyada ve çevrede Türklerle yan yana yaşayan diğer toplumların yaşam tarzlarını ve ilişkilerini anlatmaktadır.
Olaylar Türkmen Kayı boyunun bulunduğu Bitinya ucunun merkezi söğüt ve çevresinde yaşanmaktadır. Devlet ana romanı; Türk’lerin Müslüman olarak yaşam tarzlarını, törelerini, aile yapıları ve tarihsel kültürlerine bağlılıklarını, Hıristiyan ve Yahudi insanlarla nasıl adalet ve uyum içinde birlikte yaşadıklarını, Türklerin mertliklerini ve aydın kişiliklerini, otoriter yönetim düzenlerini ve demokratik fikir alışverişlerini,  büyüğü sayma küçüğü koruma güdülerini, savaşçılıklarını ve cesaretlerini sürükleyici bir şekilde anlatmaktadır.
Roman, Osman Bey’in babası Ertuğrul Gazi’nin son günlerinde başlamaktadır.  Osman Bey, babası yerine Bitinya (Söğüt civarı)
ucunun işlerine vekaleten bakmaktadır. Bu dönemde, Anadolu’da Moğol egemenliği altında olan Selçuklulara bağlı birçok beylik bulunmaktadır. Moğollar, Doğu kültürünü temel alarak kurulmuş olan Anadolu toprak düzenini bozmuş, adaletsizlik, hırsızlık ve yağmacılığın hüküm sürdürdüğü bir ortam yaratmışlardır. Huzur ve gelişmişliğin bir simgesi olan ticaret kervanları bölgeden artık geçmez olmuş, yol izleri dahi silinmeye yüz tutmuştur. Önceleri varlık içerisinde yaşayan bu bölge insanları, kıtlıkla karşı karşıya kalmaya başlamışlardır. Moğol baskısı altındaki Selçuklular ise son zamanlarını yaşıyor, göstermelik bir yönetim sergiliyorlardı. Anadolu’daki beyliklerin kapı komşusu olan Bizans’ta durumlar ise Avrupa’nın köhnemiş devletlerinin baskısı neticesinde Anadolu’dan farklı değildir. İşte böyle bir ortamda yaşanan romandaki olayların özeti kısaca aşağıda anlatılacaktır.
BİRİNCİ BÖLÜM: KANCIK VURUŞ
Batı Avrupalı şövalyeler, kendilerinin söz sahibi olacağı bir bölge elde etmek için, yıkılmak üzere olan bu sınır bölgelerinde karışıklık çıkartarak egemenlik kurmak için faaliyette bulunmaktadırlar. İşte bunlardan biri olan Sen Jan Şovalyelerinden Notüs Gladyüs bir gün yolculuğu esnasında bölgedeki Issız Han’a uğrar. Burada Ertuğrul’un Bitinya Ucunun sınırının görünüp görünmediğini sorar. Notüs Gladyüs on beş gün önce Gemlik Limanında gemiden inerek Anadolu toprağına ayak basmıştır ve Ertuğrul Bey’in topraklarındaki mağaralardan birinde yaşayan Cenevizli Keşiş Benito’yu aramaktadır. Sovalye Notüs Gladyüs’e göre bu topraklarda Türkmenler ile Bizanslılar yüzyıllardır aptallık yarışındaydılar. Amacı bu toprakları altı aya varmadan eline geçirmek ve taşıdığı kral kanına dayanarak bölgenin yönetimini ele almaktır. Bu maksatla da bölgede uzun süredir yaşayan nam salmış Keşiş Benito ile işbirliği yapmak istemektedir.
Ertuğrul Bey’in güneyinde Germiyanlılar, doğusunda ve kuzeyinde Karacahisar ve  Selçuklular, batısında Bizanslılar bulunmaktadır. Topraklarının üç yanı bataklıktır, sadece Bursa-İznik yönü sağlam topraktır. Ertuğrul Bey ile Germiyanlıların arası yoktur. Germiyanlılar afyon tutkunudurlar. Ertuğrul Bey ise afyonu kendi toprağına sokmaz. Ertuğrul bölgesinde otorite ile adil bir düzen kurmuştur ve halkı ona güvenmekte ve sevmektedir. Savaşçıları yiğittir. Savaşa davul ile giderler. Davul aynı zamanda askere çağırma şeklidir. Davulun sesini duyan işini bırakıp kuşanır silahını ve savaşmaya gider.
Şovalye Notüs Gladyüs Ertuğrul hakkında hancı Rum çocuğa çeşitli sorular sorarak bilgi almaya çalışmaktadır. Niyeti doksan yaşındaki yatalak Türkmen’i bazı tekfurların yardımıyla ortadan kaldırmak ve ondan boşalacak yere kendisinin yerleşmesidir. Bu maksatla kendisine para ile savaşçı toplamayı planlamaktadır.  Bitinya ucunu, ele geçirmek için burada bulunan Osmanlılar ile Germiyanlıları birbirine düşürme planları yapmaktadır.
Şovalye Notüs Gladyüs, handa Moğol ordusu kaçaklarından Türkopol arkadaşı Uranha ve Keşiş Benito ile buluşur. Keşiş Benito sadist ruhlu bir adamdır. Her yerde zalimliğin, kötülüğün hüküm sürmesini istemektedir. Daha sonra bu üçlü keşiş Benitonun mağarasına giderek plan yaparlar ve hazırlıklarını tamamlayarak yola çıkarlar. Planları Moğol savaşçısı gibi giyinip Karacahisar oklarını kullanmak sureti ile Ertuğrul Bey’in savaş atlarını çalmak, bu eylemi Karacahisarlıların yaptığı izlenime vererek Bitinya ucunun yıllardan beri zorlukla sürdürdüğü barışı temelden sarsmak ve sınır boylarını karıştırmaktır. Yıl 1290 dır. Üçlü planlarını gerçekleştirmek için bataklık içinden yola düşer.
Bataklığı geçince Hıristiyan düzeninden kaçarak Türkmenlere, Ertuğrul Bey’e  sığınan Rumların yaşadığı Dönmez Köy’e ulaşırlar. Ertuğrul’un at eğitimcisi Demircan’ın  çadırı buradan ileridedir. Burada Demircan’ı ve beraberinde hancı Mavro’nun ablası Liya’yı öldürürler ve Beyliğin atlarını alarak Germiyan sınırına doğru yola çıkarlar.
İKİNCİ BÖLÜM: UYANDIRILAN IŞIK
Söğüt halkı geçmişteki bolluğa nazaran şu günlerde çok fakirdir. Ertuğrul Bey ise hastadır. Ancak Söğüt halkı, çeşme başındaki kadınların fakir olmalarına rağmen oradan geçen bir esir dilenciye kurtulmalığı için ellerindeki son gümüş paralarını verecek kadar da gururlu ve başı diktir. Söğüt ve civarında Müslüman, Rum , Ermeniler barış içinde kardeşçe beraber aynı şartlarda yaşamaktadırlar.
Kerim Çelebi’nin anası Bacıbey’in Söğüt’e ün salmış, bol gölgeli  serin avlusunda en büyüğü 15 yaşındaki çocuklar ahilik oyunu oynamaktadırlar. Ahi baba kılığındaki Osman Bey oğlu Orhan bey, Kerim Çelebi ve Melik Bey yanlarına gelen üstü kanlı çoban köpeği Alaş’ın kurt boğduğunu düşünerek kurt postunu kapamak için hepsi fırlarlar. Oğuz töresince kurdun postu ilk bulanın olacaktır. Kerim Çelebi ve Orhan Bey kurdu  ararken önce Dönmez Köy’e oradan da Kerim Çelebinin  ağabeyi Demircan’ın çadırına giderler. Burada Demircan’ın okla vurulmuş cesedini bulurlar ve Ertuğrul Bey’in atlarının da çalınmış olduğunu görürler. Bu sırada Dönmez Köy halkının da Demircan’ın ölümünden haberi olur ve hepsi yas tutar. Orhan Bey iz sürücü olarak Dönmez Köy papazının önderliğinde atları takip eder ve izlerin Karacabey sınırından içeri devam ettiğini görür. Bundan sonrası Ertuğrul Bey’in işi diyerek  takibi sonlandırarak geri döner.
Orhan Bey Demircan’ın cesedi ile Söğüt’e gelerek Ertuğrul Bey’e ve babası Osman Bey’e olanları anlatır. Ertuğrul Bey hastalığından dolayı yönetimi Osman Bey’e bırakmıştır. Osman Bey’e Karacahisar Tekfuru’nun böyle bir işe kalkışamayacağını, amcası Dündar Bey’in hemen savaş açmak için kendisini kışkırtacağını, sabırla bunlara direnerek zaman kazanmasını, Oğuz halkının yatıştırılmasını ve alim Şeyh Edebali ile görüşmesi öğütlerinde bulunur.
Demircan’ın annesi Bacıbey’in toplanma davulu çalması üzerine Söğüt’ün erkekleri silah kuşanıp Köslük Meydanında toplanmaya başlarlar. Bacıbey’in isteğiyle Kerim Çelebi’de mollalığı terk ederek savaşçı olarak abisinin kılıcı ile toplanan kalabalığı katılır ve budan sonra Kerimcan diye anılmaya başlar. Ertuğrul Bey’in kardeşi Dündar Alp savaş olması için topluluğu kışkırtmaktadır. Buna karşın Osman Bey önce Şeyh Edebali’ye danışacağını bu yüzden bu gece savaş kararı alınmaması için büyüklere el altından haber gönderir.
Meydanda o gece baskın tarzında akın yapılıp yapılmaması tartışmaları sürerken Ertuğrul Bey’in ölüm haberi gelir ve ağıtlar yakılmaya başlanır. O sırada Ertuğrul Bey’in en yakını, kan kardeşi Akçakoca gelerek Bey seçiminin yapılması gerektiğini söyler. Seçim yapılır ve Ertuğrul Bey’in kardeşi Dündar Alp’in itirazına rağmen seçim sonucu Ertuğrul Bey’in oğlu Osman “Bey” olur.
Osman Bey Demircan’ın öldürülmesi ve atların çalınması ile ilgili gerçekleri Keşiş Benito’nun mağarası civarında yaşayan ve hain planlamadan haberi olan Kamagan Derviş’ten öğrenir. Osman Bey ertesi günü Şeyh Edebali’ye giderek Ertuğrul’un vasiyetini söyler. Ertuğrul2un ilk vasiyeti barışa devam etmek, ikincisi ise Konya’yı ele geçirmektir. Osman Bey Konya gibi verimsiz toprakları olan devlete katkısı olmayacak yerleri almanın anlamsız olduğunu, orayı isteyenin alabileceğini, kendisinin esasen verimli olan ve İmparatorun yeterince güçlü olmamasından faydalanarak Marmara kıyılarına sahip olmak istediğini söyler. Bu konuda “Biz fırsat kollayacaksak, üstünde yaşayanları beslemek zorunda kalacağımız verimsiz toprakları gözetmeyeceğiz, sahipleriyle beraber bizi de besleyecek topraklara yöneleceğiz” der. Osman Bey, zaten fakir halde olan Anadolu’ya doğru genişlemeyi uygun görmemiş, diğer beyliklerle girişeceği çatışmalar sonrasında yok olacağı kanısına varmıştı. Bundan dolayı yönünü, Bizans’a çevirmiştir. Buradaki halkın, feodal yapıya, köleliğe karşı çıktığını tespit etmiş, hoşgörülü davranırsa kolaylıkla onların desteğini alabileceğini fark etmiştir.   
