5 Mart 2012 Pazartesi

Ahmet Rasim'in Eserlerinde İstanbul, Prof. Dr. Şerif Aktaş

Ahmet Rasim'in Eserlerinde İstanbul, Prof. Dr. Şerif Aktaş, Kültür Bakanlığı,1988, İstanbul
Ahmet Rasim’in mekan olarak İstanbul’dan bahseden yazılarını sistematik bir bütün olarak incelenmesi.
    Yazar, Ahmet Rasim’in inceleme konusunu teşkil eden yazılarından, onun XIX. asrın sonu XX.asrın başlarında İstanbul’u iki kısma ayırdığını belirtmektedir. Geleneğe bağlı hayat tarzının sürdürüldüğü Eski İstanbul ve Avrupai  yaşama şekline iltifat eden insanların hayat hadiselerine sahne olan Beyoğlu ve Galata civarı…Kıyafetten sonra adabına, eğlence şekline ve her nevi sanat faaliyetlerine kadar hayatın her safhasında varlığını hissettiren bu ikiliğe eski yeni mücadelesi  ve alaturka - alafranga karşılaşması adları verilebilir. İstanbul, bu içtimai hadisenin en bariz şekilde müşahede  edilebildiği yer durumundadır. İmparatorluğun tarihi zaman içinde kazandığı, kelimenin en geniş manasıyla her nevi kültür bakiyesi ile yeni ve Avrupai olarak vasıflandırılan henüz mahiyeti anlaşılmamış bazı görünüşler; aynı meydanda, aynı sokakta yan yana, iç içe bulunmaktadır. Hatta bazen aynı insanın davranışlarında bu farklı iki kaynağın tesirini birlikte müşahede  etmek bile mümkündür. Bütün bu görünüşü ile İstanbul, medeniyet vücuda  getirmiş bir düşünce sisteminin kendi içinde çözülüşü neticesinde birbirinden kopan beşeri müesseselerin sergilendiği şehir durumundadır.
    Tetkik edilen yazılarda, meydanları, cadde ve sokakları dolduran  kalabalık; -çeşitli vesilelerle- kıyafet, tuvalet tarzı, fiziki görünüş bakımlarından tasvir edildiği gibi ses manzarası bakımından da sahip olduğu hususilikler dikkatlere sunulur. Bu yazılarda; mahalli dolduran kalabalık imajı okuyucu zihninde yaratıldıktan sonra; yukarıda sözünü ettiğimiz halk yaşayışından ve şifahi kültürden gelen insan çeşitliliği üzerinde durulur. Bunlar arasından tip hususiyeti arz edenler; ya seçilir veya okuyucu da gerçeklik duygusu uyandıracak tarzda yaratılır. Yazar, tip olarak mütalaa edilebilecek bu insanları görünüşleri giydikleri veya büründükleri elbiseler, yanlarında, ellerinde bulundurdukları konuşma şekilleri takındıkları tavır ve yaptıkları hareketleri ile tanımaktadır. Piyasa mahallerinde, alış veriş yerlerinde, köprü civarında ve bazı mesirelerde görülen bu insan kitlesi ile kahvehane ve tiyatro salonlarında da karşılaşmak mümkündür.
    Ahmet Rasim, bir çok tecrübesinde alış veriş mahallerinin, meydanların, cadde ve sokakların ses manzarası üzerinde durur; hususiyetle seyyar satıcılar ile alakalı dikkatlerini, daha ziyade bu unsurdan hareketle kaleme alır. Şehrin zamanla değişen ses manzarasını, sürdürülen hayat tarzındaki değişikliğin neticesi olarak mütalaa eden Ahmet Rasim; eğlence yerleri ile alakalı kalem faaliyetlerinde de, mahallin ve barındırdığı insan kitlesinin bazı hususiyetlerini, bir seslenmeyi bir haykırışı ifade eden cümleler ve karşılıklı konuşmalar vasıtasıyla dikkatlere sunar. Bu konuşmalar ve seslenişler; okuyucunun, anlatılmak istenen hadiseyi, tasviri arzu edilen mahalli gözleri önünde rahatlıkla canlanmasına imkan hazırlar. Böylece yazıdaki gerçeklik duygusunu kuvvetlendirirler.
    Eğlence yerleri ile alakalı yazılar arasında, zamanın bazı sosyal problemlerini dikkatlere sunma endişesi ile kaleme alınmış olanlar vardır. Malzemenin sürdürülen hayattan seçilmiş olması; yazıların, devrin İstanbul’unu çeşitli yönleriyle aksettirmesine imkan verir. Çünkü nakledilen olaylar, fuhuş ile alakalı karakteristik hayat tezahürlerini dikkatlere sunduğu gibi, tanıtılan ve tasvir edilen kişiler de fertten ziyade bu sosyal hadise çevresinde tesadüf edilebilecek tipleri düşündürmektedir. Böylece Ahmet Rasim, hayat tecrübesinin hazırladığı imkan ve şahsi eğilimlerine göre, bu tarz kalem tecrübelerinin çevresinde geliştiği hadiselere, onlarda rol alan şahıs kadrosu ile birlikte vücut verir. Burada birbirini tamamlayan iki vakadan söz etmek mümkündür: sürdürülen hayatta fuhuş ile alakalı olayları seçme işi ve onları okuyucuda gerçeklik duygusu uyandıracak tarzda, bir yazı bünyesinde, birleştirme faaliyetidir. Bahis konusu seçimin Ahmet Rasim’in çocukluk ve gençlik yıllarında payitahtta sürdürülen hayattan yapılmış olması; o devrin İstanbul’unda bulunan her nevi fuhuş mahallini, barındırdığı insan çeşitliliği ve bir çok hususiyeti ile birlikte tanımamıza imkan sağlar. Böylece bu yazılarda, okuyucuya yaşanmış intibaını veren fuhuşla alakalı bazı hadiselere sahne olması dolayısıyla Aksaray civarındaki fuhuşhanelerden, Galata çevresindeki bazı sokaklardan ve bütün İstanbul’a yayılmış olan gizli evlerden ve benzer mahallerden söz edilir; bu yerlerin sermayesi durumundaki kadınlar fiziki görünüşlerine, kıyafetlerine, tavır ve hareketlerine ait özellikleriyle tanıtılır. Bahis konusu kadınların sebep oldukları bazı hadiselerin nakli de belirtilen yazılarda, İstanbul ahalisinin fuhuş karşısındaki tavrı da sezdirilir. Ayrıca böyle kadınlara alaka duyan erkeklerin de bazı hususiyetleri belirtilir.
    Yazara göre Ahmet Rasim, İstanbul’daki meyhanelerin sahne oldukları hayat tezahürlerini ve barındırdıkları insanları; yine ferdi hayat tecrübesinin hazırladığı insan ve şahsi eğilimleri çevresinde tanıtmakta ve tasvir etmektedir. Eski İstanbul’da meyhaneler, ya kadınlı erkekli eğlence yerlerine gitmeye hazırlanan insanların uğradıkları yer veya şair ve ediplerin buluşma mahallidir. İki tarz meyhane; müşterileri, barındırdıkları insanlar ve sahne oldukları hayat tezahürleri bakımından birbirinden ayrılır. Ahmet Rasim, bu farklılığı; meyhanelerin müdavimleri arasından tip hususiyeti arzeden kişilerin görünüşlerini tasvir, konuşmalarını nakil, tavır ve hareketlerini anlatma yoluyla dikkatlere sunar. Yazar, Ahmet Rasim’in incelediği eserlerinden, Galata ve Beyoğlu civarında meyhanelerin hizmet tarzı, döşenme şekli ve içme adabı bakımlarından Avrupa’dakilere benzetilmek istendiğinin hissedildiğini belirtmektedir.
    Aslında Ahmet Rasim’in yazıları, her çeşit hayat tezahürü ile Direklerarası, Aksaray ve civarının Galata ve Beyoğlu çevresinden farklı olduğunu ortaya koymaktadır. Direklerarası’ndaki çayhaneler, kahvehaneler ve Eski İstanbul’daki meyhaneler Beyoğlu civarında bulunanlardan farklı olduğu gibi dükkanlar da farklıdır. Bu iki ayrı yaşayış tarzına mensup insanların birbirine en çok yaklaştıkları yerlerden biri köprü ise, ikincisi de mesirelerdir. İlkbaharda Kağıthane ve civarına iltifat edilir; yaz aylarında Boğaz çevresine, sonbaharda ise Fener-Kalamış’a gidilir. Güzellik bakımından Göksu’nun Kağıthane’den üstün olduğu belirtilen yazılarda, bu mahallerin sahne oldukları bazı hayat tezahürleri nakledilir, kalabalığın görünüşü tasvir edilir. Mekanın tabi halini konu alan satırlarda, yazı diline yerleşmiş ifade kalıplarından geniş ölçüde yararlanıldığı dikkati çekmektedir. Mesirelerin sahne olduğu hayat tezahürleri ve barındırdığı insan kitlesinin anlatılmasında ise cadde ve sokakları dolduran eğlence yerlerinde ve kahvehanelerde görülen kalabalığın tasvirinde tespit edilen hususların devam ettiği görülmektedir.
    İncelenen yazılarda Ahmet Rasim ile alakası nispetinde sübyan mekteplerinden ve matbaalardan da bahsedilmektedir. Sübyan mekteplerindeki eğitim tarzı ve hoca otoritesi üzerinde duran yazılar, eğitimin “muhterem korku” çevresinde gerçekleştiğini ortaya koymaktadır. Darüşşafaka’da ise, anlayış bakımından mahalle mekteplerinden çok farklı bir eğitim tarzının sürdürüldüğü belirtilmektedir. Sübyan mekteplerinin, mimari herhangi bir hususiyete sahip bulunmadıkları, geniş bir odadan ibaret oldukları sezdirilmektedir.
    O devirde matbuat hayatının bir komediyi düşündürdüğünü belirten Ahmet Rasim, bazı tanınmış simalar çevresinde, yine kendini alakadar ettiği ölçüde, bu sahneyi çeşitli görünüşleri ile tanıtmaktadır. Matbuat işine girmek isteyen bir gencin gazeteler çevresinde dolaşmasını anlatan bu yazılar; geçen asrın sonlarında gazete yönetim binalarının vaziyetini, şair, edip ve yazarların halini dikkatlere sunması bakımından da önemlidir. Söz konusu kalem tecrübeleri arasında Tercüman-ı Hakikat gazetesinin hizmetini ifade eden satırların ayrı bir önemi vardır.
    Ahmet Rasim’in yazıları arasında, geçen asrın sonlarında bu büyük şehrin her tarafında olduğu gibi eski İstanbul’da da cadde ve sokaklarda yürümeyi güçleştiren hususlar üzerinde durulmaktadır. Eserde, cadde ve sokaklarda adaba uygun tarzda yürümeyen insanların sebep olduğu olaylar anlatılmaktadır. Ayrıca yazar cadde ve sokaklarda duyulan gürültülerden çeşitli vesilelerle bahsetmekte; buraların çamur deryası durumunda olduğunu, insanların değil, hayvanların dahi yürüyemediği yerlerin bulunduğunu, rahatlıkla yürümeye müsaade etmeyecek derecede bozuk olduğunu, yağmur sularının buradaki çukurlara dolarak gölcükler meydana getirdiğini belirtmektedir.
    O devirde İstanbul’un başlıca mesire yerleri Kağıthane-Haliç ve civarı, Boğaziçi ve çevresi, Kalamış-Fener havalisidir. Kağıthane-Haliç ve civarı büründüğü tabi güzellikler ile ilkbaharda, Boğaziçi ve çevresindeki bitki örtüsünün güzelliği, serinliği ve Göksu deresinin görüntüsü ilkbahar sonu yaz başlarında, Kalamış-Fener ise sonbaharda İstanbul halkının iltifat ettiği mesire yerleridir.
Sahne olduğu olaylar bakımından; Galata Köprüsü’nün, İstanbul’da ayrı bir ehemmiyeti vardır. Köprü; o devirde, İstanbul’un bir nevi kalbi durumundadır, sanki bütün yolların merkezinde bulunmaktadır. Birbirini tanımayan yüzlerce, binlerce İstanbullu ve taşralı, sanki, İmparatorluğun insan manzarasının zenginliğini ve renkliliğini göstermek için davet edilmişçesine Köprü civarında bir araya gelirler. Köprü, İmparatorluğun merkezinde sürdürülen iki ayrı hayat tarzını, mekan planında birbirine bağlayan ve şehrin yaşayış bakımından bir bütün manzarası arz etmesine imkan veren bir yerdir.
    Ahmet Rasim, eserlerinde çarşı ve pazar yerleri, bakkal dükkanları, balık satılan yerler, kitapçı dükkanları, elbise satıcıları, Beyoğlu ve Galata’daki bazı alış veriş yerleri, seyyar satıcılar ile alakalı gözlemlerini yazmaktadır. Eserlerinde; seyyar satıcılar, bütün İstanbul’da mahalle aralarının, sokakların eksilmeyen, mevsimden mevsime değişen sesi ve bu yerlerin dekorunu tamamlayan vazgeçilmez, hareketli unsurlarından biri olarak tanıtılmaktadır.
    İncelenen yazılarda; kahvehaneler, çeşitli sosyal fonksiyonları yüklenmiş mahaller ve eğlence yerleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bazı kahvehaneler; ediplerin, alimlerin, aydınların toplantı yeri durumundadır; bazıları musikişinasların sanatlarını icraya imkan vermeleriyle benzerlerinden ayrılır. Semai kahvehanelerinin ise bunlar arasında ayrı bir yeri ve değeri vardır. Halk temaşasına sahne olmalarıyla ayrı bir hususiyet kazanan kahvelerin yanında; külhanbeylerin, kabadayıların, kopukların toplantı yeri durumunda olan kahvehaneler de bulunmaktadır. Kısacası kahvehaneler, umumun hayat tezahürlerine sahne olan yerlerin başında gelen mahallerindendir.
    Ahmet Rasim’in incelenen yazılarında; içkili-içkisiz, kadınlı-erkekli eğlence yerlerinden, buralarda cereyan eden hadiselerden çeşitli vesilelerle çok sık söz edilmektedir. Söz konusu eğlence yerlerini “Karşı hovardalığına sahne olan yerler”, “İslam dininin esaslarına mugayir olmasına rağmen İslam zamparalığına sahne olan yerler”, “Koltuk evleri” ve “Gizli evler” olmak üzere kendi içinde gruplandırmak mümkündür. Ayrıca bu yazılarda fuhuş ile alakalı olayların neticelerinin İstanbul’da yaşayan ahali tarafından nasıl değerlendirildiği de ifade edilmektedir.
    İncelenen yazılarda; Ahmet Rasim geleneksel Türk gösterilerine sahne olan yerlerden ve Avrupai tarz tiyatroların bulunduğu semtlerden bahsetmektedir. Temaşa yerleri ve tiyatroların bulundukları mahalleri, eserlerinde; Türk halk temaşasına sahne olan yerler, Tuluat ve Avrupai tarz tiyatroların bulundukları semtler olmak üzere üçe ayırmak mümkündür.

