17 Mart 2013 Pazar

Barbaros Hayrettin Paşa'nın Hatıraları, Barbaros Hayrettin

16'ncı asır Osmanlı tarihinin önemli kaynaklarından biri olan bu kitap Barbaros Hayrettin Paşa ve kardeşi Oruç Reis’in Midilli adasından çıkıp Cezayir’i nasıl fethettiklerini, denizde ve karada ne çeşit savaşlar yaptıklarını anlatmaktadır.
    Barbaros Hayrettin Paşa, 1473 tarihinde Midilli Adasında doğmuştur. Babası Midilli’ye yerleşmiş olan Türk sipahilerinden Eceova’lı Yakup Bey’dir. Yakup Beyin İshak, Oruç, Hızır ve İlyas adında dört oğlu dünyaya gelmiştir. İshak ile Oruç büyükleri, Hızır ile İlyas da küçükleridir.
    Yakup Bey’in oğulları denizlere açılıp ticaret yapmaya başlarlar. Üç kardeş ticaret maksadıyla denize açılırlar. İshak ise baba yurdunu beklemektedir. Oruç ile İlyas, Şam Trablusu’na gitmek üzere Midilli’den ayrılırlar fakat Rodos Adasının önünden geçerken Rodos gemilerine rastlarlar.  Korsanlarla çetin bir mücadele başlar. İlyas şehit düşer. Oruç da esir edilerek Rodos zindanına hapsedilir. Oruç kısa bir zaman da korsanların elinden kurtulur.
    Hızır Reis ve ağabeyi Oruç Reis, Akdeniz kıyılarına akınlar düzenlerler ve ganimetler elde ederler. Cebre Adası’nı üs olarak kullanan Hızır Reis ve ağabeyi Oruç Reis’in ünü bütün Akdeniz’e yayılır. İki kardeş Tunus Sultanı Muhammed ile anlaşarak Tunus’taki Halku’l-Vad  limanını kullanmaya başlarlar. Hızır ve Oruç, ele geçirdiği ganimetin beşte birini Tunus sultanına verip, kalan malları Tunus pazarında satarlar.
    İki kardeş İspanyol’lara büyük zararlar verdirirler ve birçok Müslüman esiri kurtarırlar.
    Hızır ve Oruç Reis, ele geçirdikleri yüklü bir gemiyi armağan olarak Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim'e gönderirler. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim de onlara verdiği desteğin bir ifadesi olarak armağanlar yollar. Oruç ve Hızır Reis, ağabeyleri İshak'ın da kendilerine katılmasından sonra korsanlıkla yetinmeyip Kuzey Afrika'da toprak edinmeye başlarlar. İspanyollara karşı savaşırlar ve Tenes, Tlemsen ve Oran kentlerini ele geçirerek Cezayir'i denetimlerine alırlar. İspanyollar ertesi yıl Cezayir’i geri almak için Araplarla birleşerek saldırıya geçerler. Bu savaşta İshak ve Oruç öldürülür. Yavuz Sultan Selim, Hızır Reis’i Cezayir beylerbeyliğine atayarak koruması altına alır.
    Barbaros Hayrettin Paşa, İspanyollara karşı hazırlıklarını tamamlayarak onları yenilgiye uğratır, Cezayir’deki hareketlenmeleri bastırır ve sorunları giderir.
    İspanya Kralı, en büyük amiralini ve üstün filosunu baskın için gönderir ancak yapılan muharebede İspanyol filosu imha edilir. Bu duruma hiddetlenen İspanya Kralı, Cenevizli amiral Andrea Doria’yı 30 kadırga ile Barbaros Hayrettin Paşa’yı esir almak için yola çıkarır. Yapılan muharebede düşmanın artçı filosu ele geçirilir.
    21’inci İspanya seferine emir komuta eden  Barbaros Hayrettin Paşa, her seferde binlerce Müslüman erkek, kadın ve çocuğunu Kuzey Afrika’ya getirmiştir.
    Kanuni Sultan Süleyman, İspanya Kralı üzerine bir sefer planlamaktadır ve Barbaros Hayrettin Paşa’yı İstanbul’a çağırır. Barbaros Hayrettin Paşa, yolda karşılaştığı ve ele geçirdiği 18 parçalık İspanyol filosu ile İstanbul’a varır. Kanuni Sultan Süleyman, Barbaros Hayrettin Paşa’yı Kaptan-ı derya yapar.
    Kaptan-ı derya olarak çıktığı ilk seferde Sicilya’dan sonra Sardunya’ya, oradan da Cezayir’e ve Tunus’a gider.Tunus’ta İspanya Kralı’nın 30.000 askeri ve 500 gemisine karşı girişilen muharebe sonucunda Cezayir’e çekilir ve oradan da İstanbul’a döner.
    Ertesi yıl daha güçlü bir donanma ile yeniden Akdenize açılır. İtalya kıyılarını vurur ve Ege Denizi’ndeki Venedik adalarını Osmanlı topraklarına katar.Osmanlının Akdeniz’deki denetimi artması üzerine, Papalık, Venedik, Ceneviz, Malta, İspanya ve Portekiz gemilerinden oluşan bir Haçlı donanması kurulur ve başına Andrea Doria getirilir. Preveze kalesinin yer aldığı Arta Körfezi’nde bulunan Barbaros Hayrettin Paşa, düşmanın 600 gemisi ve 60.000 askeri olan donanmasına karşı 122 gemi ve 20.000 asker ile  28 Eylül 1538 Cumartesi günü Preveze’de büyük bir zafer kazanır.
    Düşmanın birçok bakımdan üstünlüğüne karşılık en mühim üstünlüklerimiz, tüm kadırgalara hakimiyet, aynı dil, birlik ve beraberlik, daha uzun menzilli toplar, leventlerin hafif giyimli ve silahlarının hafif olmasıdır.
    Yapılan çetin muharebelerde düşman haçlı donanmasının yarısı imha edilmiş ve diğer yarısına da zayiat verdirilmiştir. Ertesi yıl Venedik üzerine sefer yapılmış ve Venedik boyun eğmek zorunda kalmıştır.
    İspanya Kralı Karlos, 516 teknesi ve 36.230 askerinden oluşan donanma ile 20 Ekim 1541’de Cezayir’e çıkmıştır. Barbaros Hayrettin Paşa’nın oğlu Hasan Bey’in ise 600 Türk leventi ve 2.000 Arap gönüllü atlısı vardı. Hasan Bey’in yaptığı gece harekatı baskını ile 20.000 düşman askeri ya fırtınada boğulur, ya leventlerin kılıcı altında can verir veya esir düşer. Hasan Bey’e bu zaferden sonra “Gazi” ünvanı verilir. Yapılan muharebede Hasan Bey’in rütbesi sancakbeyi yani tümamiraldir. Bir sancakbeyinin, Avrupa’nın asırlardan beri görmediği en büyük hükümdarı perişan etmesi bütün tarihte çok tesadüf edilen vak’alardan değildir. Kanuni Sultan Süleyman, Hasan Bey’e Beylerbeyilik ve paşalık payesi verir.
    Diğer taraftan İspanya Kralı’nın aylarca kiliseden çıkmadığı ve hatta kederinden öldüğü söylenir.
    Barbaros Hayrettin Paşa, hatıralarına böylece son verir. Barbaros Hayrettin Paşa bundan sonra 1543-44 Fransa seferine çıkmıştır ki, hatıralarında bu konu yoktur. 4 Temmuz 1546’da 74 yaşlarında İstanbul’da ölmüştür.