Görüşmeden sonra Osman Bey tekrar Söğüt’e dönerek toplantı halindeki halka sorumluların bulunmasına kadar akın olmayacağını, ama kanlarının da yerde kalmayacağını söyler. Bu sırada Karacahisar Tekfuru Aksantos’un kardeşi Filatyos adamlarıyla Söğüt’e gelir. Hancı Mavro’nun ablası Liya’nın öldürülmesinden Demircan’ı ve de kardeşi Mavro’yu sorumlu tutar ve onu teslim etmelerini ister. Mavro Filatyos’la beraber gitmek istemez ve Bacıbey’e sığınarak “verme beni Devlet Ana” diye yalvarır. Osman Bey olayın bir komplo olduğunu belirterek Mavro’yu vermez ve bunun üzerine Filatyos bozularak geri döner. Bu yaşananlardan sonra Osman Bey herkesin gece, gündüz bir akına karşı hazır olmasını emreder.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: DOST ÇELMESİ
Silah ustası Kaplan Çavuş Kerimcan’a ve Mavro’ya silah kullanmasını ve ata binmesini öğretmektedir. O sırada 6 yıldır kendisini görmediği arkadaşı, kan kardeşi Ozan Yunus Emre yoldan gelir. Yunus Emre rüyasında Osman Bey’in beyliğinin çok genişleyeceğini, ağaç dalları gibi yayılacağını görmüştür. Ayrıca daha önceden vermemiş olmasına karşı bu sefer Şeyh Edebali’nin kızı Balkız’ı Osman Bey’e vereceğini görmüştür.
Yunus Emre Kaplan Çavuş’a delik demir meselesini sorar. Kaplan Çavuş gizlilik içinde barut ile ilk tanışmasını, Moğol binbaşısından aldığı barutu, Eskişehir’de delik demir ile uğraşırken yüzünün nasıl yandığını, şimdiki çalışmalarını ve son gelişmeleri anlatır. Kaplan Çavuş bugünkü anlamda barut kullanarak mermi atan top ve tüfek yapmaya çalışmaktadır. Tek sıkıntısı yeterli barutunun olmaması ve barutun tam olarak nasıl yapıldığını bilmemesidir. Bu yüzden fazla sayıda deney yapamamaktadır. Bölgede barut yapmayı bir tek Kamagan Derviş bilmekte, o da atalarından aldığı bu sırrı kimseye vermemektedir. Ayrıca Kaplan Çavuş Frenk ustalarının da delikli demir üzerinde çalıştıklarını duymuştur. Ancak bu  Hıristiyanlarda sihirbazlık sayılıp, insanlar yakıldığı için Frenkler de gizlice çalışmaktadırlar.
Osman Bey, Seyh Edebali’nin kızı Balkız’ı daha önce de kendisi için dünürlük yapan Eskişehir Sancak Beyi Alişar Bey’in istemesini ister. Ancak Alişar Bey kızı kendisine almak istemektedir, dünür olarak gider ve kızı kendisine ister ancak vermezler. Sonuçta Osman Bey’e giderek senin için istedim ama vermediler der. Fakat hain emelinden vazgeçmiş değildir ve mutlaka kızı kendisine almak istemektedir. Alişar Bey rüşvete savaş açmış, halkın sevdiği bir beydir ancak kadınlara karşı aşırı zafiyeti vardır, bu yüzden de borç içinde yüzmektedir. Onu her türlü işte Hop hop Kadı yönlendirmekte ve beyliği el altından yönetmektedir. Kadı Alişar Bey’e akıl vererek kızı kaçırmasını ister ve bunun için de eşkıya Çudaroğlu’na teklif götürürler.
Sovalye Notüs Gladyüs karmaşa çıkartmak ve emellerine ulaşmak için böyle bir fırsatı kaçırmayacaktır. Çudaroğlu, Balkız’ı kaçırmak için gece Alişar Bey’in konağına gelir. Yanında Sovalye Notüs Gladyüs ve Uranha da vardır. Çudaroğlu Moğol ordusundan atılmış, kendisine çete kurarak eşkiyalık yapan biridir. Osman Bey onu cirit oyununda bir kez yıkmıştır ve o günden beri de ona kin beslemektedir. Balkız’ı kaçırma işini sırf bu yüzden kabul etmiştir. Balkızı onun organizatörlüğünde Notüs Gladyüz ve Uranha kaçıracaktır. Bu iş için ayrıca Alişar Bey’den beş yüz altın alacaklardır.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: FAL
Bacıbey, Şeyh Edebali’nin kızını neden Osman Bey’e vermediğini öğrenmek için fal baktırmaya, Kamagan Derviş’in yanına gittiğinde Söğüt’te imdat davulları çalmaya başlar. Hemen atlarına binip yardıma koşarlar. Öğrenirler ki Balkız’ı kaçırmak isteyenler becerememişler ve  Balkız’ı bataklığın yanında bırakmışlardır. Balkız bu işin Alişar Bey’in bir oyunu olduğunu, aslında kendisinin düşündüğünün tersine Osman Bey’in kendisini ikinci defa Alişar Bey vasıtasıyla istettiğini, ama Alişar Bey’in ise haince onu kendisine istediğini anlamıştır ve alamayınca da kendisini Şovalye Notüs Gladyüs’e ve Uranha’ya kaçırttığını Mavro ile Kerimcan’a anlatır. Taşlar yerine oturunca Demircan’ın katilinin de bu işi yapanların da aynı kişiler olduğu ortaya çıkar.
Şeyh Edebali karışıklık çıkmaması için Balkız meselesini zamanı gelinceye kadar Osman Bey’in bilmesini istemez. Ancak Osman Bey nihayetinde durumu öğrenir ve İnönü’ye Nurettin Voyvoda’nın yanına giderek Alişar Beyi meseleyi konuşmak için buraya çağırtır. Osman Bey’e bu seyahatinde Kerimcan, Orhan Bey ve Mavro da eşlik ederler. İnönü’de Voyvoda Nurettin Bey’in konağında Alişar Bey beklenirken, esnaftan gelen bir haberle baskın olacağını öğrenirler. Kerimcan süratle hareket ederek yardım getirmeye gider. Alişar Bey, Tekfur Filatyos, Eşkıya Çudaroğlu, Sovalye Notüs Gladyüs ve Uranha adamlarıyla beraber İnönü’yü basaralar. Osman Bey’den  Mavro’yu ablası Lilya’nın katili olduğunu ileri sürerek teslim etmelerini isterler ve baskın için bunu bahane gösterirler. Osman Bey Mavro’nun Müslüman olduğunu ve veremeyeceklerini söyler ve Alişar Bey’e teke tek meydan okur. Savaş artık kaçınılmazdır.     Osman Bey Alişar Bey’i vuruşmada yaralar ve bu sırada Kerimcan da yardım ile yetişir. Mavro ablasının ve Demircan’ın katili Şovalye Notüs Gladyüs’ü okla gözünden yaralar ve  Alişar Bey’de aldığı yara sonucu ölür. Diğerleri ise korkuyla kaçarlar.
BEŞİNCİ BÖLÜM: DERİN GEÇİT
Beylik yazı geçirmek için Domaniç yaylasına çıkmaktadır. Bu arada Mavro ablasının atı al kısrağı Osman Bey’in koyduğu yasağa rağmen Karacahisar’a gidip almış ve dönmüştür. Yolda Yerhisar Tekfuru’nun kızı Lotüs ile karşılaşırlar. Orhan Bey eskiden beri tanıdığı Lotüs’e Lülüfer Hanım demektedir ve ona karşı yoğun ilgisi bulunmaktadır. Söğütlüler Domaniç yaylasına doğru yol alırken, Dervent’te Karacahisar Tekfuru’nun kardeşi Filatyos ile Çudaroğlu çetesinin ve Eskişehir Subaşısı Pervane’nin kendilerine pusu kurduklarını öğrenirler.
Osman Bey’in dehası ile akıllıca bir taktik uygulayarak pusu atanlara karşı baskın yapılarak yol açılır ve pusucular zayiat vererek kaçarlar. Osman Bey böyle bir durumda Söğüt’ü boş bırakarak yaylaya çıkmayı emniyetsiz bulur ve Söğüt’e geri dönme kararı alır. Olan biteni anlatmak için Kaplan Çavuş’u Konya’ya ulak gönderir. Kaplan Çavuş Konya’nın halinin içler acısı olduğunu ve ahalinin Türkmen’in adaletini, kötülüğü önlemesini, kendilerince sahip çıkmasını istediğini görür. Bu arada Tebriz’den gelen habere göre Moğol İmparatoru Argun İlhan ölmüştür. Moğol İmparatoru’nun ölüm haberini erkenden almış olan Osman Bey, oluşan siyasi boşluktan faydalanarak sınırlarını geliştirmeye karar verir ve İmparatorluğun temellerini atar. Çok az bir kayıpla Karacahisar’ı fetheder. Akında Müslüman, Ermeni, Rum, Hıristiyan hep birlikte kardeşçe, omuz omuza Osman Bey’in izinde, Türkmen’in adalet ve liderliğinde vuruşup zaferi kazanmışlardır.
ALTINCI BÖLÜM: KERİMCAN’IN YOLU
Yerhisar Tekfuru’nun kızı Lotüs Orhan Bey’e kendisini kaçırması için haber salar. Çünkü babası onu yaşlı bir tekfurla evlendirecektir. Bu tekfur Osman Bey’in en güvendiği dostu Rumanos Tekfurudur. Osman Bey Eskişehir Sancak Beyliği’ni de aldıktan sonra halka, tüccara adalet dağıtır eski sömürgeci düzenleri yıkar. Bu nedenle diğer tekfurların nefretini kazanmıştır. Osman Bey Orhan’ın kızı kaçırmasını kabul etmez ve uzak durmasını emreder. Bu arada Orhan Bey Rumanos Tekfuru’nun düğünde Osman Bey’i kahpece bitireceğini öğrenir.
Osman Bey, Rumonos Tekfuru’nun bu oyununu düğününde bozmak ve baskın yapmak için plan yapar. Ancak her türlü gizli bilgi önceden düşmanları tarafından bilinmektedir. Bu hainin kim olduğunu araştırırlar ve hainin amcası Dündar Bey olduğunu ortaya çıkarırlar. Söğüt Uluları önünde Dündar Bey’e bunu sorarken Dündar Bey Osman Bey’e hançer atıp öldürmek ister ancak başaramaz ve orada öldürülür.
Osman Bey, askeri dehasını göstererek rakiplerini kolaylıkla alteder. Bu savaşlar esnasında senelerdir toprakları üzerinde yaşayanlara karşı hoşgörülü davranmasının karşılığını görür. Düğün günü Bilecik, İnegöl, Yerhisar, Atranos Hisarları Osman Bey kuvvetleri tarafından  baskınla ele geçirilir. Kaçan Notüs Gladyüs ve Uranha  ile Keşiş Benito’yu Mavro ve Kerimcan öldürerek öçlerini alırlar. Kerimcan, her şey bitince Osman Bey’in kendisine verdiği Yerhisar Subaşılığı’ndan affını istemiş, kılıcı ebediyen bırakarak Bacıbey’in tüm karşı koymasına rağmen kendini bilime adamış ve Şeyh Edebalinin medresesinde molla olma kararı almıştır.
Kitapta yer alan çeşitli karakter tiplemeleri ile o günlerde içinde bulunulan şartlar, insanların arayışları ve kısaca Osmanlı’nın ilk imparatorluk kurma çalışmaları ile bunu başarabilmesinin temel nedenleri anlatılmaktadır. Osman Bey’in amcası Dündar Alp’in kişiliğinde, beyliği kapmak için yapılan ihtiraslar, düşmanla anlaşmalar, çeşitli entrikalar temsil edilmektedir. Toplanan meclis içerisinde ise, ileri gelenlerin düşünceleri dikkatle dinlenmekte, son kararının ise Osman Bey tarafından verilmesine kimse itiraz etmemektedir. Roman boyunca seçilen karakterler sayesinde, her türlü ilişki gözde canlanacak şekilde anlatılmaktadır. Sen Jan şövalyesinde Batı Avrupa’nın köleliği öne çıkaran yapısı, Eskişehir beyi Alişar’da, insanların şehevi isteklerin, beylikleri karşı karşıya getirebileceği, Keşiş Benito’da yabancıların beşinci kol faaliyetleri, Moğol çetesinde, moğolların yağmacılığı, kural tanımazlığı tasvir edilmekte, roman okuyan üzerinde çok büyük etki yaratmaktadır.

Charles Darwin’in Biyografisi, Francis Darwin

Charles Darwin’in Biyografisi, Francis Darwin, Ebookmall, 2001-ABD  
Charles Darwin’in hayat hikayesi.