4 Mart 2012 Pazar

2. Dünya Savaşı Tarihi, Liddell Hart

2. Dünya Savaşı Tarihi, Liddell Hart, Yapı Kredi Yayınları, C.I-C.II, 2005-İstanbul    
İngiliz asker ve tarihçi Hart, 1000 sayfayı geçen iki ciltte, 8 bölüm halinde kronolojik ve tarafsız bir bakış açısıyla adeta harp ceridesi gibi II. Dünya Savaşı tarihini ele alıyor.
        (1)    Birinci Bölüm: Genel Durum
                1 Eylül 1939’da Almanya’nın Polonya’ya saldırmasıyla başlayan 2’nci Dünya Savaşı’nın nedenlerinden önce sonuçları üzerinde durmak gerekmektedir. Savaşın getirdiklerinin farkında olmak, nasıl çıktığının incelenmesi için daha gerçekçi bir yol olabilmektedir. Nürnberg duruşmaları sonucundan, savaşın Hitler’in saldırganlığı yüzünden ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Ancak bu çok sığ  ve yetersiz bir açıklamadır.
                Yeni bir büyük savaş çıkarmak Hitler’in istediği en son şeydi. Halk, özellikle askerler, 1’inci Dünya Savaşı’ndan edindikleri tecrübelerden dolayı savaştan korkmaktaydılar.
                Peki öyle ise, onca kaçınmasına rağmen Hitler kendisini neden savaşın içerisinde bulmuştur. Cevap, Batılı Müttefiklerin uzun süredir uyguladıkları ve Hitler’e cesaret veren,  geleceği göremeyen basiretsiz politikalarında ve bu politikalarından 1939 yılının yaz ayında aniden ve yüz seksen derece çark etmelerinde yatmaktadır.
                Hitler’in 1933’te iktidara gelişinden itibaren İngiltere ve Fransa bu diktatörün isteklerini kabul etme konusunda, Almanya’nın önceki demokratik hükümetlerinin taleplerine oranla daha istekli davranmışlardı.
                Almanlar 1936’da Rhineland’ın askerden arındırılmış bölgesini yeniden işgal ettiler. İngiltere ve Fransa savaşa yol açabilecek herhangi bir silahlı çatışmadan kaçındıkları için bu duruma bir tepki göstermediler. Rhineland’ın tekrar işgal edilmesi Almanya’ya iki önemli avantaj sağlamıştı. Birincisi; bu bölge Almanlar’ın Ruhr bölgesindeki endüstri alanları için koruma sağlıyordu, ikincisi Fransa’ya karşı bir atlama tahtası elde edilmişti.
                Hitler Kasım 1937’de yaptığı “Hossbach Bildirisi”nde “Lebensraum” (Hayat Sahası) kavramını ortaya attı. “Hayat Sahası” kavramı bu tarihten sonra Almanya’nın izleyeceği politikanın temelini oluşturdu. Hitler’e göre Almanya, özellikle tarım yönünden kendi kendine yeterli olmadığı gibi yakın zamanda da olabilecek gibi değildi. Hitler’in düşüncesi, had safhadaki yiyecek sıkıntısını çözmek için nüfus yoğunluğu az, tarıma elverişli toprakların bol olduğu Doğu Avrupa’dan toprak alınması yönündeydi ve bu toprak sorunu 1945 yılına kadar mutlaka çözülmeliydi.
                Almanya 12 Mart 1938’de, Alman ve Avusturya halklarının birleşme arzularını bahane ederek Avusturya’yı işgal etti. Daha sonra Çeklerin Südet Alman’larına kötü davranmalarını fırsat bilerek savaş tehdidiyle İngiltere ve Fransa’yı 30 Eylül 1938’de Münih Anlaşması’nı imzalamaya zorlayarak Südet bölgesini de işgal etmeyi başardı.
                1939 yılının Mart ayında ise Hitler, Çekoslavakya’nın kalan kısmını işgal etti. Bunun üzerine o güne kadar pasif bir politika izleyen İngiltere birdenbire politika değişikliğine gitti ve o bölgede kendisini destekleyecek tek ülke olan Rusya’nın teminatını almadan her biri stratejik olarak Almanya tarafından tecrit edilmiş olan Polonya ve Romanya’ya Alman işgaline karşı garanti verdi. İngilizler’in Polonya’yı desteklemesi üzerine 23 Ağustos 1939’da Nazi-Sovyet Saldırmazlık paktı imzalandı. Bu pakt, Polonya’nın Almanya ile Rusya arasında gizli olarak paylaşılacağını da hükme bağlıyordu.
                Hitler’in bu bir dizi saldırgan ve yayılmacı tavırlarının ardından gelen bu pakt, savaşı kaçınılmaz hale getirmişti.
        (2)    İkinci Bölüm: Savaş Patlak Veriyor
                Alman birlikleri 1 Eylül 1939 sabahı saat 06:00’da Polonya sınırını geçmeye başladılar. Hava taarruzları ise bir saat önce başlamıştı. Kuzey’de işgal Küchler emrindeki 3’üncü Ordu ile Kluge’nin emrindeki 4’ncü Ordu’dan oluşan Bock’un Ordu Gurubu’nca gerçekleştiriliyordu. 3’üncü Ordu kuzeyden Doğu Prusya bölgesinden, 4’üncü Ordu da batıdan girip ortada buluşarak Polonya’nın sağ yanını işgal edeceklerdi.
                Güneyde Blaskowitz emrindeki 8’inci Ordu, Reichenau’nun emrindeki 10’uncu Ordu ile List’in emrindeki 14’ncü Ordu’dan oluşan Rundstet’in Ordu Gurubu ise asıl taarruz kuvvetini teşkil ediyordu. 3 Eylül’de İngiltere, Fransa, Avustralya ve Yeni Zelanda Almanya’ya savaş ilan ettiler. 5 Eylül’de Almanlar Vistül nehrini geçtiler ve yine aynı gün ABD tarafsızlığını ilan etti. 17 Eylül’de Ruslar Polonya’nın doğu sınırından girdiler. Ertesi gün Polonya Hükümeti ve Yüksek Komuta heyeti Romanya’ya geçti. Varşova çok şiddetli hava ve kara taarruzlarına rağmen 28 Eylül’e kadar direndi. Son birlikler 5 Ekim’e kadar teslim olmadı. Almanlar ve Ruslar Bialystok, Brest Litovsk, Lviv ve Karpatlar hattında buluştular ve Polonya’nın işgalini tamamladılar.
                Polonya harekatı zırhlı birliklerle hava unsurlarının ilk defa müşterek olarak kullanıldığı bir muharebe olmuştur. Bu muharebe şekli dünya savaş tarihine “Yıldırım Harbi” olarak girmiştir. Almanların bu kadar başarılı olmalarına Polonya birliklerinin yanlış tertiplenmeleri de büyük ölçüde yardımcı olmuştur. Polonyalılar birliklerinin kuzeyden ve güneyden kuşatılma riski olmasına rağmen birliklerinin büyük bir bölümünü sınıra yakın tertiplemişlerdi. Savunmayı küçümseyen Polonyalılar, hareket kabiliyeti ve zırhlı birliklerden yoksun olmalarına rağmen süvari birliklerine güvenerek, karşı taarruz yapabilecekleri düşüncesine dayanarak tertiplenmişler ve ona göre düzen almışlardı. Sonuç şu şekilde özetlenebilirdi. Günün koşullarının gerisinde kalan bir ordu, yeni muharebe anlayışı çerçevesinde, zırhlı birlik ve hava kuvvetleri işbirliğiyle muharebe eden bir ordu karşısında tam bir bozguna uğramıştı.
                Polonya’nın paylaşılmasından sonra Stalin, Rusya’nın Baltık kanadını geçici müttefiki Hitler’den korumak için bir an önce muhafaza altına almak istiyordu. 10 Ekim tarihine kadar Litvanya, Letonya ve Estonya hükümetleriyle, bu ülkelerin stratejik bölgelerinde birlik bulundurabileceğine dair anlaşma yaptı. 14 Ekim’de üç konuda taleplerini Finlandiya’ya bildirdi. Talepleri sırasıyla şöyleydi:
                (a)    Finlandiya Körfezi’ne herhangi bir düşmanın giriş üstünlüğünü kazanmasına engel olmak maksadıyla körfezde bulunan Hogland, Seiskari, Lavanskari, Tytaskari ve Loivisto  adalarının kendisine devredilmesi, kıyı topçusu yerleştirmek için de körfez girişinde bulunan Hangö limanının 30 yıllığına kiralanması,
                (b)     Karelian Kıstak’ındaki Fin-Rus sınırının Leningrad’ın kara yaklaşma istikametini örtmek için, Leningrad topçu menzili dışında kalacak şekilde geriye çekilmesi,
                (c)        Kuzey’de Petsamo bölgesinde Ribaçiy yarımadası Rusya’da kalacak şekilde sınırın yeniden düzenlenmesi,
                Rusya bu toprak düzenlemesi karşılığında Finlandiya’ya 3500 km2lik Repola ve Porajorpi bölgelerini vermeyi teklif ediyordu. Finlandiya’dan istediği toprakların yüzölçümü ise 1700 km2 idi. Finlandiya’nın isteklerini kabul etmemesi üzerine, Rusya 30 Kasım 1939’da Finlandiya’ya saldırdı. Rus taarruzları başlangıçta hiçbir başarı gösteremedi ve Ruslar çok ağır kayıplar verdiler. İki ay sonra Ruslar 1 Şubat 1940’ta çok daha fazla kuvvetle yeniden taarruza geçtiler. İki aydır üstün Rus kuvvetlerine müttefiklerden hiçbir yardım almadan dayanan Finliler artık güçlerinin son noktasına gelmişlerdi. Rusların bu taarruzuna da kahramanca karşı koysalar da artık savaşı sürdürecek güçleri kalmamıştı. Bunun üzerine 6 Mart 1940’ta Ruslarla anlaşmaya  vardılar ve Rusların bütün isteklerini kabul ederek savaştan çekildiler.
        (3)    Üçüncü Bölüm: Savaş Tırmanıyor
                Rusya’nın Finlandiya’ya savaş açmasını fırsat bilen İngiltere, Finlandiya’ya yardım götürmek maksadıyla, Finlandiya’ya uzanan demiryollarının başlangıcı olan Norveç’in kuzeyindeki liman kenti Narvik’i ve hemen onun doğusundaki İsveç’in demir cevheri bölgesi Gallivare’yi işgal etme planları hazırladı. 5 Nisan 1940’ta Norveç karasularının mayınlanmasına ve Narvik, Trondheim, Bergen ve Stavanger’e yapılacak çıkarmalarla bu harekatın desteklenmesine karar verildi. Narvik’e gönderilecek ilk birlik 8 Nisan’da denize açılacaktı fakat Müttefikleri büyük bir sürpriz bekliyordu. Çünkü Almanlar da Norveç’i işgal etmeye karar vermişlerdi ve ellerini daha çabuk tutarak 9 Nisan’da işgale başladılar.
                9 Nisan günü şafak sökerken çoğu muharip gemilerde olan öncü Alman birlikleri, Norveç’in Oslo’dan Narvik’e kadar olan bütün önemli limanlarına çıkarma ve indirme harekatı gerçekleştirdiler ve çok az direnişle karşılaşarak hepsini işgal ettiler.
                Danimarka’da aynı gün çok kısa sürede işgal edilmişti. Norveç’i işgal etme konusunda inisiyatifi tekrar ele geçirmek isteyen İngilizler 14 Nisan’da kuzeyde Narvik’e, 16/17 Nisan’da orta kesimde Namsos’a, 18 Nisan’da da güneyde Aandalsnes’e çıkarma gerçekleştirdiler fakat Almanlar sayıca az olmalarına rağmen iyi bir savunma yaptılar ve Aandalsnes’e çıkan birlikler 30 Nisan’da, Namsos’a çıkan birlikler ise 1/2 Mayıs’ta geri çekilmek zorunda kaldı. Bu gelişmeler üzerine 1 Mayıs’ta Norveç teslim oldu. Böylece güney ve orta Norveç tamamen Almanlar’ın kontrolüne geçti. Kuzeyde ise İngilizler ancak 27 Mayıs’ta Almanlar’ı Narvik dışına atabildiler fakat bu arada 10 Mayıs’ta Almanya Belçika, Hollanda ve Fransa’yı işgale başlamıştı ve Fransa çökmek üzereydi. Bunun üzerine 7 Haziran 1940’ta son müttefik kuvvetleri ve Norveç Kralı ve hükümeti Norveç’ten ayrıldı ve kuzey Norveç de Almanya’nın kontrolü altına girdi.
                10 Mayıs 1940’ta İngiltere’de Churchill Chamberlain’in yerine Başbakan oldu ve aynı gün Almanlar Batı’yı işgale başladı. Almanlar’ın Batı’yı işgali sağ kanattaki tarafsız Hollanda ve Belçika’nın savunduğu kilit noktalardaki yerleri umulmadık süratte ele geçirmesiyle başladı. Bu saldırılara öncülük eden hava indirme birlikleri Müttefiklerin dikkatini birkaç gün asıl taarruzdan başka yöne çekmiştir. Oysa asıl taarruz ormanlık ve dağlık bir bölge olan Ardenler’den Fransa’nın kalbine doğru yapılmaktaydı. Hollanda’nın başkenti Lahey ve Rotterdam’daki ulaşım tesislerine 10 Mayıs’ın ilk saatlerinde hava indirme birlikleri inerken 150 km. doğuda Alman birlikleri Hollanda sınırını geçiyordu. Yaratılan şok ve baskın sonucunda 15 Mayıs’ta Hollanda teslim oldu.
                Belçika’nın işgalindeki kara taarruzunu Alman 6’ncı Ordusu gerçekleştirecekti  fakat ilerleme istikameti üzerinde zırhlı birliklerin harekatını tahdit eden Albert kanalı vardı ve üzerinde Eben Eamel garnizonu tarafından kontrol edilen iki köprü vardı. Almanların sınırı geçmeye başlamasıyla beraber bu köprülerin Belçikalılar tarafından havaya uçurulacağı aşikardı. Almanlar çok başarılı bir hava indirme harekatıyla köprüleri havaya uçurulmadan ele geçirdiler ve zırhlı birliklerini süratle Belçika içine geçirdiler. Belçika ordusu 27 Mayıs’ta teslim oldu.
                Bu arada asıl taarruz güneyde Ardenler bölgesindeydi. Alman zırhlı birlikleri  piyade birliklerinin bile çok zor harekat icra edebildiği bu dağlık ve ormanlık bölgeyi geçtikten sonra Sedan bölgesinden Fransız sınırını yardı ve Manş denizine doğru ilerlemeye başladı. Cephenin yarılmasıyla Belçika’da bulunan Fransız kuvvetleriyle İngilizler’in Yurtdışı Sefer kuvvetlerinin kuşatılıp imha edilmeleri ihtimali doğdu. Almanlar 20 Mayıs’ta Manş’a ulaştılar ve kuzeye dönerek kuşatmayı tamamlamaya başladılar. Kuşatılıp imha edileceklerini fark eden İngiliz kuvvetleri Belçika’dan çekilmeyi planladılar ve Dunkerque limanını tahliye yeri olarak belirlediler ve 26 Mayıs’ta tahliyeye başlamaya karar verdiler. Alman birliklerinin Dunkerque’e ulaşmasına kilometreler kala Hitler bugün bile bilinmeyen bir nedenle taarruzları durdurdu. Verilen fırsatı geri tepmeyen İngilizler 4 Haziran’a kadar 338.000 İngiliz ve Müttefik askerini tahliye etmeyi başardılar.
                Almanlar Belçika ve Hollanda’nın kontrolünü tamamen ele aldıktan sonra güneye doğru 5 Haziran’da taarruz başladılar ve 14 Haziran’da Paris’e girdiler. Fransız hükümetinin istifa etmesi üzerine  Mareşal Petain yeni hükümeti kurdu ve Almanlara ateşkes isteğinde bulundu. 22 Haziran’da Almanların istekleri kabul edildi ve 25 Haziran’da ateşkes anlaşması yürürlüğe girdi. Bu arada 10 Haziran’da İtalya Fransa ve İngiltere’ye savaş ilan etmişti. Bu yüzden İtalya ile de bir mütareke imzalandı. Almanlar 25 Haziran’a kadar Fransa’nın 5’te 3’ünü işgal etmişlerdi. İşgal etmedikleri bölgede de kendilerine bağlı Vichy hükümetini kurdurdular.
                Hitler Fransa’yı ele geçirdikten sonra İngiltere’yi işgal planının hazırlanmasını ve harekatın Ağustos ayında mutlaka başlatılmasını emretti. İşgal planına “Denizaslanı Harekatı” adı verildi. Alman Deniz Kuvvetleri gerekli hazırlıkları tamamlayamadığından harekatın 1941 ilkbaharına ertelenmesini istediler. Hitler Amiral Raeder’le görüştükten sonra Denizaslanı Harekatının Eylül ayının ortasından evvel başlatılamayacağını kabul etti. 10 Ağustos’ta Denizaslanı Harekatı’nın bir parçası olarak İngiltere üzerine hava taarruzlarına başlandı. İngiltere semalarında süren bu hava harekatına “Britanya Savaşı” adı verildi. 17 Eylül’e gelindiğinde İngiliz Hava Kuvvetleri’nin hala yenilgiye uğratılamadığı görülünce Denizaslanı Harekatı rafa kaldırıldı ve bir daha da masaya konmadı. İngiltere üzerindeki hava muharebeleri 16 Mayıs 1941’de son buldu. Almanlar ne İngiliz halkının moralini ne de İngiliz Hava Kuvvetleri’nin kendisini çökertmede başarılı olabildiler.
                İtalya, 10 Haziran 1940’ta İngiltere ve Fransa’ya savaş açtığında Afrika’daki topraklarında Libya’da 500.000, Habeşistan’da ise 200.000 askeri vardı. Buna karşılık İngilizlerin Mısır’da 36.000, Sudan ve Kenya’da 14.000 askeri vardı.
                Libya ile Mısır arasında Batı Çölü vardı. 13 Eylül’de İtalyanlar muharebeye hazır hale geldikten sonra Batı Çölüne doğru ilerlemeye başladılar. İngiliz kuvvetlerine 100 km. kala Sidi Barrani’de konakladılar ve burada tahkim edilmiş mevziler hazırladılar. İtalyanların beklemeye geçmesi üzerine İngilizler baskın tarzında bir taarruz yapmaya karar verdiler. İngilizler asker sayısı bakımından az olmalarına karşı tankça üstün durumdaydılar. 7 Aralık gecesi garnizonlarından çıkan İngiliz birlikleri İtalyanlara fark edilmeden 100 km.lik yolu geçti ve 9 Aralık sabahı güneyden İtalyanları kuşattı. Harekat tam bir baskın olmuştu. İtalyanlar kısa sürede bozguna uğradı ve batıya Tobruk’a doğru çekilmeye başladı. İngilizler için harekat bir takip harekatına dönüşmüştü. Üç gün içerisinde 40.000 esir ve 400 top ele geçirilmişti. 3 Ocak 1941’de Berdiye, 21 Ocak’ta Tobruk düştü. Tobruk ele geçirildikten sonra Bingazinin ele geçirilmesine karar verildi. Taarruz hazırlıkları sürdürülürken Bingazi’deki İtalyan kuvvetlerinin Trablusgarp’a çekilmeye başladığı keşfedildi. Bunun üzerine çok süratli bir takip harekatı başlatıldı ve İtalyan birliklerinden daha hızlı ilerleyerek geri çekilme yolunu Beda Fomm’un güneyinde 5 Şubat’ta tıkadılar. 6 Şubatta geri çekilmekte olan İtalyanları tuzağa düşürdüler ve muharebe sonunda 20.000 esir, 216 top ve 120 tank ele geçirdiler. İngiliz Kuvvetleri Trablusgarp’i ele geçirmek için ilerleyecekken İngiliz hükümeti tarafından durmaları emredildi. Bir miktar birlikle bulundukları hatlarda savunmaya geçtiler ve geri kalan birlikler Yunanistan’a gönderildi.
                Hitler İtalyanları’ın kurtarılması için 12 Şubat’ta Rommel’i iki zırhlı birlikle beraber Trablusgarp’a gönderdi. İngilizlerin ilerlemediklerini gören Rommel taarruza geçti. Giriştiği cesur yarma harekatı çok başarılı olmuştu. 11 Nisan’a gelindiğinde İngilizler Mısır sınırına geri atılmışlardı. İngilizler şimdi Kuzey Afrika’yı temizlemek için işe yeni baştan başlamak zorundaydılar.
                İtalya 1936 yılında Habeşistan’ı işgal etmişti. Doğu Afrika’da bulunan İtalyan kuvvetleri Temmuz 1940’ta Sudan’da bulunan İngiliz kuvvetlerine taarruz etti ve sınırlı bir başarı elde ettiler. İtalyanlar daha sonra İngiliz Somali’sini işgal ettiler. Kasım 1940’ta İngilizler inisiyatifi ele aldılar ve bir yıl sonra Kasım 1941’de tüm İtalyan kuvvetlerini mağlup ederek esir aldılar. Böylece Mussoloni’nin kısa ömürlü Afrika İmparatorluğu macerası sona erdi.
        (4)    Dördüncü Bölüm: Savaş Yayılıyor
                Almanya, İtalya ve Japonya 27 Eylül 1940’ta Üçlü Mihver Pakt’ı imzalamışlardı. 4-15 Eylül 1940’ta Romanya’da General Antonescu darbeyle yönetimi ele geçirmişti. Antonescu’nun Almanlardan yana tavır alması üzerine Alman orduları 7 Ekim 1940’ta Romanya’ya girdi. 20 Ekim’de Macaristan Üçlü Pakt’ı imzaladı. 28 Ekim 1940’ta İtalya Yunanistan’ı işgale başladı. 14 Kasım ve 22 Kasım’da Yunanlılar İtalyanları yendiler. 7 Mart 1941’de İngiliz ve Avustralyalı birlikler Yunanistan’a çıktılar.
                Hitler 1941 yılında Rusya’yı işgal etmek istiyordu. İşgal planının adı Barbarossa harekatıydı. Hitler Rusya’yı işgal etmeden önce Romanya, Macaristan ve Bulgaristan’ı yanına almıştı. Hitler İngilizler’in Selanik’e veya Trakya’nın güneyine çıkmalarından korktuğu için Rusya harekatı başlamadan önce Selanik ve Dedeağaç arasındaki güney Trakya’yı işgal etmeyi planlıyordu. İşgal kuvvetleri Bulgaristan üzerinden Yunanistan’a girecek ve kıyıya ulaşıldığında kıyının savunma sorumluluğu Bulgarlara verilecekti ancak Bulgarlar Yugoslavya’nın Alman kuvvetlerinin sağ yanını tehdit edeceğini düşünüyorlardı. Bunun üzerine Almanlar 19 Mart’ta Yugoslavya’ya bir ültimatom verdiler ve Yugoslavlar da 25 Mart’ta Üçlü Pakt’ı imzaladılar. Tam da Almanların Bulgaristan üzerinden Yunanistan’a karşı harekatı başlatacakları 27 Mart’ta Yugoslavya’da darbe oldu ve Almanya yanlısı hükümet devrildi. Bu durum Almanların tüm planlarını alt üst etti.
                Gelişen durum üzerine Almanlar 6 Nisan’da Yunanistan ve Yugoslavya’yı işgale başladılar. 17 Nisan’da Yugoslav ordusu, 22 Nisan’da da Yunan ordusu teslim oldu. 27 Nisan’da Atina düştü. 20 Mayıs’ta Girit’in işgaline başlandı ve son İngiliz birlikleri 31 Mayıs’ta Girit’i terk ettiler.
                Almanlar 22 Haziran sabahı Rus sınırını geçtiler. Artık üç büyük kol, Baltık Denizi’yle Karpatlar arasında ucu bucağı görünmeyen topraklara doludizgin koşuyordu. Sol kanatta Leeb komutasında Kuzey Ordu Gurubu, ortada Bock komutasında  Merkez Ordu Gurubu, sağda Rundstedt komutasında Güney Ordu Gurubu bulunmaktaydı. Taarruzun sıklet merkezinde Bock’un ordu gurubu yer almaktaydı. Cephenin çok geniş ve harekatın baskın tarzında olması sayesinde Bock’un orduları birçok noktadan yarma harekatını başarıyla uygulamıştı. Fakat Almanların ilerleyişi Ruslar’ın çok çetin direnişi karşısında duraklamaya başladı. Bu arada 23 Haziran’da Slovakya ve Macaristan, 26 Haziran’da da Finlandiya Rusya’ya savaş ilan ettiler. 28 Haziran’da Minsk ele geçirildi. 30 Haziran’da Almanlar Rus kuvvetlerini Bialystok’ta kuşattılar ve 300.000 esir ele geçirdiler ancak çemberi tam kapatamadıklarından bir o kadar Rus askeri kaçmayı başardı. Bundan sonra Almanlar ilerlemeye devam ettiler ancak aldıkları çok sayıdaki esire rağmen bir türlü Rus ordusunu imha edemiyorlardı  ve zaman aleyhlerine işliyordu. Kış mevsimi geldiğinde Alman taarruzları artık durmuştu ve Moskova ele geçirilememişti. 5 Aralık 1941 itibariyle Almanlar kuzeyde Leningrad, ortada Moskova ve güneyde Rostov hattına kadar ulaşmıştı.
                1941 yılı boyunca Afrika’da devam eden savaşlarda iki tarafın beklentilerini altüst eden muharebeler oldu, ama kati bir sonuca ulaşılamadı. Buradaki savaşlarda  kimi kez biri, kimi kez diğeri üstün geliyor avantaj bir İngilizlere bir Almanlara geçiyordu.
                1 Eylül 1939’da Almanlar Polonya’ya saldırdığında Japonlar o tarihe kadar Mançurya’yı ele geçirmiş ve Çin üzerinde nüfuz sahibi olmuştu. Ağustos 1940’ta Vichy hükümeti Japonya’ya Fransız Hindiçini’ne girmesi için izin verdi. Böylelikle Japonya Hollanda Doğu Hint adaları, Burma ve Malaya’daki İngilizler ve Avustralya için tehdit haline geldi. Japonya 27 Temmuz 1940’ta “Büyük Doğu Asya Refah Küresi” stratejisini ilan etti. Buna göre Japonya komşularındaki hammadde ve özellikle petrole sahip olmak için egemenlik alanlarını genişletmeye karar verdi.
                Japonlar, Pasifikte üstünlüğü ele geçirmek maksadıyla 7 Aralık 1941’de Pearl Harbour baskınını gerçekleştirdiler. Bunun üzerine ABD 8 Aralık’ta Japonya’ya, 11 Aralık’ta Almanya ve İtalya’ya savaş ilan etti. Japonlar hemen hemen Pearl Harbor’a gerçekleştirilen hava saldırısıyla eş zamanlı olarak hem Filipin’lere hem de Malay yarımadasına çıkarma harekatları başlatmıştı. 19 Aralık’ta Hong Kong, 30 Ocak 1942’de Malay yarımadası, 15 Şubat’ta Singapur, 8 Mart’ta Burma, 6 Mayıs’ta Filipinleri ve Mayıs 1942 itibariyle de başta Sumatra, Cava, Borneo, Celebes ve Timor olmak üzere diğer Hollanda Doğu Hint adaları Japonların eline geçmişti.
        (5)    Beşinci Bölüm: Dönüm Noktası
                Aralık 1941’de başlayan Rus karşı taarruzları Mart 1942’ye gelindiğinde bazı bölgelerde 225 km.ye varan ilerlemeler kaydetmişti. Ancak Almanlar Schlüsselburg, Novogrod, Rjev, Vyazma, Bryansk, Oryol, Kursk, Harkov ve Taganrog gibi noktaları ellerinde bulunduruyorlardı. 1942 baharında Almanların güç dengesi 1941 kışında duran taarruzları yeniden başlatmak için pek güven verici bir düzeyde değildi. Kara Kuvvetleri’nin emir komutasını bizzat üstlenen Hitler bütün cephe yerine kanatlardan bir taarruza karar verdi. Asıl taarruz Karadeniz’de bulunan güney cephesinden başlayacak, Don ve Donets havzaları arasından ilerleyecekti. Aşağı Don havzasına ulaşıp burayı aştıktan sonra, harekat güneye Kafkasya petrol bölgesine yönelirken diğer kol doğuya Volga üzerindeki Stalingrad’a yönelecekti. Kuzeyde ise Leningrad’ı ele geçirmeyi amaçlayan bir tali taarruz gerçekleştirilecekti. Bunun dışında kalan tüm Doğu cephesindeki Alman orduları savunmada kalacak ve sadece mevzilerini kuvvetlendirecekti.
                8 Mayıs 1942’de Almanlar yaz taarruzuna başladılar. 9 Mayıs’ta Ruslar Harkov’a saldırıya giriştiler fakat Almanlar 28 Mayıs’ta zafer elde ettiler. 4 Temmuzda Almanlar Don nehrine ulaştılar ve 31 Temmuz’da nehri 200 km.lik bir cephede geçtiler. 19 Ağustos’ta Alman 6’ncı ordusuna Stalingrad’ı ele geçirmesi emri verildi. 1 Eylül’de Stalingrad çevresinde çok şiddetli çarpışmalar başladı. 13 Eylül ve 14 Ekim’de gerçekleştirilen  taarruzlardan da bir sonuç alınamadı ve Stalingrad ele geçirilemedi. Bu arada güneyde Kafkas petrol bölgesini ele geçirmek için sürdürülen taarruz başlangıçta çok hızlı gelişti. Fakat bu hız daha sonraları yavaşladı. Yavaşlamanın temel nedeni petrol sıkıntısı, dağlık arazi ve inatçı Rus direnişiydi. Almanların Eylül ve Ekim aylarında yaptıkları taarruzlar da hiç bir başarı getirmedi. Almanların hala boşuna yarmaya çalıştıkları dağ engelleri mevcudiyetini koruyor ve cephe Ruslar açısından istikrarını koruyordu.
                Alman taarruzlarının kuzeyde Stalingrad’da güneyde Kafkas dağlarında durmasından sonra 19 Kasım 1942’de Rus karşı taarruzu başladı. 23 Kasım’da Almanların 6’ncı ordusu kuşatıldı. 3 Ocak 1943’te Almanlar Kafkasya’dan çekilmeye başladı. 31 Ocak’ta 6’ncı ordu Ruslara teslim oldu.
                1942 yılında Afrika’da cereyan eden muharebeler, 1941 yılındakilerden çok daha şiddetli ve geniş kapsamlıydı. 1942 yılının başında Rommel yeni bir taarruz başlattı. Bu taarruzla Rommel 400 kilometre ilerlemiş ve İngilizleri Mısır sınırına kadar sürmüştü. İngilizler ancak Gazala hattında savunmaya geçebildiler.  Mayıs ayının sonunda Rommel yeniden taarruza geçti ve yaklaşık 500 km. kat ederek 30 Haziran’da El Alameyn’e  ulaştı. Fakat bu ilerlemenin hızı ve gücü tükenme noktasına gelmişti. İngilizler 2 Temmuz’da Alman taarruzlarını El Alameyn’de durdurdular. 30 Ağustos’ta Almanlar son bir kez yeniden taarruza geçtiler fakat başarılı olamadılar. Artık Kuzey Afrika muharebelerinin dönüm noktası gelmişti. Ekim ayının sonunda başlayan İngiliz taarruzuna Almanlar ancak on üç gün dayanabildi. Almanlar herhangi bir noktada tertiplenip yeniden mevzi oluşturamayacak kadar güçsüz kalmışlardı. Taarruzun başlamasından sekiz hafta sonra El Alameyn’den 1500 km. batıya Trablusgarp’a sürülmüşlerdi. 8 Kasım da Meşale Harekatı başladı. Amerikan birlikleri Kuzeybatı Afrika’yı işgale başladılar. 2 Mart 1943’te Almanlar Tunus’tan çekilmeye başladı. 12 Mayıs 1943’te Afrika’daki tüm Mihver birlikleri teslim oldu. 1942 yılında El Alameyn’de başlayan geri çekilme 1943 yılının Mayıs ayında Tunus’ta sona ermiş ve bu aynı zamanda Afrika’daki Alman ve İtalyan birliklerinin de sonu olmuştu.
                Pearl Harbour baskınına uğrayan Amerikalılar, sarsılan morallerini düzeltmek için 18 Nisan 1942’de Japonya başkenti Tokyo’ya sınırlı da olsa bir hava taarruzu düzenlediler. Böyle bir saldırıyı beklemeyen Japonlar iki karar aldılar. Birincisi  Avustralya ile Amerika’nın irtibatını keseceklerdi. İkincisi Amerikalıların bundan sonraki muhtemel hava saldırılarını önlemek için Pasifik’in ortasında ve Amerikalıların elinde bulunan Midway adasına hakim olacaklardı. Ancak bu ikili girişim Japon kuvvetlerini ikiye ayıracaktı ve sıklet merkezi tesis etmelerini engelleyecekti.
                Japonlar ilk amaçlarını gerçekleştirmek için önce Doğu Solomon adalarından Gudalcanal adasındaki Tulagi’yi deniz üssü olarak kullanmak amacıyla 3 Mayıs’ta işgal ettiler. Bundan sonra Avustralya’nın bombardıman uçaklarının menziline girebilmesini sağlamak için Yeni Gine’nin güneyinde bulunan  Moresby limanını ele geçirmek için donanmaları harekete geçti. Ancak Amerikalıların Japonların gerçekleştireceği harekattan haberleri vardı ve donanmalarını bu bölgeye sevk etmişlerdi. Amerikan ve Japon donanmaları 4-8 Mayıs arasında muharebeye girdiler. Bu muharebelere Coral Deniz Muharebesi adı verildi. Bu muharebeyle deniz muharebelerinde artık yeni bir dönem, uçak gemilerinin dönemi  başlamıştı. Denize hakim olmanın yolu havaya hakim olmaktan geçiyordu. Muharebe sonucunda Japonlar amaçlarını gerçekleştirememişlerdi.
                İkinci amacı gerçekleştirmek için Japonlar Midway adasına amfibi harekat icra ederek 6 Haziran 1942’de çıkmaya karar verdiler. Japonların beklentisi çıkarma yapılırken bölgede hiçbir Amerikan gemsisinin olmayacağı, çıkarmaya müdahale etmek için gelecek donanmanın da tuzağa düşürüleceği şeklindeydi. Ne var ki Amerikalılar Japonların şifrelerini çözmüş ve yapacakları harekatı öğrenmişlerdi.
                4 Haziran 1942’de Amerikan ve Japon donanmaları arasında Midway Muharebesi başladı. Muharebe sonunda Japonlar diğer kayıplarının yanında en önemli dört uçak gemilerini ve çok iyi eğitilmiş mürettebatını kaybederek ağır bir yenilgi aldılar. Bunun üzerine Japonlar Yeni Gine ve Solomon adalarını ele geçirip burada inşa edecekleri hava alanları aracılığıyla hava hakimiyetini ele geçirmeye karar verdiler.
                Japonlar 1942 yılı başlarında Yeni Gine adasının yarısını ve Solomon adalarının büyük bir kısmını ele geçirmişlerdi. Yeni Gine’nin tamamını ele geçirmek için 21 Temmuz’da taarruza geçtiler fakat önemli bir başarı elde edemediler Aralık 1942’de Japonlar son sınırlarına ulaşmışlardı. 1943 yılı başından itibaren artık inisiyatif Müttefiklere geçmişti ve Japonlar geri çekilmeye başladılar.
        (6)    Altıncı Bölüm: Düşüş Başlıyor
                Mayıs 1943’te Kuzey Afrika cephesini zaferle kapatan Müttefikler artık dikkatlerini Sicilya’ya çevirmişlerdi. 10 Temmuz 1943’te Müttefikler Sicilya’ya çıkmaya başladılar. İtalyanlar fazla direniş göstermezken Alman birlikleri çok iyi savunma yapıyorlardı. Bu arada Sicilya’nın işgali devam ederken 25 Temmuz’da Mussoloni tutuklandı ve faşist hükümet dağıtıldı. Badoglio başa geçti ve ülkede sıkıyönetim ilan etti. 2 Ağustos’ta İtalyanlar barış teklifinde bulundular. Son Alman birlikleri 17 Ağustos’ta Sicilya’yı tahliye etti ve Sicilya işgali tamamlanmış oldu. 8 Eylül’de İtalyan hükümeti teslim olduğunu ve Almanların komutası altında olmayan İtalyan birliklerinin Müttefikler safında savaşa katıldığını bildirdi. Bu arada İtalya’da çok sayıda Alman kuvveti bulunuyordu. 9 Eylül’de Müttefikler İtalyan anakarasına çıkmaya başladılar. Böylece Müttefiklerin yavaş ve kanlı seyredecek olan İtalya tırmanışı başlamış oluyordu.
                Şubat 1943’e gelindiğinde Stalingrad’ı işgal edecek olan Alman 6’ncı ordusu teslim alınmış, Kafkasya’yı ele geçirecek olan Alman birlikleri ise kuşatılıp imha edilmekten kıl payı kurtulmuştu. Artık taarruz inisiyatifi Ruslara geçmişti. Ruslar 6 Şubat’ta Azak Deniz’ine ulaştılar, 8 Şubat’ta Kursk’u,  14 Şubat’ta Rostov’u, 16 Şubat’ta Harkov’u geri aldılar. Temmuz ayına gelindiğinde Rus taarruzları hız kesmişti. Almanlar 5 Temmuz’da Kursk’ta son taarruzlarına giriştiler. 12 Temmuz’da tarihin gördüğü en büyük tank muharebesi cereyan etti. Almanlar yaptıkları bu son taarruzdan bir başarı elde edemediler ve 15 Temmuz’da Ruslar yeniden taarruza geçtiler. Aralık 1943’e gelindiğinde Almanlar Dinyeper Nehrinin batısına atılmışlardı.
                1943 yılı başında Müttefikler Pasifik’te inisiyatifi ele almışlardı. 1943 yılı boyunca Japonlar Pasifikteki ve Hindiçindeki tüm mevzilerinden atılmaya başladılar. Fakat bu atılma öyle kolay olmuyordu. Müttefiklerin ilerlemesi ağır ve kanlı bir şekilde gerçekleşiyordu.  
        (7)    Yedinci Bölüm: Çöküş
                1944 yılına girildiğinde Mihver devletlerden İtalya teslim olmuş, İtalya anakarasına çıkarma yapılmış, Almanlar doğuda Rus taarruzları karşısında, Japonya ise Pasifik’te Amerikan taarruzları karşısında geri çekilmekteydi.
                Ruslar 8 Ocak itibariyle Polonya ve Ukrayna’da Batıya doğru ilerliyorlardı. 27 Ocak’ta 900 günlük Leningrad kuşatması sona erdi. Ruslar Nisan ayı içerisinde Odessa, Kerç, Simferepol ve Tarnopol’u ele geçirdiler ve Alman cephesini ikiye böldüler. 9 Haziran’da Fin cephesine Rus taarruzu başladı. 17 Temmuz’da Polonya’ya giren Rus orduları 31 Temmuz’da Varşova’ya 10 km. kadar yaklaştı. 8 Eylül’de Bulgaristan’a giren Ruslar, 26 Eylül’de Estonya’yı, 1 Ekim’de de Yugoslavya’yı işgal ettiler. 1944 yılının sonuna gelindiğinde Almanlar Girit, Yunanistan ve Arnavutluk’tan geri çekilmişlerdi.
                İtalya’da ise işler Müttefiklerin umduğu gibi gitmiyordu.    Alman birlikleri çok iyi direniyorlardı. Orta İtalyadaki Gustav hattına 24 Ocak’ta taarruza başlandı. Hat ancak 18 Mayıs’da yarılabildi. 5 Haziran’da Roma’ya girildi. 1944 yılının sonuna gelindiğinde kuzey İtalya daha henüz ele geçirilememişti.   
                1944 yılı boyunca Pasifik’teki kanlı savaş devam etti. Yılın sonuna gelindiğinde Amerikalılar ancak Yeni Gine’yi, Solomon, Caroline, Marshall ve Mariana adalarını ele geçirebilmişlerdi.    
                Müttefikler 6 Haziran 1944’te tarihin gördüğü en büyük amfibi çıkarma harekatını icra ederek Normandiya’ya çıktılar. 25 Ağustos’ta Paris, 4 Eylül’de Brüksel kurtarıldı. 16 Aralık’ta Almanlar son güçlerini kullanarak Ardenler bölgesinde bir karşı taarruz başlattılar. Başlarda hızlı gelişme gösteren taarruz sonrasında durduruldu. Almanlar batı cephesinde son güçlerini de kullanmışlardı. Artık sona yaklaşılmıştı.
        (8)    Sekizinci Bölüm: Son
                Ruslar 12 Ocak 1945’te taarruza yeniden başladılar ve 17 Ocak’ta Varşova’yı aldılar. Taarruzlarını başarılı bir şekilde devam ettiren Ruslar 16 Nisan’da Berlin kapılarına dayandı. 30 Nisan 1945’te Hitler intihar etti ve 2 Mayıs 1945’te Berlin Ruslar’ın eline geçti. 9 Mayıs’ta da Almanya teslim oldu. Batı cephesinde ise Müttefikler 16 Ocak’ta Ardenleri Almanlardan temizledi. 9 Şubat’ta Siegfried Hattı geçildi. 5 Mart’ta Köln ele geçirildi ve 7 Mart’ta Amerikan birlikleri Ren nehrini geçtiler. 27 Nisan’da Amerikalılarla Ruslar Elbe nehrinde buluştular.
                İtalya’da da artık sona yaklaşılmıştı. 1945 yılı başlarında kuzey İtalya’da başlatılan Müttefik taarruzları başarı göstermişti. 28 Nisan’da Mussoloni partizanlarca yakalanıp idam edildi. 2 Mayıs 1945’te de İtalya’daki Alman birliklerinin tamamı teslim oldu.
                Pasifik’teki ilerleme de devam ediyordu. Temmuz 1945’e gelindiğinde Japonların işgal etmiş olduğu yerlerin tamamı geri alınmıştı. Ancak Almanya’nın teslim olmasına rağmen Japonya hala teslim olmamıştı. 3 Ağustos’ta Japonya tamamen abluka altına alındı ve 6 Ağustos’ta Hiroşima’ya atom bombası atıldı. 8 Ağustos’da Rusya Japonya’ya savaş açtı. 9 Ağustos’da ikinci atom bombası Nagasaki’ye atıldı. 2 Eylül’de Japonya’nın teslim olmasıyla altı yıldır devam eden savaş son buldu.