Ayaşlı İle Kiracıları, Mehmduh Şevket Esendal

Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan kentleşme ile sosyal yapıda meydana gelen ahlaki bozulma, pansiyon olarak kullanılan bir apartman dairesinde yaşayan insanları konu alarak bir roman şeklinde gözler önüne serilmiştir.
    Cumhuriyet’in ilk yıllarının Ankara’sında, bir köy beyinin oğlu olan ve eşkıyalıktan otelciliğe kadar her işi yapmış olan Ayaşlı İbrahim Efendi (Ayaşlı), dokuz odalı bir apartman dairesini devletten kiralar. Ayaşlı, Ankara’ya görevleri gereği gelen memurlara, işadamlarına, davalarını takip etmek isteyenlere ve rahat bir yaşam sürmek için bu şehri bir tür kazanç kapısı sayan insanlara bu apartman katını oda oda kiraya vermektedir. Dolayısıyla, bu apartman katında kadın, erkek, genç, yaşlı, evli, bekâr birçok toplumsal kesim ve yerden insanlar yaşamaktadır. Pansiyon olarak nitelendirilebilecek bu mekânda, Ayaşlı’nın yanı sıra eski bir çiftlik sahibi olan yaşlı Hasan Bey, eski konsoloslardan Şefik Bey, kendini fabrikatör olarak tanıtan İskender, bir devlet dairesinde memur olarak çalışan Hâki ile kumarbaz eşi Turan, tüccar Abdülkerim ile karısı İffet Hanım, Ayaşlı’nın üvey kızı Faika ile kocası şoför Fuat, davasını takip etmeye gelen Hüseyin Bey, Ayaşlı’nın oğlu ve harita fotoğrafçısı Kasım Arif gibi kişiler bir araya gelir.
    Görevi dolayısıyla Ankara’ya gelen bir banka memuru(Yazar), başka bir yere tayin edilen arkadaşının kaldığı odayı Ayaşlı’dan kiralar. Bu memur, burada yaşadıkları ile tanık olduklarını anlatırken okuyucuya adını vermemektedir. Yazar, apartmana taşındığında ilk olarak hizmetçi Halide’yle tanışır. Yazar’a eşyalarını düzenlemesinde yardımcı olan Halide, genel olarak kendi çalışma koşullarından ve tanıdığı insanlardan söz eder. Ertesi günün sabahında Yazar, ortak kullanılan mutfakta, pansiyonda yaşayan Faika, kocası Fuat ve kaynanasıyla karşılaşır. Sohbet havasında geçen konuşmaların arasında Yazar, hizmetçi Halide’den odaların birinde yaşayan Hasan Bey’in kendisini görmek istediğini öğrenir. Önce kim olduğunu çıkaramayan Yazar, Halide’nin betimlemeleri sonucunda bu kişinin hemşerisi Hasan Bey olduğunu anlar. Bir gün sonra bir araya gelen Yazar ile Hasan Bey bir tanıdıkla karşılaşmanın sevincini yaşar ve geçmiş günlerden konuşmaya başlarlar. Hasan Bey, mübadeleden sonra kendisine Samsun’da yer verildiğini, ancak bu yerin sonradan Ayvalık olarak değiştirildiğini, bunun da henüz kesinleşmediğini söyler. Bu arada, kızı Selime’yi evlendirdikleri adamın ummadıkları kadar “sarhoş çıktığını” ve bu yüzden üç hafta sonra kızlarını boşadıklarını ve şimdi kızının Ayvalık’ta yaşlı bir kadınla oturduğunu anlatır. Selime’nin nişanlılık dönemini yakından bilen Yazar, o günlerde Hasan Bey’i uyarmış, ancak Hasan Bey kendisini dikkate almamıştır.
    Bir sabah baygın olarak yerde bulunan hizmetçi Halide’nin bir kış boyunca kendisine bakan, Maliye’de çalışan Rasim’den hamile kaldığı anlaşılır. Yazar’ın arkadaşı olan Doktor Fahri’nin muayenesinde ortaya çıkan bu durum, Halide’nin kürtaj olmak istemesine yol açar. Fakat Yazar ile arkadaşı, Halide’nin bebeği doğurması için ısrar eder.
    Bir gün işten dönen Yazar, Halide’nin Şefik Bey’i dövmeye kalktığını öğrenir.
    Daha önce Halide’ye çamaşırlarını yıkatan Şefik Bey, iki gömleğinin parçalandığını ve bir çorabının kaybolduğunu söylemektedir. Bu anlaşmazlığın üstüne, Şefik Bey, gelen misafirlerini daha iyi ağırlamak için Halide’den bir masa örtüsü istemiştir. Halide de, üst katta oturan Yahudi bir kadının hizmetçisinden bir örtü almış, ancak örtü yanmış ve üzerine şarap dökülmüş bir hâlde sahibine geri verilmiştir. Aynı gün içinde Halide, Yahudi kadının hizmetçisini işten atmaya kalkıştığını öğrenir ve Şefik Bey’e koşar. Şefik Bey, bu duruma aldırmaz ve yanan örtünün parasını vermek istemez. Bunun üzerine Halide, Şefik Bey’i dövmeye kalkar. Pansiyondakiler, Şefik Bey’i Halide’nin elinden zor kurtarır. Akşam işten dönen Yazar, bu durumu öğrenince yanan örtünün parasını verir.
    Apartmanın sekiz numaralı odasında tüccar Abdülkerim ile karısı İffet oturmaktadır. Bu çiftin bir de küçük çocukları vardır. İffet, Faika ile kaynanasının yol göstermesiyle kılık-kıyafetine, yaşayışına gün geçtikçe daha çok özen göstermeye başlar. Ancak, Turhan Mukimüddin adındaki çocukları, gittikçe baş edilmez, huzursuz ve yaramaz olur. Pansiyonda yaşayan diğer kişiler de, bu çocuğun gece yarılarına kadar devam eden ağlamalarına alışmaya çalışmaktadırlar.
    Kısa bir süre sonra, altı numaralı odaya İskender adında bir fabrikatör taşınır.
    İskender, buraya yerleşince, herkesin gönlünü alacak bir şeyler yapmaya başlar. Kimine hediyeler alır, kimine iş bulacağına dair sözler verir, kimine de siyasetle ilgili Rusça gazeteler okur. Diğer odalarda yaşayanlar, İskender sayesinde apartmanın sekiz numaralı odasında kalan, adları Hâki ve Turan olan karıkoca ile tanışır. Memur olan Hâki ile kumarı meslek hâline getirmiş genç ve güzel karısı Turan yüzünden, diğer odalarda yaşayanların hayatlarında önemli değişimler meydana gelir. Her gece kumar ve tavla partileri düzenlenmeye, içki içilmeye, kadın-erkek ilişkilerinin niteliği değişmeye, insanların birbirlerine olan güvenleri kırılmaya, haksızlık, fırsatçılık, rekabet gibi ilişkiler ortaya çıkmaya başlar. Yaşamları değişen insanlar arasında en son Yazar, o da Ayaşlı’nın üvey kızı Faika’nın ısrarı üzerine, Turan’la tanışır. Tanıştıkları ilk anda Turan’dan ürken Yazar, bir süre sonra kadının cazibesine kapılır ve cinsel ilişki yaşamaya başlarlar.
    Halide, sonunda Yazar’ın ve doktor arkadaşı Fahri’nin dayatmalarıyla çocuğunu doğurmaya karar verir ve pansiyondan ayrılır. Yerine Raife adında dedikoducu bir hizmetçi kadın gelir. Bu kadın, önce kızını, sonra akraba ve komşularını iş istemek için Yazar’a göndermeye başlar. Yazar, bu insanlara bu tür ayrıcalıklar göstermeyeceğini anlatır ve Raife’ye çıkışır.
    Bu arada, pansiyonda yüksek kumar partileri düzenlenmeye başlar ve bir gece yaşadığı olaydan sonra Yazar, pansiyonda kalmaktan ne kadar bıktığını dile getirir. Söz konusu gecede, pansiyondaki herkes Turan’ın odasında toplanmıştır. Gecenin bir saatinde hatırlı iki kişi kapıyı vurmadan odaya girer. Bu kişilerin gelmesiyle, erkeklerin çoğu odayı terk eder. Odayı terk eden bu erkeklerin arasında Yazar da vardır. Ancak, Yazar, bu insanların pansiyona yalnızca kumar oynamak için gelmediklerini anlar ve hem kendi hem de diğer erkeklerin tutumuna canı sıkılır. Ayrıca, Yazar, elini kolunu sallayan herkesin apartmana rahatça girip çıkmasına kızgınlık duyar ve dış kapının kapalı olup olmadığını sonraki günlerde kontrol etmeye başlar.
    Yazar, işi gereği iki aylığına şehir dışına çıkmak zorunda kalır. Döndüğünde hizmetçi Raife’nin gittiğini ve yerine Ziynet adında genç bir kadının geldiğini görür. Bu kadından, Ayaşlı’nın ayrı yaşadığı karısının bir randevu evi işletmekte olduğunu öğrenir ve bu duruma büyük bir tepki gösterir. Ayrıca, sekiz numaralı odada yaşayan tüccar Abdülkerim’in karısı İffet’in de, Cevat’tan kaptığı hastalık yüzünden hastaneye kaldırıldığını öğrenir.
    Bir gün Turan’ın arkadaşı olan Süsen ile onun kadınlar gibi süse düşkün ressam yeğeni Berin, tanıdıkları olan Cavide’ye bankada boşalacak yer için iş istemeye gelirler. Böylelikle, Yazar’ın yaşamına Cavide adında genç bir kadın girer. Ancak, Cavide iş istememektedir; çünkü, işe girerse istediği gibi bir kocanın kendisini almayacağını düşünmektedir. Böylece, Yazar’a iki günde bir gelen Cavide, onunla sohbetlere başlar. Yazar, Cavide’nin kendisini iyi bir koca olarak düşündüğünü hisseder; yine de, odada Cavide’nin yanına bir kez bile oturmaz. Bu mesafeli ilişki, insanların onlar hakkında dedikodu yapmasını engellemez ve bunu farklı yerlerden gelen haberlerle öğrenen Yazar, bir arkadaşının aracılığıyla Cavide’ye İstanbul’daki bir elişi atölyesinde iş bulur. Böylece, Yazar, hakkında çıkan dedikodulardan kurtulur. Fakat, bir yandan da Cavide’nin bu işe çok sevinmesine ve kendisini bu kadar kolay bırakmasına içerler.
    Bir süre sonra, Hasan Bey’e inme iner ve hastaneye kaldırılır. Hasan Bey’in Ayvalık’ta yaşayan kızı Selime’ye haber verilir. Bu şekilde Selime ile tanışan Yazar, genç kadından etkilenir, ancak ona âşık olduğunu, Hasan Bey’in ölümünden sonra Selime, Ayvalık’a döndüğünde anlar. Selime’nin gitmesi, Yazar’ı hem anlamsız bir biçimde kızdırır, hem de Hasan Bey’in vasiyeti gereği Selime’ye karşı sorumluluğunu yerine getiremediğine üzülür. Yazar, Selime’ye kalması için ısrar etmiş, fakat Selime, Yazar’ın bir başka kadınla evlenmek üzere olduğunu düşündüğünden Ayvalık’a geri dönmek istemiştir. Selime’nin, Yazar’ın evleneceği konusundaki düşüncesi, Yazar ile Fahri arasında geçen bir konuşmadan kaynaklanır. Bu olaylar gelişirken Turan pansiyondan ayrılır ve kendisine bir ev tutarak kumar partilerine orada devam eder.
    Ayaşlı, Turan’ın başka bir yerde çokça para kazanmasını kıskanmakta, bu yüzden İffet’in odasında kumar partileri düzenlemektedir. Ancak, İffet’in, Turan’ın odasına gelen Cevat’tan cinsel yolla bulaşan bir hastalık kapması, bu kumar partilerinin Ayaşlı’nın istediği gibi yürümemesine neden olur. Ayrıca Faika, metresiyle yaşamayı seçen ve arada para almaya pansiyona gelen kocası Fuat’la sık sık kavga etmektedir.
    Bir gece odasına dönmeyen Şefik Bey, Ayaşlı’nın meraklanmasına neden olur.
    Daha sonra, kafası gövdesinden ayrılmış bir biçimde bulunan bir cesedi gören Yazar, cesedin parmaklarındaki tütün lekelerinden bu kişinin Şefik Bey olduğunu teşhis eder.
    Yazar’ın yakın arkadaşı olan Doktor Fahri, Yazar’ın da büyük desteğiyle banka müdürünün yeğeni olan Melek’le evlenmeye karar verir ve Yazar, kızı istemeye Müdür’ün yanına gider; o akşam Fahri ile Melek için bir kutlama yapılır. Bu arada, Yazar, Selime’nin yaşadığı yerde çalışan bir meslektaşına bir mektup yazar ve durumunun nasıl olduğunu öğrenmeye çalışır. Bunun üzerine Selime, Yazar’a bir telgraf çeker ve yanına gelip gelemeyeceğini sorar. Yazar, meslektaşına yazdığı mektubun Selime tarafından okunduğunu anlar ve hemen gelmesini söyler. Selime, Ankara’ya geldikten bir süre sonra Yazar’la evlenir. Pansiyonda yaşayanlar ise, dört bir yana dağılır: Uyuşturucu kaçakçılığına adı karışan İskender hapse girer, Abdülkerim, karısı ve çocuğunu bırakarak yeni yapılmış bir apartmanda kendine ev tutar, karısı İffet hastaneye kaldırılır, Ayaşlı, Faika’yı da yanına alarak bir eve taşınır ve bu apartman katını devletten yeniden kiralamaktan vazgeçer. Yazar, balayına gitmeden önce eşyalarını almak için son kez apartmana uğrar; hüzünle karışık bir duyguyla odaları tek tek gezer.

Askerin Oğlu, Cengiz Aytmatov

Askerin Oğlu, Cengiz Aytmatov, Savaş nedeniyle ölen babasını hiç görmeyen beş yaşında Avalbek isimli çocuğu anlatmaktadır.      
Yazar hikayesinde koyun kırpma zamanı koyunların kırpıldığı bir ağılda, makasçı yardımcısı olarak çalışan, Ceyengül isimli kadının beş yaşındaki oğlu Tavalbek’i anlatıyor.  Kocasını bir savaşta kaybettiği ve oğluna bakacak kimsesi olmadığı için buraya Ceyengül, Tavalbek ile birlikte gelmişti. Tavelbek akşama kadar bu ağılda makasçılar, çobanlar, çoban köpekleri arasında ağzı yüzü kir içinde  koşturuyordu.
Bir gün ağılda çalışılırken film makinesini getirildi. Hava kararmaya başlayınca savaş filmi gösterilmeye başlandı. Filimde silahlar patlıyor, aydınlatma fişekleri atılıyor, askerler yerlerinden ileriye fırlıyordu. Tabii bunlar annesiyle birlikte en geride yün balyalarının üzerinde oturan Tavelbek’in daha önce hiç görmediği için hoşuna gidiyordu.  Sinema makinesinin çıtırtıları arasında savaş sürüp gidiyordu. Seyircilerin yüzleri gerilmişti. Tanklar onların üzerine doğru ateş edince, annesi içini çekiyor, bazen de titreyerek oğlunun göğsüne bastırıyordu. Yanlarında oturan kadın kendi kendine şöyle mırıldanıyordu.”Aman Tanrım, şuna bakın! Aman Tanrım.”
Savaşan insanların öyle tuhaf yere düşüşleri vardı ki! Tıpkı oyun oynayan çocukların düşmesi gibi. Çocuk kendisi de düşmesini biliyordu, sanki çelme takmışlar gibi  yuvarlanıverdi. Yere düşünce acı duyardı, ama aldırmazdı. Kalkar kalkmaz gene koşmaya başlardı. Oysa filmdekiler kalkmıyordu, devrildikleri yerde koyu tümsek gibi kımıldamadan uzanıyorlardı.
Savaş sürüyor, film makinesi çatırdıyordu. Perdede topçular görünmüşlerdi şimdi de. Askerler bir tanksavar topunu hedefe yöneltmişler; yaylım ateşi, patlamalar, dumanlar arasından silahlarını ileri sürüyorlardı. İlerideki yamacı aşmaları gerekiyordu önce. Öyle de uzun, geniş bir yamaçtı ki burası; perdenin yarısını kaplıyordu. Yamaca üst üste düşen gülleler arasından beş altı asker toplarını götürmeye çalışıyordu. Onların yürüyüşlerinde, yüzlerinde insana gurur veren, acı veren, korkunç ve yüce bir olayın geçeceğini düşündüren bir şey vardı. Bu beş altı kişiyi seyrederken, insanın yüreği küt küt atıyordu. Üstleri başları dökülüyordu askerciklerin. Birisinin görünüşü pek Rus’a benzemiyordu. Annesi olmasa çocuk farkına bile varmazdı. Fakat Ceyengül:
-    Bak, oğlum bu senin baban, dedi.
          O andan sonra asker, çocuğun babası oldu. Artık bütün film onu anlatıyor, babasının çevresinde dolaşıyordu. Çiftlikte çalışan delikanlılar gibi gençti babası da. Orta boyluydu; yuvarlak bir yüzü, fıldır fıldır dönen gözleri vardı. Çamurdan, barut dumanından kararmış yüzünde ışıl ışıl parlıyordu bu gözler. Askercik kedi gibi de çevikti. İşte şimdi topun tekerine bir omzuyla dayanırken aşağıdakiler bağırdı: “ Mermileri getirin. Geride kalmayın!” yeni bir patlamayla sesi  duyulmaz oldu. Küçük Avalbek annesine:
-   Anne,  bu benim babam mı? diye sordu.
Kadın şaşırmıştı.
-    Ne diyorsun? Sus da seyret!
-    Ama babam olduğunu söyledin demin.
-    Ha, evet, baban. Ama konuşma artık, başkalarını rahatsız etme.
   Niçin babası olduğunu söylemişti? Belki de bir şey düşünmeden, dilinin ucuna geldiği için. Ama kocasını anımsayamadığı için de olabilirdi. Çocuk için bu öyle bir sevinçli bir şeydi ki; önceleri tadını tatmadığı, bilmediği bir duyguyla doldu yüreği, asker babasıyla böbürlenmeye başladı. Gerçek babası oradaydı. Çocuklar ne denli kızdırırsa kızdırsınlar, bal gibi babası vardı onun da. Onlar da, çobanlar da görsünlerdi babasını.
    Dağdan dağa dolaşan çobanlar çocuk ruhundan ne anlarlar? Oysa oğlancık onların sürülerini kırpma merkezine getirmelerine yardım eder, köpekleri dalaşırken ayırırdı. Ya çobanlar ne yaparlardı? Sorularıyla çocuğu canından bezdirirdi. Hep aynı sorular.
-    E, delikanlı, adın ne senin bakalım?
-    Avalbek.
-    Kimin oğlusun sen?
-    Toktosun’un oğluyum.
Çobanlar hangi Toktosun olduğunu anlamazlar hemen. Sorularını tekrarlarlar.
-    Toktosun mu? Hangi Toktosun bu?
Çocuk aynı yanıtı üsteler.
    -    Toktosun oğluyum.
Çünkü böyle öğretmişti Annesi.
-    Ha anladım. Desene postanedeki telefoncunun oğlusun sen!
Fakat çocuk direnmektedir.
-    Hayır, ben Toktosun’un oğluyum. Çobanlar durumu yeni kavramaya başlamışlardır.
-    Doğru, Toktosun’un oğlusun sen. Aferin sana, delikanlı! Seni denemek istedik de… Kusura bakma aslanım. Biz yaz kış dağlarda gezeriz. Mantar gibi üreyen çocukların hangi birini tanıyacağız?
Sonra kendi aralarında çocuğun babasını konuşurlardı.” Askere gittiğinde genceciktir, çoğu unutmuştur onu. Neyse ki arkasında bir oğlan bırakmış. Niceleri bekâr gittikleri için adlarını taşıyan kimse kalmamıştır geride” derlerdi onun için.
Annesi kulağına, “ bak bu senin baban,” diye fısıldadığında perdedeki asker, babası oluvermişti. Gerçekten de tıpkı babasının asker giysisiyle çektirdiği resme benziyordu. Bu resmi sonra büyütmüşler, camlı bir çerçeveye takıp asmışlardı.
Avalbek artık filmdeki askere kendi babası gözüyle bakıyor, çocuk yüreğinde, o zamana dek tadına varmadığı bir baba sevgisi dolup taşıyordu. O andan itibaren savaş çocuk için bir eğlence olmaktan çıkmıştı. Savaş ansızın ciddileşmiş; ürkütücü, korkunç bir şey olmuştu. İlk kez bir yakını için korku duyuyordu. Savaş sürüyordu. Hücuma geçen tanklar birden ilerdi görünüverdi. Tırtıllı tekerlekleriyle toprağı çiğneyerek, dönen kulelerinin toplarıyla ateş saçarak pek korkunç bir yürüyüşleri vardı tankların. Kendi askerleri var güçleriyle itiyorlardı topu ileri doğru. Çocuk yerinde duramaz olmuştu. “çabuk baba, çabuk! Tanklar geliyor!” diye bağırmaya başladı. En sonunda topu çekerek fundalıklar arkasına getirdiler, tanklara ateş açtılar. Karşılarında da tanklar ateş püskürüyorlardı. Küçük Avalbek babasının yanında, ateşin ve gümbürtünün tam ortasında düşündü bir an.  Tanklar isabet aldıkça, tırtılları sağa sola saçıldıkça sevinçten deliye dönüyordu. Kendi askerleri topun yanına devrilip düşünce o da kıpırdamadan duruyordu. Sayıları gittikçe azalıyordu askerlerin. Annesi ağlamaya başlamıştı. Sinema makinesi çatırdıyor, savaş sürüyordu. Çarpışma iyice alevlenmişti. Tanklar bir hayli sokulmuşlardı topun yanına. Topun kundağına eğilen babası, sahra telefonuyla bağıra bağıra bir şeyler söylüyordu, ama gürültüden ne söylediği belli olmuyordu. Derken topun yanında bir asker daha vuruldu. Akan kandan toprak koyulaştı. Şimdi topun başında iki kişi kalmışlardı: birisi babası, birisi de başka bir asker. Üst üste birkaç mermi dana düştü. Patlamayla birlikte alev ve duman yükseldi gökyüzüne. Yerden kalkan bir kişi vardı, o da çocuğun babasıydı. Kalkar kalkmaz gene topa doğru atıldı. Topa bir mermi sürerek hedefe çevirdi. Bu onun topu son ateşleyişiydi.  Arkasından perdeyi koyu bir duman kapladı. Babasının topu parça parça olmuştu. Ama o hala sağdı. Yerden yavaş yavaş doğrulduktan sonra, parçalanmış giysilerinden dumanlar çıkarak, tanka doğru yürüdü. El bombası tutuyordu elinde. Son gücünü topladıktan sonra :
-   Dur, geçemezsin buradan! diye bağırarak el bombasını savurdu. Nefretten, acıdan çarpılan yüzüyle perdede bir an öylece katılıp kaldı.
Annesi oğlunun elini o heyecanla nasıl sıktıysa, çocukcağız az kalsın acıdan bağırıyordu. Tam koşup babasının yanına gitmek üzereydi ki, makineli tüfeğin yağdırdığı mermilerden babası bir ağaç gövdesi gibi yere devrildi. Düştüğü yerde bir kez yuvarlandı, kalkmak için çaba sarf etti, fakat, kolları iki yanda yüzükoyun kapaklandı…
Sinema makinesi durdu, savaş da durdu. Birinci bölümün sonuydu bu. Sinema makinisti ışıkları yakarak yeniden filmi sarmaya başladı.
Ağılın içerisi aydınlanınca seyirciler gözlerini kısarak kırpıştırmaya başladılar. Filmdeki savaş dünyasından kendi gerçek dünyalarına dönüyorlardı şimdi. Aynı anda balyaların üstünde oturan çocuk, büyük bir sevinçle ayağa fırladı.
-   Çocuklar, benim babamdı o! Gördünüz mü? Öldürdükleri benim babamdı…
    Kimse böyle bir şey beklemediği için oğlanın dediğinden bir şey anlamamışlardı. Çocuk o sırada perdeye yakın oturan arkadaşlarına doğru sevinç çığlıkları atarak koşmaya başladı. Onların ne diyecekleri önemliydi onun için. Ağılın içine garip sessizlik çökmüştü. Daha önce babasını hiç görmemiş olan bu küçük adamın sevincindeki anlamsızlığı kavrayamamışlardı. Buna nasıl bir anlam vereceklerini bilemedikleri için, omuz silkerek şaşkın şaşkın bakınıyorlardı.
    Ölen askerin oğlu babasını anlatıyordu:
    - Gördünüz değil mi, babamı ?... Öldürdüler onu!
    Karşılarındaki sustukça, çocukcağız daha coşuyor, anlatıyordu. Yalnız anlamadığı bir şey vardı: ne diye onun gibi sevinmiyorlar, babasını övmüyorlardı?
Büyüklerden biri öfkeli “ cık- cık” lar çekti:
-Cık-cık! Öyle şeyler söyleme!
Bir başkası buna karşı durdu:
-söylese ne olur? Babası cephede öldü. Doğru söylüyor çocuk.
Okula giden başka bir çocuk, ilk kez gerçeği açıkladı küçük oğlanın yüzüne karşı:
- ne bağırıp duruyorsun öyle? Baban değil o senin. Artist o, artist! İstersen sinemacı amcaya sor!
Büyük çocuklar, küçük oğlanı güzel, fakat acı düşünden kendileri ayırmak istemedikleri için o işi makiniste bırakmışlardı. Oralı olmayan bu adan geçekleri olduğu gibi makinenin üstüne iyice abanmıştı.
Askerin oğlu durmadan bağırıyordu:
-Hayır, o benim babam! Babam o benim!
Yanındaki çocuk gene sataştı:
-Kimmiş senin baban? Hangisiymiş?
-El bombasıyla tankının üstüne yürüyen asker. Görmedin mi? Şöyle düştü.
Çocuk yere düştü; babasının düşüşünü göstermek için, onun gibi yuvarlandı. Tıpkı babasının yuvarlanışına benzetmişti. Kolları iki yana açılmış bir durumda, yüzükoyun yatıyordu perdenin önünde.
Seyirciler ister istemez gülmeye başladılar. Oysa çocuk ölü gibi yatıyor, hiç gülmüyordu. İçerde gene tuhaf bir sessizlik oldu. Yaşlı bir kadın, çoban oğlanın annesine çıkışmaya başladı:
- Sana ne oluyor, Ceyengül? Ne diye bakmıyordun çocuğa? Bunun üzerine Ceyengül ayağa kalktı, kederli ve sert yüzünden yaşlar süzülerek oğlunun yanına yürüdü. Küçük Avalbek’i yerden kaldırarak:
Çocuğu elinden tutarak ağıldan dışarı çıkardı. İlk kez orada, bir şeyi yitirmenin acısını duydu küçük oğlan. Babasının savaşta ölmesinden dolayı hem üzüldü, hem de büyük bir eziklik duydu. Annesine sarılmak, ağlamak, annesiyle birlikte ağlamak geldi içinden. Fakat susuyordu annesi. Yumruklarını sıkıp göz yaşlarını yutarak sustu. Bir zamanlar savaşta ölen babasının, içinde yaşamaya başladığından haberi yoktu küçük oğlanın.