    Darwin, 12 Şubat 1809'da İngiltere'nin Shrewsbury kasabasında, Robert ve Susannah Darwin'in beşinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Robert Darwin ünlü doktordu.ı. Darwin Temmuz 1817'de, henüz sekiz yaşındayken, annesini kaybetti. Eylül 1818'de ise Shrewsbury Okulu'nda yatılı öğrenci olarak eğitime başladı. Okul döneminde Garnett ismindeki bir arkadaşını hiç unutamamıştır. Arkadaşı bir gün kasabada ona pasta ısmarlar ve hiçbir ödeme yapmadan oradan ayrılırlar. Darwin neden böyle bir şey yaptığını sorduğunda, ona cevap olarak ‘Dedem çok zengin bir insandı. Kim ki kendisine ait olan şu şapkayı onun gibi giyer ve onun yürüdüğü gibi yürürse hiçbir dükkan ondan tek kuruş talep etmeyecektir. Çünkü o toplu olarak ödeme yapmıştır’ der. Darwin’e denemek isteyip istemediğini sorar ve şapkayı ona verir. Darwin onun dedesi gibi yürüyerek aynı pastaneye girer bir kek aldıktan sonra ücreti ödemeden oradan ayrılmak istediğinde dükkan sahibi onu kovalamaya başlar. Darwin’de arkadaşının nasıl güvenilmez birisi olduğunu daha iyi anlamış olur.
Küçük kız kardeşine borçlu olduğu bir insanlık anlayışı vardır. Bir kuş yuvasında iki yumurta (toplama merakından dolayı) varsa mutlaka birini orada bırakmıştır. Çocukluğuna ait unutamadığı anlardan bir tanesi de ölen bir süvarinin mezarında yapılan tören ve saygı atışıdır.
Okul yıllarında Dünyanın Harikaları adlı elinden hiç düşürmemiştir. Bir gün uzaktaki ülkelere gideceğini hissediyordu. Onun bu arzusu yıllar sonra Beagle ile yaptığı dünya turunda gün yüzüne çıkmış oldu.
İlk çalışmalarına bilimsel olmayan boyutta da olsa böcek toplamak ve onlara isimlendirmekle uğraştı. Bazen onları isimlendirmekte zorlanmış olsa da sadece koleksiyon maksadıyla böceklerin öldürülmesine gönlü razı olmadı. Bundan sonra kuşları gözlemlemeye başladı. 
Erkek kardeşi kimya bilimiyle uğraşıyordu. Onun yapmış olduğu deneylerde yardımcı olarak kabul edilmesi ve gece geç vakitlere kadar orada çalışıyor olması kendisine Gaz lakabının takılmasına sebebiyet verdi.
1825'te mezun olan Darwin, bir süre babasının yanında stajyer doktor olarak çalıştıktan sonra İskoçya'daki Edinburgh Üniversitesi'nin tıp fakültesine yazıldı. Fakat cerrahlığa bir türlü ısınamadı ve tıp derslerini boşlamaya başladı. Öğretmeni Robert Edmund Grant'ten Jean-Baptiste Lamarck'ın evrim teorisini öğrendi ve Grant ile beraber deniz canlılarını inceleyip ortak atalardan evrilme teorisini destekleyen homoloji (farklı canlı türlerinde aynı temel yapıya sahip organların bulunması) örnekleri buldu. Bir başka öğretmeni olan Robert Jameson'dan ise jeoloji ve bitkilerin sınıflandırılması üzerine dersler aldı, Edinburgh Kraliyet Müzesi'nin bitki koleksiyonunu düzenlemede Jameson'a yardımcı oldu.
Darwin'in tıp eğitimini iyice boşladığını farkeden babası, 1827'de onu Edinburgh'dan alarak Cambridge Üniversitesi'ne bağlı Christ's College'a yazdırdı. Darwin'in teoloji okuyup bir din adamı olmasını umuyordu. Darwin, teolojide tıbba kıyasla daha başarılı olsa da, asıl ilgi alanı hâlâ doğa tarihiydi. Kuzeni William Darwin Fox ile beraber böcek toplamaktan hoşlanıyordu. Böceklere olan ilgisi sayesinde botanik profesörü John Stevens Henslow ile tanışan Darwin, bu profesörle yakın arkadaş oldu ve hem Henslow'un doğa tarihi dersine yazıldı, hem de ondan özel dersler almaya başladı. Darwin 1831 yazını, jeoloji profesörü Adam Sedgwick ile beraber Galler'in jeolojik katmanlar haritasını çıkararak geçirdi.
1831 sonbaharında Henslow, Darwin'i Beagle gemisinin kaptanı Robert FitzRoy ile tanıştırdı. Beagle, Aralık 1831'de FitzRoy'un komutasında iki senelik bir Güney Amerika yolculuğuna çıkacaktı ve kaptan yolda kendisine arkadaşlık edecek iyi eğitimli bir doğabilimci istiyordu. Henslow'un tavsiyesi üzerine FitzRoy, Darwin'i gemisine almayı kabul etti. Darwin'in babası önce bu uzun yolculuğa izin vermediyse de, kayınbiraderinin araya girmesiyle fikrini değiştirdi.
Beagle'ın yolculuğu iki yerine beş yıl sürdü. Darwin, yolculuk boyunca çok çeşitli jeolojik oluşumlar, fosiller ve canlılar keşfetti ve bunlardan örnekler topladı. Fırsat buldukça Cambridge'e keşiflerini anlatan ayrıntılı mektuplar yazıyor, topladığı ilginç örnekleri postalıyordu. Bu sayede, kendisi uzakta olmasına rağmen, İngiliz doğabilimcileri arasında ünü epey yayıldı. Yolculuk boyunca tuttuğu günlüğüne, doğabilimsel keşiflerinin yanısıra, karşılaştığı değişik insan topluluklarıyla ilgili kültürel ve antropolojik gözlemlerini de yazıyordu. Bu günlüğü 1839'da Beagle Yolculuğu adıyla yayımlayacaktı.
Yolculuk Darwin için kolay olmadı. Deniz tutmasından fena şekilde etkilendi, Ekim 1833'te Arjantin'de ateşli bir hastalık geçirdi, Temmuz 1834'te ise And Dağları'ndan Şili'ye dönerken tekrar hasta oldu ve bir ay yataktan çıkamadı.
Yolculuğun başında Kaptan FitzRoy, Darwin'e Charles Lyell'ın Jeolojinin Prensipleri adlı kitabını vermişti. Lyell bu kitabında jeolojik oluşumların, bugün de devam eden çok yavaş süreçlerin etkisiyle, çok uzun çağlar sonucunda oluştuğunu savunuyordu. Darwin, Batı Afrika açıklarındaki Santiago adasında, yüksek volkanik kaya yamaçlarında mercan ve deniz kabuğu kalıntıları bulunca, bu yamaçların bir zamanlar deniz altında bulunduğunu, ve Lyell'ın söylediği gibi çağlar boyunca yavaş yavaş yükseldiğini anladı. Darwin yolculuk boyunca pek çok önemli jeolojik keşif yapacaktı. Patagonya'da gördüğü, deniz kabukluları ve çakıldan oluşan geniş düzlüklerin yükselmiş sahiller olduğunu tahmin etti. Şili'de bir deprem sonrasında deniz seviyesi üstünde kalmış midye yatakları gözlemleyince, kıyının deprem sonucu yükseldiğini anladı. Benzer şekilde, And Dağları'nın yamaçlarında, kumlu sahillerde yetişen ağaçlara ve deniz kabuklularına ait fosiller buldu ve bu yamaçların zaman içinde yükseldiği sonucuna vardı.
Darwin Güney Amerika'da, soyu tükenmiş devasa memelilere ait fosiller buldu. Bu fosillerin bulunduğu katmanlarda modern deniz kabuklularına ait kalıntılar da vardı, yani bu memelilerin soyu yakın zamanlarda, herhangi bir iklim değişikliği ya da felâket olmadan tükenmişti. Jeolojinin Prensipleri 1832'de çıkan ikinci cildi, Güney Amerika'daki Darwin'e postalandı. Charles Lyell, bu ciltte evrim fikrine karşı çıkıyor, biyolojik türlerin dağılımını "yaradılış merkezleri" fikriyle açıklıyordu. Darwin, bir taraftan bunu okurken, bir taraftan da daha sonra kendi evrim teorisini destekleyecek olan çok önemli gözlemler yapıyordu. Galápagos Adaları'ndan pek çok "alaycıkuş" örneği topladı ve bu kuşların, yaşadıkları adalara göre ufak fizyolojik farklar gösterdiklerini farketti. Yerel İspanyollar'ın, bir kaplumbağanın görünüşüne bakarak hangi adadan geldiğini anlayabildiklerini öğrendi.
Beagle'ın 1826-1830 arasındaki ilk yolculuğu sırasında, Güney Amerika'nın en güney ucundaki Tierra del Fiego'dan alınmış ve İngiltere'de medenîleştirilmiş olan üç Yagan yerlisi, misyonerlik yapmaları için kabilelerine geri verildi. Darwin bu kabileleri sefil ve rezil vahşiler olarak tanımlıyordu. Bir sene geçtiğinde, yerliler misyonerlik görevini bırakmış, eski hayatlarına geri dönmüşlerdi. Darwin, kısmen bu tecrübe sonucunda, insanların hayvanlardan sanıldığı kadar uzak olmadığını düşünmeye başladı. Darwin, insan toplulukları arasındaki yaşayış farklılıklarını, ırksal gelişmişlikle değil, kültürel gelişmişlikle açıklıyordu. Güney Amerika'da şahit olduğu kölelik kurumundan hoşlanmıyor, Avrupalı kolonilerin Avustralya ve Yeni Zelanda'daki yerli halklara verdiği zarardan üzüntü duyuyordu.
Yolculuğun sonlarına doğru Darwin'in tuttuğu ayrıntılı notları okuyan Kaptan FitzRoy, yolculukla ilgili resmi raporun doğabilimle ilgili son kısmını Darwin'in yazmasını rica etti.
Darwin'in seyahatteyken İngiltere'ye yolladığı mektuplar, fosil örnekleri ve doldurulmuş canlılar, eski öğretmeni Henslow aracılığıyla İngiliz doğabilimcilerine aktarılıyor, Darwin'in ünü bu sayede gittikçe yayılıyordu. Beagle 2 Ekim 1836'da İngiltere'ye döndüğünde Darwin saygın bir doğabilimci olarak tanınmıştı. Darwin, İngiltere'ye ayak bastığında, önce Shrewsbury'ye gidip akrabalarını ziyaret etti, sonra Cambridge'e gelerek Beagle yolculuğunda topladığı örneklerin tanımlanıp sınıflandırılması üzerinde çalışmaya başladı. Henslow, bitki örneklerini tasnif edip isimlendirmede Darwin'e yardımcı oluyordu, fakat hayvan örnekleri için Darwin'in uzman zoologlara ihtiyacı vardı. Babasının parasal desteğiyle Londra'ya gidip zoologlarla görüşmeye başlayan Darwin, Charles Lyell aracılığıyla Richard Owen adında bir biyologla tanıştı. Owen, Darwin'in getirdiği fosilleri inceleyerek o güne kadar bilinmeyen pek çok soyu tükenmiş hayvan türü tanımladı.
Darwin, Aralık 1836'da Güney Amerika kıtasının yükseldiğine dair bir bilimsel makale yazdı, ve Ocak 1837'de Lyell'ın da desteğiyle bu makalesini Londra Jeoloji Cemiyeti'ne sundu. Aynı gün, Beagle yolculuğunda topladığı kuş ve memeli örneklerini de Londra Zooloji Cemiyeti'ne sundu.
Londra bilim çevrelerinde, hayatın ve canlı türlerinin kökeni sevilen bir tartışma konusuydu. Matematikçi ve filozof Charles Babbage'ın başını çektiği bir grup, Tanrı'nın Dünya'daki hayatı özel bir mucize aracılığıyla değil, doğa kanunları aracılığıyla yarattığını savunuyordu. Darwin'in Edinburgh Üniversitesi'nden hocası Robert Edmund Grant ve Dr. James Gully gibi bir grup bilimadamı ise türlerin birbirine dönüşebildiğini iddia ediyor, ama bu fikirleri yüzünden çoğunluk tarafından sapkınlıkla ve toplumsal düzeni bozmaya çalışmakla suçlanıyordu.