Kişisel Gelişim Kitaplarının Zararları

Kişisel gelişim kitaplarının piyasada satılan kitaplar içinde pazar payının yüzde 20'ye ulaştığı belirtildi. Diğer bir deyişle, satılan her beş kitaptan birinin kişisel gelişim kitabı olduğu ifade edildi. 
Malatya İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Anabilim Dalı öğretim üyesi, psikolojik danışmanlık ve rehberlik uzmanı Yrd.Doç. Dr. Baki Duy, şöyle konuştu: "Kişisel gelişim kitabı alırken başlangıçta yazarın özgeçmişine bakmalıyız. Birçok kitapta ya yazarın özgeçmişi yoktur ya da yazar bu konuyla bilimsel olarak değil 'el yordamıyla' ilgilidir. Bu durumda yazılan kitap kendi içinde tutarlı gibi görünse de anlatılanlar bilimsel deney ve gözlemlere dayanmamaktadır. Çoğu bilimsellikten uzak bu kitapların özelliklerinden biri de ticari kaygı ile yazıldıkları için isimlerinin çok çarpıcı olmasıdır. "On dakikada kişi analizi", "Beş dakikada ikna sanatı", "On adımda liderlik" Yapılması istenen şeyler akıla ve bilime uymamaktadır." Sonuçta bu kitapların etkilerinin 'saman alevi' gibi geçici
olduğunu anlatan Duy, şunları söyledi: "Buna 'Sindirella etkisi' de diyebiliriz. (Gece 24'den sonra gerçek ortaya çıkmakta). Gereksiz yere insanların hayalleriyle ve duygularıyla oynanmaktadır. Çünkü, davranış ve düşünce değişikliği kısa zamanda olmaz bu bir süreçtir. Kişisel gelişim kitabı alırken dikkat edeceğiniz diğer bir konu da anlatılan konunun sizin yapınıza, pozisyonunuza, şartlarınıza uygun olmasıdır. Örneğin herkesin lider olması gerekir mi? Lider olması gerekmiyorsa önüne büyük hedefler koyup sonradan hüsrana uğramanın ne anlamı olabilir. Başka bir örnek verirsek, her zaman karşımızdaki insanları ikna etmek için çabalayıp egomuzu tatmin mi etmeliyiz? Yoksa inandıklarımızı karşı tarafa anlatıp karşıdaki kişinin değerlendirmesine mi bırakmalıyız? Belki de, bazen ikna için uğraşmak bazen de anlatıp karşı tarafa düşünme fırsatı vermek daha doğru olabilir mi? Diğer bir deyişle kişisel gelişim kitaplarında yazılanlar matbu (klişeleşmiş) reçetelerdir halbuki insanların her biri ayrıdır yani özeldir."
Baki Duy, kişisel gelişim kitaplarının istenmeyen diğer bir yan etkisinin de; bu kitapları okuyanların bencilleşip sadece kendilerini yükseltmek için çaba içine girmeleri olduğunu söyledi. Bu kitapları okuyanların sosyal projelerden uzaklaştığını anlatan Baki Duy, sözlerini şöyle tamamladı: "Diğer bir deyişle toplumun sorunları onların sorunu olmaktan çıkmaktadır. Kişisel gelişim kitaplarının çoğu sihirli kitaplar değillerdir. Belki kısa süreli mutluluk verici haplar olabilir."