Altı Şapkalı Düşünme Tekniği, Edward De Bono

Düşünme yeteneklerinden tam olarak tatmin olanlar, düşünmenin tek amacının kendi haklılıklarını kanıtlamak olduğu yanılgısına kapılan insanlardır. Düşünme yeteneği açısından kendilerinin eksiksiz olduğunu düşünen insanlar, düşünmenin yapabilecekleri konusunda sadece sınırlı görüşe sahip kimselerdir. Oysa düşünmenin temel zorluğu karışıklıktır. Bu kitapta yazarın önerdiği sistem çok basittir ve düşünen kişinin her seferinde bir tek şeyi yapmasını sağlar. Böylece kişi duygularını mantığından, yaratıcılığını bilgi birikiminden ayırabilmeyi öğrenir. Yazara göre altı düşünme şapkası bize, düşüncelerimizi bir orkestra şefi gibi yönetme olanağı sağlar. Böylece istenilen zamanda, istenilen düşünce türünün ön plana çıkması sağlanabilir.
           İnsan bazı davranışlara sahip olabilmek için o konuda rol yapar gibi davranmalıdır. Aslında şapka terimi ile anlatılmak istenen şey bilinçli düşünmeden başka bir şey değildir.
           İnsan bir şeye niyet etmeden başarılı olamaz. Önce olmak istediği şeye niyet etmeli ve o bağlamda davranmaya başlamalıdır. İnsan düşünme becerilerini geliştirmek için çeşitli teknikler kullanabilir. Bu altı şapkalı düşünme tekniği de düşünme becerisini geliştirme ile ilgilidir ve yol gösterir.
           Altı düşünme şapkası ile kast edilen rolleri oynamak, insanın vücut sıvılarına da etki ederek harekete geçirmesi ve bunun da düşünmeyi etkilemesi mümkündür. Yazara göre bu altı düşünme şapkası, şartlandırıcı bir dürtü olarak işlev görüp beyinde ki kimyasal dengeyi büyük olasılıkla değiştirebilir.
           Şimdi şapkaların ve sahip oldukları renklerin temsil ettikleri işlevlere gelelim:
           Beyaz şapka: Tarafsız ve objektiftir. Objektif olgular ve rakamlarla ilgilidir. Bilgiyi ele alırken nasıl davranmamız gerektiği konusunda bize yol gösterir. Beyaz şapka düşünmesinin anahtar kuralı hiçbir olgunun olduğundan daha farklı bir şekilde sunulmaya çalışılmamasıdır. Kişisel görüşlerin beyaz şapka altında yeri yoktur. Beyaz şapka düşünmesi önsezi, sezgi, deneyime dayalı yargı, duygu, izlenim ve kişisel görüş gibi değerli şeyleri devre dışı bırakır. Amacı sadece objektif bilgileri almaktır. Beyaz şapka düşünmesi bir disiplin ve bir yöndür. Düşünür, bilgileri sunuş şeklinde daha tarafsız ve daha objektif olmak için çaba gösterir. Birisi sizden beyaz düşünme şapkanızı takmanızı isteyebilir yada siz başkasından onu takmasını isteyebilirsiniz. Beyaz şapkayı takmaya yada çıkarmaya kendi başınıza karar verebilirsiniz. Beyaz, renksizlik; tarafsızlık demektir.
           Kırmızı şapka: Öfke , tutku ve duyguyu çağrıştırır. Kırmızı şapka duygusal bir bakış açısı verir. Kırmızı şapka düşünmesi duygularla, sezgilerle ve düşünmenin akılcı olmayan yönleri ile ilgilidir. Duygular, önseziler ve seziler güçlü ve gerçektirler. Kırmızı şapka bunların varlığını ortaya koyar. Kişisel çıkarlar duygular içinde önemli bir yer tutar. Kırmızı şapka bize duyguların ortaya konulmasını isteme ve onları düşüncenin bir parçası olarak ifade etme izni verir. Kırmızı şapka düşünmesi düşünüre, duygularım budur deme olanağı sağlar. Duyguları düşünmenin bir parçası olarak meşrulaştırır. Aynı şekilde kırmızı şapka başkalarının duygularını araştırma olanağı da sağlar.
           Siyah şapka: Siyah karamsar ve olumsuzdur. Siyah şapka kötümserdir, bir şeyin niçin yapılamayacağını görür. Siyah şapka düşünmesi daima mantıklıdır. Siyah şapka olumsuzdur ama duygusal değildir. Adil olması da beklenemez siyah şapkanın. Siyah şapka mantıklı olumsuzluğa odaklanır. Asla bir fikir tartışması da değildir. Olguların doğruluğu ve konu ile ilgili olup olmadığı beyaz şapka düşünmesi altında ortaya çıkar, ancak doğrulukları siyah şapka altında sorgulanır. Rakamlara ve raporlara karşı çıkmak, siyah şapka düşünmesinin en basit uygulamalarından birisidir. Siyah şapka düşünmesi, ileride ortaya çıkabilecek risklere, tehlikelere, eksikliklere ve potansiyel sorunlara dikkat çeker. Olumlu değerlendirmeler de sarı şapkanın alanına girdiği için yeni fikirlerin ortaya konduğu ortamda sarı şapka daima siyah şapkadan önce takılmalıdır.
           Sarı şapka: Sarı, güneş gibi aydınlık ve olumludur. Sarı şapka iyimserdir, umutla ve olumlu düşünme ile ilgilidir. Kişisel çıkarlar olumlu düşünmenin en güçlü temelidir. Sarı şapka düşünmesi düşünürün kullanmaya karar verdiği bir araçtır. Olumlu görüş, bir fikrin faydalı yönlerini bulmanın sonucu değil, bu faydaları bulmanın yoludur. İyimserlik konusunda anahtar nokta iyimserliği izleyen uygulamaya bakmaktır. Aşırı iyimserlik genellikle başarısızlığa neden olur. Ama her zaman da böyle düşünmemek gerekir. Unutulmamalıdır ki başarılı olanlar, sonuçta başarılı olmayı bekleyenlerdir. Sarı şapka düşünmesinde araştırma ve olumlu spekülasyonlara ağırlık verilir. Bu düşünme biçiminde öne sürülen bir fikrin olası yararları bulunmaya çalışılır. Daha sonra bu yararları destekleyecek gerekçeler bulma yoluna gidilir. Öne sürülen fikre sarı şapka düşünmesi altında mantıksal destek sağlanamazsa başka hiçbir yerde sağlanamaz. Yapıcı ve yaratıcı fikirler sarı şapka düşünmesinin alanına girer. Bir teklif sarı şapka düşünmesi altında değiştirilir, geliştirilir ve güçlendirilir. Bir bakıma siyah şapka düşünmesiyle ortaya çıkarılan hataların düzeltilme alanıdır sarı şapka. Sarı şapka düşünmesi yapıcı ve üreticidir. Sarı şapka düşünmesi tümüyle olumlu coşkuya yer veren kırmızı şapka veya doğrudan yeni fikirler üretilmesine yarayan yeşil şapka ile ilgilenmez.
           Yeşil şapka: Yeşil, çimen, bitki, bereket ve verimli büyüme demektir. Yeşil şapka yaratıcılık ve yeni fikirlerle ilgilidir. Yeşil düşünme şapkası değişim yönünde bilinçli ve yoğun çaba harcamak demektir. Yaratıcılık, olumlu ve iyimser olmaktan daha fazla şeyler içerir. Yeşil şapka düşünmesi, yeni fikirler, yeni yaklaşımlar ve alternatifler talep eder. Düşünme faaliyetlerimizin büyük bir kısmında yargıya varma son derece önemlidir. Yargıya varmadan hiçbir şey yapamayız. Yeşil şapka düşünmesinde yargı terimi yerini hareket terimiyle değiştirmek zorundadır. Yeşil şapka düşüncesiyle bir kişi çılgınca fikirler üretebilir. Birisi hoşunuza gitmeyen bir öneri getirdiğinde siyah şapka takarak o fikri reddetmek yerine, yeşil şapka giyilip o fikir bir kışkırtma olarak ele alınıp, bu tarzda düşünme faaliyeti yapılabilir. Alternatifler aramak yeşil şapka düşünmesinin temel yönüdür.
           Mavi şapka: Mavi serinkanlılığı temsil eder ve aynı zamanda her şeyin üstündeki göğün rengidir. Mavi şapka düşünme sürecinin düzenlenmesi ve kontrolü ile uğraşır. Ayrıca diğer şapkaların da kullanımı ile ilgilidir. Orkestra şefi orkestra için ne yapıyorsa, mavi şapka da düşünme için aynısını yapar. Mavi şapka insanların düşünme faaliyetlerinin programlayıcısıdır. Aynı zamanda mavi şapkayı takarak düşünme adımlarımızın kareografisini de yapabiliriz. Mavi şapka, sadece diğer şapkaların kullanımını düzenlemekle sınırlı olmayıp, önceliklerin değerlendirilmesi yada sınırlamaların ortaya konması gibi düşünmenin diğer yönlerini düzenlemekte de kullanılabilir. Mavi şapkanın işlevlerinden biri de belirli bir konuda düşünmek için bir program tasarlamaktır. Mavi şapka düşünmesi oyunun kurallara uyulmasını sağlar. Mavi şapkanın bu disiplin yönü toplantı başkanının veya bu görev için belirlenmiş kişinin rolü alanına girebilir, ancak yine de herkes konuyla ilgili fikirlerini söylemekte serbesttir. Mavi şapka kontrolün  en önemli görevlerinden birisi de tartışmaları bitirmektir.  
           Ayrıca bu şapka renklerini, üç çift olarak ta düşünebiliriz. Beyaz ve kırmızı; siyah ve sarı; yeşil ve mavi.
           Altı düşünme şapkası kavramının iki ana amacı vardır. İlk amacı, düşünürün her seferinde sadece bir şeyle uğraşmasını sağlayarak düşünme faaliyetini sadeleştirmektir. İkinci ana amacı, gerekli düşünme biçimlerine istenildiği anda geçiş yapmayı sağlamaktır.
           Altı şapka kavramı, ancak insanlar arasında bir tür ortak dil haline geldiğinde verimli olabilir.