Mart 1837'de John Gould, Darwin'in farklı adalardan topladığı alaycıkuşların farklı türlere ait olduklarını açıkladı. İspinozları hangi adalardan topladığını not etmemiş olan Darwin, Kaptan FitzRoy'un notlarını inceleyince, Gould'un tanımladığı farklı ispinoz türlerinin de farklı adalardan geldiğini keşfetti. Nisan 1837'ye gelindiğinde Darwin, anakaradan göç edip farklı adalara yerleşen kuşların, zaman içinde bir şekilde değişiklik geçirip farklı türlere dönüştüklerini anlamıştı. Temmuz ayında, her zamanki günlüğünün yanı sıra, türlerin birbirine dönüşümüyle ilgili fikirlerini yazdığı gizli bir "B" günlüğü tutmaya başladı, ve bu günlüğün 36. sayfasına ilk kez bir evrim ağacı çizdi.
Darwin, bir taraftan türlerin dönüşümü üzerinde çalışırken, bir taraftan da Beagle günlüklerini yayıma hazırlıyor, ve Charles Lyell'ın fikirlerini destekleyecek bir Güney Amerika jeolojisi kitabı yazıyordu. Tüm bunların üstüne, bir de kendi getirdiği örnekler hakkındaki uzman görüşlerini içerecek geniş kapsamlı bir eser üzerinde çalışmaya başladı.
Sonunda bu yüksek çalışma temposuna dayanamayarak kalbinden rahatsızlandı. Eylül 1837'de doktor tavsiyesi üzerine çalışmalarına ara verdi ve Shaffordshire'da akrabalarının yanında kalmaya başladı. Kuzeni Emma Wedgwood da aynı evde kalıyor ve hasta bir akrabaya bakıyordu. Haziran 1838'e kadar Shaffordshire'da kalan Darwin, türlerin dönüşümü üzerindeki araştırmalarına devam ediyor, uzman görüşü almak için doğabilimcilerin yanı sıra çiftçiler ve güvercin yetiştiricilerine de danışıyordu. Sonuçta evlenmeye karar veren Darwin, babasına da danıştıktan sonra Temmuz 1838'de evlilik teklif etmek için Emma'ya gitti, ama teklifi yapmaya cesaret edemedi.
Araştırmalarına Londra'da devam eden Darwin, türlerin dönüşümü konusunda çok önemli gelişmeler kaydetti. Thomas Malthus'un Nüfus Prensibi Üzerine Deneme adlı yazısı Darwin için önemli bir esin kaynağı oldu. Malthus bu yazısında insan nüfusunun aslında çok büyük bir hızla (her 25 yılda ikiye katlanarak) çoğalma potansiyeli olduğunu, ama hastalık, savaşlar ve açlık sayesinde nüfusun kontrol altında tutulduğunu anlatıyordu. Darwin, aynı prensibin tüm organizmalara uygulanabileceğini farketti. Tüm canlı türleri, mevcut kaynakların izin verdiğinden çok daha fazla yavru üretiyor, yavrular arasında zayıf olanlar çok geçmeden ölüyor, güçlü olanlar ise hayatta kalarak yeni yavrular meydana getiriyor ve kendilerini güçlü yapan özellikleri yavrularına aktarıyorlardı. Böylece türler nesilden nesile değişerek çevrelerine daha iyi uyum sağlıyorlardı. Bu teorisini ilk defa 28 Eylül 1838'de günlüğüne yazdı.
Kasım 1838'de nihayet Emma'ya evlilik teklif eden Darwin, Ocak 1839'da evlendi. Aynı ay içinde, Royal Society'ye (Kraliyet Cemiyeti) üye olarak seçildi. Darwin çifti, evlilikten hemen sonra Londra'ya yerleşti.
Darwin, doğal seçme fikrinin temelini atmıştı ama şüpheci meslektaşlarını ikna etmek için çok çalışması gerektiğinin farkındaydı. Jeoloji Cemiyeti'nin Aralık 1838'deki toplantısında, evrim fikrini savunan eski hocası Robert Edmund Grant'e nasıl şiddetle karşı çıkıldığına bizzat şahit olmuştu. Teorisini destekleyecek kanıtlar bulabilmek için hayvan yetiştiricileri ile görüşmeye ve bitkiler üzerinde deneyler yapmaya devam etti. Mayıs 1839'da Kaptan FitzRoy'un Beagle raporu yayımlandığında, Darwin'in yazdığı kısım o kadar beğenildi ki, sonradan başlıbaşına bir kitap olarak basıldı.
1842 başlarında Darwin, Lyell'a fikirlerini açıklayan bir mektup yazdı. Her canlı türünün kendi başlangıcı olduğunda ısrar eden Lyell, jeoloji alanında müttefiki olan Darwin'in bunu inkâr etmesine çok üzüldü. Mayıs 1842'de Darwin'in mercan kayalıkları üzerine yazdığı eser yayımlandı, aynı sıralarda Darwin, doğal seçme teorisinin bir kabataslağını kâğıda döktü. Kasım 1842'de Darwin çifti, Londra'nın stresinden uzaklaşmak için şehrin dışındaki Down House'a geçti. Ocak 1844'te fikirlerini botanist arkadaşı Joseph Dalton Hooker'a açan Darwin, kendisini bir cinayeti itiraf ediyormuş gibi hissediyordu ama Hooker Darwin'in teorisini beğendi. Temmuz'a gelindiğinde, Darwin'in kabataslağı 230 sayfalık bir deneme yazısına dönüşmüştü. Ekim 1844'te anonim olarak yayımlanan ve insan dahil tüm canlıların ilkel formlardan dönüşerek ortaya çıktığını savunan Yaradılışın Doğal Tarihinden İzler adlı kitap, doğabilimciler tarafından yerden yere vurulunca Darwin teorisi konusunda ne kadar dikkatli olması gerektiğini bir kez daha anladı. Kitap, Londra orta sınıfından büyük ilgi gördü ve türlerin dönüşümü konusunu bir kez daha gündeme getirdi. Darwin 1846'da üçüncü jeoloji kitabını yayımladı, ve arkadaşı Hooker'la beraber deniz kabuklularıyla ilgili geniş kapsamlı bir araştırmaya başladı. 1847'de Hooker, Darwin'in doğal seçme üzerine yazdığı uzun denemeyi okudu ve önyargıdan uzak tarafsız eleştiriler sundu, fakat bir taraftan da Darwin'in yaradılış fikrine karşı çıkmasını sorguladı.
1849'da uzun süredir kötü giden sağlığını düzeltmek umuduyla Malvern'de bir kaplıcaya giden Darwin, iki ay sonra kendini daha iyi hissetti. 1850 Haziran'ında çok sevdiği kızı Annie ciddi şekilde hastalanınca, kendi kronik kötü sağlığının kalıtsal olduğunu tekrar düşünmeye başlayan Darwin, Nisan 1851'de Annie'nin ölümüyle iyiliksever bir Tanrı'ya olan tüm inancını kaybetti.
Deniz kabuklularıyla ilgili çalışmalarının sonuçlarını 1851-1854 arasında yayımladığı bir dizi kitapla anlatan Darwin, 1853'te bu çalışmasından dolayı Royal Society tarafından madalya ile ödüllendirildi. Ayrıca bu çalışma, o zamana kadar jeolog olarak bilinen Darwin'in biyolog olarak da ünlenmesini sağladı. Darwin, deniz kabuklularıyla ilgili çalışmasında, belli bir fonksiyonu olan bir organın, değişen şartlar sonucunda ufak değişimler geçirerek fonksiyonunu değiştirebileceğine dair kanıtlar gözlemledi. Kasım 1854'te notlarına, ortak bir atadan gelen canlıların, doğanın ekonomisinde ayrı ayrı yerlere adapte olmaları sonucunda anatomik olarak birbirlerinden uzaklaşabileceklerini yazdı.
Hıristiyan inanışına olan bağlılığını yitiren Charles Darwin 19 Nisan 1882'de öldüğünde, ailesi onu bölgedeki bir kilise avlusuna, çocuklarının mezarlarının yanına gömmeyi düşünüyordu. Ne var ki, aynı düşünceyi paylaşmayan bazıları çarçabuk harekete geçerek, önde gelen bilim insanları ve hükümet üyelerini ikna çalışmasına girişti. Amaçları, bu kişileri biraraya getirip İngiltere'nin ünlü kilisesi Westminster Abbey'nin baş rahibinden Darwin'in buraya gömülmesini rica etmelerini sağlamaktı. Baş Rahip George Granville Bradley, gerekli onayın canı gönülden verileceğini bildirdi. Böylece, Darwin 26 Nisan günü öğleden sonra Westminster Abbey'ye gömüldü. Tabutunu taşıyanlar arasında eski dostu botanikçi Joseph Hooker, yazılarıyla Darwin'i kendi kuramını yayımlamaya yönelten genç doğabilimci Alfred Russel Wallace ve ABD'nin İngiltere büyükelçisi James Russell Lowell da vardı. Darwin bu kilisenin Bilginler Köşesi olarak bilinen bölümünde, Sir Isaac Newton'un gömülü olduğu yerin birkaç metre ötesinde ve astronom Sir John Herschel'in yanı başında yatıyor. Darwin, yeryüzündeki canlı türlerinin değişimini betimlemek için gizemlerin gizemi tanımlamasını ortaya atan büyük filozof Herschel'e, Türlerin Kökeni kitabının girişinde göndermede bulunmuştu.

Atatürk’ün Yurt Gezileri, Mehmet Önder

Atatürk’ün Yurt Gezileri, Mehmet Önder, 1998, İstanbul
Atatürk’ün Anadolu’da yaptığı yurt gezileri.
    Yazar, Dr. Mehmet Önder, 1926 yılında Konya'nın Çumra ilçesi’nde doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Konya'da tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne devam etti; ama tarih sevgisi ağır bastığından 1946 yılında bu fakülteden ayrılarak 1950 yılında Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin sanat tarihi bölümünden mezun oldu.
    Bundan sonra, müze müdürlüğü, bu müdürlükler sırasında 20’ye yakın müzenin oluşturulması, yurtdışı müze müdürlükleri,  Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürü, Başbakanlık Kültür Müsteşarı, Almanya'da Bonn Büyükelçiliği’nde Kültür Müsteşarlığı görevlerinde bulundu.
    Mehmet Önder, merkezi Berlin'de bulunan Alman Arkeoloji Enstitüsü üyesi, Londra’da Uluslar arası Mevlana Araştırmaları Kurumu’nun şeref üyesi, Lahore’da İkbal Akademisi üyesi ve daha birçok kültür derneğinin üyesi oldu. Ayrıca Önder, Türk-Alman Dostluk Derneği ve Türkiye-Pakistan Kültür Derneği Genel Başkanlığı’nı da yaptı.
    Pakistan’dan “Sitare-i İmtiyaz” nişanı, Almanya’dan “Üstün Liyakat” Nişanı, çeşitli üniversitelerden fahri doktora unvanına sahiptir. Mehmet Önder araştırmalarını aralıksız sürdürerek yurt içinde ve yurt dışında 150’den fazla kongre, seminer ve sempozyuma katılmış, hepsinde de bildiriler vermiştir. Mehmet Önder Ağustos 2004 tarihinde vefat etmiştir.
    Atatürk’ün Yurt Gezileri
    Kurtuluş Savaşını kazandıktan sonra ölümüne kadar çıktığı yurt gezilerinde 52 il merkezine uğramıştır. Birçok ile birden fazla ziyaret yapmış, buralarda günlerce, haftalarca kaldıkları olmuştur. Atatürk'ün zaferlerini olduğu kadar inkılâplarını da gezileri içinde değerlendirmek lazımdır. İnkılâp Kanunları çıkmadan önce halkın içine girmiş yapacaklarını ve yaptıklarını anlatmaya çalışmış milletin onayını almaktan geri kalmamıştır. Atatürk’ün çeşitli illere yaptığı yurt gezilerinden birkaç örnek aşağıda sunulmuştur.