Malatya (İHA)

3 Mart 2012 Cumartesi

21. Yüzyılın Süper Okulu, Prof. Dr. James J. Asher

21. Yüzyılın Süper Okulu, Prof. Dr. James J. Asher, İnkılap Kitapevi, 1996, İstanbul
Psikoloji profesörü yazar okul öncesinden liseye kadar çocuklara verilecek başarılı eğitimin süper okul modeli adı altında takdimi.
San Jose Üniversitesinde psikoloji dersi veren başarılı profesör ödülü sahibi yazar, bir işi başarıyla yapabilmede; uygun kişilik, yeterli beceri ve tatmin duygusunun önemini vurgulamıştır. Günümüz okullarında okuyan öğrenciler, bilgi ve becerilerini geliştirmek için hatırı sayılır kaynaklara sahiptir. Bu kaynakların bir kısmı, okul öncesinden itibaren hayatımızı şekillendirmektedir. Yazar kitabında bu kaynakları bölümler halinde açıklamaktadır.
Televizyon reklamları; kişinin, dikkatini çekme ve bu dikkati sürekli kılma ile tutum ve davranışlarını biçimlendirmektedir. Eğitimciler, reklamları bu maksatla kamu eğitiminde kullanmalıdır. Ayrıca insanlar, yaptıkları iyi şeyleri sürdürmek için hatırlatmalara gereksinim duyarlar. Reklamlar, bu noktada önemli rol oynar.
Kağıt, kalem ve kitabın demode olmasının nedeni, tek kelime ile açıklanabilir: minyatürleşme. Öğrenciler, mesleki hazırlıkları esnasında, daha çok öğrenmek ve zamandan tasarruf etmek için teknolojiyi kullanmaktadır. Avuç içi bilgisayar defterleri (computer notebook) sayesinde öğretme, öğrenme ve okul destek hizmetlerini iyileştirilmiştir.
 Gerçek durum yaratıcılar (simülatör); görme, duyma, yakalama, tutma, hareket ettirme gibi zihnin hayal edebileceği her şeyi üç boyutlu olarak birkaç yüz dolara alınabilmektedir. Hızlandırılmış okuma, ikinci lisan edinme ve matematik v.b. alanlarında, bu sayede beceri sahibi olmaları mümkündür.
Yerçekimi yasası fizik için ne ise, etki yasası da öğrenme psikolojisi için odur. Etki yasası; hemen sonrasında ödüllendirilen herhangi bir davranışın, tekrarlanma eğiliminde olduğunu söyler. ”Programlanmış Öğrenim” adlı bu prensip, ders anlatma ve kitap okuma gibi geleneksel yöntemlere kıyasla istatistiki açıdan önemli olacak kadar daha çabuk uzmanlaşma sağlamıştır. Programlanmış öğrenimde, seçilen öğrencilerde hata payı % 5 olana kadar, bilgi önceden denenmeli ve yeniden yazılmalıdır. Bunun anlamı ise, ilk defa gören bir öğrenci grubunun, ilk okuyuşta dersin kapsamına tamamen hakim olması demektir.
Her yenilik, dikkat ve ilgi çeken bir icattır. Yeniliğin bedeli, organizmanın sürekli tepki vermekten vazgeçmesi anlamına gelen, adaptasyondur. Adaptasyonun üstesinden gelebilmek için çeşitlilik zorunludur.
Son yirmi beş yıl içinde, beynin işleyişi hakkında son 2500 yılda öğrenilenden daha çok bilgi edinildi. Beyin alanında devrim yaratan keşif ile, her bir yarımkürenin farklı bir zekaya sahip olduğu ve birbirinden etkilendiğidir. Sol yarım küre, mantıksal bir dizinle birer birer gelen, örneğin lisan gibi, verileri işler. Beynin sol yarısını ilgilendiren üretimlerde sıkıntısı olmayan çocuklar, okulda başarılı olur. Sağ taraf ise, desen arayıcıdır, resimli bölümdür. Yaratıcıdır. Burada her şey mümkündür. Sol beynin ürettiği “Ben hastayım galiba” gibi sabote edici mesajları engeller. Sabote edici mesajların amacı, her zaman yaptığımız şeyleri sürdürmemizi sağlamaktır. İletim, beynin bir yanından diğerine o kadar çabuk gider ki, biz onu tek bir beyin sanırız. Bu iletime yardımcı olması nedeniyle, kendi kendine konuşmayı teşvik etmeliyiz.
Matematik, sağ yarım kürenin gelişmesi için önemli bir araçtır. Zeka oyunları, cebir ve asal sayılar, matematiği destekleyen önemli etkenlerdir. Ancak öğrencinin konuyu doğru algılayabilmesi için, sınırları doğru tanımlanmış olmalıdır.
Okur- yazar olan tüm yetişkinler, ilkokulda okuma hızı ne ise, yaşamının geri kalan bölümde de aynı okuma hızını sürdürür. Ortalama olarak bu hız, dakikada sadece 300 kelime kadardır. Günümüzde özellikle işte ve profesyonel yaşamda tüm zamanın yüzde kırkını okumakla geçirdiğimizi bilirseniz, bir problem sahası olarak karşımıza çıkar. Hızlı okuma becerisinde hedef, dakikada en az 1500 kelime okumak olmalıdır.
Akıllı karar vermenin anahtarı, açık ve güncel bilgiler edinmektir.
Araştırmanın özü olan herhangi bir sorunun yanıtını bulabilme becerisi, başarılı performans için gereklidir. Eğer bilgiye çabuk erişmeyi hedefliyor isek, neyi nerede bulabileceğimizi bilmemiz gerekmektedir. Bu maksatla halk kütüphaneleri değerli bir adrestir. Halk kütüphaneleri vasıtasıyla elektronik kütüphanelere de erişebilir ve elde ettiğimiz bilgileri süratle okuyabiliriz. Bir kitapta öncelikle içindekilere ve sonra “gösteren kişi” anlamına gelen indekse bakılmalı, aranılan bulunamazsa, eş anlamı kelimeler ile araştırmaya devam edilmelidir.
Temel tıp eğitimi sayesinde gereksiz ilaç tüketimi ile gereksiz doktor ziyaretleri azalır. Harvard üniversitesinin yaptığı araştırmaya göre, acil servise başvuran ve kalp krizi geçirdiğinden emin olana hastaların %70’i, sadece hazımsızlık çektiği yolunda ikna edilerek gönderilmiştir. Koruyucu hekimlik kapsamında, 240’dan fazla evde yapılabilen tıbbı test vardır. Amerikan Kanser Derneği, kanserde erken tanı için kişinin göğüs ve erbezlerini kendi kendine muayene etmesini tavsiye etmiştir. Ayrıca herkes dışkıda gizli kan testini evinde yapsa, yılda en az 60.000 ölümün, röntgen veya ilaç almadan kendi kendine yapılan gebelik testi ile kusurlu doğumların en az yarısının engellenebileceğini, ilgili uzmanlar açıklamaktadır.
Herkes, “Başkalarına, sana davranılmasını istediğin gibi davran” altın kuralını uygulasa, kanuna ihtiyaç kalmazdı. Yasal hakları öğrenmekten doğan güç, yeri geldiğinde tereddüt etmeden kullanılmalıdır. Kira anlaşması ( kontratı),  gayrimenkul alım- satımı, telif  hakkı gibi konularda rahatlıkla kullanılabilir. İnsanlar, yasa, avukat ve mahkemelerin nasıl çalıştığı hakkında bir bilgiye sahip olmadıkları için çekingen dururlar. Bu yüzden sorunları çözmede, süratle mahkemeye başvururlar. Böylece gereksiz zaman, maliyet ve sıkıntı yaşarlar.
Yaşamımızın her günü bilgisayar, bilgisayar yazıcısı, musluk, telefon v.b. makinelerle yaptığımız işlerin sayısı, aile, arkadaş ve meslektaşlarımızla yaptıklarımızdan fazladır. Hayatta iken kaçınılmaz olan ölüm, vergi ve bu aletlerin arızalanmasıdır. Örneğin, bir ev aleti bozulduğunda, bu durum nüfusun yarıdan fazlasını etkiler. Bu tür arızaları, az bir bilgi ile kısa sürede ve çok az bir maliyetle giderebiliriz.
Toplumda üstlendiğimiz en önemli rolümüz, tüketici olmaktır. Bir çocuk okula başlamadan önce altında şu mesajın yattığı 20.000 reklam duyacak ve görecektir: “ Bugün yeteri kadar tüketim yaptın mı? ” Tarih boyunca toplumu yöneten değişik kurumlar olmuştur. Orta çağda din, daha sonra sanat ve şimdi ise baskın kurum ekonomidir. Bilinçli tüketici olma becerisini kazanmak zorundayız. Yatırım yapmadan önce araştırma yapmalı, çocuklara parasal konulardan bahsetmek yerine, onların  “Seçimler ve Kararlar ” gibi bilgisayar uygulamaları ile uğraşmalarını sağlamalıyız.
Amerikalı çocukların yüzde kırkı şekilsiz ve aşırı kiloludur. Okullarda basketbol,  futbol ve beyzbol gibi spor programları, beceri kazandırmaktan ziyade seyircileri eğlendirici biçimde tasarlanmıştır. Bu etkinler, çocukların fiziksel gelişimine ve boş zamanlarını değerlendirmesine katkıda bulunmaz. Özellikle erkek çocuklarda dans etme, denge ve duruş için gereklidir. Diğer kültürlere uzanmak ve sağ beyne hitap etmek istiyorsak, folklorik dans yapmalıyız. Judo ile kendine güven duygusu gelişir ve ayrıca kendini savunma sanatıdır. Judo, ustalık, koordinasyon ve yoğun dikkat gerektirir. Eleştirisel sol beyni susturmak için, tenis ve golf ideal spordur. Yüzmenin sayısız faydası vardır: kardiyovasküler hastalık riskini azaltması, tüm kas ve eklemleri hareket ettirmesi sonucunda yaşamı uzatmasıdır. Yaşam boyu yapılabilecek bu tür faydalı sporları genişletmek mümkündür: ata / bisiklete binme, kayak, koşma, sırt çantalı yürüyüş, buz paten, v.b.
İlişkiler; aile, okul, spor ve iş dahil tüm etkinliklerin sağlıklı işlemesini sağlar. Örneğin öğrencinin okuldaki başarısı, çocukların ana- babalarıyla olan ilişkilerine bağlıdır. Herkes baba olabilir, ancak babacığım olabilmek için özel biri gereklidir. Ana- baba olma hususunda “Çocuklarımıza tüm verebileceğimiz, mutlu anılarıdır.” prensibi önemlidir. Karşı cinsler arası iletişimde, aralarındaki farkı anlamak önemlidir. Kızlar, anıları hatırlamada daha başarılıdır. Sözel yetenekleri daha fazladır ki bu da ikinci bir dili öğrenmede kolaylık sağlar. Bilgiyi daha çabuk işler ve daha hızlı karar verirler. Erkekler, uzmanlaşma ve belirli bir sorun karşısında beynin bir yarısını kullanma eğilimindedir. Uzaysal ve üç boyutlu canlandırmalarda daha başarılıdır. Buna “Mühendislik Yeteneği” denilmektedir. Altı yaşında erkek çocuğun beyninin sağ yarısı (uzayla ilgili bölümü) uzmanlaşmış olur, oysa aynı gelişme kız çocuğunda onüç yaşına kadar sürer. Öğrenme özürlü çocukların yüzde sekseni erkektir ve kekemelik, konuşma sorunu çıkma olasılığı kızlara oranla üç kez daha fazladır. Erkeklerde renk körlüğü, kadınlara oranla on kat fazladır. Bir erkek için birincil fantezi: yakınlaşma, ikincisi evlenme, yuva ve ailedir. Bunun tam tersine kadınların ilk fantezisi ise, evlilik, yuva ve aile ve ikincisi de yakınlaşma fantezisidir.
Müzik icrası, sağ beynin gelişimine katkı sağlar. Bu sayede tenis, golf ve kayak gibi sporlarda olduğu gibi, sol beyinden gelen paraziti (engellemeleri) söndürmektir. Ancak aile ve arkadaş toplantılarında çalınabilecek bir enstrümanı seçmek, daha uygundur.
İş bulmanın en garantili yolu, bir başka dili öğrenmektir. Ancak önemli olan ikinci lisanın nasıl öğrenileceğidir. Şu ana kadar ilkokul üçüncü sınıftan üniversiteye kadar öğrenim sürecinde sol beyine hitap edildi. Dershanelerde bile bir yöne bakan oturma sıraları vardı. Bu yüzden eğitmenler, bilgi aktarımı sırasında gezinerek, bize sağ beyni kullanma avantajı verirler. Bedenimizin hareket etmesi, bilginin şimşek hızıyla soldan sağa sonra tekrar geri akmasına neden olur. Her derste öğrencilerin tahtaya davet edilerek, öğretmen ile öğrencinin rol değişimi önemlidir.
Yazar, burada kendi yaratıcısı olduğu “Toplam Fiziksel Tepki” den bahsetmektedir. Bu prensip, bebek bakmakta olan yetişkinlerin eğitiminde görülür. Bebek bakımında, yetişkinin bebeğe bir şeyler söylediği, bebeğin de yetişkine anlamlı fiziksel bir yanıtla cevap verdiği, kendine özgü bir yaklaşımdır. Bebek, baba demeyi başaramadan, “oyuncaklarını yatağın üstüne koy” gibi karmaşık komutları rahatlıkla anlayıp uygulayabilmektedir. Bu nedenle dil öğrenmede ilk başarı, anlamadır. Daha sonra üretme gelir. Üretme mekanizmasını ateşleyen, kavrama okur- yazarlığıdır. Büyük sekizli olarak adlandırılan modelde; öğretilecek ikinci lisana ait kelimeler, sekizli olarak gruplandırılır. Öğretmen, dershanede her bir tümceyi ifade ederek bizzat uygular ve öğrencilerinden de eş zamanlı konuşmadan uygulamalarını ister. Böylece her bir öğrenci, karmaşık lisan haritasını çabuk ve hoş bir şekilde içselleştirir. Daha sonra sekizli kombinasyonlar; “ kapıya yürü, tahtaya koş ve adını yaz “ gibi çeşitlendirilerek devam eder. Konuşmaya başladıktan sonra, sabırlı davranılarak hataların bizzat öğrenci tarafından giderilmesi sağlanacaktır. Dil- beden iletişimi devam ettikçe, hedef dilin fonoloji (sesbilim), morfoloji (bir kelimenin yapısını inceleyen bilim) ve semantik (anlambilim) yapısıyla ilgili daha fazla detayı içselleştirecektir. Bu metot, hapishanelerdeki tutuklular arasında başarı ile uygulanmaktadır. Ayrıca hedef dil, bir spor etkinliği kapsamında da verilebilmektedir.
Sonuç olarak, çocuklar, günde sadece 20 dakika ile okul öncesinde stressiz bir biçimde sağ beyine yönelik olarak bir veya daha fazla dili anlayabilir. İlkokul sonuna kadar bu süreç devam eder. Lisede ise konuşma, okuma ve yazma ile üretime başlamak doğal bir geçiştir. Böylece süper okul ile gençler küresel dünya pazarlarında rekabet edebilmek için güçlü araçlara sahip olurlar.