27 Şubat 2013 Çarşamba

Ölü Canlar, Nikolay Vasilyeviç Gogol

Rusya’da şehir şehir  dolaşarak toprak sahiplerinden ölmüş köleleri satın alan Çiçikov’un maceralı hayatı.
     Kısa süren yaşamı süresince 19.yüzyıl Rus edebiyatı üzerinde derin izler bırakan Gogol, 1809 yılında Ukrayna’da küçük bir toprak sahibi ailenin çocuğu olarak doğdu. Küçük yaşta babasını yitirdi ve annesi tarafından büyütüldü. Liseyi bitirdikten sonra Saint Petesburg’a gitti, bir süre devlet memurluğu yaptı, Ukrayna folkloru üzerine çalışmaları ile dikkat çekip Petesburg üniversitesinde tarih dersleri vermek için davet edilse de, bu uğraşı yarım kaldı. Gogol’un hayatla barışık olmayan bir kişiliği vardı.
            Roman ve hikayeleri ile bir anda dikkatleri üzerinde topladı. Özellikle “Müfettiş”(1836) oyunu ve “Palto”(1842) hikayesi, Rusya’nın siyasi ve toplumsal meselelerine yönelik eleştirileri entelektüel kesimden ve yakın arkadaşları tarafından yoğun ilgi gördü ve övgü topladı. Müfettiş oyununu Çar da beğenmişti. Oyununun sahnelenmesinden kısa bir süre sonra Rusya’dan ayrılan Gogol Roma’ya yerleşti. Buradan yazdığı yazılarında giderek muhafazakar bir tavır takınması Rusya’daki arkadaşları ile arasının açılmasına yol açtı ve zaten hassas bir dengede duran iç dünyasını iyice alt üst etti. 1852 yılında geçirdiği bir sinir krizi ile en büyük eseri Ölü Canlar’ı yaktı, odasına kapandı ve bir kaç gün içerisinde öldü.
           Ölü Canlar
           Ukrayna asıllı Rus romancısı ve oyun yazarı Nikolay Gogol'un ilk cildini 1842'de tamamladığı ve bitirilememiş romanıdır. Romanın konusu kendisine Puşkin tarafından önerilmiştir. Üç cilt olarak tasarlanan roman aslında Dante'nin İlahi Komedya'sı örnek alınarak yazılmıştır. İlk cilde romanın baş kahramanı Pavel İvanoviç Çiçikov'un kendi çıkarları uğruna yaptığı kötülükler damgasını vurmuştur. Gogol, cehennemi anlattığı bu bölümden sonra cenneti anlatacağı, Çiçikov'un ahlak ve vicdan sahibi olduğunu göstereceği ikinci cildin el yazmalarını geçirdiği bir buhran sonucu yakmıştır. Daha sonra bir kaç kez daha yazmaya çalıştığı bu bölümler sonradan yayımlanmıştır
             Romanın baş kahramanının ismi Pavel İvanoviç Çiçikov’dur. Çiçikov, kasabaları dolaşarak feodal kanunlara göre toprak sahiplerinin malı olan köle köylüleri satın almaktadır. Ancak istediği köylüler çalışmasını iyi bilen ya da sağlıklı olanlar değil, tam aksine ölü olanlardır. Çiçikov son sayımdan sonra ölen köleleri toprak sahiplerinden belirli bir bedel karşılığı kağıt üzerinde satın alarak kendi işçisiymiş gibi göstermeye çalışır. Amacı bin tane ölü can toplamak, kağıt üzerinde canlı görünen bu ölü canlarla zengin bir çiftlik ağası gibi görünmek, bununla birlikte yardım ve teşvik kredilerinden de faydalanmayı planlamaktadır. Çiftlik sahiplerinden ölü canları satın almaya çalışırken kentin bürokratlarıyla da yakın ilişkiler kurmaktadır fakat ölü canlar konusunun hem bürokrasiyi hem ahlak anlayışını alt üst etmesi uzun sürmez ve Çiçikov'un bulaştığı herkes kendini kurtarmaya çalışırken kabak yine Çiçikov'un başında patlar ve hapse atılır. Fakat hapiste uzun süre kalmayarak ilişki kurduğu dostlarının iyiliği sayesinde çıkar ve düzenli bir yaşam kurmak için şehri terk eder.
           Roman tam olarak bitirilemediği için bazı bölümlerinde kopukluklar söz konusudur. Ancak eksik de olsa edebi gücü ve etkisi ile dünya klasikleri arasındadır.
    
    
            Çiçikov; küçük yaşta annesini kaybetmiştir. Babası ise onu, bakması için yaşlı bir akrabasına bırakır. Çiçikov okula başlar, ancak dersleri iyi değildir. Babasının ona bıraktığı tek şey ise hayatta her şeyin para olduğu felsefesidir. Okulda öğretmeninin prensiplerini takip ederek ona göre davranır ve onun gözüne girer, derslerini düzeltir, okulunu başarı ile bitirir. Artık bir delikanlı olmuştur. Tek amacı vardır: Çok çile çekse de zengin olmak. Elindeki diploması ile ancak devlet dairesinde memurluk yapar. Burada müdürü onu hiç sevmemektedir. Ancak bir yolunu bulup valinin evde kalmış kızı ile diyaloğa geçer, sık sık evlerine gidip gelmeye başlar. İşler ilerleyince müdüre “baba” bile demeye başlar. Bu arada müdürü, onu kullanmaya başlamıştır. Bir süre sonra boşalan bir zabıt katipliğine getirilir. Ancak emeline ulaşmıştır. Atamadan sonra müdürün evine gitmemeye ve ona “baba” dememeye başlar.
             Zamanla tüm ilişkisini keser. Rüşvet almaya başlar, para biriktirir, hayatını bir düzene sokar. Ancak bir süre sonra çok sert, rüşvetin ve her türlü haksızlığın, düzensizliğin amansız düşmanı yeni bir müdür gelir. Memurların çoğu işten atılır. Evleri hazineye mal edilir. Çiçikov ise bir türlü kendini müdüre sevdiremez. İş yerinde bulunanların müdürü yönlendirmesiyle çalışmayı sürdüremez ve işten çıkar. Bir süre sonra çok istediği gümrüklerde bir iş bulur. Burada kaçakçılara kök söktürür. Rüşvete aman vermez. En küçük bir rüşveti bile kabul etmez. Bu haliyle de yönetimin gözüne girer ve yükselir. Kaçakçılarla savaşması için gerekli yetkileri kendisine verirler. Artık önünde bir engel kalmamıştır. Kaçakçılardan inanılmaz paralar alır ve servetine servet katar. Ancak Çiçikov’un kaçakçılarla ilişkisini idareye haber verirler. Nazik tavırlar ve konuşmasını bilmesi  sayesinde kendini savunur ve yakasını mahkemeden kurtarır. Artık işsiz biridir. Yeniden yoksulluk günlerine döner ama inancını kaybetmez.
             O günlerde hükümetten borç para almak çok zordur. Çiçikov, çiftlik sahibinin vekili olarak maliyeye başvurur. Çiçikov, memura kölelerden yarısının öldüğünü, bunun sorun yaratıp yaratmayacağını sorar. Memur ise; eğer ölenlerin adının listede sağ olarak gösterilmişse sakıncası olmadığını nasılsa ölenlerin yerine yenilerinin doğduğunu söyler. Bu sözler kafasında inanılmaz fikirler oluşturur. Yeni nüfus sayımından önce ölü can satın alırsa Borç Ödeme Sandığı bu ölenler karşılığında adam başına iki yüz ruble borç para verebilecektir. Çiçikov planını uygulamaya koyar ve oturacak bir yer arıyormuş gibi görünerek Rusya’nın çeşitli yerlerini gezmeye başlar. Tanıştığı insanlarla büyük dostluklar kurar. Böylece yardımlarını kazanır.
           Çiçikov günler sonra Rusya’nın uçsuz bucaksız topraklarında dolaşırken cennet bahçelerini andıran çiftlikten gözünü alamaz ve çiftlik sahibi ile tanışmak için evine gider. Çiftlik sahibi Tentiyetnikov’dur. Okulu bitirdikten sonra bir süre memurluk yapar, müdürünün üstlerine farklı, astlarına farklı davranışı onu çileden çıkarır ve dayanamayıp ona hakaretlerde bulunur. Böylece işine son verilir. Tekrar çiftliğine dönerek aldığı eğitimle köylüsünü eğitip daha fazla verim elde etmek için çabalar. Köylüsüne toprak vererek hem kendisi için hem de çiftlik için çalışmasını sağlar. Onlara mümkün olduğunca iyi davranır, daha fazla boş zaman sağlar. Ancak gün geçtikçe verimin düştüğünü, köylünün davranışının değiştiğini fark eder. Zamanla iyice sıkılır. Her şeyden elini eteğini çeker. İşte tam bu sırada Çiçikov’la tanışır ve bir süre kendisiyle kalmasını ister. Çiçikov bunu kabul ederek tez elden çevre çiftlikleri gezerek çiftlik sahipleri ile tanışır. Ölü canlar satın alır. Tek hayali bir çiftlik sahibi olmaktır. Gittiği yerlerde çiftlik sahiplerinin eğitimli ve işten anlayan insanlar oldukları gözünden kaçmaz. Konuşmaların çoğu Köylünün eğitilmesi ve bilimsel yöntemlerle tarımın geliştirilmesi üzerinedir.
          Bu arada Çiçikov ölü can almaya devam eder. Ancak bunları yaşıyor gibi göstermeyi de unutmaz. Çiçikov bu yolculuktan çok karlı çıkmıştır. 300 bin Ruble kadar para biriktirmiştir. Ancak yaptığı kanunsuz işler maliye memurlarına, valiye ve hatta prense kadar gitmiştir. Prens tarafından hapse atılır. Arkadaşı Murazov ona yardım edeceğini söyler ancak bunun karşılığı olarak bütün kötü alışkanlıklarından vazgeçmesini ister. Çiçikov isteği kabul eder. Prens ise hiç istemediği halde Murazov’u kıramaz ve Çiçikov’u serbest bırakır. Bundan sonra herkesin dolandırıcı, sahtekar olarak bildiği Çiçikov değişmiş, iyi bir vatandaş olmuştur.  Ancak tüm ülkeyi saran bir hastalık gibi rüşvet, ahlaksızlık ve dolandırıcılık almış başını gitmiştir.

        Romanda, Gogol toplumun sosyal ve ekonomik dengesizliklerini kendi üslubu içinde mizahi olarak eleştirmektedir. Toprak sahibi burjuva kesiminin köle olarak algıladığı ve dışladığı köylü çiftçilere nasıl davrandığını, bürokrasinin ancak rüşvet ve sahtekarlıkla yol aldığını, dürüst çalışanların da bu çarkın içine bir müddet sonra kendilerini girmeye mecbur hissettiklerini bazı satırlarda doğrudan bazı satırlarda ise ima yollu olarak anlatmaktadır.
                     Yazar; hem kendi iç dünyasında yaşadığı sıkıntılar hem de çevresinde görmüş olduğu düzensizlikleri romanına çok güzel bir şekilde yansıttığı görülmektedir. Bunu kitabın kahramanı olan Çiçikov’un davranışlarına aksettirmiştir. Kahramanın başı hiçbir zaman dertten kurtulmaz ve kendisi de iyi vatandaş olmakla yalancı ve sahtekar bir kişilik arasında karar veremez.
                   Yazar Rusya’da  bulunan feodal yapıyı toplumun orta ve alt tabakasını küçümsemesini yadırgar. Bunu da romanda Çiçikov’un toprak sahiplerinden ölü köleleri rahat bir şekilde satın almasıyla dalga geçer.
                   