    Tekirdağ
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Tekirdağ'a 2 Şubat 1915,  23 Ağustos 1928’te olmak üzere iki kez gelmiştir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Tekirdağ'a ilk olarak (2 Şubat 1915), beraberinde emir subayı Üsteğmen Çerkeşli Hasan Çavuş'un mangasını alarak Tekirdağ'a gelmiş, beraberindekilerle sahil kışlasına yerleşmişlerdir.
    Mustafa Kemal'in Tekirdağ'a ilk geliş nedeni Enver Paşa'nın emriyle 19. Fırkayı kurmak içindir. Yarbay Mustafa Kemal Tekirdağ'a geldiğinde böyle bir fırkanın adının var fakat kendisinin yok olduğunu görmüştür.
    Tekirdağlıların olağanüstü yardımlarıyla Tekirdağ, Malkara, Çorlu, Hayrabolu civarından gelen 891 kişiyle 57. ve 72. alayları tamamlayarak 25 Şubat 1915'te gelen bir emirle Çanakkale Savaşları'na katıldı. Bu savaşlarda tarihe altın harflerle geçen başarılar kazandı. Çanakkale Savaşları'nın kazanılması sonucunda Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti düşman işgalinden kurtulduğu gibi, Osmanlı Devleti'nin yıkılması bir süre engellenmiş, kısa bir süre sonra da Türk Ulusu Atatürk'ün önderliğinde Kurtuluş Savaşı'nı kazanarak Cumhuriyet yönetimine geçmiştir.
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün Tekirdağ'a ikinci kez gelişi 23 Ağustos 1928 Perşembe günü Ertuğrul Yatı ile olmuştur. Atatürk'ün Tekirdağ'a bu gelişlerindeki neden 14 yıl önceki ilk gelişlerindeki anıları tazelemek veya Tekirdağ'ın güzelliklerini seyretmek için değildi. Gazi Mustafa Kemal Atatürk kendisini karşılayan Vali Arif Hikmet Bey, Belediye Başkan Vekili Ziya Şıra Bey ve kalabalık bir halk topluluğu ile vilayete gelmiş, meclis odasında siyah tahta ve tebeşir hazırlatarak en büyük devrimlerden biri olan Harf Devrimi'ni başlatmıştır.
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk Tekirdağ'a ikinci kez gelişindeki mutluluğunu şu tümcelerle anlatıyor: "İlk 2 Şubat 1915'te 19’uncu Fırka kumandanı olduğum Tekirdağ'ı 14 sene sonra ziyaret edebildim. Bundan son derece memnun ve mutluyum. Fakat beni en çok memnun ve mutlu eden olay Tekirdağlı vatandaşlarımın daha şimdiden Türk harfleriyle yazıp, okumayı öğrenmiş olmalarıdır".
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün en önemli özelliği devrimlerini halk adına yapmak ve özellikle ona benimsetmekti. Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde 1 Kasım 1928'de Harf Devrimi yapılmış bu sayede Türk toplumu içinde bocaladığı doğu gelenekçiliğinden sıyrılıp Batı uygarlığına yönelmiş ve gerçek bir kültür devrimi yapılmıştır. Bu büyük devrimin ilk adımının ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün ilk başöğretmenliğinin Tekirdağ'da olması Tekirdağlılar için büyük mutluluk ve onur kaynağıdır.
    Havza
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Havza'ya 25 Mayıs 1919,  24 Eylül 1924’te olmak üzere iki kez gelmiştir. 19 Mayıs 1919'da Samsun'a gelen Mustafa Kemal 25 Mayıs 1919'da Havza'ya gelmiş ve burada tam 18 gün kalmıştır. Bu çok önemli bir rakamdır. Milli Mücadele'nin tüm planları, tarihe Amasya Tamimi diye geçen genelge, Havza'da hazırlanmıştır. Havza'dan ayrılırken "Havzalılar, sizleri hiç bir zaman unutmayacağım." diyerek, çetin bir yolculuğa çıkan, Mustafa Kemal, büyük zafer kazanıldıktan ve Cumhuriyet kurulduktan sonra genç Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı olarak 24 Eylül 1924'te Havza'ya gelerek milli mücadele için karargâh olarak kendisine tahsis edilen ve şimdi Atatürk Müzesi olan binanın balkonundan bütün dünyaya şöyle seslenmiştir:
    "Havzalılar! Sizinle en elemli ve yeisli günlerde tanıştım, aranızda günlerce kaldım. Bana mazinin hatıratını hatırlatan şu daire içinde kıymettar mesai ve muavenetinizden çok müstefit oldum. Eğer Havzalıların o samimi ve metin hüsn’ü kabulleri olamasa ve eğer Havza'nın nafi ve şifalı kaplıcaları ahvali sıhhiyem üzerinde müspet bir tesir bırakmasaydı, emin olunuz ki inkılap için çalışamayacaktım. Bundan dolayıdır ki Havza'ya ve Havzalılara çok borçluyum. Kalbi rabıtamı ebediyen saklayacak ve sizi hiç unutmayacağım. Muhterem Havzalılar! İlk cüreti, ilk cesareti gösteren, ilk teşkilatı yapan sizlersiniz. İnkılap ve Cumhuriyet tarihinde kahraman Havza'nın ve Havzalıların büyük bir yeri vardır.”
    Bandırma
    Modern Türkiye'nin kurucusu Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Bandırma'ya, 8 Ekim 1925, 13 Haziran 1926, 20 Ocak 1933’te olmak üzere üç kez gelmiştir.
    Cumhuriyetin ilanından kısa bir süre sonra ilke ve devrimlerini gerçekleştirme ideallerine ışık tutan gezilerinden birisi için 8 Ekim 1925 Perşembe günü, Mudanya İskelesinden Ertuğrul Yatı ve Yunus Torpidosu eşliğinde hareket eden Atatürk, aynı gün Bandırma'ya ilk kez gelmiştir. Ahşap iskelede görülmemiş bir kalabalıkla Bandırmalılar, heyecan ve büyük bir coşku içinde Atalarını bekliyorlardı. Güverteden Bandırma'yı seyreden büyük Atatürk'ün içini birden büyük bir hüzün sardı. Çünkü karşısında Ulusal Kurtuluş Savaş'ında yanmış yıkılmış harabe bir şehir vardı. O, şu tarihe geçen sözlerini, Bandırma ve Bandırmalılar için söyledi: "Milletimiz çalışkandır! Bu fazileti taşıyan Bandırmalıların en kısa zamanda şehirlerini imar edeceklerinden, halen barut ve is kokan bu güzel beldeyi mamur hale getireceklerinden asla şüphe etmiyorum!".
    13 Haziran 1926 Pazar günü, Mudanya iskelesinden Karadeniz Sergi Vapuru ile hareket eden Atatürk, aynı günün akşamına doğru yanındakilerle beraber ikinci defa Bandırma'ya geldi. Şehir halkı, kendilerini emsalsiz gösterilerle karşılandı. Büyük kurtarıcı ve modern Türkiye'nin ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk daha sonra aynı gece törenle Balıkesir'e gitmek üzere, halkın sevgi gösterileri arasında Bandırma'dan ayrıldı.
    1933 yılı Ocak ayının ortasında Ankara'dan Eskişehir'e geçen Atatürk, oradan da Derince'ye geçerek, Gülcemal vapuru ile 17 Ocak 1933 günü Mudanya iskelesine çıktı. O gün saat 18.30'da Bursa'ya vardı. Doğruca Çekirge'deki köşke gitti. Ertesi sabah, resmi ziyaretlerini yaptıktan sonra, Bursa Valisi Fatih Gökmen ile birlikte Gemlik'te zeytin üreticileriyle görüştü. 19 Ocak 1933 günü de Bursa Çekirge'deki modern kaplıca olacak olan Çelik Palas'ın inşaatını, İpek-İş Fabrikası'nı ve Askeri Hastane'yi gezdi. Bursa'dan Gemlik'e giden Atatürk, 20 Ocak 1933 akşamı Gemlik iskelesinden Gülcemal vapuru ile Bandırma'ya geldi. İskelede Balıkesir Valisi İbrahim Ethem (Akıncı), Belediye Başkanı Naci (Kodamaz), Bandırma halkı ile birlikte Atatürk'ü Bandırma'da karşıladılar.
    O eşsiz insan, geceyi Bandırma'da geçirdikten sonra, 21 Ocak 1933 tarihinde, tekrar şehir istasyonunda hazır olan trene bindi. Atatürk, dönemin Belediye Başkanı'ndan bilgiler aldı. Halkın sözlü ve yazılı dilekçelerindeki sorunları dinledi. Çevreden gelen temsilcileri tren salonunda kabul etti. Onlarla görüştü ve konuştu. Sorunlarının çözümleri konusunda bilgiler verdi. Aynı gün de trenle Balıkesir'e gitti.
    Niğde
    Atatürk Niğde'ye ilk olarak 5 Şubat 1934'te gelmiştir. Atatürk, 14 Ekim 1924'te eşi Latife Hanımla birlikte Kayseri'de iken Niğde Valisi Asım Bey başkanlığındaki bir Niğde Heyeti, Kayseri'ye gelerek, Atatürk'ü şehirlerine davet etmişlerse de bu 1934 yılına kadar mümkün olamamıştır.
    1 Şubat 1934 sabahı Atatürk, yanında Prof. Afet İnan, milletvekillerinden Kılıç Ali, Ruşen Eşref (Ünaydın), Falih Rıfkı (Atay) olduğu halde otomobillerle Kırşehir'e gelmiş, buradan Yozgat'a ve Kayseri'ye gitmişti. 5 Şubat 1934 günü öğleden sonra Atatürk yanına Kayseri Kolordu Komutanı Abdurrahman Nazif (Gürman) ve 41’inci Tümen Komutanı Ali Rıza (Artunkal)'ı da alarak özel trenle Niğde'ye hareket ederek gece saat 20.30’da Niğde'ye geldi. Niğde halkı o gece tümüyle istasyondaydı.
    Niğde sorunları hakkında Atatürk'e gerekli bilgiler verildi. Niğde'nin meyveleri boldu. İhraç imkânları yoktu. Bu ürünlerin değerlendirilmesi için fabrikalar isteniyordu. Niğde Milletvekili Halit (Mengi) Niğde'ye bağlı Ulukışla ilçesi Çiftehan bucağında şifalı su olduğunu, sağlığa yararlı bu kaplıcanın geliştirilmesi gerektiğini söyledi. Atatürk, bununla çok ilgilenmişti. "Yarın Çiftehan'a gidelim ve kaplıcayı görelim." dedi. Bir ara, Niğde ve çevresine yerleştirilen Rumeli göçmenleri konusunda bilgi aldı, Vali Ziya (Tekeli) göçmenlerin tamamen yerleştirildiğini, durumlarının çok iyi olduğunu, işleriyle uğraştıklarını söyleyince Atatürk, memnun oldu.
    Geceyi trende geçiren Atatürk, gazetelerin verdiği bilgilere göre, ertesi gün 6 Şubat 1934 sabahı Niğde'de otomobille kısa bir gezinti yaparak ve trene binerek Ulukışla'ya hareket etti. O günden sonra Niğdeliler Atalarının şehirlerine geldiği gün olan 5 Şubat'ı her yıl törenlerle kutlamaktadırlar.
    Elazığ
    Atatürk, Şükrü Kaya, Sabiha Gökçen, Celal Bayar, Kılıç Ali ve Fazıl Ahmet Aytaç ile birlikte 17 Kasım 1937 tarihinde Doğu Anadolu'ya yaptıkları gezi sırasında Elazığ'a uğradı.
    14 Kasım 1937 günü Yolçatı’ya gelen ve büyük bir törenle karşılanan Atatürk ile beraberindekiler o gün Elazığ'a geçmeden Diyarbakır'a gittiler. Diyarbakır'a giderken, Elazığ'ın Sivrice İlçesinde bulunan Gölcük Gölü'nü gördüğünde beyaz treni göl kenarında durduran Atatürk bu güzellik karşısında duygularını "Dünyanın en güzel memleketi Türkiye'dir." diyerek dile getirdi. Orada bulunan köylülere "Burada Yalova gibi modern bir şehir kuracağım." diye söz vererek gerekli tesislerin yapılması için hemen 500.000 TL'lik bir ödeneğin gönderilmesini emretti.