At Sırtında Anadolu, Fred Burnaby

At Sırtında Anadolu, Fred Burnaby, İletişim Yayıncılık A.Ş., 2005, İstanbul
1886'da Anadolu'yu beş ayda gezen İngiliz bir subayın gezi notları.
Osmanlı Devleti’ndeki azınlıkların durumuna ilişkin Avrupa kamuoyunda ortaya atılan iddiaların gerçeklik durumunu anlamak, Anadolu’da olan bitenleri kendi gözleriyle görmek isteyen İngiliz subayı Fred Burnaby, 1876 yılında, Anadolu’yu baştanbaşa dolaşır, izlenimlerini bu kitapta toplar.
Frederic Gustovus Burnaby, 1842 yılında doğmuş, 1885 yılında 43 yaşında iken Sudan’a sefere giderken bir mızrak darbesiyle ölmüştür. Howard Kolejinde eğitim görmüş, 16 yaşına İngiliz Ordusunda süvari subayı olarak göreve başlamıştır. 1881’de Alay Komutanı olmuştur. İzin sürelerinde çeşitli gazetelerin özel muhabiri sıfatıyla savaş bölgelerini gezmiştir. 1876 yılında aynı şekilde Hive’ye yaptığı seyahati aktardığı “At Sırtında Hive’ye Yolculuk” adlı eseri best-seller olmuştur.
Fred Burnaby, Anadolu’yu beş ayda gezmiş, yaklaşık 3200 kilometre yol kat etmiştir. Gezinin zamanlaması olarak 1877 Osmanlı-Rus Harbi öncesine denk gelmiş olması sebebiyle, çıkacak savaş hakkında pek çok görüşmelerde bulunmuş, halkın, komutanların, yabancıların bu konuda düşüncelerini aktarma şansı bulmuştur. Ayrıca, yazar, 1876 Kanuni Esasi’nin ilan edildiği günlerde de Anadolu’dadır.
Yazar, Anadolu’ya gitmesinin nedenleri olarak, Avrupa’da Türkler hakkında söylenenlerin, medyada yazılan haberlerin ve bilhassa İngiliz medyasında yer alan Bulgaristan katliamının aslını öğrenmek, Anadolu’yu yerinde keşfetmek olarak belirtmiştir.
Yolculuğuna başlamadan evvel Osmanlı hükümetine ziyaretini bildirmiş ve olumlu yanıt almıştır. Osmanlı hükümeti bir pasaport hazırlatarak yazara göndermiş ve Anadolu’da her bölgeyi gezebileceği, mülki makamların bu konuda yardımcı olacağı belirtilmiştir.
İngiltere’den gemiyle yola çıkan yazar İzmir’e gelir. Ertesi gün İstanbul’a geçer. Çeşitli görüşmelerden sonra sırasıyla Üsküdar-Maltepe Mah.-İzmit-Sakarya Nehri-Geyve Köyü-Taraklı Köyü-Mudurnu-Nallıhan-Beypazarı-Ayaş Köyü-İstanoz Nahiyesi-Ankara-Sivrihisar-Kızılırmak-Maden-Yozgat-Sivas-Zile-Pazar-Tokat-Erzurum-Divriği-Malatya-Erzincan-Fırat Nehri-Ağın-Kemah-Erzurum-Beyazıt-Ağrı Dağı çevresi-Van-Erciş-Aksaray-Patnos-Murat Nehri-Malazgirt Nehri-Aras Nehri-Kars-Ardahan-Çoruh Nehri-Livane-Miradet-Batum-Trabzon-İstanbul güzergâhını takip etmiş ve Londra’ya dönmüştür.
Yazar, gezisi sırasında her gittiği şehirde, günlük yaşamdan, seyahatte yaşadığı güçlüklerden, halkın durumundan, tutumundan, örf ve adetlerinden, isteklerinden yöneticilerin duruşlarından, özelliklerinden ve tarihe yönelik yorumlardan bahsetmektedir.
Örneğin Nallıhan’da Kaymakamla yediği yemekte, kişilerin servetlerine göre yerlerini aldığını söyler. Serveti çok olanın kaymakamın yanına, fakir olanın ise kapının dibine oturduğunu gözlemlemiştir. Halk demiryolu istemektedir. Türk yataklarının ilkel olduğunu, karyola kullanmadıkları, çarşaf ve battaniye yerine yorgan kullanıldığını söylemektedir.
Bir erkeğin vefatından sonra mal varlığının nasıl dağıtılacağına ilişkin Türk yasasının bir hayli tuhaf olduğunu, kız ve erkek evladın farklı uygulandığını aktarmaktadır.
Yemeklerin elle yenildiğini ve bu durumu yadırgadığını belirtmektedir. Ermenilerin giyim tarzının Türklere çok benzediğini, kadınların dışarı çıktığı zaman sımsıkı peçe taktıklarını, çoğu durumda bir Ermeni’nin evlenmeden önce karısını görmesine izin verilmediğini ifade etmektedir.
Osmanlı kanunlarına göre Türkün şahitliğine karşı, bir Hıristiyan’ın şahitliğinin kabul edilmediği belirtilmektedir.
Konukseverlik, Fatih zamanındaki gibi yaygın bir özellik olarak, Türklerin en büyük erdemidir demektedir.
İstanbul’da iken yaptığı görüşmelerde, Sultan Abdülaziz’in intihar veya suikast sonucu öldüğü konusundaki belirsizlik olduğu, Sultanın Rus büyük elçisi İgniyatev’in oyuncağı haline geldiği geçmektedir. İstanbul’da basın özgürlüğünün olduğu, gazetelerin diledikleri gibi yazdığı, hükümeti gönüllerince yerden yere vurduğu ama herhangi bir baskı görülmediği belirtilmektedir.
O sıralarda Osmanlı, Rus ve diğer Avrupa devletlerinin de katıldığı bir konferans devam etmektedir. Rusya’nın konferansı askeri hazırlıkları tamamlamak amacıyla kurnazca kullandığı, İngiltere’nin ise Rusya’yı gözden düşürüp diğer devletlerle arasını açmaya çalıştığına inanılmaktadır. Ermeni’lerle yaptığı görüşmelerde yazar, Ermeni’lerin Rus uyruğuna girmeyi kesinlikle istemedikleri; girdikleri takdirde kendi dillerini kullanmasına izin verilmeyeceği, mezheplerinin değiştirilmesi için baskı uygulanacağı fikrinde olduklarını belirtmektedir.
Yazar, doğanın İstanbul’u savunmak için yaratıldığını tepelerin İstanbul’u koruduğunu belirtmektedir. Yazar İstanbul ‘dan 8 Aralık 1976 yılında seyahatine başlar. Gemi ile Üsküdar’a geçer ve gezisine başlar.
Ermeniler çeşitli önemli kamu görevlerinde de bulunmaktadırlar. Örneğin İzmit telgraf müdürü bir ermenidir. Yozgat telgraf müdürü de bir ermenidir.
Yazar gittiği şehir, kasaba ve köylerde halkın her kesimiyle görüşmektedir. Ancak Ermenilerle mutlaka muhatap olmaktadır. Geceyi geçirdiği yerler genellikle ermeni aileleridir. Eğer şehrin valisi veya kasabanın kaymakamı davet etmişse bu davete icabet etmektedir. Gittiği hemen hemen her yerleşim biriminin en büyük mülki amiriyle, kimi zaman kendi teşebbüsüyle, kimi zaman mülki amirin daveti üzerine görüşme fırsatı bulmuştur.
Yazar, Ermeni’lerle ve diğer yabancılarla her muhatap olduğunda, Türkler aleyhinde abartılmış katliam, işkence ve cezaevi söylentilerine muhatap olmuş, doğruluk derecesini anlama isteği, yazarın söylentilerin geçtiği yörelere gitmesinde ateşleyici faktör olmuştur. Her defasında söylentilerin yalan ve abartılmış olduğunu, bu nedenle Ermenilere bu türlü konularda inancını yitirdiğinden bahsetmektedir.
Yazar kitabında çeşitli askeri konulardan da bahseder. Ateşli silahlar bakımından her türlü çağdaş donanımı benimseyen Türk askeri otoritelerinin kılıç yapımı konusunda yetersiz kalmasına şaşırdığını, kabzasız kılıç kuşanmış bir süvarinin, İngiliz ağır süvarisiyle göğüs göğse mücadele şansının çok zayıf olduğunu ifade etmektedir.
O dönemde Osmanlı devletinde bir Rus harbine karşı askeri bir hareketlilik vardır. Gittiği bazı yerleşim birimlerinde İstanbul’a ya da doğuya intikal eden askerlerin ev ve hanlarda kaldığından bahseder. Gezileri esnasında Türk tabur ve alaylarını talim yaparken gördüğünü beyan etmektedir. Çoğu kışla, tabya, top mevzii ve sayıları ile istihkâm mevzileri bizzat komutanlar tarafından gezdirilmiştir. Dolayısıyla yazar bilhassa doğu illerdeki bu türlü askeri bölgeleri sayılarıyla ve savunma durumları ve imkânlarıyla bize bahsetmektedir.
Geçtiği arazilerin çoğunun boş olduğunu, hiçbir şey ekilip biçilmediğini gözlemlemiştir. Bunun sebebini ise nüfusun azlığına, rençper yokluğuna bağlamaktadır. Oysa İngiltere’nin tamamına yetecek kadar buğday yetiştirmeye uygun arazilerin hep nadasa kaldığını belirtmektedir.
Yolculuğu boyunca Müslümanların, gerek Ermenileri gerekse Rumları hiç sevmediklerini gördüğünü, Hıristiyanlığın doğudaki neferlerinin, tek gerçek dinin (!) adını böylesine kötüye çıkarmış olmalarının çok yazık olduğunu belirtmektedir.
İstanbul’da bir anayasanın ilan edildiğine dair haberi Ankara’da iken alır. Ancak anayasanın işlemeyeceği, konuşulmaktadır. İngiltere gibi bir yönetimin Osmanlı’da uygulanmasının zor olduğu, halkın çok eğitimsiz olduğu, eğitimsiz halkın seçtiği, yarı eğitimli bir parlamentonun başarılı olması için zamana ihtiyaç olduğunu belirtir. Ulaşım araçları yeterli olsa, insanlar yolculuk edebileceğini, yaşadıkları yerlerin uzağında pek çok öğrenebilecek husus olduğunu fark edebileceklerini belirtmektedir. Hatta bir paşanın, demiryoluna kavuşmanın, elli anayasaya bedel olduğunu belirttiğini aktarmaktadır.
Sivrihisar’da olan bir olayı aktarır. Sivrihisar’da büyük bir yangın çıkmıştır. Ermenilerin çoğu evsiz kalmıştır. Türkler, Ermenileri misafir etmede isteksiz davranmışlar, konukları gittikten sonra gâvurların vücutlarıyla kirlendiğini söyleyerek kullanılmış döşekleri pencerelerin dışarısına attıklarını aktarmaktadır. Yazar daha sonra Ermenistan’ı ziyareti sırasında Türklerin çok haklı olduğunu, Ermenilerin vücutlarının çok pis olduğunu, Türklerin aksine çok temiz olduğunu ve yıkanma konusunda titiz olduğunu aktarmaktadır.
Yöneticilerin çok sık değiştiğinin bunun da davaların sonuçlanmasını geciktirdiğini aktarmaktadır.
Maden’de iken yörede maden olmasına rağmen Türklerin böylesine az yararlanmalarına şaşırdığını, Anadolu’nun maden zenginliğini keşfedecek zeki mühendisler sayesinde Türkiye’nin, borçlarını ödeyip kısa zamanda dünyanın en zengin ülkelerinden biri olabileceğini ifade etmektedir. Şekerin zenginlerin bile alım gücü ötesinde çok pahalı olduğunu, ancak niye üretim yapılmayıp İstanbul’dan getirildiğine de hayretlerini ifade etmiştir. Bütün bunların sebeplerinden en önemlisi nüfusun yetersizliği olarak ifade etmektedir.
Anadolu’da konuşulan bütün dilleri anlamak için pek çok dil bilmek gerektiğini, Türkçenin yanı sıra, Ermenice, Rumca, Çerkezce, Kürtçe, Tatarca, Farsça, Gürcüce ve Arapça yaklaşık iki yüz kilometre çapında bir alan içerisinde duyulabilecek diller olduğunu ifade etmektedir.
Yazarın gözlemlerine göre, Ermeni bir bayan hiç eğitim almamıştır. Hareme hapsedilir. Kocasının kölesidir, onun için her türlü bayağı işi yapmak zorundadır, ayaklarını yıkar, kurular, yemek yerken ona yardım eder. Evlendiklerinde, Türkler çok kolay boşanabilirken, bu kadınlar erkek istemezse boşanamazlar.
Ermenilerin orduda askerlik yapmadıklarını askerlik hizmeti yerine Osmanlı Devleti’ne her erkek evlat için doğumundan ölümüne kadar yılda bir miktar para ödediklerini, Çerkezlerin de orduya katılmak gibi zorunlulukları olmadığından bahseder.
Hıristiyanlar, din veya mezhep değiştiren kimselere karşı Türklere oranla, çok daha hoşgörüsüzdürler. Bir türkün Hıristiyanlığı kabul etmesi pek ender görülen bir durumdur. Oysa Anadolu’daki Amerikan misyonerlerinin pek çok Ermeni’yi Protestanlığa döndürdükleri söylenmektedir.
Kiliseleri kadınlar doldurur, erkeklerin yokluğu dikkat çekicidir. Türkiye’de camiye gitmemezlik eden bir erkeğe çok ender rastlarsınız, gitmemeye niyetlense bile batıl inançları nedeniyle camiye gitmemezlik yapamaz.
Yozgat’ta yaşayan Ermeni’ler ve Rumların çoğu kendi dillerinin alfabelerini kullandıkları halde bu dillerde yazamazlar, hemen her zaman aralarında Türkçe konuşurlar.
Tokat’ta birkaç Ermeni Okulu vardı. Türklerle Hıristiyanlar çok iyi geçiniyorlardı. Birkaç yıl önce Rus yetkililer, Çerkezlere isteyen herkesin imparatorluk topraklarından ayrılıp başka yerlere gidebileceğini bildirmişken, buna yeltenen tüm Çerkezleri katlettiği söylenmektedir. Yazar, hamile kadınların ve çocukların hunharca Ruslar tarafından katledildiğini İngiliz Konsolosunun resmi raporundan doğrulandığını ifade etmektedir.
Adam kayırmaya dayalı terfi sistemi, Türkler arasında köklü bir yere sahip olduğunu belirtmektedir.
Çiftlik Köyü ermeni köyüdür. Yazar, Sivas’tan bahsederken Küçük Ermenistan’ın başkenti olarak bahseder. Sivas için Asya tarafındaki yarım adanın kilit noktasıdır demektedir. Anadolu’nun Rus tehdidi altında olduğu bir dönemde bu yer mutlaka tahkim edilmelidir. Aksi takdirde, Kars ve Ardahan ilk savunma hattını geçebilecek Ruslar, Erzurum’u alırlarsa Üsküdar’a kadar müstahkem bir şehir kalmayacaktır.
Yirmi beş yıl öncesine kadar Türklerle Hıristiyanların çok iyi geçindikleri, Kırım Savaşı ile birlikte Rusların Ermeni azınlığını kışkırtmaya başlamasıyla beraber ilişkilerin bozulduğunu ifade etmektedir.
Sivas’ta ise şeker pancarı ekiminin yapıldığı ancak, fabrikanın olmadığı, bu yüzden şekerin İstanbul’dan geldiğini, oysa fabrika kurulmuş olduğunda ulaşım masraflarının en aza indirilebileceği ve şekerin daha ucuz satılabileceğini belirtmektedir.
Anadolu’daki askeri birliklere tedarik edilen barutun tamamının İstanbul’dan gönderildiğini, doğu bölgesinde tek bir barut imalathanesinin olmadığını, bu nedenle bir Rus harbinde kullanılacak barutun yüzde 50 daha pahalı olacağını ifade etmektedir.
Yazar, bir Ermeni’nin, kaymakama hiç duraksamadan ve korkmadan problemini aktarabildiğini, hatta verilen kararda kadıya suçlayabildiğini, ama mülki yetkililerin sabırla dinlediğine şahit olduğunu, bununda Ermenilerin dediği gibi baskının olmadığının bir işareti olduğunu beyan etmektedir.
Malatya’nın 12 bin nüfusu içerisinde üç bin Hıristiyan olduğunu aktarmaktadır.
Ağın’da bir Protestan kilisesine gittiğinde papazın dinleyicilere çıkacak bir savaşta Osmanlıya destek verilmesi gerektiğini, padişah uğruna kanların son damlasına kadar akıtılmasını öğütlediğine şahit olduğunu söylemektedir.
Erzincan’da uğradığı bir postal imalathanesinde iki ay önce 40 bin postal üretilip gönderildiğini, Erzurum’a 12 bin postal daha gönderilmesinin emredildiğini, imalathanenin tertipli ve düzenli olduğunu müşahede ettiğini, üretimde kullanılan ipliklerin İngiltere’den geldiğini öğrendiğini beyan etmektedir.
Kendisine ulaştırılan bir haberde Rusların, kendisinin yaptığı geziden çok endişe duydukları, hatta Rusya’ya girmesi halinde tutuklanması için resminin sınır karakollarına gönderildiğini öğrendiğini ifade etmektedir.
Eski Rus İmparatoru Nikola’nın şimdiki imparator Alexandr’ı bilgilendirmek amacıyla yazdığı mektuptan alıntı yapan yazar, Rusların Kafkasya’ya çok önem verdiğini ifade etmektedir.
Erzurum’daki incelemesinde, bir taburu atış talimi yaparken gördüğünü, subayın atış komutuyla askerlerin tüfeğini mümkün olduğunca çabuk boşaltmaya çalıştıklarını, bir savaş ortamında böyle yapılması durumunda mühimmatın çabucak biteceğini, subayların bunu desteklediklerini, nitekim Delibaba’daki ilk çarpışmada bu durumun meydana geldiğini aktarmaktadır.
Erzurum ve civarındaki geçitlerde yapılması gereken istihkâm mevzilerinden bahsetmektedir. Erzurum askeri paşasının Erzurum’un savunmasının zayıf olduğunu ve kuşatmaya karşı direnemeyeceğini düşündüğünü aktarmaktadır. 
Delibaba geçidinden bahseder. Burada bol cephaneyle donanmış bin cesur askerin,  yüz misli bir güce meydan okuyabileceğini, ancak tahkim etmek konusunda bir şey yapılmamış olduğunu belirtmektedir. Ona göre “Kış bitince..”, “Bugün olmaz yarın…” lafları bir Türkün daima dilinde dolaşan yanıtlar olduğunu söylemektedir.
Gittiği bir İran köyünde evlerin Kürtlere göre çok daha temiz olduğunu gördüğünü ifade etmektedir. Gezisi esnasında birkaç yezidi köyüne de uğramıştır. Yezidilerin inanışında iki tanrı vardır. Birisi iyi birisi kötü; iyi olana bir şey yapmaya, korkmaya gerek yoktur, zaten iyidir. Onlara göre asıl olan kötü tanrıdan korkmak, ona yalvarmaktır. Kötü tanrı şeytandır. Ancak şeytan lafını asla ağızlarına almazlar.
Bazı kürt köylerinin Rusya ile işbirliği yaptığını, bu nedenle kendisine zorluk çıkarttıklarını söylemektedir. Birkaç Nasturi köyüne uğradığında, bunların Kürt köylerinden daha pis olmakla nam saldığını aktarmaktadır. Çerkez köylerinin temiz olduğunu, bütün evlerin ahşap olduğunu aktarmaktadır.
Kotur’da bulunurken, Kotur kaymakamının Rusların bölgeyi ele geçirmesinin istemesinin altında bu bölgede madenlerin bulunmasının yattığını söylediğini aktarmaktadır.
Doğu bölgesindeki sağlık uzmanlarınca, sürekli tifo ve benzeri salgın hastalıkların çıkmasından ve bilhassa havaların ısınmasıyla birlikte gerekli önlemlerin alınmaması halinde bu türlü salgınların çıkacağına kesin gözüyle bakıldığından bahsetmektedir.
Kitapta çok fazla tarih geçmemesine karşın, Van’da bulunduğu sırada tarihin 7 Mart olduğunu beyan etmektedir. Van Erciş hakkında bahsederken, Erciş’in 200 haneli bir ermeni köyü olarak bahsetmektedir.
Ardahan’ın savunma amacı bakımından kötü bir yer olduğunu, Rus sınır istasyonları Akellaki ve Akiska’dan gelen yolların Türk sınırlarına hakim önemli mevziler sunduğundan bahsetmektedir. Ramazan adlı tepeyi ele geçiren düşman, şehrin en güçlü savunma mevzii Manusa Kalesine kolayca hakim olacak ve Ardahan’ı ele geçirebilecektir. Bunu oradaki Türk istihkâm subayına söylediğinde kış bitince tahkim edileceği şeklinde cevap alır. Bunun üzerine yazar, Türk yetkililerinin en büyük kusurunun, askeri konularda ağırdan almaları olduğunu düşündüğünü ifade etmektedir. Bu bağlamda kendi İngiliz hükümetini de aynı konuda elştirmektedir.
Batum’da deniz tarafından ağır silahlarla donamış çok sayıda batarya bulunduğunu, suyun derinliği nedeniyle, gemilerin kıyıya 30 metreye kadar yanaşabildiklerini belirtmektedir. Batum’da 8000 asker bulunduğunu, bu askerlerin o zamana kadar gördüklerinden daha iyi eğitimli, disiplinli ve teçhizatlı olduğunu müşahede ettiğini belirtmektedir.  O sıralarda tarih 26 Mart 1877’dir. Daha sonra geri dönmeye karar verir ve deniz yoluyla Trabzon ve İstanbul’a oradan da 8 günlük bir yolculukla İngiltere’ye geri döner.
Yazar, İngiltere’de Türklerin ıslahının olanaksız ilan edenlerin, Türk dilini öğrenip padişahın topraklarında yolculuk etmelerinin daha iyi olacağını açıklıkla ifade etmektedir. Yazar, “İngiltere’de Türk milletinin onurunu lekeleyen, onları dünyanın bütün kötülüklerine sahip olmakla suçlayanlar, broşürler yazmayı bir kenara bırakıp, biraz Anadolu’da dolaşsalar iyi ederler. Kendilerini Hıristiyan addeden yazarlar pek çok konuda Anadolu’daki Türklerden ders alabilirler.” demektedir.
Yazar’ın Londra’ya dönüşünden birkaç hafta sonra Osmanlı-Rus harbi başlamıştır. İngiltere Rusya’ya savaş açmamıştır. Ancak yazar, İngiliz hükümetinin deniz gücüne güvenmekle hata yaptığını, Rus’ların İstanbul’u alması halinde kara gücüyle Rus’ların buradan çıkartılamayacağı, sadece Osmanlı’ya yardım için değil, Hindistan ve Hindistan’a giden yolun güvenliğinin sağlanabilmesi için Rus’lara savaş açılması ve Osmanlı Devleti’nin yanında yer alınması gerektiğini ifade etmekte ve kendi hükümetini şiddetle eleştirmektedir.
Yazar kitabın ekler bölümünde, kitapta yaptığı yorumları desteklemek maksadıyla bazı belgelere atıf yapmaktadır. Rusya’daki Hıristiyanlık anlayışı, Rus uygarlığı, Rus ajanları ve Bulgaristan’daki katliamlar, Osmanlı Parlamentosu, Rusların Türkleri Hıristiyan yapma yöntemi, Katliam öğretmenleri, Çerkezleri kurtarmalı mıydık? Katliam dersleri, Çerkez temsilcilerinin Kırım Savaşı’na ilişkin açıklamaları, Ermeni kamu görevlilerinin yolsuzluğu, Kadın haydutlar, Anadolu ile Fırat ve Dicle’den geçen yollar, Suriye’nin askeri önemi, İstanbul’un savunma mevkilerine ilişkin bir not, Çekmece savunma hatları adlı eklere, kitap içerisinde pek çok yerde atıf yapmaktadır.