Tarihimiz ve Biz, İlber Ortaylı

            Osmanlının klasik dönemini, XVIII. ve XIX.asırlardaki toplumsal ve siyasal panoramayı, bugünkü Avrupa’yı var eden koşulları, Türk, Rus ve Japon modernleşme yolculuklarını, kısacası dünya medeniyetinin kökenlerini anlatıyor.

       Tarih yapan milletlerden biri olarak biz Türkler tarih bilincine ne derece sahibiz? Geçmiş belgelerimize ne kadar yakın, ne ölçüde uzağız? Prof. Dr. İlber ORTAYLI derin vukûfiyeti, benzersiz üslubuyla bizi tarihimizle tanıştırıyor, yüzleştiriyor ve tarih yapan bir milleti geçmişiyle buluşturuyor.
             “Tarihimizi okudukça kendimizi daha çok sevecek ve geçmişimize daha çok ısınacağız!”

        Toplumsal bilinci şekillendiren en önemli unsur, geçmiştir. Bu sebepten kimliğin en önemli parçası, en vazgeçilmez unsuru olan tarihi iyi bilmemiz gerekiyor. Uygar milletler, özellikle XVIII. Asırdan itibaren tarih eğitimine son derece önem vermişlerdir. Oysa Türkiye’de tarih bilincinin henüz inşa halinde olduğunu kabul etmeliyiz. “Bizim tarihimiz Cumhuriyet’in kuruluşuyla başlar.” yorumu, bizim tarihsel ve toplumsal kimliğimizin oluşumunu izah edemez. 700 yıllık Osmanlı tarihini görmezlikten gelemeyiz. Fatih’in imparatorluğu, Bosna’dan Doğu Anadolu’ya kadar uzanmakta, Deşt-i Kıpçak ve Ukrayna ovalarına kadar Kırım’ı içermekte; güneye, Suriye sınırına dayanmaktadır. Ondan sonraki 50 yılın içerisinde bu sınır, ikiye katlanır.
        Türkler, arasında üç büyük dine mensup insan vardır. Karaylar Yahudi, Gagavuz Türkleri Ortodoks Hıristiyanlardır. Bizim Çanakkalemiz vardır. Her ülkenin tarihinde böyle zaferler yoktur. Bize Rumeli’yi kaybettiren Balkan Harbi sonrasında gelen muhacirler bugün Türkiye’deki nüfusun en az dörtte birini oluşturuyorlar.
        Türkiye tarihî bir ülkedir, maalesef tarihçi bir ülke değildir. Türkler tarihi yapan uluslardan biridir ama Türkiye tarih bilimine gerekli özeni göstermiş bir ülke değildir. Bunun yanında bu bölgedeki hiçbir kavmin tarihini Türklersiz incelemek mümkün değildir. Türkçe bilmekse, Osmanlıca belgeleri okuyabilmek demektir. Bilim âleminin gözünde Türkçe biliyor sayılmanız için belgeleri okuyabilmeniz gerekir. Eskiden tarih, antropoloji, uluslararası ilişkiler gibi dallarda doçent olmak için Osmanlıca imtihanından geçirilirdi. Ne yazık ki Türkiye’deki sosyal bilimcilerin 70-80 sene önceki metinleri okumamak, bunlarla ilgilenmemek konusunda büyük bir ısrarı var. Aynı şey diğer coğrafyalar için de geçerlidir. Latince bilmeden Macar tarihi çalışılmaz mesela. Ya da orta Yunancayı bilmeden Bizans tarihçisi olunamaz. Bu anlamda ülkemizde ciddi bir filoloji uzmanı eksikliği var. Oysa tarih bilimi, filolojiyle yapılır. Türkiye’de filolojik yanı şiddetle tamamlamak lazımdır, hiç kaçarı yok, yüklü bir filolojik malumatınız olacak ve okuyacaksınız.
        Filoloji bakımından kuvvetli olmayan bir kavim, Batı medeniyetine girmiş değildir. Batı medeniyetini diğer medeniyet çevrelerinden tefrik eden iki vasıf vardır: Bunlardan bir tanesi filoloji, diğeri musikidir. İslam Orta Çağı’nda büyük İslam âlimlerinin çoğu İbranca ve Aramca bilirdi. Mesela ünlü hadis âlimi Buhari, İbranca bilirdi ki İsrailiyat’ı bu sayede tefrik edebilirdi. Yine de tam manasıyla filoloji yapanlar, Batılılardır. Örneğin, XVII. asırda 14 yaşında iki Fransız çocuk, hayatta Türkiye’ye gelmemelerine rağmen Türkçe öğreniyorlar. Gene XIV. Louis devrinin bilim adamlarından biri, Çin metinlerini okuyup içinden Türklerle ilgili bölümleri çıkarıyor. Bir Fransız, Sinoloji[1]çalışıyor, Türklerle ilgili bölümleri ayırıyor; bizse onun yaptığı neşriyatı Hüseyin Cahit tercümesi sayesinde öğreniyoruz. Tarihi komşumuzun bizim hakkımızda yazdıklarını tetkik etmek çabamız yok. Gene mesela Arabica, Persica diye Hafız’ı, Sadi’yi tercüme ediyorlar. Hatta Friedrich Ruckert, İran şairlerini çevirmekle de kalmıyor, çevirisini Almancada aruz vezni kullanarak yapıyor. Oysa Doğu’da hiç kimsenin oturup Titus Livius’u, Vergilius’u, Homeros’u vs. çevirdiği yok. Ta ki Tanzimat dönemi geliyor, Fransızca üzerinden tercüme ediliyor bu metinler. Bir devir ve bir medeniyet düşününüz ki, bir yan da Scubert’ler, Beethoven’ler, bir yanda Ruckert’ler… ve bütün bunlara eşlik eden felsefi birikim. İlginçtir, Engels diyor ki: “Hammer denen Alaman –tabir bu- çıkıp da Osmanlı tarihini yazana kadar bizim diplomatların haberi bile yoktu o medeniyetten, bize bir şey vermediler.”
        Musul konusu ileri sürülüyor ve deniyor ki, “Bizim Musul’da çok yüksek haklarımız var.” Ama ne tür hakları olduğunun farkında bile değiller. Mesela “havass-ı hümayun” dediğimiz imparatorluk hasları vardır. Padişahın özel mülkü görünen şeylerdir bunlar. Onların statüsünü etüt etmeden, ne olduğunu bilmeden kulaktan dolma sözlerle konuşuyoruz.
        Türkiye’de, İnönü Ansiklopedisi ve İslam Ansiklopedisi dışında gerçek anlamda ansiklopedi de yoktur. Çoğu çok hızlı çevrilmiştir, telif edilirken vahim hatalar yapılmıştır. Dolayısıyla ansiklopedilere bakarak tez ileri süremezsiniz.
        “Tarih nasıl yazılır?” dediğinizde genelde söylenen şudur: Osmanlı’daki “vakayiname”ler vardır, bu kronikleri okursunuz. İkincisi, vergi defterlerine bakarsınız. Mahkeme kayıtlarına bakarsınız, toprak kayıtlarına bakarsınız, bu böyle gider. Nihayet denir ki: “mektuplara bakarsınız.” Bizde böyle bir şey maalesef tam anlamıyla söz konusu değildir. Constantin, İstanbul Şehrini bir Seramoni ile kurdu. 13 Mayıs 332 gününe “Uğurlu gün” dendi. Ama Osmanlı Beyliği böyle bir tarih düşünülerek kurulmuş değil. Yalnız kuruluşu betimleyen bazı vakalar var: Bir tanesi, süzeren statüsünde tabi olunan hükümet tarafından gönderilen sancak. 1440’lara kadar bu devletin kroniği, yani olayları günü gününe yazan vakayinamesi yok. Bu devri anlatan kroniklerin hepsi II. Murat ve Fatih Sultan Mehmet devrine ait. “Yahşi fakih”diye, o devirleri görüp sözlü olarak nakleden, bize meçhul bir tarihçi var. Bizans kronikleri epeyce etüt edilmiş vaziyette. Ve tabii Cenova, Venezia gibi İtalyan devletlerinin kayıtları. Osmanlı tarihi bakımından bunların hiçbiri doğru dürüst araştırılmış değil. Vatikan devlet arşivleri (papalığın arşivleri), dünyanın en eski düzenli arşivleridir ve 1135’ten itibaren düzenli ve zengin raporları vardır. Bütün bu kaynakların hepsini incelemek, bir arada değerlendirmek, maalesef Türk tarihçiliğinin iktidarı dâhilinde olmamıştır. Hiç unutmayalım ki, bu kaynakların bundan sonra tarihçiliğimize dâhil olmaması için bir sebep yoktur. Türkiye bunu yapamıyorsa, bunun sebebi nesillerimizin tarih şuurunun eksik olmasıdır.
        Hiçbir Türk tarihçisi o devrin Latincesini öğrenip de gidip o arşivleri okuyup araştırmış değil. Türklerin Dede Korkut Destanı’nın en iyi yazımı bile İtalya’da Vatikan kütüphanelerinde bulundu. Bu, memleketimizin tarih yazımının hazin görüntüsüdür. Osmanlı İmparatorluğu’nu aşağı yukarı 150’nci yahut 140’ıncı kuruluş yıldönümüne kadarki vesikalardan etüt etmekten aciziz. En eski tahrir defterimiz ve en eski kadı sicillerimiz de gene 15’inci asrın 2’nci yarısına aittir. Daha da tuhaf olanı, en eski tahrir defterimiz, bugünkü Türkiye’ye değil, Arnavutluk’a aittir, yani Fatih Sultan Mehmet devrine. Bunu Halil İnalcık neşretmiştir, Halil Hoca’nın böylece Arnavutluk’un milli tarihine yaptığı katkı eşsizdir.
        Zamanımızın Avrupa münevveri de maalesef iyi yetişmiyor. Eski kuşağı, İkinci Cihan Harbi’nden evvelkileri hatırlıyorum. Mesela bizim hocalarımızdan biri daha liseyi bitirdiği zaman, Almanca ve Fransızcanın yanında Yunanca ve Latinceyi de tam biliyordu. Hatta daha dinî ağırlıklı liselerde yetişen bazıları İbranca da öğreniyordu. Arabistanlı Lawrence, Hitit dönemi kazıları, Arab edebiyatı bilgisi dallar yanında İngilizcedeki en iyi Iliada ve Odiseus çevirisini yapmıştır. Neticede bugün Osmanlı tarihçiliği maalesef Şark’ın diğer dallarına göre büyük talihsizlik içindedir.
        Zaman içinde Diyar-ı Rum’a ‘Anadolu’[2] dedik. Balkanlar’a geçtikten sonra, bu sefer Balkanlar’a ‘Rumeli’[3] dedik. Balkan ismi de Türklerin bıraktığı bir coğrafi tabirdir. Bugün bu ismi kaldırmaya çalışıp Balkanlar’a ‘Güneydoğu Avrupa’[4] diyorlar. XII. Asırda insanlar bizim yurdumuza artık Türkiye demektedirler. İtalyan kaynaklarında bunu görüyoruz. XIV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bugünkü Trakya bölgemiz, kuzey Yunanistan, güney Bulgaristan, doğu Sırbistan, Türk devlet idaresi olan Osmanlı’ya katılacaktır. İşte buradan itibaren Avrupa’daki Türkiye diye bir tarihî mesele ortaya çıkmıştır ve bugün de devam etmektedir.
        En son Todor JİVKOV döneminde, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti 300 bin Türk’ü bir anda sınırlarının dışına atmış; Edirne’de sınır kapısının önüne yığarak, ‘Gelin, halkınızı alın’ demiştir. Şüphesiz ki bu tür göç dalgaları devletler için büyük sıkıntı yaratır. Ancak bugün tarihçi gözüyle baktığımızda, Türkiye’nin bu gibi göçleri birçok ülkeye göre daha ustalıkla karşıladığını söyleyebiliriz. XIX. Yüzyılın sonlarında Avrupa’daki Türkiye’nin oluşumu bitmiş, sınırlar artık tespit edilmiştir. Bu tarihten itibaren Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’daki topraklarını geri vermiştir.
        Balkanların her köşesinde Osmanlı izleriyle karşılaşmamız mümkündür. Mesela Bulgaristan’da Mithat Paşa gibi büyük bir valinin varlığını ve icraatını anlarsınız. Osmanlı, askerî bir imparatorluktur. Ama askerî amaçlarla kurduğu tesisler, iktisadî anlamda da önemli olmuştur. Çünkü imparatorluk askerî gelişmeleri ve yeni teknikleri anında uyarlamak zorundaydı, zira yaşamı buna bağlıydı. Devletin temel unsuru Türklerdir, dili Türkçedir, ordusu Türk dilini kullanmayı ve bu karakteri benimsemeyi sürdürmüştür.
        Devşirme dediğimiz sistemle ordunun sadece çekirdek kısmına asker temin edilmiştir. Bürokrasi için de aynı durum geçerlidir. Türk tarihçiler, insanların devşirme usulüyle Türkleştirilmesindeki sürat ve yoğunluğu incelemiş değildir. Bunu daha çok yabancı tarihçiler ve Balkanlılar incelemiştir. Türk evlerine verilerek kendilerine din ve dil öğretilmiş, acemi oğlan olarak yetiştirilmişlerdir. Yönetici olup üst sınıfı teşkil etmek üzere alınanlar ise, Enderun mektebinde, imparatorluğun kültürüne ve ideolojisine göre yetiştirilmişlerdir. Devşirme 2-3 yılda bir yapılır. Sayısı birkaç bin kişi ile sınırlıdır. Bunun da kuralları vardır. Devşirme eminleri, son derece ciddi memurlardır. Seçilecek kişileri, simalarından tanırlar, karakter okurlar. Şehir çocukları devşirilmez. Devşirilenlerin en iyileri Enderun’a kaydırılıp büyük devlet adamları olarak yetiştirilirler. Türk çocukları da bu devşirme kurumunun muhatapları olmuştur. Mesela, Kuzey Afrika’daki dominyonlara gidenler, kul sınıfından Anadolulu çocuklardır, Türklerdir. Bunu götürdükleri kültürel öğelerden biliyoruz.[5]Devşirmeler, alındıkları ordu içinde tamamen merkezî dile, dine ananeye göre yetiştirilirler. Kimse burada Sırplı, Moralı, Bulgar veya Gürcü olarak kalmaz. Ayrıca belirli sınıfların ve bölgelerin insanları devşirilir. Kapadokya yöresi ahalisi inşaat işçiliğinden iyi anladıklarından İstihkâm sınıfı diyebileceğimiz mimarî sınıfı bunlardan devşirilir. Eğer devşirilen çocuk etnik grubunu hatırlıyor, biliyor ve devam ettiriyorsa da bu mesele edilmez.[6]Vezirlerimizden Hıristiyan bir Arnavut olan Ayas paşa çevresini tanımıştır. Devşirme müessesesi için şu husus bilinmelidir: Bu bir dönemdir ve XVII. asrın ortalarında biter.