    Atatürk, Diyarbakır dönüşü 17 Kasım 1937 günü beyaz treni ile Elazığ garına geldi ve büyük bir törenle karşılandıktan sonra Korgeneral Abdullah Alpdoğan'ın arabasına binerek Halk Evi'ne gitti. Burada kendilerine ayrılan odada bir müddet dinlendikten sonra Belediye ve diğer resmi kuruluşları ziyarette bulundu. Daha sonra, Pertek ile Hozat'ı ayıran Sünget Çayı üzerinde yapılmış olan köprüyü tören ile açmış, bu köprüye Singeç adını vermiştir. Buradan Pertek İlçesine geçen Atatürk bu ilçeyi çok beğenmiştir. Aynı gün Elazığ'a dönerek gece kendi onurlarına düzenlenen edebi müsamereye katılan Atatürk bu toplantıda Elaziz adının Elazığ olarak değiştirilmesini teklif etti, teklif alkışlarla kabul edildi. 23 Kasım 1937 günü de Elazığ Belediyesi olağanüstü toplantı yaparak, Elaziz adının Elazığ olarak değiştirilmesi kararını aldı.
    Malatya
    Büyük Önder Atatürk, Ege Vapuru ile 12 Şubat 1931 günü Mersin iline gelmiş, aynı gün saat 18.00'de özel treni ile yeni hizmete açılan Fevzipaşa-Malatya demiryolunu takip ederek Malatya'ya gelmek üzere harekete geçmiştir. 13 Şubat 1931 günü saat 17.30'da Malatya garına gelen Atatürk, burada büyük bir törenle karşılanmış, halk büyük bir sevgi ve saygıyla bağrına basmıştır. O gün ilimizin büyük caddeleri ve resmi daireler bayraklarla donatılarak şükranlarını ifade etmişlerdir.
    Mustafa Kemal, trenden indikten sonra hem Malatya halkını görmekten duyduğu memnuniyeti ifade etmek, hem de demiryollarının önemini belirtmek üzere o dönemin başbakanı İsmet İnönü'ye çekilmek üzere Malatya valisi Mehmet Tevfik'e bir telgraf vermiştir. Atatürk telgrafında şöyle diyordu; "Başvekil İsmet Paşa Hazretlerine, Yeni yapılan tren yolu ile Malatya'ya vardığım bu günde size takip ettiğiniz pek isabetli imar faaliyetlerinden dolayı, bir daha tebrik ve takdirlerimi arz ederim.”
    Tren garından ayrılan Atatürk, otomobile binmedi, İstasyon virajına kadar Malatya halkı ile birlikte yaya yürüdü. Daha sonra yeni açılan Atatürk caddesini otomobili ile geçerek, bugünkü "Atatürk Evi ve Halk Eğitim Merkezi Müdürlüğü" binası olarak kullanılan o günkü adı ile "Türk Ocağı" binasına geldi. Atatürk, burada halka hitaben yaptığı konuşmada şunları söyledi: "Malatya'yı görmek, Malatyalılarla daha çok görüşmek için bu kadar zaman yeterli değildir. İleride daha uygun bir zamanda belki Başvekil İsmet Paşa ile gelip, sizlerle görüşmek fırsatını bulurum."
    Malatya Belediye Başkanı Mustafa Naim (Karaköylü), Atatürk'e hiç olmazsa Malatya'da birkaç gün kalmasını arz edince; Atatürk demiryollarının önemini belirten şu konuşmayı yaptı: "Arkadaşlar, önemli bir ilimizin merkezine bizi getiren, demiryolu olmuştur. Bugüne kadar bu önemli ve feyizli Malatya'ya gelmek isteyenler, bu medeni vasıtanın bulunmamasından dolayı isteklerine kolaylıkla muvaffak olamamışlardır. Yeni eser bu genel isteği tatmin edecektir ümidindeyim. Türkiye Hükümeti'nin tespit ettiği projeler dahilinde belirli zamanlar içinde, vatanın bütün bölgeleri çelik raylarla birbirine bağlanacaktır. Bütün vatan bir demir kitle haline gelecektir.
    Demiryolları memleketin tüfekten, toptan daha önemli bir koruma silahıdır. Demiryollarını kullanacak olan Türk Milleti, doğuşundaki sanatkârlığının eserini göstermiş olmakla övünecektir. Demiryolları, Türk Milletinin refah ve medeniyet yollarıdır"
    Geceyi Malatya'da geçiren Atatürk, 14 Şubat 1931 günü Adana'ya gitmek üzere özel treni ile Malatya'dan hareket etmiştir.
    14 Kasım 1937 günü saat 13:00’de Malatya'ya ikinci defa gelen Atatürk, tren garında Malatya Valisi Belediye Başkanı, milletvekilleri, askeri yetkililer, öğrenciler, izciler ve Malatya halkı tarafından parlak bir törenle karşılandı. Bu karşılama töreni sırasında 21 pare top atışı yapılarak Atatürk'e olan saygı ifade edildi.
    Mersin
    Atatürk, Mersin'i birçok defa ziyaret etmiştir. Mersin'e ilk ziyareti Cumhuriyetten önce 5 Kasım 1918'de olmuştur. Atatürk, bu ziyaretinde Silifke sınırları ve Toros eteklerinde, karakolların artırılmasını ve dağ köylerine depolardaki yeni silah ve cephanelerden bol miktarda dağıtılmasını yetkililere tavsiye etmiştir.
    Gazi Mustafa Kemal Paşa, 17 Şubat - 4 Mart 1923 arasında İzmir'de toplanan "Türkiye İktisat Kongresi"nden sonra ilk yurt gezisini Adana ve Mersin'e yapmıştır. Mersin ve Tarsus'u ziyaret etmek üzere Gazi ve yanındakiler, 17 Mart 1923 Cumartesi sabahı Adana'dan trenle hareket etmişlerdir. Saat 11.30'da Mersin tren istasyonuna halkın coşkun tezahüratlarıyla girdi. Gazi, eşi Latife Hanım ile trenden indikten sonra istasyon önündeki merasim kıtasını teftiş etti. Önce hükümet binasına, daha sonra da Belediye binasına gelen Gazi, başkandan belediye hizmetleriyle ilgili bilgi aldı. Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ve Gençler Yurdu'nu ziyaretinde, gençlere çok çalışmalarım tavsiye ederek, Türk Ocağı'na katılmalarını önerdi.
    Program gereğince Millet Bahçesinde çaylar içildi.  Hükümet Tabibi Reşit Galip Bey'in heyecanlı bir ses tonuyla söylediği, anlamlı ve samimi hitabını dinlerken ve özellikle "senin büyüklüğün, bu milletin bir ferdi olmakla iktifa ve iftihar etmendir" sözlerinden çok duygulandı. Sonra "Mersinliler, memleketiniz, beldeniz Türkiye'nin çok mühim bir noktasında bulunuyor. Çok mühim ticaret noktasıdır. Memleketiniz bütün Dünya ile Türkiye'nin irtibat noktasının en mühim yerindedir. Bunu sizler benden iyi biliyorsunuz. Aziz arkadaşlar, bu memleketin hakiki sahibi olunuz" dediği hitabesini söyledi.
    Atatürk 20.01.1925 tarihinde yine Eşi Latife Hanımla birlikte Mersin'e gelmiş ve günümüzde Atatürk evi olarak müzeye dönüştürülen Christmann Köşkü'nde misafir edilmiştir. Bu ziyaretinde Mersin'de iki gün kalmıştır. Atatürk Mersin’den satın aldığı çiftlik kurtuluştan modern bir çiftlik haline getirilmiş, bağış üzerine hazineye devredilmiştir.
    Atatürk, 10.05.1926 tarihinde Konya üzerinden trenle Mersin'e gelmiş ve doğruca limandaki Ertuğrul yatına binerek Taşucu’na gitmiştir. Atatürk, bundan sonra üç defa daha Mersin'e gelmişse de kentte kalmamıştır.
    Atatürk, 19.11.1936 tarihindeki tren yoluyla Mersin'e gelişinde Mersin Valisine "Vali Bey, konağı çabuk düzenle ve noksanlarını tamamlayın. Her sene Nisan ayını burada geçirmek istiyorum." demiştir. Atatürk'ün Mersin'e son gelişi ise 20.05.1938 Cuma günü 13.30'dur. Bu ziyaretinde de Vali Konağı'nda kalmıştır. Konağın balkonunda oturduğu sürece halk karşı kaldırımda, oradan ayrılıncaya kadar, uzun süre sevgi ve ilgi ile büyük kurtarıcıyı izlemiştir.
    Erzincan
    Atatürk, Erzincan'a ilk olarak 1 Temmuz 1919'da gelmiştir. Erzurum Kongresi'nde bulunmak üzere, 28 Haziran 1919'da otomobille Sivas'tan Erzurum'a hareket eden Mustafa Kemal Paşa, yolu üzerindeki köy ve kasabalara uğrayarak 1 Temmuz 1919 günü Erzincan'a gelmiş, geceyi Erzincan'da geçirdikten sonra ertesi gün Erzurum'a hareket etmiştir.
    Atatürk, Erzurum Kongresi dönüşünde, 30 Ağustos 1919 günü öğleden sonra, Erzincan'a yakın Gazlısu'ya (Ekşisu) geldi. Burada, Erzincan ileri gelenlerinden bir heyet, Atatürk'ü karşıladılar. Kısa bir süre, su başında dinlenen kafile, Ekşi sudan içtikten sonra birlikte Erzincan'a hareket ettiler. Atatürk, Erzincan'da Erzurum Kongresine katılan Şeyh Fevzi Efendi ile de buluştu. Şeyh Fevzi Efendi, Atatürk'ü yürekten destekliyordu. 0 akşam Erzincan'lılar adına, Erzincan Mutasarrıfı, Belediye'de bir yemek verdi. Mutasarrıfın evinde konaklayan Atatürk, sabahleyin Mutasarrıflığa resmi bir ziyaret yaptı. Buradan Belediyeye geldi ve halkla görüştü. Aynı gün Sivas'a hareket etti.
    Cumhuriyet'in ilanından sonra, eşi Latife Hanımla birlikte çıktığı uzun sonbahar gezisi sırasında 29 Eylül 1924 günü Erzincan'a üçüncü defa geldi. Erzincan’a gelmeden Refahiye’ye uğradı. Şehre girişinden Belediyeye kadar olan caddeyi okullar, esnaf birlikleri ve halk doldurmuş büyük bir karşılama yapılmıştı. Atatürk, beraberindekilerle kısa bir süre Belediye binasında dinlendikten sonra Vilayete, kolorduya gitti. Akşam verilen yemekte Atatürk, Erzincanlıların kendisi için gösterdikleri sevgi ve bağlılığa teşekkür ettikten sonra: "Erzincan'ın az zamanda layık olduğu ve Cumhuriyetin kendisinden beklediği mertebede nur ve feyiz kaynağı olacağına tamamen inanıyorum." dedi. 0 gece fener alayı yapıldı. Atatürk, ertesi 30 Eylül 1924 sabahı tekrar geleceğini ve bir gece daha kalacağım söyleyerek Erzincan'dan Erzurum'a hareket etti.
    Atatürk, sözünde durmuştu. Erzurum dönüşü 10 Ekim 1924 günü Erzincan'a tekrar geldi. Bu defa Latife Hanım yanında değildi. Onu Kayseri'ye göndermişti. Gittiği yerlerde karşılama töreni istemiyordu. Ancak Erzincan'da binlerce halk yine yollara, caddelere dökülmüştü. 0 geceyi de Erzincan'da geçirdi. Erzurum'a her gidişinde geceyi Erzincan'da geçiren Atatürk, Erzincan'ı ve Erzincanlıları her zaman sevmiş, onların vatanseverliklerini sıklıkla övmüştür.