2 Mart 2012 Cuma

Tarihlenk, Hakan Erdem

Tarih - Lenk, Y. Hakan Erdem, Doğan Egmont Yayıncılık, 2009, İstanbul  
Tarihçi yazar, tarih kitaplarında yer alan uydurma metinlerden, Osmanlıca hatalarına; bilgiçlerden, intihalcilere kadar geniş bir yelpazede okuyucuyu eleştirel okumaya davet ediyor. Son zamanlarda okuduğum en iyi kitaptı.
        Yazar Türkiye’de bir eleştiri kültürü eksikliği olduğunu ve söz konusu tarih metinleri olunca bu eksikliğin daha da belirgin hale geldiğine dikkat çekiyor. Türkiye’de böyle bir kültür oluşturacak kadar külliyatın olmadığından ve bu türün bizzat yazarın kendisinden ( tabii ki yazarın insafının derecesine göre ) ve eş-dost meclislerinde konuşulanlardan oluştuğundan ibaret olduğunu belirtiyor. Bu nedenle ; bir yandan yanlışları , hataları bazen kuşaklar boyunca yeniden üretip durduğumuzu , diğer yandan da çok değerli metinlerin bile eleştirilmedikleri için eninde sonunda entellektüel açıdan kavruklaştığını ve etkisizleştiğini belirterek bunun da yazarları hantallaştırdığını savunuyor. Kitabın çıkış noktası da burada ortaya çıkıyor : Eleştiri ortamından uzak bir şekilde tarih metinleri üretilirse ortaya çıkabilecek sonuçları irdelemek.
        Kitabın amacı , tarih metinlerine eleştirel bakmak ve onların ontolojik anlamda  ne gibi sorunlar üretebileceğini tespit etmek. Bunu yaparken de , kişiler ve onların her konudaki bireysel tercihleri , varoluş biçimleri , hayat tarzları , karakter özellikleri ; din , dil , etnik kimlik , biyolojik ve sosyal cinsiyetleri veya cinsel yönelimleri ; özel veya profesyonel kurum , kuruluş veya cemaatlere mensubiyetleri vesaireyle değil ürettikleri metinlerle ilgilenilmiş.
        Kitap tematik olarak düzenlenmiş yedi bölümden oluşmaktadır.Birinci bölümde sadeleştirilen metinlerin , ikinci bölümde çevriyazılı metinlerin ne gibi sorunlar üretebileceği değerlendiriliyor.Üçüncü bölüm , bilgili olduğunu beyan ettiği konuda gereğini yapmayarak cahil kalma tercihini kullanan metinleri ve onların sorunlarını değerlendiriyor.Dördüncü bölümde , gerekli referans verilmeksizin yazılan metinler inceleniyor.Beşinci bölümde , yazarının aynı kalıp metninin değiştiği hallerle , aynı metnin muhtelif edisyonları inceleniyor. Altıncı bölümde , akademik dürüstlük çizgilerini ihlal eden ve maalesef Türkiye akademyasında oldukça yaygın olan haller ele alınıyor ve yedinci bölümde , başka bir uç durum, uydurma ve sahte metinler değerlendiriliyor.

        Birinci bölüm ( Sadeleştirme İncileri ve İncelikleri )’de :

1.    Ahmet Refik ( Günümüz Türkçesine çeviren Güven Akçağ ),Osmanlı’da Hoca Nüfuzu,Toplumsal Dönüşüm Yayınları,İstanbul,1977.
2.    Mehmet Arif Bey (Sadeleştiren Nihad Yazar),Başımıza Gelenler ,İrfan Yayınevi,İstanbul,1973.
3.    Mehmet Arif Bey (Hazırlayan M.Ertuğrul Düzdağ),Başımıza Gelenler,Tercüman,1980.
4.    Ahmet Cevdet Paşa ( Sadeleştiren Dündar Günday ),Tarih-i Cevdet,Üçdal Neşriyat, İstanbul,1984.
5.    Gazi Mustafa Kemal Atatürk (Basıma hazırlayan Hıfzı Veldet Velidedeoğlu),Söylev, Çağdaş Yayınları,İstanbul.1982(ilk basım 1978).

İkinci bölüm ( Çevriyazı hoşlukları )’de :

1.    Yusuf bin Abdullah (Efdal Sevinçli),Bizans Söylenceleriyle Osmanlı Tarihi. Tarih-i al-i Osman, Dokuz Eylül Yayınları,İzmir,1997.
2.    Hayrullah Efendi (Haz.Belkıs Altuniş-Gürsoy),Avrupa Seyahatnamesi,T.C.Kültür Bakanlığı,Ankara,2002.
3.    Abdurrahman Güzel,Abdal Musa Velayetnamesi,Türk Tarih Kurumu,Ankara,1999.


Üçüncü bölüm ( Hatalar ,Yanlışlar,Bilgisizlik,Bariz cehalet ve Bilgiçlik )’de :

1.    Ahmet Akgündüz ve Said Öztürk,Bilinmeyen Osmanlı,Osmanlı Araştırmaları Vakfı,İstanbul,1999.
2.    Soner Yalçın,Efendi/Beyaz Türklerin Büyük Sırrı,Doğan Kitap,İstanbul,2004.

Dördüncü Bölüm ( Referans Verme ve Referanssız Metinlerin Sorunları )’de :

1.    Yılmaz Öztuna,”Ermeni Sorununun Oluştuğu Siyasal Ortam”,Ataöv,Osmanlı’nın Son Döneminde Ermeniler,Ankara,2002.
2.    İlber Ortaylı’nın bazı kitapları :
a.    Tanzimattan Sonra Mahalli İdareler
b.    Türkiye İdare Tarihi
c.    Tanzimat Devrinde Osmanlı Mahalli İdareleri
d.    Tanzimattan Cumhuriyete Yerel Yönetim Geleneği
e.    İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı
f.    Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu
g.    Osmanlı Toplumunda Aile
h.    Eski Dünya Seyahatnamesi
i.    Tarihimiz ve Biz
j.    Tarihin Sınırlarına
k.   Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek
l.    Üç Kıtada Osmanlılar
m.  Osmanlı Barışı

Beşinci bölüm ( Aynı Yazarlar,Değişik Metinler:Muhtelif Edisyonlar )’de :

1.    Halide Edip Adıvar,Türk’ün Ateşle İmtihanı,Çan Yayını,İstanbul,1962.
2.    Halide Edip Adıvar,op.cit.
3.    Ahmed Akgündüz,İslam Hukukunda Kölelik-Cariyelik Müessesesi ve Osmanlı’da Harem,Osmanlı Araştırmaları Vakfı,İstanbul,1995.
4.    Ahmed Akgündüz,İslam Hukukunda Kölelik-Cariyelik Müessesesi ve Osmanlı’da Harem,Osmanlı Araştırmaları Vakfı,İstanbul,2000.
5.    Ahmed Akgündüz,Tüm Yönleriyle Osmanlı’da Harem,Timaş Yayınları,İstanbul,2007.

Altıncı bölüm ( Söyle Canım Ne Dersin? Bir İntihal Daha Var… )’de :

1.    Salahi R.Sonyel,Minorities and the Destruction of the Ottoman Empire,Turkısh Historical Society,ankara,1993.
2.    Benjamin Braude ve Bernard Lewis,Christians and Jews in the Ottoman Empire,Holmes&meier,New York,1982.
3.    Y.Hikmet Bayur,Hindistan Tarihi,cilt 1,İlk Çağlardan Gurkanlı Devletinin Kuruluşuna Kadar(1526),TTK,Ankara,1946.
4.    Sir E.Dennison Ross,”The Portuguese i India”,H.H.Dodwell(Ed.),CUP,Londra,1929.
5.    Cengiz Orhonlu,Osmanlı İmparatorluğu’nda Aşiretlerin İskanı,Eren Yayıncılık,İstanbul,1987.
6.    Yusuf Halaçoğlu,17’nci Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun İskan Siyaseti ve Aşiretlerin Yerleştirilmesi,TTK,Ankara,1988.
7.    İlber Ortaylı,Tanzimattan Sonra Mahalli İdareler(1840-1878),Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü Yayınları,Ankara,1974.
8.    Musa Çadırcı,Tanzimat Döneminde Anadolu Kentleri’nin Sosyal ve Ekonomik Yapıları, TTK,Ankara,1991.
9.    E.Engelhardt(Çeviren Ali Reşad),Türkiye ve Tanzimat ve Devlet-i Osmaniyenin Taih-i Islahatı,Kanaat Kitabhanesi,İstanbul,1328(1910).
10.    Hasan Tahsin Fendoğlu,İslam ve Osmanlı Hukukunda Kölelik ve Cariyelik.Kamu Hukuku Açışından Mukayeseli Bir İnceleme,Beyan,İstanbul,1996.


Yedinci bölüm ( Uydurma Metinler )’de :

    1. İsmet Bozdağ,İkinci Abdülhamit’in Hatıra Defteri ve Mithat Paşa’nın Taif Zindanından Gönderdiği 8 Mektup,Bozdağ Kitabevi,Bursa,1946.
  2. İsmet Bozdağ,İkinci Abdülhamit’in Hatıra Defteri (Belgeler ve Resimlerle),Kervan Yayınları,İstanbul,1976.
  3. İsmet Bozdağ(Hanzade Sultanefendi),Osmanlı Hanedanı Saray Notları(1808-1908),Tekin Yayınevi,İstanbul,2002.
    4. İsmet Bozdağ,Prof.Mehmet Ferit Ulusoy.Hanzade/Sürgünde Bir Şehzadenin Günlüğü,İstanbul,Tekin Yayınevi,2003.
  5. İsmet Bozdağ,Prof.Mehmet Ferit Ulusoy.Osmanlı Hanedanı Saray Notları 3,İstanbul,Tekin Yayınevi,2003.

Yukarıda belirtilen eserler kitapta tematik olarak düzenlenen yedi bölümde incelenmiştir.Yazar günlük hayatımızın herhangi bir köşesinde, hergün , yeni bir tarih felaketiyle karşılaştığımızı belirterek bunlardan örnekler vermiş :
1.    Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının 30.05.2008 gün ve SP.Haz.2008/01 sayılı esas hakkındaki görüşü
2.    Ayşe Hür,”Millet-i Müselleha’nın Doğuşu”,Taraf,12 Ekim 2008.
3.    Tufan Türenç,”Öfke Dün  de Kötüydü Bugün de Kötü”,Hürriyet,17 Ekim 2008.
Kitapta yazdığı her şeyi referanslandırmaya ve belgelendirmeye gayret ederek, kendi tabiriyle,ortaya bir “ Halep oradaysa arşın burada “ kitabı ortaya çıkmış.Ve şimdi zaman : Arşınla Halep yolunu ölçme zamanıdır.

Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri, Amin Maalouf

Arapların Gözüyle Haçlı Seferler, Amin Maalouf, Yapı Kredi Yayınları,  2007, İstanbul

1096-1291 yılları arasında geçen Haçlı Seferleri’nin Arapların bakış açısıyla anlatımı.
      