        Osmanlı ilerleyişi nasıl bir süreçtir? Bu, çağdaş tarihçiler için büyük bir meseledir. Bu konuyu, batı tarihçiliği de halletmiş değildir. Bunun elbette bir sebebi de, yakın ve yaşayan bir tarih olmasıdır. Tarih kesintiye uğramaz; bir sonraki kuşağın hayatında devam eder.
        Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı’daki ilerlemesi üç safhada olmuştur. Birinci safhada anavatanımız kurulmuştur. Sultan II. Murat’ın II. Kosova Savaşı’ndan ve Kosova’daki başarısından sonra Osmanlı Devleti artık yıkılmaz bir imparatorluktur. Türklerin Avrupa’daki hâkimiyetinin çözülüşü açısından, hiç şüphesiz ki II. Viyana Kuşatması sonrası dönem, önemli bir başlangıç noktasıdır. Nihayet XIX. yüzyılın sonundan itibaren, bilhassa Rumeli’deki vatan topraklarının kaybıyla, Türk İmparatorluğu’nun parçalanması süreci başlamış, bu durum gittikçe belirginleştirmiştir.
        Haçlı seferlerinin arkasındaki en hırslı amacı, Akdeniz’in en parlak ve zengin kenti olan İstanbul’dur. Yani Haçlılar Hıristiyan kardeşlerinin başkentine göz diker. En trajik ve utanç vericisi dördüncü Haçlı seferidir. 1204 yılının 12 Nisan’ından itibaren 50 yılı aşan bir süre karanlık bir dönemdir. Şehirde yağmalanmadık eski eser kalmadı, insanların ırzı çiğnendi, kadınlar ve çocuklar öldürülüp sokaklara yığıldı. O gün Doğu medeniyetinin en önemli parçası olan Ayasofya gibi bir mabet bile yağmadan nasibini aldı. İstanbul’dan Batı’ya mukaddes emanetler ve heykeller taşındı. Venedik San Marco Meydanı’ndaki dörtlü tunç heykeller, o günkü yağmada çalınan sanat eserlerindendir. Bu seferle Ortodoks elit şehirden atıldı. İmparator ailesinden Komnenoslar[7], Trabzon’a sığındılar. Bu seferlerde Haçlıların Müslümanlarla ilişkileri kötü olduğu gibi, Hıristiyanlarla da iyi geçinmemişlerdir. Haçlıların geçinebildikleri tek Hıristiyan grup, Lübnan’da yaşayan ve o tarihte Katolik inancına bağlı olmayan Marunîlerdir. Bu yüzden Marunîler Doğu Hıristiyanlarının nefretini kazanmışlardır. Bilindiği üzere bir müddet sonra Lübnan Marunîleri Bat kilisesine tabi olmuştur. Ortodoks dünyasında, Rusya’da ve bu yıkıma maruz kalan Helen dünyasında Haçlılık ve Katolisizm, cahil halka kadar inen bir batı nefreti yaratmıştır. Mesela Yunanlılar, hâlen bu dünyaya soğuk bakarlar. Yunanlı vatandaş ve din adamı, Batı kilisesine karşı şüpheler besler. Bu durum Rusya’da ve Slavlar arasında daha da yaygındır.
        Haçlıların Bizans’a saldırmasından sonra Doğu Ortodoks dünyası artık Batı dünyasına iyi bakmaz. Neticede 1430’ların sonunda toplanan Floransa Konsili’nde Ortodoks âlemini temsil eden Bessarion, birleşmeyi savunur. Fakat Doğulular burada alınan kararı tanımazlar. Çünkü onlar için Katolik; “gaddar, kan içici, barbar” insan demektir. İstanbul’daki ruhbanların ve aristokratların büyük çoğunluğu “Bunlarla mı birleşeceğiz? Biz burada Kardinal mitrası görmektense Türk sarığını tercih ederiz. Bu Batılılar mı bize ekmek vereceklermiş? Onların vereceği ekmektense Türk kılıcı evladır” diyerek karşı çıkarlar. İşte Türkler bu durumdan istifade etmeyi bilmişlerdir. Osmanlı, Katoliklere karşı Ortodoksları himayesine almış, Ermenilerden yana tavır izlemiştir. Fatih’in ilk yaptığı iş, İstanbul’da bir Ermeni Patrikliği ihdas etmek olmuştur. Bundan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilerin ruhanî lideri, ama bilhassa milletbaşı (etnark) İstanbul Ermeni Patriği olmuştur. Avrupa tarihinin en bilge hükümdarı Fatih, Ghennadius’u çağırıp, büyük bir tören ve iltifatla kendisini Roma-Ortodoks Patriği olarak tayin eder. Bütün Ortodoks milletler ve topluluklar kendisine tabi olacaktır.  Bu döneme biz hukuk tarihinde Türk idaresi dönemi (Turkokratia) diyoruz. Kısacası, Türk İmparatorluğu’nun varlığı sebebiyle, İtalya merkezli Roma-Katolik kilisesi ile Ortodoks kilisesinin birleşme ihtimali ortadan kalkmıştır. Bab-ı Âli, din adamlarının ve kilisenin başını tayin ederken, mahallî çevrelerin ve grupların taleplerini dikkate alırdı; aziller konusunda da itirazları göz ardı etmezdi.
        Haçlılık, Müslümanlığın yediği son darbedir ve buradan sonra, Ortadoğu’da yeni bir kuvvet olan Türkler, Haçlı Seferleri’nin yarattığı dağıtıcı ve bozguncu havayı düzeltmek için yeni bir fütuhata ve direnişe geçeceklerdir. XIII. asırdan sonra bütün Ortadoğu’da bir Türk ağırlığı hissedilmeye başlanmıştır. Daha sonra, XV. asırda Granada düşer ve Kurtuba elden çıkar. Bu, Endülüs’teki Müslüman hâkimiyetinin sona ermesi anlamına gelir ki üç dine de mensup insanın birlikte yaşayıp üretebildiği Endülüs’ün elden çıkması, beşeriyetin ortak tarihi bakımından büyük bir kayıptır.
        Osmanlı İmparatorluğunun doğuya doğru ilerlemesinde çok önemli bir rol oynayan iki savaştan biri olan Otlukbeli savaşında, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ı yenen Fatih Sultan Mehmed, Doğu Anadolu bölgesinin bugüne kadar uzanan kaderini çizmiştir. Otlukbeli, iki Türkmen devleti arasında geçmiş bir kavgadır. Ancak hiçbiri Osmanlı’nın karşısında duramamıştır ki bu önemlidir. Memluklular karşısındaki zaferler de aynı şekilde açıklanır.
        Memluk devleti ve askerî yapısı yabana atılmamalıdır. Çünkü Hulagu’nun kan içici fakat ok gibi ordularını, Moğolları durduranlar memluklulardır. Böyle savaşçı bir geleneği olan, Çerkez ve Türk asıllı idarenin hükmettiği bir Mısır devletini, Yavuz Sultan Selim Ridaniye’de ve Mercidabık’ta nasıl ortadan kaldırıyor? Doğrudan doğruya üstün askerî bir teknoloji ile… Unutmayalım ki, Birinci Cihan Harbi’nin çetin günlerinde romantik Kanal Seferi’ne çıkan Cemal Paşa, Sina Çölü’nü, Yavuz Sultan Selim kadar kolay ve kayıpsız geçemedi, çok kayıp verdi. Mevsimi ayarlayamadı; kum fırtınası zamanıydı ve kum gözlükleri olmadığı için askerlerimizin bir kısmı kör oldu, susuzluk çekti. Mısır Seferi, Osmanlı askerî teknolojisinin ama bunun yanında çevre bilgisinin de gelişmişliğini göstermektedir. İran-Osmanlı çatışması, bizim bugünkü İran-Türk gerilimine benzemez. Zira iki tarafta da Türkler yer almaktadır. İran’ı idare edenler, Türkmen Oğuzlardır. Anadolu’ya ve Suriye’ye hükmeden kuvvet, İran’la çatışmak zorundadır. Şah İsmail Türk edebiyatının hürmet edilecek büyüklerinden biridir. Aruz vezniyle tertemiz şiirler yazmıştır. Yavuz Sultan Selim’in şairliğindeyse böyle bir kaygı yoktur. O, İran kültürüyle yetişmiş bir Türk hükümdarı olarak Farsçayı çok sevmektedir. Divanı da öyledir.
        Osmanlı Suriyesi; Filistin’i, Lübnan’ı, Antakya’yı ve Şam’ı içerir. Roma devrinde Antakya, bundan kopuk bir parçadır. Bugün olduğu gibi, Araplar diğer kısımlara “Bilad’uş Şam” derler. Şam demek, sadece Şam vilayeti değildir; Halep dışarıda olmak şartıyla bütün Suriye’dir. Antep ve Urfa, Halep’in ayrılmaz parçalarıdırlar. Nitekim Osmanlı döneminde de, daha önceki imparatorluklar zamanında da Halep ile bu kısım bitişiktir. Bu bölgelerin etnik yapısı çok farklıdır. Tipik Suriye’yi Lübnan ile ve Ürdün’ün bir kısmıyla düşünmek gerekir, bu ayrı bir bölgedir. Bu bölgeler, Türkmenlerin yönetiminin hâkim olduğu bir bölge olup Araplaşma faaliyeti tamamlanamamıştır. Bugünkü Arap siyasî coğrafyası, bu tarihin kültürel realitelerine pek uymaz. Bu sınırlar cetvelle çizilmiş bir yapı söz konusudur. Birinci Cihan Harbi’ne girmeseydik, bu bölgeler daha bir süre bizde kalacaktı. Çünkü Balkanlar’ın aksine, buradaki ulusçuluk o derece örgütlü ve silahlı değildi. Çok ilginçtir, bu bölgeler, merkezi hükümetin politikalarıyla, iktisadî, siyasî, içtimaî sistemleriyle Balkanlar kadar iç içe olmamıştır. Ancak kanuni Sultan Süleyman devrinde ve sonraki asırlarda, burada bir Osmanlı mimarisi görülmeye başlar. Bunu bilmekte fayda vardır.
        Kanuni devrinden niye İmparatorluk diye bahsediyoruz? Çünkü onun devrinde imparatorluğun vasıfları görülür. Kanuni devrinde bütün bir mimari tek elden çıkmış gibidir. Sadece askerleriyle ve kanunlarıyla değil, mimarisi ve sanatıyla da karşımızda bir Osmanlılık vardır. Bu Karlofça’ya kadar devam eder. Tarihi, antlaşmalarla ve harplerle belirleyip bölümlemek, her zaman isabetli değildir. Ama tarihçimiz için bir dönüm noktasıdır diyebiliriz. Osmanlı, hukukî açıdan, uluslararası ilişkiler açısından kendini değiştirir, romanist bir sistem içine girer. Uluslararası alanda devletler sistemine ve Grotius hukuku’na geçmektedir artık. Bu ne Hıristiyan hukuk anlayışıdır ne de Müslüman… Klasik Roma hukuk anlayışının ürünüdür.
        Osmanlı Devleti, Balkanlar’da fethettiği yerlerde köylülerin ve şehirli esnafın vergilerini azalttı. Öncelerde Balkanlar’da bu anlamda bir gelişme yoktu. Osmanlı’nın geçişinden sonra nehirlerin üzerine köprüler[8] yapıldı. Yollara önem verildi. Bu yollar sebebiyle Balkanlar’da ticarette, ziraat ve hayvancılık ürünlerinde gelişme meydana geldi. Bu çok önemli bir şeydir.[9]Anadolu’nun geri kalmasına sebep olsa da, geçen asırlar içerisinde Rumeli’ye daha fazla yatırım yapılmıştır. Bu, XIX. Asırda Balkanlar’daki toprak kaybına kadar böyle devam etmiştir ki bu devir Sultan II. Abdülhamit dönemine rastlar.
        Roma döneminde, Balkanlar’da en önemli alt yapı, Arnavutluk kıyısındaki şehirlerden Selanik’e uzanan kara yoludur. Bu, Romalıların bulduğu esaslı bir çözümdür. Bu sayede, Balkanlar’da, deniz yolunun kuzeyinde kalan kara yolundan ulaşım ve asayiş birlikte sağlanmaktadır. Osmanlı işte bu yolu Edirne üzerinden, Tekirdağ yolundan İstanbul’a kadar getirmiştir. İkinci bir kol ise Balkanlar’dan geçmekte, Makedonya’yı içermektedir. Bu sağ ve sol kollar askerî yollardır.
        Balkanlar’dan Orta Avrupa’ya kadar iktisadî ve idarî bir sistemin kurulması işte bu sayede sağlanabilmiştir. Aynı şey Anadolu için de söz konusudur. Orta Anadolu’dan geçen yollar, bir yandan Doğu Anadolu’dan Tebriz’e, öbür taraftan Haleb, Şam ve Arabistan’a doğru uzanmaktadır.
        Balkan tarihi mevzuu epey sorunludur. Taraflar objektif değildir, kaynaklar kıttır ve bilimsel verilerin incelenmesinden çok, büyük ölçüde spekülâsyonlara dayanır. Başta, yanlış çizilmiş haritalar tarihçileri yanlış yorumlara götürebilmektedir.