3 Mayıs 2012 Perşembe

Gün Olur Asra Bedel, Cengiz Aytmatov

Gün Olur Asra Bedel, Cengiz Aytmatov, 2005, İstanbul

“Gün Olur Asra Bedel” adlı eserde Türkistan'ın Kazak bölgesindeki 8 hanelik bir tren yolu bakım istasyonunda yaşayan Aral bölgesi Kazak Türklerinden Kazangap adlı yaşlı işçinin ölümü ve vasiyeti üzerine düzenlenen cenaze törenini anlatan ana eksen etrafında, Türklerin destanî devrine dönüşler ile uzay kolonileri arasındaki ilişkilerin sınırladığı geniş bir açılım sergilenmekte ve tek bir günün anlatıldığı roman böylece ismine uygun olarak 'yüzyıldan uzun bir gün' ün hikâyesi olarak şekillenmektedir. Romanda Türk geleneği temsil eden Kazangap'ın en yakın dostu Yedigey ile Sovyet devrinin yenik insanı Kazangap'ın oğlu Sabitcan arasındaki çelişki ortaya konularak, Türk insanı' ile 'Sovyet insanı' karşılaştırılmakta ve açıkça 'Türk insanı'ndan yana tavır alınmaktadır. Yazar bu trajik karşılaştırmasını sağlam bir zemine oturtabilmek için destanî geleneğe yaslanarak Yedigey'e Nayman Ana Destanı'nı anlattırmaktadır.
Romanın vakası Kazak boylarında geçer. Bir kazak Türkü olan Yedigey’in ekim devriminden sonra sosyal karışıklık ve belirsizlik yüzünden bir yere tutunmak ihtiyacı ile Kumbel istasyonuna tanıştığı Kazangap vesilesiyle Sarı-Özek bozkırlarındaki Boranlı istasyonuna yerleşir.
Yedigey, 1944 de savaşta sakatlanınca kızıl saçlı, sevimli ve güler yüzlü doktor ona: “Savaş bitmek üzere. Aklına kötü bir şey gelmesin. Bir an önce memleketine dön. Bir yıl içinde eski gücüne kavuşursun.”der.
Aral Gölü kenarındaki Cangeldi’ye geldiğinde dar sokakları, ayağına yapışan çamurları ile Cangeldi’yi hepten ıssızlaşmış bulur. Savaş erkekleri adeta silmiştir. Açlıktan ölmemek için herkes hayvan çiftliklerine dağılmıştır. Balıkçılıkla geçinen köyde Aral’a açılacak erkek kalmamıştır.
Evde onu bekleyen eşini bulan Yedigey işe yaramaz bir durumda olduğunu söylenip durur. Görünüşte sağlam biri olarak görünür. Ama güçsüz beyni zonklayan ayakta zor duran bir hali vardır. Eşi Ukubala’nın yakınları onu bozkıra çağırmışlardır. Şimdilik otlaklarda otlayan hayvanları gözetler. Gururlu bir kişi olan Yedigey ailesine yük olmamak için demir yollarında çalışmaya koyulur. Demir yollarında çalışa çalışa, istasyon istasyon savrula savrula Kumbel istasyonuna gelir. Kumbel demir yollarının kavşak noktasında olan bir istasyondur. Trenlerin kullandığı yakıt burada depo edilir. Yedigey ve eşi Ukubala vagonlardan boşaltılan kömürleri el arabasıyla depoya taşırlar. Bir gün istasyona devesiyle bir Kazak Türkü olan Kazangap gelir.
Kazangap’ın gerçekte belirli bir özelliği yoktur, sade bir adamdır; ama hayat çilesi çekerek olgunlaştığı bellidir. Esmerleşen yüzünden ve iri damarlı ellerinden, hep ağır işlerde çalışmış bir bozkır adamı olduğu anlaşılır. Onun gibi dürüst, cesur, bilge bir insanın bu zamanda eşine rastlamak mümkün değildir.
Boranlı Yedigey ve karısı Ukubala, kendi köyleri Cangeldi’yi terk ederken, emektar arkadaşı Kazangap’la karşılaştıkları o günün bütün geleceklerini ve hayatlarını etkileyeceğinden habersizdirler...
Kazangap, onlara sadece kendisiyle birlikte Boranlı istasyonuna gelmelerini ve çalışmak için oraya yerleşmelerini teklif eder. Aynı gün, Kazangap’la birlikte Sarı Özek bozkırındaki Boranlı istasyonuna hareket ederler; ama sonradan bunun bir talih, bir kader olduğunu anlayacaklardır.
Her şey, bir devenin sırtında Ana Beyit mezarlığına yol alan cenaze konvoyunun en önünde giden Yedigey'in bilincinde oluşur ve gelişir. Sarı Özek'teki istasyondan kutsal mezarlığa giden cenaze konvoyunun başını çeken Yedigey, can dostu Kazgangap'la yaşadıklarını, bu kısa yolculuk sırasında geri dönüşlerle bilinç üstüne çıkarır. Romanın ilerleyen sayfalarında, anlatılanların, bu yolculuk boyunca tahayyül edilenlerin ürünü olduğu ortaya çıkar. Yedigey, koca ömrü, bir güne hatta saatlere sığdırır; geçmişin, şu anın ve geleceğin aynı şey olduğunu, deve sırtındaki bilinç akışlarında yaşar ve yaşatır.
Romanda anlatılan bir günün hikâyesidir. Ard zamanlı bir anlatım tekniğiyle Yedigey-Kazangap ve Sarı-Özek bozkırlarının hikâyesi 24 saatlik bir süre içinde yüzyılın hikâyesine dönüşür.
Yedigey Kazangap’ın ölümüyle Sarı-Özek’in geçmişini hatırlar. Yedigey arkadaşı Kazangap’ın cenazesini onun vasiyeti üzerine Ana-Beyit mezarlığına gömmek ister. Burası onların atalarının mezarlığıdır. Ancak Kazangap’ın oğlu Sabitcan Ana-Beyit mezarlığının Boranlı’ya uzak mesafede olduğu için “Oraya gitmemize ne gerek var. Hem rahmetli tren düdüklerinin çok severdi. Hemen şuraya gömelim. Tren düdüklerini dinleye dinleye huzur içinde yatsın.”diye karşı çıkar.
Romanda Sarı-Özek bozkırlarının tarihiyle anlatılanları iki şekilde anlatabiliriz:
1.  Düne ait; Nayman Ana efsanesi,
2. Bugüne ait; Kazangap, Yedigey, Abu Talip Kutlubayev ve 2. Cihan Harbi sırasında yaşadıkları özellikle de Kazangap’ın defin işleriyle ilgili işlemler yapılırken yer yer geriye dönüşlerle dünün bugüne aktarılması dikkatle sunulur. Boranlı istasyonuna gelerek yerleşen Yedigey, inançları için mücadele edecek karakterdedir. Ancak inançları şifahi gelenekten beslendiği için pasif bir mücadelededir. O bu haliyle çalışan, kararlı, biraz da romantik bir kişidir.
Nayman Ana destanında Göçebe Türk oymaklarının düşmanı olan Juan juan'lar -Türklerin tarihi düşmanları olarak semboli¬ze edilmektedir- savaşlarda ele geçirdikleri tutsakları ya uzak yerlerde satmakta veya güçlü-kuvvetli olanları ayırarak korkunç işkencelerle "Mankurt”laştırdıktan sonra köle olarak kullandıkları anlatılmaktadır. "...Önce tutsağın kafasını kazırlar, kesilen bir devenin boyun bölgesinden yüzülen bir deri parçası tutsağın kafasına bir başlık gibi geçirilir. Kafasına deri geçirilen tutsak başını yere sürtmesin diye boyuna tahta kalıp takılır, yürek paralayıcı çığlıklarını kimse duymasın diye ıssız bir yere götürülürdü. Kolları, bacakları bağlı tutsak orada güneşin alnacında, aç-susuz birkaç gün kalırdı. Başına deri geçirilenlerden çoğu acıya dayanamayıp ölür, sağ kalanlarsa belleklerini yitirerek geçmişlerini anımsamayan birer "mankurt" -köle- olurlar. Tutsakların ölüm nedeni açlık, susuzluk değildir. Zavallılar başlarına geçirilen taze deve derisinin güneş altında kuruyarak büzülmesi sonucu acıya dayanamadıkları için ölürler. Sımsıkı sarılan deri kurudukça tutsağın kazınmış başını mengene gibi sıkıştırır. Bütün bu acılar sonunda tutsak aklını yitirmeye başlar. Juanjuanlar işkencenin beşinci gününde sağ kalan var mı diye bakmaya gelirler. İşkenceye tutulanlardan biri bile sağ kalsa amaçlarına ulaşmış sayarlar kendilerini... "Mankurt" kim olduğunu, soyunun-sopunun nereden geldiğini, adını, çocukluğunu, anasını-babasını bilmezdi kısacası insan olduğunun bile farkında değildir. Benlik bilincini yitirdiği için efendisine iktisadi açıdan büyük avantajlar sağlar... Herhangi bir köle sahibi için en büyük tehlike, kölesinin başkaldırmasıdır. Her köle fırsat bulunca isyan eder; oysa mankurt köleler arasında kaçmayı, karşı koymayı, başkaldırmayı düşünmeyen, alışılmışın dışında tek varlıktır. Köpeklerin sahiplerini dinlemeleri gibi mankurt ta efendisinin sözünden dışarı çıkmaz. Efendisinden başkasının sözünü dinlemez, bedeninin gereksinmelerinden başkasını düşünmez... En kirli, en ağır işler mankurtlara verilir, sonsuz sabır isteyen bıktırıcı, sıkıcı, sinir törpüleyici işler onlara yaptırılırdı."...(s. 151)
Juan juanlarla girişilen bir savaşta babasını kaybeden ve babasının öcünü almak için Juan juanlara karşı düzenlenen bir akına katılan Nayman Ana'nın oğlu Colaman akından geri dönemez. Cenk meydanında oğlunun cesedini arayan ancak bulamayan Nayman Ana hep oğlunun bir gün çıkıp geleceği ümidiyle yaşamaktadır.
Bir gün kervancılardan yakınlarda bir mankurt'un deve güttüğünü işiten Nayman Ana analık sezgisiyle bu mankurtun oğlu olabileceği hissine kapılır. Bu fikrini, hiç kimseye açamayan Nayman Ana, kitaptaki ifadeyle "torkunlarına (kızlık akrabalarına) uğrayacağını, onlarda bir süre konuk kaldıktan sonra eğer kendisi gibi istekliler çıkarsa Kıpçak ülkesine erenlerden Yesevi Dede'nin türbesine gideceğini" söyleyerek yola çıkar. Nihayet deve güden mankurtu bulan Nayman Ana önsezisinde yanılmamıştır. Bu mankurt onun sevgili oğlu Colaman'dır. "İki gözüm benim!" diye oğluna atılan Nayman Ana oğlunun kendisini tanımaması ve adını "Mankurt" olarak bildirmesi üzerine kahrolur ve şunları söyler: "Bir insanın dinden malı-mülkü, tüm zenginliği, gerekiyorsa yaşamı alınabilir. Ama belleğini köreltmeğe, beynini sakatlamaya kim cüret edebilir?" Ağlayarak oğluyla konuşan Nayman Ana sözlerine devam eder: "-Senin adın Colaman. İşitiyor musun beni? Colaman senin adın. Babanın adı Dönenbay. Öldü baban. Anımsamıyor musun babanı? Sana ok atmayı o öğretti. Ben senin ananım. Sen de benim oğlum. Göçebe oymaklarındansın sen. Bizim oymağa Naymanlar denir. Sen de Naymansın."