  Kitapta Haçlı Seferleri’nin anlatımı, Kudüs’ün işgal edildiği 15 Temmuz 1099 tarihinden kırk gün sonra, Şam’ın saygıdeğer kadısı Ebu-Said el-Herevi’nin beraberindeki Kudüs mültecileri ile, dönemin Halifesi el-Mustazhirbillah’ın makamına izinsiz girerek, İslam’ın karşı karşıya olduğu büyük tehlikeyi ifade etmesi sahnesiyle başlamaktadır. El-Herevi’nin Bağdat’ta yaşayacağı hayal kırıklığı aslında Haçlı Seferleri karşısında Müslümanların çözülmesinin de bir habercisidir.
        Kılıçarslan, bu tarihten 3 yıl önce, Temmuz 1096’da, Konstantinopolis’e gelen çok büyük bir Frenk kalabalığının, İmparator Aleksios Komnenos’un her zaman çağırdığı paralı askerlerden olduğunu sanar. Çünkü 1071’de ezilen Bizanslılar
bir daha bellerini doğrultamamışlar ve paralı askerler ile güçlerini takviye etme yoluna gitmişlerdir. Ayrıca Roma’daki Papa’ya “hortlayan İslam tehlikesine karşı kutsal savaş” çağrısı yapmaktadırlar. Ancak yardım diye gelen güruh birkaç yüz şövalye, çok sayıda silahlı piyade, binlerce yoksul, hırpani kılıklı kadın, çocuk ve ihtiyardan oluşmaktadır. Sanki kovulmuş bir halk göç etmektedir. Kılıçarslan’ın ise bu kalabalığın amaçları hakkında en ufak bir fikri yoktur. Güruh, rutin çapul faaliyetlerini birden değiştirerek, altı bin kişilik bir grup ile Selçukluların elinde bulunan İznik’e yönelir. Bir baskınla bu şehrin doğusunda kalan Kserigordon Kalesini ele geçirir. Ancak Frenkler bu kalenin su ihtiyacının dışarıdan karşılandığını Kılıçarslan’ın kaleyi kuşatmasından sonra fark edeceklerdir. Susuzluktan kırılan Frenkler teslim olurlar ve dinini değiştirmeyi kabul edenler Suriye ve Orta Asya’ya gönderilir. Diğerleri ise kılıçtan geçirilir. Bu esnada ordugâhta bulunan Frenk güruhunun büyük bölümü din kardeşlerinin başına gelenleri haber alır almaz intikamını almak için harekete geçerler. Lakin onlar da Kılıçarslan tarafından pusuya düşürülür ve yok edilir.
    Tarihte çok az zafer onu kazananlara bu kadar pahalıya patlayacaktır. Ertesi kış yeni bir haçlı ordusu Konstantinopolis’e geldiği sırada Kılıçarslan, Malatya Fatihi Danişmend ile mücadele etmektedir. Kılıçarslan bu yeni Haçlı ordusunu küçümser. Oysa İznik’i kuşatan Haçlılar, bu sefer binlerce zırhlı şövalyeden oluşan gerçek bir ordu getirmişlerdir. Şehri kurtaramayacağını anlayan Kılıçarslan, halkı kurtarabilmek için Haçlıların müttefiki Bizans İmparatoru Basileus ile anlaşır ve şehri bir oldu bittiye getirerek 19 Haziran 1097’de ona teslim eder. Haçlı ordusu Suriye’ye doğru ilerlemeye başlayınca da Danişmend ile birlik olup Eskişehir (Dorylaeion) yakınlarında bir pusu kurar. Frenklerin gücü zırh korumalarından kaynaklanmaktadır. Saatlerce süren mücadele sonrasında Frenk ordusunun halen büyük kısmı ayakta iken yeni ve çok daha büyük bir haçlı ordusunun geldiği görülür. Türklerin sabahtan beri savaştıkları sadece öncü birliktir. Bu savaşta Türkler büyük kayba uğrar ve çekilirler. İntikam soğuk yenen bir yemektir ve Kılıçarslan’ın öç almak için dört yıl beklemesi gerekecektir.
    Haçlılar, 21 Ekim 1097’de Yağsıyan’ın yönetiminde bulunan Antakya’ya ulaşır. Bu şehir 40 yıl önce Bizanslılardan Selçuklulara geçmişti. Erzak stoku zenginliği ve surlarının sağlamlığı ile içeriden bir ihanet olmadığı müddetçe ele geçirilmesi zor bir şehirdi Antakya. Aynı dönemde Suriye’de iki kardeşin savaşı devam etmektedir. Halep Sultanı Rıdvan ve Şam Sultanı Dukak birbirlerine o kadar kin beslemektedirler ki ortak bir tehlike karşısında birleşmeyi bile düşünmezler. Bununla beraber Rıdvan, Haşşaşiyun Tarikatı’nın etkisi altındadır. Yağsıyan önce Şam Sultanı’ndan yardım ister. Ancak Dukak’ın miskinliği ve korkaklığı yüzünden Rıdvan’a yönelmek zorunda kalır. Yardımdan çok Antakya’yı ele geçirme hevesiyle harekete geçen Rıdvan, sayısal üstünlüğüne rağmen, yanlış tertiplenmesi ve çekingenliği sebebiyle Haçlılarla göğüs göğüse çarpışmak zorunda kalır ve ordusu şövalyelerin zırhları altında ezilir. Yağsıyan’ın son umudu olarak geride sadece Musul valisi güçlü Atabey Kürboğa kalır.
        Şubat 1098’de batıdan Baudouin adlı bir Frenk komutanı gelir. Ermeni şehri Urfa’yı himayesine alan Baudouin, şehrin yöneticilerine bir komplo düzenleyerek kendisini “Urfa Kontu” ilan eder. Urfa’ya müdahale etmek isteyen Kürboğa, Antakya’ya ilerleyen birliği ile bu şehri üç hafta boyunca kuşatır ve Antakya’ya yardımı gecikir. Antakya’da ise, Firuz adında Ermeni asıllı bir müslüman, ihaneti ile Frenkleri şehre alır. Katliam ve yağma kaçınılmaz olur. Dukak’ın ordusu ile birleşip Antakya’ya varan Kürboğa, müttefiklerine güvenemediği için, Frenklerin uzun bir kuşatmanın ardından aç ve güçsüz düşmüş olmalarından yararlanamaz. Güçlü müslüman ordusu tek bir ok atmadan, tek bir kılıç veya kargı darbesi indirmeden dağılır.
        Haçlılar 1098’in son günlerinde, Antakya’dan sonra bu şehre üç günlük uzaklıkta bulunan Maarra şehrine yönelirler. İki haftalık bir kuşatmanın ardından şehri ele geçirirler. Frenkler burada korkunç yamyamlıklar yapmış ve bu da tarihe geçmiştir. Maarra hadisesi Araplar ile Frenkler arasında yüzyıllar geçse bile kapanmayacak derin bir uçurum açmıştır. Öte yandan bu korkunçlukları yüzünden Suriyeli emirler Haçlılardan korkarlar ve armağanlar yüklü elçileriyle her türlü yardımı yapacaklarını bildirirler.
        Kudüs’e ilerleyen Haçlılar zengin Bukayye Ovası’nda Hüsn’ül Ekrad’ı (Kürtlerin Kalesi) ele geçirirler. Kırk yıl sonra Frenklerin en ünlü kalesi “Krac des Chevaliers” burada yükselecektir. Çevredeki diğer şehirlerin yaptığı gibi Trablusşam da Hüsn’ül Ekrad’a bir temsilci gönderecektir. Hatta bu şehir daha da ileri giderek bir ittifak antlaşması için Frenklerden şehirlerine bir elçi göndermelerini isterler. Bu da büyük bir hata olur. Elçiler, Trablusşam’ın zenginliğine hayran kalırlar. Trablusşam yöneticisi Celalülmülk, Saint-Gilles’den bir ittifak için cevap beklerken Haçlıların Trablusşam Emirliği’nin ikinci büyük şehri Arga’yı kuşattıklarını öğrenerek şaşırır. Haçlılar ittifak değil yağma peşindedir. Maarra hadisesinden sonra Frenklerin neler yapabileceklerini öğrenmiş Arga halkı direnir ve üç ay sonra Frenkler kuşatmayı kaldırarak Kudüs’e doğru yollarına devam etmek durumunda kalırlar.
        Böyle bir dönemde İslam dünyası, Bağdat’taki Abbasi Halifeliğini sürdüren Sünniler ile Kahiredeki Fatımi Halifeliğini sürdüren Şiiler arasında bölünmüştür. Bizans ile bir ittifak halinde olan Kahire veziri El-Efdal “en üstün” Şehinşah, Frenk istilası karşısında memnundur. Ancak Basileus’unda artık Frenkler üzerinde bir denetimi kalmamıştır. Bunun üzerine, El-Efdal Frenklerden önce davranarak Kudüs’ü ele geçirir. Kudüs’in savunmasını İftiharüddevle “Devletin gururu” adlı bir komutana bırakır. Ancak hareketli kuleleri vasıtasıyla Haçlılar, Temmuz 1099’da Kudüs’ü ele geçirir. Yahudi ve müslümanlar bir hafta boyunca katledilir. Frenkler, büyük bir saygı beslediklerini iddia ettikleri şehri vahşice talan ederler. Doğulu Hristiyanlar da Kutsal Kabir Kilisesi’nden kovulur. Kudüs üzerine yürüyen El-Efdal ise bir yıldırım taarruzu ile bozguna uğratılır. İşte El- Herevi, müslümanların kardeş kavgalarını bırakıp uyanmaları için böylesi bir ortamda harekete geçer.
        1100 yılında, Frenk istilasının belli başlı üç mimarı, Saint-Gilles, Godefroi ve Bohemond çeşitli vesilelerle safdışı kalırlar. Kudüslü Frenklerin başı Tancrede ise Şam’ın Sultanı Dukak tarafından pusuya düşürülür ve canını zor kurtarır. Tancrede Şam’a misilleme yapar, ancak şehri ele geçiremez. Godefroi ölünce, Urfa Kontu Baudouin onun yerine geçmek için Kudüs’e doğru yola çıkar. Dukak, Nehr’ül Kelb üzerinde bir pusu kursa da, Trablusşam Emiri Kadı Fahrülmülk, kendi çıkarı doğrultusunda, Frenklere durumu haber verir ve önlem almalarını sağlar. Kudüs’e ulaşan ve kendisini kral ilan eden Baudouin işgalin baş mimarı olacaktır. Artık Arap dünyasındaki iflah olmaz parçalanma karşısında, Frenk devletleri en başından itibaren kararlılıkları, savaşçılık değerleri ve göreli dayanışmalarıyla gerçek bir bölgesel güç olarak sivrileceklerdir.
        Kılıçarslan, Saint-Gilles’in 100.000 kadar adamıyla Batı’dan döndüğünü ve Boğaz’ı geçtiğini Mayıs 1101’de öğrenir ancak intikal güzergâhını kestiremez. Frenkler bir anda Ankara’da belirir. Daha sonra Suriye’ye yönelmeleri beklenirken kuzeydoğuya, Bohemond’un esir tutulduğu Niksar Kalesi’ne yönelirler. Güzergâhı artık netleştiren Kılıçarslan, pusu yeri olarak Merzifon Köyü’nü seçer. Yollardaki su kaynaklarının zehirlenmesi ve aşırı sıcak ile zayıf düşen Frenk ordusu imha edilir. Sonradan gelen ikinci ve üçüncü Frenk orduları da aynı şekilde kılıçtan geçirilir. Bu da Arap Doğusu’na toparlanma fırsatı verir. Doğu’da bulunan Frenkler ise sayılarının azlığını güçlü kaleler kurarak kapatmaya çalışırlar. Ancak yine de önemli bir kozları vardır: Arapların uyuşukluğu. Kuzeydeki Frenkleri yok olmaktan ise Müslüman Emirlerin ihmalkârlığı kurtarır. Esir düşlen Bohemond’un Antakya Prensliği tam yedi ay başsız kalır. Ne Rıdvan, ne Dukak, ne de Kılıçarslan bundan yararlanmayı düşünemezler. Sonunda Tancrede başa geçer. Tancrede’den korkan Rıdvan, onun Ulu Cami’ye haç takılması yönündeki talebini de kabul edecek kadar alçalacaktır.
        Danişmend, Bohemond’u, 1103’de fidye karşılığı serbest bırakır. Bundan sonra da Urfa ve Antakya Frenkleri birleşerek Harran Kalesi’ne karşı ortak harekâta girişirler. Harran stratejik bir öneme sahiptir. Burası ele geçirilebilirse Frenkler doğrudan Musul ve Bağdat’a ilerleyebilecektir. Halep çembere alınacaktır. Bu esnada Musul’un yeni valisi Çökürmüş ve Artuklu Sökmen savaşa tutuşmak üzeredirler. Haçlılar’ın Harran’a yürüdükleri haberi alınır alınmaz, bu iki düşman birleşir ve Fırat Nehri’nin Belih Çayı kolunda Frenk ordusunu kılıçtan geçirirler.
        1108 yılına gelindiğinde Doğulu Frenkler artık, bölgede kabul edilen ve gerektiğinde ittifak kurulan bir güç konumundadır. Aynı yılın Ekim ayında, Tell Beşir’de, Musul valisi ile Urfa Kontu, Antakya’nın Frenk prensi ile Halep’in Selçuklu Sultanı’na karşı savaştılar. Bu savaşta Antakya-Halep ittifakı galip gelmiştir. Bu zaferden sonra Frenkler en geniş yayılmacılık girişimlerinden birinde bulunurlar. Saint-Gilles, hep gözü olduğu Trablusşam’ı alabilmek için, bir yarımada üzerinde bulunan bu şehrin kara ile bağlantısı olan noktasına “Saint-Gilles Kalesi”ni (Kal’at Sancil) inşa eder. Kadı Fahr’ül Mülk’ün tüm yardım arama çabalarına rağmen Trablusşam 12 Temmuz 1109’da düşer. Hemen ardından Beyrut ve Sayda da alınıp yağmalanır.
        17 Şubat 1111’de Halepli bir kadı, Ebu Fazl İbn’ül-Haşeb, El-Herevi gibi Bağdat’ta olay çıkararak Arap dünyasının uyanmasını sağlamaya çalışır. Uğraşıları isyana varan etkiler gösterir. Askalan ve Sur kentlerinin Frenklere karşı başarı ile savunmaları ile de İslam dünyasında bir başkaldırı rüzgârı esmeye başlar.
        Nisan 1117’de İbn’ül-Haşeb, Halep’de doğan idare boşluğundan yararlanıp yaklaşan Frenk tehlikesine karşı koymak maksadıyla, yönetime Mardin Valisi Türk Komutan İlgazi’yi getirilir. Yeni komutan, 28 Haziran 1119’da Antakya ordusunu Sarmeda Ovası’nda kılıçtan geçirerek büyük bir başarı elde eder. 1922’de yönetime gelen İlgazi’nin yeğeni Belek ise askeri ustalığı, kararlılığı, Frenklerle her türlü uzlaşmayı reddeden tutumu, sadeliği ve kanaatkârlığı kadar, birbirini izleyen zaferleri ile Arap dünyasının taptığı bir kahraman olacaktır. Ancak Belek, 1924 Mayıs’ında bir suikaste kurban gider. 1125’de İbn’ül-Haşeb, çok kanını döktüğü Haşşaşiyun Tarikatı müritleri tarafından öldürülür. Bu örgüt Hasan es-Sabbah’ın kurduğu Şii eksenli dinsel-siyasal bir örgüttür. 1090’da Alamut Kalesini ele geçirmeyi müteakip giderek güçlenmiştir. En gözde silahı ise cinayettir. 1127’ye gelindiğinde, Haşşaşinler artık basit bir yapılanma değil, Arap dünyası’nın Frenk işgalciye karşı koyabilmek için tüm enerjisine ihtiyaç duyduğu bir sırada gücünü kemiren bir cüzzam haline gelmiştir.
        1129’da Şam, Frenk tehdidi altında idi. Atabey Tuğtekin’in yerine geçen oğlu Börü, kendisinden beklenmeyen bir kararlılıkla Haşşaşinlerin Şam’a sızmalarına ve yapılanmalarına kol kanat geren Vezir el-Mezdegani’yi öldürtür. Tarikatın koruyucularının öldüğünü gören halk da Haşşaşiyun müritlerini sokak sokak öldürür. Börü, Frenk tehlikesini de bertaraf eder. Ancak Haşşaşiyunlar 1131’de Börü’den intikamlarını alırlar.
        1128’de Atabey İmameddin Zengi, Bağdat halifesinin Selçuklu hamilerine karşı giriştiği isyan hareketine engel olmasından dolayı ödüllendirilir. Kendisine Musul ve Halep valilikleri verilir. Bundan sonrada Zengi’nin yükselişi başlar. Tecrübeli danışmanlara sahip olması, katılığı, azmi ve devlet bilinci ile Zengi, Frenklere karşı açılan cihadın ilk büyük savaşçısı olarak anılacaktır. Şubat 1130’da Antakya Prensi II.Bohemond, Danişmend’in oğlu Gazi’nin kurduğu bir pusuya düşerek ölünce dul eşi Alice, babası Kudüs Kralı II.Baudouin’e bir darbe düzenler. Bu Frenklerin, kendini doğulu hisseden 2’inci kuşağına özgü bir davranıştır. Ancak Baudouin kızının isyanını bastırır ve onu sürgüne gönderir. Ağustos 1131’de Kudüs kralı ölür. Yerine Alice’in ablası Melisande ile evlenen Foulque d’Anjou geçer. Onun döneminde Frenkler arasındaki anlaşmazlıklar doruk noktasına tırmanacaktır.
        Bu dönemde Selçuklu sultanı ölmüş ve veraset savaşları patlak vermiştir. Halifenin duruma hâkim bir konuma yükselmesiyle Zengi müdahale etme ihtiyacı duyar. Ordusu ile El-Müsterşid’in üzerine yürür. Burada zor duruma düşen Zengi, Eyyub adında genç bir zabitin yardımıyla kaçmayı başarır. Adı geçen Eyyub, Selahaddin’in babasıdır. 1133’te veraset savaşları sona erer ve varisler ölen Sultan Mahmud’un kardeşi Mesud etrafında birleşirler.
        Zengi ile Frenkler arasında ilk önemli savaş 1137’de Orta Suriye’de bulunan Baarin kuşatması esnasında yaşanır. Burada bulunan Trablusşam şövalyeleri Foulque’yi yardıma çağırırlar. Ancak Baarrin’de Foulque’nin ve Zengi’nin orduları arasındaki çarpışma kısa sürer ve şehir Zengi’nin eline geçer.
        Mart 1138’de Rumlar ve Frenkler ittifak yaparak Suriye’de yeni bir fetih savaşına başlarlar. Zengi’nin kendisine ait olmayan bir şehri savunmaya gelmeyeceğini değerlendiren müttefikler, ilk hedef olarak Şeyzer’i seçerler. Ancak bu Zengi’yi iyi tanımadıklarını gösterir. Zengi, öncelikle, birkaç hafta içerisinde bütün Doğu’yu altüst eder. Danişmend’i Bizans topraklarına saldırmaya ikna eder. Bağdat’ta da bir ayaklanma meydana getirecek ajitatörleri örgütler. Sultan Mesud’tan, Suriye ve Cezire’nin tüm emirlerinden kendisine yardım için asker gönderilmesini sağlar. Bizans’ın müttefiki olan Frenk komutanları ile yoğun bir mektup trafiği başlatır ve Bizans ile aralarına anlaşmazlık sokar. Bir yandan da Suriye Hristiyanlarından seçilen ajanlar ile, Frenk ordularının içerisinde propaganda faaliyetleri yürütür. Neticede Zengi hiç çatışmaya girmez. Bizans imparatoru böylesi bir ortamda, bir de Müslümanlara çok kuvvetli bir takviyenin gelmekte olduğunu öğrenince, kuşatmayı kaldırıp gitmeye karar verir. Aslında ortada böyle bir takviye de yoktur.
        Şeyzer Savaşı bitince Zengi’nin İslam âleminde itibarı kat kat artar. Şam’dan Humus’u alır. Ancak gözü Şam’ın kendisindedir. Bu şehrin çevresindeki tek önemli yerleşim yeri Baalbek’i zorlanmadan ele geçirir. Şam ise direnmeye kararlıdır. Şehrin yöneticileri Frenklerle ittifak kurar ve yaklaşan Frenk ordusu karşısında Zengi Baalbek’e çekilmek durumunda kalır. Bundan sonra, Zengi’nin işgalcilerle olan savaşı 1144 yılına kadar bir duraksama yaşayacaktır.
        23 Eylül 1144 günü Zengi, Urfa Kontu II. Jocelin’in yağmaya çıkmasını fırsat bilerek ustaca bir manevra ile Urfa’yı ele geçirir. Buradaki yarım yüzyıllık Frenk hâkimiyetinin sona ermesi aslında en büyük Frenk krallarının komutasında yeni bir istila hareketinin başlangıcı olacaktır. Bu zaferden sonra, Müslümanlar arasında artık Kudüs’ün yeniden fethi konuşulmaktadır. Bu amaç, kısa bir süre içinde Frenklere karşı direnişin simgesi haline gelecektir. Ancak, Zengi 1946’da Fırat Nehri kıyısında bulunan Caber Kalesi’nin kuşatması sırasında kendi yaveri tarafından öldürülür. Onun ölümünün ardından veraset kavgaları başlar. Şam, derhal Orta Suriye’ye egemen olur. Zengi’nin kurduğu güçlü devletin destanı sona ermiş gibi gözükse de bu bir yanılgıdır. Çünkü sözkonusu destan aslında yeni başlamaktadır.
        İktidarı ele geçiren Nureddin, Zengi’nin ikinci oğludur. Adil, erdemli, dindar, itidalli, verdiği sözü tutan ve İslam’ın düşmanlarına açılan cihada sonuna kadar bağlı bir adamdır. Psikolojik seferberliğin öneminin farkında olan Nureddin, yüzlerce din adamı ve âlimi halkın sempatisini kendi yanına çekmek ve böylece Arap dünyasının yöneticilerini kendi bayrağı altında toplanmaya zorlamakla görevlendirir. Propagandasında vaaz ettiği ilkeler şöyledir:
•    Tek din, Sünni İslam, her türlü sapkınlığa karşı amansız mücadele;
•    Tek devlet, Frenkleri her yandan kuşatabilmek için tek devlet;
•    Tek amaç, işgal edilmiş toprakları geri alıp özellikle de kudüs’ü kurtarmak için cihat.
        “Dinin ışığı” Nureddin böylece Arap dünyasını birleştirip Frenkleri ezebilecek bir güç haline getirecek ve zafer meyvelerini de onun sağ kolu olan Selahaddin toplayacaktır.
        1146 Eylülü’nde Nureddin daha henüz ototirtesini yaygınlaştıramadan, Jocelin Urfa’yı ele geçirmeye çalışır. Nureddin beklenmedik bir sürat ile isyanı bastırır. 1147’de Urfa’nın düşüşünün kışkırttığı ikinci Frenk istilası belirir. Kılıç Arslan’ın oğlu Mesud da babası gibi Haçlılara ölümcül darbeler indirir ve sayılarını giderek azlatır. Ancak yinede Haçlılar, kalabalık bir ordu ile Suriye’ye varırlar. Almanların başında Kral Konrad, Fransızların başında da Kral VII. Louis vardır. Bu krallar, doğudaki Frenkler ile toplantılar neticesinde Şam’a saldırmaya karar verirler. Frenkler Arap direnişine bundan iyi hizmet edemezler. Çünkü Şam Kudüs ile ittifak antlaşması imzalamış tek Müslüman şehirdi. Ancak bu şehrin ihtiyar yöneticisi Muineddin Unar’ın politik manevraları sebebiyle Şam’ı alamazlar. Dört gün gibi kısa süren bir savaşın ardından güçlü haçlı ordusu dağılır ve ülkelerine geri döner.