        Osmanlılık, Katolisizm karşısında gerileyen Ortodoksluğun desteklenmesidir; Sırplar karşısında eriyip dağlara çekilen Arnavut’ların desteklenmesi ve tekrar Kosova’ya yerleştirilmesi demektir.
        Osmanlılık, vergi ve angaryayla ezilen köylülerin bir dönem için rahat bırakılması demektir.
        Osmanlılık, büyük feodallerin Balkanlar’da ortadan kaldırılıp, küçük feodallerin toplumla bütünleşmesine fırsat tanınması demektir.
        Osmanlılık, İtalyan şehirlerinin kendi aralarındaki Doğu Akdeniz rekabetinden istifade etmektir.
        Osmanlılık, değişik dinlere ve dillere fırsat verilip, bunların birbirine karşı kullanılması demektir.
        İşte bunlar Osmanlı’nın ilerlemesinde çok önemli unsurlar olmuştur.
        Osmanlıların Balkanlar’daki hâkimiyeti yaklaşık beş asra tekabül eder. Osmanlı ve Türklük, 1354’te Edirne’nin alınmasıyla, Rumeli’ye adım atmıştır. Rumeli bundan sonra bir vatan olarak inkişaf etmeye başlamıştır. Selanik iki kere fethedilmiştir. 1912 kışının tatsız bir gününde de bütünüyle Yunan ordularına terk edilmiştir. Şimdi Selanik, Yunanistan’ın bir parçasıdır. Oysa Selanik Yunanlı değildi. Orada Helen unsur, en az olanıydı; hâkim unsur Yahudilerdi.[10] 1912’de Selaniğe giren Yunanlılar önce Yahudi mahallesinde etnik temizliğe başlamışlardır. Rumeli’den çekilme de bize ağır bir bedel ödetmiştir. Bu bakımdan Osmanlı inkişafının tarihini çok iyi bilmek zorundayız. “Nasıl bir coğrafyaya adım attık ve o coğrafyadan nasıl çekildik?” sorusunun cevabı önemli. Çünkü Rumeli hâkimiyeti, Türk tarihinin en çok çarpıtılan kısmıdır. Bunun için Türkler Balkan dillerini, Bizans ve Slav tarihini, bu kültürlerin ve Ortodoks Kilisesi’nin tarihini çok iyi bilmek durumundadırlar. Zira ilk kez, Balkanlarda iki ayrı medeniyet, Doğu ile Batı bir araya gelmiştir. Tarihte belki de bu ilktir.
        Toparlarsak; Balkanlar’daki hâkimiyetimiz, Ortadoğu’daki hâkimiyetimizden daha uzun ömürlü olmuştur. İkincisi, Osmanlı hâkimiyetinin yapısı ve bünyesi Balkanlar’da daha kuvvetlidir. Mesela Osmanlı, Arap ülkelerinin birçoğunda, merkezî idarenin unsurlarını o kadar kuvvetle yerleştirememiştir. Buna karşılık Bulgaristan’da, Makedonya’da, Trakya’da, hatta Orta Yunanistan’da Osmanlı hâkimiyeti çok tipiktir; idarî yapının bütün unsurlarını içermektedir. Bu yüzdendir ki Balkanlar’da Osmanlılığın izleri silinemiyor. Bunun için, çok daha uzun bir zaman vandalca gayretler gerekiyor. Gerçi bu kısmen yapılmaktadır.
        Türk Devleti, XII. asırdan beri sistem dışı dinî hareketler         e son derece kuşkuyla bakmaktadır. Çünkü burada devlet hayatı ön plandadır. Mesela Hurufîler… Ne zaman ki devletin içine sızmaya başlamışlardır, işte o zaman Sadrazam Mahmut Paşa buna dayanamamış, Hurufîleri toplayıp yakmıştır. Bu ceza da İslam’dan hareketle verilmemiş, büyücü olarak değerlendirilip cezalandırılmışlardır. Aslında Sadrazam, eski bir Hıristiyan ve ruhban ailesinden gelmektedir. Hurufîlere karşı uyguladığı sert ceza, herhalde buradan ileri gelmektedir. Din bilginleri, Dürzîleri şiddetle İslam’ın dışında bir inanç grubu olarak değerlendiriyorlar. Ancak, aynı şey Yezidîler ve Nusayrîler için söylenemez, zira devletin şiddetine maruz kalmamışlar. Demek ki devlet, reel siyasî duruma karşı gizli bir yapılanma içine girenlere sert davranmıştır. XIX. Yüzyılda ise, devletle problem yaşamış gruplar görmezlikten gelinir. Mesela Ahmet Cevdet Paşa, Anadolu Alevîliği’nden söz etmez. Bu, daha çok, geçmişte yaşanmış bir yarayı, aile içi bir bölünmeyi örtme çabası olarak okunabilir.
        Hilafete ısrarla sahip çıkanlar, XVII. ve XIX. Yüzyıllar arasındaki padişahlardır. Hilafetten maksat, İslam dünyasında bir öncü olarak algılanmaktır ve Hicaz’ın hâkimi olmak gibi bir niyet, hilafeti önemli kılmış ve XVI. asırda yavuz Selim’in seferleriyle bu gerçekleşmiştir. Doğrusu hac işleri, o günün şartları içinde bugünkü Suudilerden çok daha başarılı bir şekilde yürütülmüştür.
        Şark ve Türk tarihinde evlilik yoluyla toprak genişletme bir istisna dışında pek görülmez. Sultan Murad-ı Hüdavendigâr…[11]Diyebiliriz ki Şark devletleri, Avrupa’nın aksine bilhassa Türk-Osmanlı Devleti fütuhatla büyür, evliliklerle değil. Evliliklerle genişlemenin tipik örneği Avusturya’dır. İspanya’dır. Macaristan’dır.
        XVII. yüzyılda Girit’in alınmasıyla ancak Akdeniz’in doğusu bir Türk gölü haline gelmiştir ki bu hâkimiyet, aşağı yukarı XIX. yüzyılın sonuna (son çeyrek) kadar devam etmiştir. Akdeniz adaları korsan deniz üsleriydi; Osmanlı donanmasının yayılmasını ve deniz ticaretini engelliyorlardı. Bunun için, Akdeniz’in Türk gölü haline gelmesi gibi bir hüküm üzerinde ihtiyatla durmalıyız. Bu Akdeniz gölü, bütün Akdeniz anlamına gelmiyor: Malta, Sicilya, Korsika gibi üsler hiçbir zaman elimizde olmadı.
        XVI. yüzyıl boyunca Avrupa, muntazam daimî ordulara sahip değildir. Avrupa’nın son muntazam daimî ordusu Macar Krallığı’nındır.[12] Ağustos 1526’da Mohaç Meydan Muharebesi’nde, bu devlet ve ordu ortadan kalkmıştır. Mukaddes Roma Germen tacını giyen o büyük Macaristan bir anda yok olmuş yerini Türkler almıştır. Macar tacının üzerinde hak iddia eden Avusturya Büyük Dukalığı ve arkasındaki Alman İmparatorluğu bu konuda Türklerle uzun bir çatışmaya girecektir.
        XVI. yüzyıl boyunca, Orta Avrupa’da hâkim bir kuvvet durumundadır. XVI. yüzyıla geçerken Osmanlı’nın askerî gücü ve teknolojisi henüz üstün durumundadır. Bu hâkimiyeti, ateşli silahları çok iyi kullanan teknolojisiyle gerçekleştirmiştir. Afrika devletleri, o dönemde Osmanlı tarafından yönetildiklerini bile ileri sürmektedirler. Niçin? Çok açıktır. Demek ki İslam dünyası, Türklerin hanedanı ile aynileşmiştir. Bu dönemde Hilafetin Türklere ait olamayacağı Kureyşlilere ait olduğu görüş Arap kaynaklı bir görüştür. Pratikte fazla taraftar bulmamıştır. Çünkü kılıç ve kuvvet Osmanlı’nın elindedir.
        Kanuni sonrası Osmanlı hâlâ üç kıtadadır ve Avrupa devletleri ile ilişkilerde taviz vermeye yanaşmayan bir diplomasiye sahiptir. Osmanlı, Fransa ile Bourbon ve Habsburglu arasındaki kavgayı ustalıkla körüklemektedir. Ayrıca, XVI. yüzyıl Avrupası’nı saran Protestan-Katolik çatışmasında Osmanlı, Protestanlar lehine bir kışkırtıcılık yapmaktadır. Macaristan’ın geniş kısmı olan Erdel’de Lutherci mezhebe hamilik siyaseti izlemektedir. Bu dönemde bloklar arasındaki çatışmayı körüklemek, Osmanlı politikasının şiddetle kullandığı bir tekniktir.
        Osmanlı İmparatorluğu’nu XVI. ve XVII. asır boyunca meşgul eden iki olaydan birisi, Avusturya savaşları; ikincisi de meşhur İran harpleridir. Osmanlı, Sultan III. Mehmet devrinde Tuna’yı aşmış, bugünkü Çekya’nın sınırlarına dayanmıştır. İran harpleri; Osmanlı ordusu için son derece yıpratıcı olmuştur. Çünkü bu savaşlar, çok sorunlu bir coğrafyada cereyan etmiştir. Tarihimizde Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, bilhassa IV. Murat hakikaten zor şartlarda, uzun harpleri, seferleri yürütebilen önemli mareşallerdir. Maalesef bizim tarihimizde, bu hükümdar portreleri yeterince ciddiyetle çizilmiyor. Daha da kötüsü şu: Büyük edebiyatçılar, romancılar bu anlamda tarih çalışmıyorlar. Oysa bu çok önemli tarihî şahsiyetler, edebiyatın o incelmiş diliyle, romanın o derinlikli dünyası içinde verilebilir, tarihî bir şahsiyet olarak portreleri çıkartılabilir. Tarih, tiyatromuz ve sinemamıza yeterince konu olamıyor, istenen derinlikte ve sahihlikte işlenmiyor. Bunun büyük bir eksiklik olduğunu bilmemiz gerekiyor.
        Otuz Yıl Savaşları’ndaki orduların yağmacılığının yaşandığı ortamda, Avrupa’da Türk ilerleyişi daha anlaşılır hale gelir. Çünkü Türk ordusu menzillerinden bir disiplin içinde geçmektedir. Geçtikleri yerleri yağmalamak gibi bir huyları yoktur. Köylüler, Osmanlı ordularının ihtiyaçları için, bir vergi şekli olarak “sürsat” dediğimiz sorumlulukla mal pazarlar. Bunu bölgenin kadınları düzenler. Ayrıca ordunun yanında, bir ordu esnafı takımı yürür; bunlar kayıtlı, defterli, disiplinli ve sorumlu insanlardır. Ordunun disiplini ve konaklayacağı yer bellidir. Güzergâhtaki köprüler ve suyolları tamir edilir. Bizim bugün bilmediğimiz askerî bir teknoloji kullanılır.
        Osmanlı savaş düzeni, padişahın da muharebeye gitmesini öngörüyordu. Padişahın olmadığı yerlerde mutlaka aksaklıklar çıkmıştır. Başkomutanın yetkileri sonsuzdur. Para basma yetkisine bile sahiptirler. Viyana’da taktik ve stratejik hatalar sebebiyle yenilgi kaçınılmaz olmuştur. Başta Osmanlı ordusu geri çekilmeyi (ricat) bilmiyordu. Bunu yani düzenli geri çekilmeyi ancak İstiklal Savaşı yıllarında yapabilmiştir.
        Viyana Kuşatması yıllarında Avusturya, Alman İmparatorluğu’nun bir parçasıdır ve söylendiği gibi bu yüzden tarih boyunca Almanya ile bir dostluğumuz da yoktur. Türk ilerleyişine karşı Avrupa’da propagandist bir edebiyat geliştirilmiştir. Avrupa tarihinde ilk kez el ilanları ve küçük risaleler basılıp dağıtılmıştır. Matbaa, ilk kez Türk ilerlemesine karşı yaygın bir şekilde kullanılmış, adeta kitle iletişim aracına dönüştürülmüştür. “Türkler nasıl çocuk keserler, kadınları nasıl öldürürler, adamları nasıl kesip kızartırlar” gibi uyduruk gravürler kullanılmıştır.
        Anti-Türk edebiyat, Protestanlarda Lutherci bir görüşle başlamıştır. Protestanlar anti-Türklük ve anti-Müslümanlık söylemiyle Katolikleri bastırmışlar; bu üslubun başını da Luther çekmiştir. Unutulmasın ki, Luther anti-semitizmin babasıdır. Luther kadın karşıtı bir din görevlisidir. Almanca konuşulan bölgelerde, müthiş bir anti-Türk edebiyatı yerleşmiş, bir Türk tipi çizilmiştir. XVIII. yüzyıl Avusturya halk resimlerinde görülür. Türk; çok kurnaz, çok zeki, şeytan gibi biridir. İspanyol aslana, İngiliz ve Alman ata, Rus Moskof’u eşeğe, Türk ise tilkiye benzetilir. Daha da ilginci, böyle bir tabloda Türk ile Yunan aynı kişilikte görünürler. Halk kitleleri, Yunan ile Türk’ü ayırt edememektedir. Ortodoks kilisesine atfedilen birtakım unsurlar ve karalamalar Müslümanlık için de söz konusu olmuştur. Müslümanlık Türklük ile bir görülmüştür.
        Viyana Kuşatması, Doğu-Batı arasında onulmaz ayrımlar oluşturmuştur. İşte bu yüzden Batılılaşma konusu son derece zor bir meseledir. Türkiye, Batı karşısında nasıl bir vaziyet alacak, hangi safhalardan geçecek, kültürel değişimini nasıl tamamlayacak? Politik bakımdan bunu nasıl tamamladı? Bu soruların cevaplarını aramalıyız. Batı hukuk sistemine geçiş, aynı dünyada yaşıyor olmanın gerektirdiği uyumluluk şartlarından biridir. Batılı da doğulu da bunu yapmak zorundadır. Özellikle de ticaret bunu gerektirmektedir. Dolayısıyla Osmanlı Batılılaşması kaçınılmaz olmuştur. Bu konuda İslam dünyasının Türkiye’ye karşı geliştirdiği tenkitler asılsızdır, hiçbir geçerliliği yoktur. Türk batılılaşmasını “sömürgeleşme” ve “hainlik” ile yorumlamak ucuz bir yorumdur. Bu şekilde ne yazık ki kitleler, tutarlı bir toplum ve tarih analizinden uzaklaşıyor.