Oğluna bu şekilde kim olduğunu, nereden geldiğini anlatmaya, hatırlatmaya çalışan Nayman Ana onun hafızasını tamamen yitirdiğini acıyla fark eder; buna rağmen yine de onu obalarına götürmek ister. Ana yüreği onun bir gün aklının başına geleceğine inandırmıştır. Bu sırada yanlarına yaklaşan efendi Juanjuan, Nayman Ana'yı görür ve kaçan Nayman Ana'nın mankurtuna anlattıklarını öğrenince Colaman'a anasının ona işkence yapmak istediğini ve bu yüzden Nayman Ana'yı öldürmesi gerektiğini söyler. Romanda belirtildiği üzere "..oğlunu alıp götürerek göçebe Naymanlara istilacıların tutsakları nasıl sakatladıklarını, akıldan yoksun bırakarak nasıl alçalttıklarını göstermek isteyen ve böylece onların düşmana diş bileyerek silaha sarılmalarını" sağlamayı düşünen Nayman Ana Juanjuanlar oğlunun yanından ayrılınca tekrar oğlunun yanına döner. Ancak anasının kendisine kötülük yapmak istediği "öğretilen" oğlu, Nayman Ana'sını dinlemez bile! Kitapta bu hazin öykü şöyle bitiriliyor:
"Nayman Ana son anda oğlunun okunu ona çevirdiğini gördü; deveyi dehleyip ileri fırlamağa fırsat bulamadan kısa bir vınlama duydu, yaydan fırlayan ok sol böğrüne saplandı. Öldürücü bir saplanmaydı bu. Nayman Ana yavaş yavaş aşağı eğildi, yıkılmamak için devesinin boynuna sarıldıysa da yere düşmeye başladı. Fakat ondan önce başından ak yazması kaydı, bir kuş olup havalanırken; "-Adın ne senin? Kimin oğlusun? Anımsa adını! Senin baban Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!" diye çığlık attı.

İşte o günden beri Sarı-Özek bozkırında gece¬leri Dönenbay kuşu uçarmıs. Bir yolcuya rastlarsa yanına yaklaşır: "Adın ne senin? Kimin oğlusun? Anımsa adını! Senin baban Dönenbay! Dönenbay, Dönenbay, Dönenbay, Dönenbay!" diye bağırırmış...(s. 147)
Aytmatov’un eserlerinde birinci kuşak ve ikinci kuşak arasında değer farkları görülür. Birinci kuşak çalışmayı alın terinin değerini ve atalarından öğrendiklerini milletine ait inançları yaşatmaya çalışır. İkinci kuşak ise Sabitcan’da portatif olarak karşımıza çıkar. Bu kuşağın özellikleri rahat bir yaşam peşinde koşan varlık sebebini kültürel varoluş olarak değil, fiziki varoluş olarak görür. Hayatta kalma kaydıyla efendilerinin emrindedir. Colaman’ın şuurunu kaybettirilerek işkence yoluyla köleleştirilmesi gibi Sabitcan’da okullarda eğitim yoluyla kendi milletinin değerlerine yabancılaştırılan çağdaş bir “mankurt” tur. Yedigey milli ve dini hayata bağlıdır. Arkadaşı Kazangap onun gözünde sıradan bir cenaze değildir. Kazangap Sarı-Özek bozkırlarının ilk sakinlerindendir. Boranlı’da vahşi hayata karşı mücadele edip hayatta kalmayı başarabilen bir irade abidesidir. Ama Kazangap da şifahi bir kültürden yetiştiği için mankurtlaşmasına engel olamamıştır.
İkinci kuşaktan Abu Talip Kutlubayev bir coğrafya öğretmenidir. 1951 yılını sonlarında soğuk bir kış günü Boranlı’ya gelmiştir. Eşi Zarife sınıf öğretmenidir. İkinci Dünya Savaşında cepheye çağırılmış, Almanlara esir düşmüş taş ocaklarında çalışırken bir fırsatını bulup kaçmıştır. 12 arkadaşıyla birlikte Yugoslav partizanlarla, faşist İtalyanlara karşı gösterdiği Adriyatik Denizindeki kahramanlıkları gazeteye yansımış ve nişan almışlardır. Sovyet denetleme heyetinin soruşturmasıyla yurda dönmüş, tekrar coğrafya öğretmenliğine başlamıştır. Derslerinin birinde Avrupa kıtasını anlatırken ders kitaplarından farklı olarak oraların gelişmiş, yeşil ormanlarla, bakımlı çiftliklerle dolu olduğunu anlatırken askere alma merkezinde çalışan birinin oğlu “Siz Sitali’nin emrine rağmen niye kendinizi öldürmediniz de Almanlara esir düştünüz? Siz bir vatan hainisiniz” der. Öğrencilerin çoğu bunun hainlikle ne ilgisi var diye karşı çıksa da sınıf karışmıştır bir kere. 1948’te Yugoslav meselesi çıkınca ilçe merkezine çağırılıp kendi rızasıyla görevinden ayrıldığına dair bir dilekçeyle istifa ettirilir. Kader onları Sarı-Özek bozkırlarındaki Boranlı’ya savurmuştur. Abu Talip Kutlubayev kendi kültürel değerlerinin farkında olan, her türlü hayat şartlarında onu gelecek kuşaklara aktarmakla kendini sorumlu tutan kitabi kültürün temsilcisidir.
Kazangap’ın, oğlu Sabitcan’ı şifahi kültürle yetiştirmesine rağmen, Sovyet eğitimin bir mankurt olarak karşısına çıkmasını önleyememiştir. Abu Talip ise Boranlı’nın bütün imkânsızlıklarına rağmen hem kendi çocuklarına hem de Yedigey’in çocuklarına ders vererek Türk tarihinin coğrafyasını anlatır, başından geçenleri yazar. Böylelikle aydın sorumluluğunu yerine getirecektir. 5 Ocak 1953 günü gelen trenle ellerinde siyah çantalı üç kişi iner. 1952 yılının son günü Abu Talip vermiş olduğu şenlikte halk dansları eşliğinde halk türküleri söylediği Nayman Ana ve Dönenbay gibi efsaneler anlattığı için Boranlı halkı Abu Talip hakkında sorgulanır. Abu Talip sorgulanma sonunda alınır, bilinmeyen bir yere götürülür. Gelen bir mektupta Abu Talip’in öldüğü duyulur. Yedigey Zarife ve çocuklarının peşinde pervane olmuştur. Abutalip’in ölümünden sonra Zarife ve çocuklarıyla çok yakından ilgilenir, zamanla bu ilgi Zarife’ye karşı büyük bir aşka dönüşür. İçten içe Zarife’ye karşı bir takım kıpırtıların olduğunu hisseder, kendini suçlamaya başlar. Yedigey Zarife’ye olan aşkını göstermek için Roymalı Ağa ve Begümay aşkını gündeme getirir. Zarife, Yedigey’in onu düşünmekten vazgeçmesini istediği için çocuklarıyla çekip gider. Yedigey uzun süre kendini yatıştırmaya, kaderine razı olup Zarife’yi unutmaya çalışır. Fakat başarılı olamaz.
Bütün bu geçmişin gözler önüne serildiği yukarıdaki bölümlerden sonra tekrar cenaze konvoyuna dönen kurguda Kazangap’ın ölümü ile ilgili her şeyin, bütün hazırlıklar onu Naymanlar’ın kutsal mezarlığı olarak kabul edilen Ana-Beyit’e gömmek için yapıldığı hatırlatılır. Ancak konvoydakiler sevdikleri kişinin cenazesini Nayman’ların kutsal mezarlığına götürdükleri zaman, orada bir uzay üssünün kurulmuş olduğunu görürler. Üsse yaklaşan cenaze konvoyunu durduran nöbetçiler, buranın askerî bölge olduğunu söyleyerek cenaze konvoyunun Ana Beyit'e girmesine izin vermek istemezler. Tartışma sürerken Nöbetçi subay gelir. Nöbetçi subay Kırgız kökenli bir delikanlıdır. Kendi halkından bir muhatapla karşılaşan Yedigey sorunu çözeceği inancıyla konuyu açıklamaya başlar. Nöbetçi subayın cevabı çok kısa ve çarpıcıdır:
"Yoldaş, Rusça konuş" . Yedigey afallayarak niçin Kırgızca konuşmadığını sorar. Kırgız subay görevde olduğunu, görevde iken Kırgızca konuşamayacağı cevabını verir...(s. 409)
Konvoy çaresizlik içinde, kutsal topraklardan uzaklaşır. Yedigey başka bir yerde cenazeyi yaparak gömer; ancak Kırgız geleneklerini, tam olarak bilmeden ve uygulayamadan gömmek onu çok rahatsız etmiştir. Babası Kazangap'ın Nayman Ana Kabristanı'na gömülmesi vasiyetine karşı çıkarak bir an önce cenazeyi toprağa gömüp şehre dönmek isteyen Sabitcan, dikenli tellerle yolları kesilince;
"Ben ta başında söylemiştim. Ölüyü ta buralara taşımanın ne gereği vardı? İşiniz-gücünüz boş inançlarla uğraşmak! Bu masallara kendi inandığınız yetmiyormuş gibi bir de başkalarını inandırmağa çalışıyorsunuz." diye tavrını ortaya koyar. "Nasılmış? Kapıdan geriye dönersiniz değil mi? Bunun böyle olacağını ben size baştan söylemiştim! "Ana-Beyit, Ana-Beyit!" diye tutturmanın sonu budur. Sopa yemiş köpeğe dönersiniz işte böyle!.. Adamlar "Plana göre gömütlük yerinden kaldırılacak" diyorlar. Karar kesin. Daha fazla uzatmağa gerek var mı? Eski masallara fazla kapılmışsın, sen, Yedike. Adamlar burada dünya çapında uzay işleriyle uğraşıyorlar, sen de tutturmuşsun "Ana-Beyit'imiz, Ana-Beyit'imiz!" diyorsun. Kim dinler seni? Kimin işine yarar senin Ana-Beyit'in?.. İhtiyar ıvır zıvır işlerle kimsenin kafasını şişirmeye kalkma. Hele böyle bir konuda bana hiç güvenme. Senin Ana-Beyit'in bana vız gelir, tırıs gider." şeklindeki sözleriyle inançları alaya alan "okumuş-eğitilmiş" Sabitcan sözlerini şöyle tamamlar: "..Başka isim gücüm yok da o işlere mi koşa¬cağım? Hem de ne için? Bak ihtiyar, benim ailem, çocuklarım, iyi de bir işim var. Ne diye durup dururken rüzgâra karşı işeyeyim? Bir telefondan sonra kıçıma bir tekme atsınlar diye mi?.."(s.378)
Atalarının yattığı Nayman Ana Kabristanı'nın ortadan kaldırılacağını öğrenince "birşeyler" yapmayı teklif eden Yedigey'e işbirlikçi aydınların sembolü Sabitcan'ın verdiği bu cevaplarla Cengiz Aytmatov'un sis¬temi sorguladığı açıktır. Yazar bu türden bir teslimiyeti bir tür Mankurtlaşma olarak değerlendirerek şunları yazmıştır:
"Yedigey düşündükçe incinmişliği artıyor, durumu daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. Buna gencecik adama (Sabitcan) bir yandan kızarak, bir yandan acıyarak, bir yandan da ondan iğrenerek; "-Mankurtsun sen! Gerçek bir mankurt! diye mırıldandı..." ...(s. 437)
Sonuç olarak Gün Olur Yüzyıl Olur, dönemin yönetim anlayışına, Stalin diktatörlüğüne eleştirel bir bakış getirir. Bu eleştirel bakış, devlet kademelerinde görev yapan kişilere olumsuz karakterler çizilmesiyle kendisini gösterir. Roman kahramanlarında Sabitcan, bozkırın karşısında şehri, sıradan Kırgız’ın karşısında ise yönetime yakın, toplumsal yabancılaşmaya örneği temsil eder. Aytmatov'un yapıtlarında olumsuz kişilerin şahsında, sistemin yozlaşmış uygulamaları, üstü kapalı da olsa acımasızca eleştirir.
Cengiz Aytmatov'un eserinin ana ekseni olan "mankurtlaştırma" olayının bu yönü son derecede entere¬sandır. Çağdaş mankurt olan Sabitcan'ın kafasına hiç kimse deve derisi sarıp güneşin altında bırakmamıştır ama işte o tam bir mankurt olarak ortadadır! Bu mankurtlaştırma metodu henüz tam olarak açıklığa kavuşmamıştır, ancak eldeki veriler bu işlemin Sovyetleştirilen eğitim sistemi ile ilişkisini fısıldamaktadır.