        Nureddin de böylece babasının düşünü gerçekleştirmeye, Şam’ın fethine yönelir. O daha çok şehir halkının sempatisini kazanmaya çalışır. Şam’a geldiğinde uzun bir kuraklık dönemine son veren bir sağanak yağmur başlar. İnsanlar bunu onun ayağının uğuruna yorar. Şam yöneticilerinin şehri Nureddin’e vermektense Frenklerle işbirliği yapmayı tercih etmeleri de halkı Nureddin’e daha da yaklaştırır. Şövalyelerin Şam çarşılarında dolaşmaları gerginliklere neden olur. Nureddin ise ihtiyatlı davranmaya devam eder. Ona göre herşey öncelikle siyasi bir savaştır. Bir müttefik ağı oluşturur. Ayrıca, Şam’ın efendisini, çevresinde bir komplo ağı oluştuğuna inandırarak etrafında güvendiği pek çok kişiyi hapse attırmasına veya öldürtmesine neden olur. Son bir operasyonla da Şam yolundaki tüm erzak kervanlarının önünü keserek, şehirde enflasyon ve kıtlık oluşmasına sebep olur. Halkın yaşadığı kıtlığı yöneticilerinin dindaşları yerine Frenklerle işbirliği yapmış olmasına bağlamasını sağlar. Neticede, Nureddin, şehir sakinlerinin yardımıyla hiç savaşmadan, kan dökmeden, silahtan çok ikna gücüyle Şam’ı fethetmiştir. Bundan sonra Şam tarihinin en şanlı dönemlerinden birini yaşayacaktır.
        Nureddin Suriye’yi yönetimi altında birleştirmeyi müteakip, sıranın Frenk işgali altındaki büyük şehirleri geri almak için cihat ilan etmede olduğunun farkındadır. Ancak, son zamanlarda tekrar güçlenen Bizans’ın sınırlarda meydana getirdiği tehdit, Nureddin’in gerçekleştirmek istediği geniş yeniden fetih harekâtına girişmesini engellemektedir.
        Batılı şövalyelerin, 1156’da, son Fatımi kalesi Askalan’ı fethetmelerinden bu yana Mısır yolu kendilerine açıktır. Şubat 1162’de Frenklerin başına Foulque’nin ikinci oğlu Amaury geçmiştir. Amaury Mısır’ı fethetmeyi saplantı haline getirmiş ihtiraslı biridir. Nureddin, şiilerin zor durumda olmasına üzülmez ama öte yandan da Mısır’ın tüm zenginlikleri ile Frenklerin eline geçmesini de istemez. Bu yüzden kendisinden yardım isteyen Mısır veziri Şaver’e, Selahaddin’in amcası “aslan” Şirkuh’u göndererek cevap verir. Şirkuh, olağanüstü fiziksel cesarete sahip, askerlerinin kendisine hayran olduğu ve bu Mısır seferi ile de çarpıcı kurmay yetenekleri ön plana çıkan bir komutandır.
        Şirkuh bir aldatmaca ile Frenk kontrolündeki topraklardan geçerek Mısır’a varır. Bir yıldırım harekâtıyla Mısır’ı ele geçirir. Şirkuh’un bu seferi askeri verimlilik açısından bir model olma özelliği taşır. Çok kısa bir sürede, hemen hiç kayıp vermeden ve Amaury’yi de faka bastırarak Mısır’ı fethetmiştir. Şaver bu sefer de Suriye ordusuna güvenemez ve Amaury’den yardım ister. Amaury’nin yaklaşmasıyla Şirkuh Mısır’ın doğu kapısı Bilbeys’e çekilir. Nureddin de Mısır’daki durumu görünce Frenklere büyük çaplı bir sefer düzenleyerek onları Mısır’dan çekilmek zorunda bırakır. Toplam altı ay süren bu seferin gerçek galibi de böylece Şaver olur. Daha sonra Şirkuh’dan korkan Şaver, Amaury ile uzun süreli bir ittifak da yapar. Şirkuh’un ordusu ile el-Babeyn Köyü yakınlarında karşılaşan müttefikler ağır bir yenilgiye uğrarlar. Şirkuh yine beklenmedik bir hamle ile İskenderiye’yi ele geçirir ve buranın komutasını genç Selahaddin’e bırakır. Nihayet Şirkuh ve Amaury, mücadelelerinin sadece Şaver’e yaradığını anlarlar ve anlaşarak ülkelerine geri dönerler. Amaury toplamda Mısır’a beş kez sefer düzenler ve beş kez başarısız olur. Ocak 1169’da Selahaddin Şaver’i pusuya düşürür ve halifenin yazılı onayı ile onu kendi elleri ile öldürür. Şirkuh Mısır valisi olur. Ancak iki ay sonra Şirkuh da vefat eder. Fatımi Halifesi El-Adid, deneyimsiz ve genç olduğunu düşünerek Nureddin’den Selahaddin’i vezir olarak atamasını teklif eder ve bu teklifi kabul edilir. Ancak daha 1169’un sonuna gelmeden Selahaddin Mısır’ın tartışmasız tek hakimi olmayı başarır. Selahaddin bundan sonra Nureddin’e hep mesafeli davranır. Suriye melikinin Şii Halifeliği’nin ortadan kaldırılmasına yönelik dayatmalarına boyun eğerek, El-Adid’in hastalıktan öleceği bir dönemde Mısır’ın yönetimine resmen el koyar. Artık Selahaddin o zamana dek sahip olmadığı siyasi bir boyut kazanır. Nureddin ile olan ihtilafı daha da belirgin hale gelir. Tam da Mısır’ı Selahaddin’den almaya yönelik bir sefer hazırlığı içerisinde olduğu bir dönemde, Nureddin ölür. Bundan sonra Selahaddin, Nureddin’in bir rakibi olmaktan çok onun devamcısı olarak görülecektir.
        Selahaddin, Nureddin gibi halife olmayı hakettiğini göstermek kaygısıyla, onunla aynı amaçların peşinde koştuğunu göstermeye çalışır. Kudüs’ü geri almayı hedefler. Gerçekten de Selahaddin İslam dünyasına saldıranların üzerine Nureddin’den daha acımasız bir şekilde gidecektir.
        Selahaddin, 1174’te Orta Suriye’de Şam’a kadar ilerlemiştir. Ancak Şam direnir. Selahaddin ise müslümanlarla doğrudan ihtilafa düşmekten kaçınmaya çok dikkat etmektedir. Şam Emiri es-Salih, Haşşaşinlerden yardım ister. Haşşaşinler suikast girişimlerinde bulunsalar da başarılı olmazlar. 1181’de es-Salih zehirlenerek öldürülünce Mısır ile Suriye arasındaki gerginlik de durulur. 1183’de Selahaddin törenle Halep’e girer. Artık Suriye ile Mısır, Eyyubi hükümdarının tartışılmaz otoritesi altında fiilen birleşmiştir.
        1180’de Şam ile Kudüs arasında, bölgede serbest mal ve insan dolaşımını güvence altına alan bir anlaşma imzalanmıştır. Ancak, özellikle Renaud adlı şövalyenin başını çektiği bir kısım Frenkler bu anlaşmayı sıklıkla bozarlar. Sultan Selahaddin uygun zamanı kollar. Frenklerin kendi içi kavgalarına da katılır ve çeşitli ittifaklar yapar. Ancak bir yandan da dalga dalga müslümanları cihada çağırır. Artık yeteri kadar güçlenmiş olan Müslüman ordusunun Frenkler ile bir meydan savaşına tutuşması gerekmektedir. Selahaddin bunun için bir tuzak hazırlar. Önce Taberiye kalesini işgal eder, sonrada kalenin içerisinde Raymond’un eşi olan kontesi bir avuç asker ile kapandığı yeri kuşatır. Frenkler buraya derhal bir ordu hazırlar ve gönderirler. Frenkler intikal planlarına göre bir günlük yürüyüş mesafesi katedilecek ve Hittin’e vardığında Taberiye Gölü’nden su ihtiyaçları temin edebilecektir.  Ancak Selahaddin yol boyunca onları yavaşlatan akınlar düzenler. Hedeflerine vardıklarında da su kaynağına ulaşmak için Selahaddin’in askerleri ile savaşmak zorunda olduklarını görürler. Frenklerin geri çekilme yolları da kesilir. Yapılan savaşta Selahaddin belirleyici bir zafer kazanır.
        Hittin Savaşı’nın ardından bu kadar güçlü bir orduyu toplamışken Selahaddin durmaz. Civardaki küçük kaleleri ele geçirmeyi emirlerine verir. Selahaddin ise Trablusşam Kontluğu’na kadar ilerler. Sur şehrini almak için vakit kaybetmemeyi hesaplayan Selahaddin Askalan ve Gazze’yi de alarak Kudüs’e kadar dayanır. Teslim olma teklifini olumsuz cevap alan Selahaddin, tüm birliklerini Kudüs çevresinde toplar ve 2 Ekim 1187 Cuma günü, Miraç Kandili’ne rastgelen bir günde, Selahaddin törenle Kudüs’e girer.
        Ancak bu şanlı zaferde Sur şehrinin atlanması bir stratejik hatayı da beraberinde getirmektedir. Çünkü fethedilen şehirlerdeki Frenkler buraya akın ederek bu şehri fethedilemeyecek kadar güçlendirmektedir. Batıdan gelen Frenkler de burayı bir kıyıbaşı olarak kullandılar. 1189 Eylülü’nde Frenk savaşlarının en uzunlarından biri Akka muharebeleri başlar. Akka burun şeklide olan bir yarımada üzerinde kuruludur. Frenkler burada Müslümanları bir yay şeklinde sıkıştırır. Ancak, bu yay giderek kalınlaşmaktadır. Savaşın kızıştığı günlerden birinde Selahaddin Almanların Kralı İmparator Friedrich Barbarossa’nın iki yüz ila iki yüz altmış bin askerle Konstantinapolis’e yaklaştığı haberini alır. Tüm İslam alemini cihada çağıran Selahaddin’in imdadına yine talihi yetişir. Barbarossa Toros dağlarında girdiği bir çayda boğulur. Akka’da uzayan durum ise yavaş yavaş bir geçici uzlaşma halini alır. Öte yandan Akka garnizonunun erzak durumu iyi değildir. Nisan 1191’de Fransız kralı Philippe Auguste ve müteakiben Haziran’da Aslan Yürekli Richard, Akka yakınlarında karaya çıkar. 11 Temmuz 1191’de de Akka düşer.
        Selahaddin Haçlı ordusunun Filistin sahilini ele geçirmesini engelleyemeyeceğini, hele de bu orduyu imha edemeyeceğini anlamıştır. Niyeti artık onları Kudüs’ten uzak tutmaktır. Selahaddin ile bir türlü karşılaşamayan Kral Richard, siyasi oyunlarla Müslüman dünyasını bölmeye çalışmış ancak ondan daha da usta olan Selahaddin oyunların hepsini tersine çevirmeyi başarmıştır. Zaman Selahaddin’den yana idi. Hâlbuki kralların geride dönmek için sabırsızlandıkları bir krallıkları mevcuttu. Selahaddin’in stratejisini krala gönderdiği bir cevapta açıklamaktadır:
“Krala de ki, Askalan konusunda taviz vermeyeceğim. Kışı bu memlekette geçirme tasarısına gelince; bunun zaten kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum, çünkü ele geçirdiği toprakları o gider gitmez geri alacağımızı biliyor. Hatta belki o gitmeden bile geri alabiliriz. Henüz ömrünün baharındayken ve yaşamın tüm zevklerinden istifade edebilecekken, kışı burada, ailesine ve ülkesine iki aylık mesafede geçirmeyi gerçekten istiyor mu? Bana sorarsanız, ben kışı, sonra yazı, sonra bir başka kışı ve bir başka yazı burada geçirebilirim, çünkü burası benim memleketim, bakmakla yükümlü olduğum çocuklarımın ve yakınlarımın arasındayım ve yaz için bir ordum, kış için başka bir ordum var. Hayatın zevklerini artık pek umursamayan yaşlı bir adamım ben. Allah zaferi ikimizden birine nasip edinceye kadar, böyle oturup bekleyeceğim.”
        Bu söylemlerden etkilenen Richard beş yıllık bir anlaşma imzalar ve ülkesine geri döner. Frenklerin ellerinde bundan böyle Arap âlemine tehdit olabilecek devletler değil, sadece belli yerleşim yerleri bulunacaktır. Selahaddin ise daha elli yaşında hayata veda eder.
        Selahaddin’in ardından 9 yıllık bir veraset kavgası yaşanır ve kardeşi el-Adil üstün gelir. Onun döneminde Arap âlemi bir barış ve hoşgörü dönemi yaşar. El-Adil uyanık bir devlet adamıdır. Venediklilerle anlaşarak Mısır ve Suriye’ye haçlı dalgalarını geçirmemelerini sağlar. Ancak tam bu esnada, 1202’de Venedik ile daha önceden anlaşmış bulunan Frenk ordusu gelir. Venedik Dukası usta bir manevrayla bu orduyu kendi emelleri için kullanmaya başlar. Böylece el-Adil ile olan anlaşmasına da sadık kalır. 1203’de Venedik donanması Konstantinapolis’e varır. Frenklerin Bizans’ı sömürüsü tam elli yedi yıl sürecektir. Zaten artık Suriye sahillerinin bir çekiciliği kalmamıştır. Bu şartlarda Suriye Frenkleri de barış döneminin uzamasına yönelik olarak çalışmakta ve barış anlaşmalarının sürelerini uzatmaktadır. Roma’da ise savaşın yeniden başlatılması istenmektedir. 1210 yılında Akka’nın başına batıdan getirilen Jean de Brienne geçer. Uzun bir hazırlık döneminden sonra Nisan 1218’de yeni Frenk istilası başlar ve uzlaşma yanlısı el-Adil hayal kırıklığına uğrar. Hedef Mısır’dır. Ancak Nil’i dev zincirlerle kapatan Müslümanlar üç ay bu harekete engel olurlar. El-Adil bu sıralarda geçirdiği bir kalp krizi ile vefat eder. Onun ardından bir veraset savaşı olmaz ancak Frenkler de durdurlamaz. Tahta geçen el-Kamil, Frenklere Mısır’dan çıkmaları karşılığında Kudüs’ü ve gerçek haçı vermeyi bile teklif eder. Ama Frenkler bunu kabul etmezler, çünkü II.Friedrich komutasında bir ordu daha gelecek diye beklemektedirler. Nil nehrinin kabarmasından faydalanan ve geri çekilme yollarını nehrin setlerini yıkarak kesen Mısırlılar, Frenkleri yeni şartlar ile bir barışa zorlarlar. Bu anlaşmaya uygun olarak Frenkler işgal ettikleri yerleri teslim ederler ve ülkelerine geri dönerler.
        El-Kamil, daha sonra II.Friedrich’in hoş görülü ve Müslümanlara sempati duyan tavrını öğrenir. Onunla dostluk ilişkileri kurar. Mısır ve Suriye arasında bir tampon devlet kurmayı planlayan el-Kamil, II.Friedrich’i Kudüs’ü almaya teşvik eder. Bir oldu bitti ile 1229’da Kudüs II.Friedrich’e teslim edilir. Buna en şiddetli tepki Şam’ın meliki en-Nasır’dan gelir. El-Kamil’e açıkça savaş ilan edilir. Kasım 1239’da,  en-Nasır, bir baskınla Kudüs’ü ele geçirir. Bu olay tüm Arap dünyasında bir sevinç patlamasına sebep olur. Ancak şehrin savunulmaz bir durumda olması sebebiyle elinde tutmaya çalışmaz ve el-Kamil’in ölümünden sonra veraset savaşında Frenklerin ittifakını kazanmak maksadıyla,1243’te, onların şehir üzerindeki haklarını resmen tanır.
        Bu dönemde doğudan gelen yeni bir tehlike belirir: Cengiz Han. Aslında İslam topraklarına ilk Moğol baskısı, Frenklerin 1218-1221 yılları arasında Mısır’ı istila etmesiyle aynı döneme denk gelir. Cengiz Han’ın 1227’de ölmesiyle bu baskı bir kaç sene için gevşer.
        1247 yılında Fransa Kralı IX. Louis Mısır’a karşı bir sefer düzenler. Bu sırada Mısır’ın başında el-Kamil’in oğlu Eyyub bulunmaktadır. Frenklerin başarıları karşısında Eyyub, Louis’e babası gibi Kudüs’ü teklif eder ancak teklifi kabul görmez. Eyyub da direnmeye karar verir. Karargâhını Mansure’ye taşıtır. Frenkler bu şehrin kapılarına dayandığı bir zamanda Eyyub ölür. Eyyub’un cariyesi, Ermeni asıllı güzel ve kurnaz Şeceretüddür, akıllıca bir hamle ile Eyyub’un ölümünü gizler. Şubat 1250’de bir ihanet sonucu Frenk ordusu aniden şehre girmeyi başarır ve tam bu başarılarının meyvelerini toplayacaklarken Memluk Türkleri yetişir. Memlukler sokak sokak dağılmış olan Frenkleri kılıçtan geçirirler. Frenkleri mağlup etmelerinden üç hafta sonra Memlukler, Okçu Baybars’ın emir komutasında bir darbe düzenlerler ve son Eyyubi sultanı Turanşah’ı öldürerek üç yüz yıllık bir süre için iktidara geçmelerini sağlayacak devrimi gerçekleştirirler. Şeceretüddür, Memlük komutanlarından Aybek ile evlenir ve Aybek böylece sultan ilan edilir. Artık Frenk istilacılara karşı tavırda bir setleşme de belirginleşmeye başlayacaktır.
        1251’den itibaren Cengiz Han’ın oğullarından Hulagu, İslam’ın en itibarlı başkentlerine karşı topyekün yok etme savaşına başlar. İlk hedef Bağdat’tır. 10 Şubat 1258’de Bağdat düşer ve halkı acımadan katledilir. Akka Frenkleri hariç Doğulu Frenkler ve Ermeniler Hulagu ile ittifak kurarlar. Ocak 1260’da Halep düşer. 1 Mart 1260’da Şam alınır.  Hulagu Kahire’ye koşulsuz boyun eğmesini bildiren elçiler yollar. Elçiler dinlenir ve boyunları derhal vurulur. Memlukların da şakası yoktur. Aybek’in ölümünden sonra yerine geçen oğlu ufukta beliren savaşın sorumluluğunu taşıyacak karakterde gözükmemektedir. Türk asıllı bir asker Kutuz vatansever bir darbe ile iktidarı ele geçirir. Ülke hemen savaş haline geçer. Temmuz 1260’da güçlü Mısır ordusu düşmanı karşılamak için Filistin’e girer. Ancak bu sırada Moğol hakanı Möngke öldüğü için Hulagu veraset savaşlarına katılmak maksadıyla Asya’ya gitmiştir. Moğol ordusu büyük bölümünü böylece yitirince Kutuz onları Gazze’de yener. Ardından Şam’a yönelir. Moğol yönetici Kitguba’yı Ayn Câlût adındaki köyde tuzağa düşürür. Moğol süvarileri kılıçtan geçirilir. 8 Eylül akşamı Memluk süvarileri Şam’a kurtarıcı olarak girerler. Müteakiben Ekim 1260’da Antakya ve Ermenistan’a Moğollara destek verdikleri için bir misilleme seferi başlatılır. Bu esnada Kutuz bir darbe ile Baybars tarafından öldürülür. Artık yeni sultan Baybars’tır. Bu kanlı ve imansız subay büyük bir devlet adamı olduğunu hızla gösterecek ve Arap dünyasında gerçek bir rönesansın mimarı olacaktır.
        Kutuz’un ölümü ile duraksayan misilleme seferi 1261’in sonunda gerçekleştirilir. Ermeni Krallığı bu seferden sonra bir daha belini doğrultamaz. Antakya da dört gün içerisinde düşer. 1271’de Doğu Frenklerine saldırı başlatır. Mart ayında Selahaddin’in bile boyun eğdiremediği Hısn’ül Ekrad düşer. Bu dönemde gerçekleşen Moğol akınları da püskürtülür. 1277’de Baybars zehirlenerek öldüğünde Doğu’daki Frenk toprakları tespih tanesi gibi dizilmiş ve her yandan Memluk İmparatorluğu’nun toprakları tarafından kuşatılmış sahil şehirlerinden ibaret kalmıştır.
        Mart 1289’da, Memluk Sultanı Kalavun, Suriye’deki Frenk şehirlerinin birer köprübaşı olarak kullanılma olasılığı ve Batılı Frenklerin Moğollarla ittifak girişimlerinde bulunmalarını bahane ederek bölgeledeki varlıklarını sonlandırmak maksadıyla yeni bir fetihe başlamaya karar verir. Ancak, Akka Frenklerini diğerlerinde ayrı turar. Batı ile ticari ilişkilerinde Akka’dan faydalanmayı değerlendirmektedir. Akka krallığı ile bir ateşkes antlaşması imzalar. Anlaşmanın korumadığı tüm Frenk topraklarını almayı da kendisine hedef olarak belirler. Bunlardan ilki olan Trablusşam’ı haritadan siler. Memlukların fetihlerinden endişe duyan Akka Kralı Henry, Roma’dan takviye ister ve 1290 yazında gelen heybetli bir donanma gözü dönmüş binlerce Frenk savaşçısını şehre boşaltır. Bu kontrolsüz askerler Akka’daki Müslüman halka eziyet ederler. Kalavun da Memluk Sultanlığı’nın dört bir yanına son bir cihat çağrısı yapar. Ancak 4 Kasım 1290’da hastalanır. Emirlerini oğlu Halil’e biat ettirir ve ondan Frenklere açılacak bu son seferi sonuna kadar sürdüreceğine dair yemin etmesini ister. Halil’in komutasındaki güçlü Müslüman ordusu 17 Haziran 1291’de Akka’yı almayı başarır. Akka, Frenklerce Selahaddin’in elinden alındığı aynı gün ve aynı saatte tam yüzyıl sonra geri alınmıştır. Böylece son Frenkler de Suriye ve sahil bölgelerinden kovulmuş oldular.
        Sonuç olarak Haçlı seferleri İslam’ın ilerleyişini durduracak yerde Müslümanların kendilerini toparlamalarına ve Osmanlı ile de batıya fetih hareketlerine koşmalarına sebep olmuştur. Frenkler açısından bir diğer sonucu da Arapların “rahle-i tedrisi”nden geçmeleri olmuştur. Yunan uygarlığının mirası Batı Avrupa’ya ancak bu uygarlığın tercümanları ve devamcıları olan Araplar aracılığı ile taşınmıştır.
        21’inci yüzyıla gelindiğinde, Arap âleminin siyasi ve dini sorumlularının, Selahaddin’i ve Kudüs’ün geri alınmasını halen söylemlerinde dayanak olarak kullanmaları, İsrail’in yeni bir Haçlı devleti gibi görülmesi, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün üç tümeninden birinin adının Hittin, diğerinin adının da Ayn Câlût olması, Arap Doğusu’nun Batı’yı her zaman doğal bir düşman olarak görmesi, kuşkusuz Haçlı seferlerinin günümüzde etkilerinin halen devam ettiğinin birer göstergeleridir.