        Bizim topraklarımız, tarih boyunca mültecilerin sığındığı bir yer olmuştur. Macar bağımsızlık hareketinin önderi Ferenc Rakoçi’nin kuvvetleri de bize sığınmıştır, Büyük Petro’dan kaçanlar da. Kars ve Balıkesir civarında Rus köyleri olduğu biliniyor. Batı’dan gelen kadrolar Türkiye’de neler yaptı? Mesela 18 asırdan beri, hasetsen XIX. yüzyılda Macarlar ve 1848 ihtilali esnasında Osmanlı’ya sığınan Polonyalı mülteci kalabalıkların tarihi ayrıntılarıyla incelenmelidir. Mısır Valisi Mehmet Ali paşa’nın oğlu İbrahim Paşa komutasındaki kuvvetlerin Kütahya’ya kadar ilerledikleri zaman Osmanlı kendisine sığınanları geri vermiyor. Sığınmacılar bu fedakârlığı görüyorlar. Bundan olsa gerek, derin bir bağlılık hissi içinde kendilerini bu topraklara adıyorlar ki bunlar, koyu Macar ve Polonya milliyetçileridirler, bunun için Avusturya’ya başkaldırmışlardır. Adeta kendileri için yapılmış fedakârlığı karşılıksız bırakmamak babında Türklük için Müslümanlığı kabul ediyorlar. İşte Osmanlı bu sayede, sayısını bilmediğimiz nitelikli insanlar, modernleşmesinde vazife alacak kalifiye elemanlar bulmuş oluyor. Tesis edilen Macar ve Polonya köyleri modern ziraatı geliştirmiştir. Mesela Mithat Paşa gittiği vilayetlerdeki başarısını bu adamlar borçludur. Bu insanlardan teknisyen olanları, kanalların inşasını idare ediyor, yolları yapıyorlar. Rumeli’den gelen çalışkan ve bilgili muhacir kitleler, demiryolu hattına yerleştirilmekte, Anadolu tahıl ambarı haline gelmektedir. Bu sayede Yunan muharebesinde Türkiye ilk kez kendi ürettiği Anadolu buğdayıyla askerini besleyecektir. Bu sığınmacılar sayesinde Osmanlı birden bir teknotrat sınıfı bulmuştur. Macar ve Polonyalı olan bu insanlar, haritacılıktan topçuluğa, kimyagerlikten ressamlığa kadar Osmanlı cemiyetinin ihtiyacı olan kadroları meydana getirmişlerdir. Bu, Osmanlı için bir talih olmuştur.
        Mültecilerden bir kısmı Müslüman olmuş ama hepsi Osmanlı toplumuna intibak etmişlerdir. Mesela Polonya’dan iltica eden General Jozef Bem, Müslüman olmuş ve Murat Paşa adını almıştır. Generallerden Kosiyevskyi Sefer Paşa adını almıştır. Çok önemli albaylardan biri olan Konstantin Borzecky, Mustafa Celaleddin ismini almıştır ki Nazım Hikmet’in dedesi olan bu zat, sonradan general, yani paşa rütbesiyle Karadağ muharebesinde şehit düşmüştür. İltica etmiş bu insanlar, Osmanlı cemiyetinde yeni bir sınıfın ve yaşam tarzının gelişmesine de ön ayak olmuşlardır. Şair Nigar hanım, Macar Süleyman Paşa’nın kızıdır. Kadınlı-erkekli salon geleneğini geliştirmiştir. Ignacz Kunoş gibi bir Macar Türkolog bile, Nigar Hanım’ın bu yöndeki rolünü ortaya koymaktadır. Medreseden gelme Ahmet Cevdet Paşa’nın kızları –en başta Fatma Aliye Hanım- tıpkı Nigar hanım gibi edebî ve ilmî faaliyetlerin içinde olmuşlardır.
        Türk Batılılaşmasının özelliği, ordunun ve sivil bürokrasinin etrafında gelişmiş olmasıdır. Batılılaşmaya gönüllü girişmiş sivil ve askerî bürokrasi bu süreci temellendirmiştir. Bu mevzuda bize benzeyen iki ülke daha vardır: Uzakdoğu’daki Japonya ve yanı başımızdaki Rusya.
        XVIII. asırdasınız, ordularınız Avusturyalılarla ve Ruslarla kavga ediyor, karşınızdaki ordular modern dönemin kışlalarına, bitişik harp nizamına, topçuluğuna ve mühendisliğine sahip. Bunlarla baş etmeniz ancak bir şekilde mümkün: O ordulardaki mühendisliği, tıp ve cerrahlığı, veterinerliği benimsemeniz yoluyla. O dönemde Osmanlı’da tıp okulu olmasa da tıp ekolü vardır. Mühendislik ise zaten okullaşmıştır. Okullaşan mühendislikle birlikte matematik, trigonometri, sonra fizik kuralları, kimya ve yabancı dil, yabancı dilde okunan eserler ve arkasından aileye yabancı eğitmenler gelmiştir.
        Görülüyor ki XIX. yüzyıl Türk batılılaşması, dışardan, sonradan kendini Türkleştiren bir unsurdan yardım görüyor. Bu önemli bir unsurdur. İkinci unsur; memleket içindeki gayrimüslim cemaatlerin ve milletlerin durumudur. Osmanlı ülkesinde milliyetçilik, çok yönlü, çok düşmanlı, çok çatışmalı olarak devam edecek ve yüz yıl geçmeden bütün ülke bir yangın yerine dönecektir. Yangının, bugün bile söndüğünü iddia etmek kolay değildir. Bu yüzyılda medreseleri iyi değerlendiremedik. Bu kurum gerilemiş ve yerinde sayıyor olsa da orta çağlardan kalma bir geleneğe sahipti. Mesela iyi bir filoloji ve mantık eğitimi veriyordu ki bunun temeli Eski Yunan felsefesine, mantığına dayanıyordu. Ortaçağların Doğusu’nda filolojik metotlar, gramer ve metin tetkikleri son derece gelişmişti. Batılılaşma ile birlikte bu damar epey hasar gördü. Batılılığımızın ve Batı eğitimimizin en büyük zaaf noktası buradadır. Ne Batılılaşmayı savunanlar medreselerin bu tarafını gördüler, ne de medreseler Batı’daki gelişmelerden haberdar oldular. Batıcılar ve medreseliler birbirlerini gırtlaklayarak yollarına devam ettiler. Bu konuda başka türlü duranlar da vardır. Mesela Elmalılı Hamdi (YAZIR) gibi bir ilahiyatçımız bu şekilde Batı dilini öğrenir, Batı tipi bir felsefî yöntemi takip etmeye kalkar ve Kur’an tefsirinde[13] dirayet tefsiri dediğimiz çok etkili yöntemi geliştirir.
        Osmanlı modernleşmesi, sadece Türklerin tarihi açısından değil, bütün dünya tarihi için özgün bir olaydır. Çağdaş Türk aydını, Tanzimat aydınıyla aynı gruptandır. Bugünün Türkçesi, esas itibariyle Tanzimat döneminde oturmuştur. Bürokrat ve edipler sade Türkçe ile yazmaya başlamışlardır. Zira onlar da bugünkü aydınların tartıştığı meseleleri tartışıyorlar; geleneği veya modernleşmeyi savunuyorlardı. Dolayısıyla onları okumak ve bilmek zorundayız.
        Osmanlı’nın klasik yönetim şeması askerî bir hiyerarşiye sahiptir. Beylerbeyi, vilayetlerin başıdır. Merkezde ve sarayda birtakım görevler yine böyle askerî bir hiyerarşi içindedir. Fakat aynı zamanda sadaretin, defterdarlığın, hatta askerî kurumların içinde medreseden gelme insanlar bulunmaktadır. Bu çok enteresan bir yapıdır. 12–13 yaşlarında mahalle mektebinde okuma ve yazmayı söken bir çocuk, doğrudan kaleme çırak olabilmektedir. Böylelikle zeki çocukların, çok genç yaşta devlet memuru olarak yetiştirilmesine başlanmaktadır. Çoğu zaman bu çocuklar fakir bir ailenin içinden gelirler ve tahsillerine ancak bu sayede devam edebilmektedir. Nitekim 1860’ta Tanzimat’ın zeki ve akil adamları Mekteb-i Sultani’yi, bugünkü Galatasaray Lisesi’ni kurdular. Böylelikle Fransızca eğitimin en iyisine, Türkçe de ihmal edilmeden devam edildi.
        XIX. yüzyılda mühendislik okulları, ziraat mektepleri, kız çocukları için mektepler açılmıştır, bugünkü düzeyimizi onlara borçluyuz. O günlerde Türk toplumu kendini yeniliyor ve geliştiriyor, Avrupa ile ticaretini artırıyor. Şark ile de ticaret yapılıyor. Mesela Osmanlı-İran ticaretine bakıldığında, Osmanlı payının daha yüksek olduğu görülecektir. Ordudaki merkeziyetçilik, bir nevi sanayi merkantilizmini meydana getiriyor. Ordunun ihtiyacına yönelik dallarda sanayi inkişaf ediyor. Türkiye sanayinin ve teknolojik bilgisinin esasını teşkil eden askerî fabrikalar; cam, porselen ve kumaş fabrikaları; mesela Safranbolu’da dericilik, birtakım yerlerdeki baruthaneler bu sayede inkişaf ediyor.
        XIX. yüzyıl sanayi ve ekonomisinin en önemli zaaf noktalarından biri, tarıma dayalı olmamasıdır. Arazilerin mülkiyetinin düzenlenmesi ancak 1858 tarihli Arazi Kanunnamesi ile sağlanıyor. Ziraî üretimle sınaî üretim ve planlama at başı gitmemektedir. Ziraata dönük sadece alkol üreticiliği gibi bazı imalathaneler vardır.
        XIX. yüzyılda Sultan Abdülhamit dönemine kadar Osmanlı Devleti’nin henüz merkezî bütçesi yoktur. Bu yüzdendir ki reformlar sürekli yavaşlamış, idareye bile yansımıştır. İflas eden maliye ve kurulan Düyun-ı Umumiye[14]neticesinde, maliye teşkilatı yeniden düzenlenmiştir. Bütün bunlar, modern maliyemizi teşkilatlandıracak bilgileri Düyun-ı Umumiye’de edinen Mehmet Cavid Bey gibi bir seçkin maliyeciyi ortaya çıkarmıştır. İşte bakın: II. Mahmut memurların derecelerini tespit ediyor; orduda, mülkiyede, yani sivil idarede ve ilmiyede bunları birbirine eşitliyor. Fakat maliye henüz bunlara standart maaşlar vermeyi bilmiyor, çünkü maaş verecek durumda değil. Bu iş 100 sene sonrasına, yani II. Meşrutiyet’e kalıyor, Mehmed Cavid Bey Maliye Nazırı oluyor ve bu işi düzenliyor.
        Türkiye’nin XIX. yüzyıldaki Batılılaşması; Rusya’da olduğu gibi, kavgası yapılmamış, teorisi ve ideolojisi kurulmamış bir harekettir. İş ne zaman ki gündelik yaşamımızı düzenlemeye gelmiştir, işte o vakit dananın kuyruğu kopmuştur. Batıcısı, İslamcısı ve milliyetçisi, bir kör dövüşün içinde birbirlerine girmiştir.  Bu da Türk Batılılaşmasının kendine has tarafıdır.
        Bu yüzyılda edebiyat başlamış, romanlar yazılmıştır. İlginçtir, ilk romanı ve ilk oyunu bir Arnavut milliyetçisi (aynı zamanda Türk milliyetçisi) olan Şemsettin Sami (Fraşeri) yazmıştır. Şemsettin Sami Bey, hem de Arnavutçaya hizmet etmiştir. Neticede bir Osmanlı kültürü, Osmanlı kültür adamı ortaya çıkmıştır. Çok dilli bir matbuat dünyası, okuyucu kitlesi doğmuştur. Ahmet Mithat Efendi; “İstanbul insanı sokakta üç dil öğrenir.” diyor.
        Osmanlı’da siyasi muhalefet; kahve ve hamam dedikodularından, yeniçeri ve ulema sohbetlerinden çıkmıştır. Muhalefet ve particilik, bir tür komitacılık faaliyeti olarak başlamıştır. Maalesef particilik, dayatmacı bir zihniyete “Ben olmazsam olmaz. Tek doğru benim” anlayışına dayanmaktadır. Bunun için Türk demokrasisi, XIX. yüzyılda ve XX. yüzyıl başlarında iyi bir başlangıç yapmamış, o dönemden beri hırçın bir gelenek teşekkül etmiştir.
        İmparatorluk, reformlarını, kendi klasik imparatorluk anlayışına göre yapmaktadır. Bugünün tarihçisi bunu anlamıyor. Avrupa tarihçisi ise hiç anlamıyor. Onların Türkiye tasviri herhangi bir Avrupa ülkesine benzemektedir. Oysa bu yanlıştır, oradaki Katolik Alman, Hırvat, Çek ve Macar aralarında çatışırdı. Buna karşı Osmanlı memalikinde Müslüman etnik unsurlar arasında böyle çekişme görülmezdi. İşte bu nedenle yorumlarda metodik bir yanlışlık yapılmaktadır.
        XIV, XV, XVI. asır boyunca kilise, Türklere aleyhinde yoğun bir propaganda yapmıştır. Türkler için korkunç hikâyeler anlatılmıştır. Bunlar matbaa ve tiyatro kanalıyla yayılmıştır. Bugün de benzer önyargılar belli kalıntılarla devam etmektedir. Bu yüzden, Batılı kaynakları da ustalıkla kullanarak Türk tarihini yeniden yorumlamak gerekmektedir.
        Topraklarımızı, Osmanlı Devleti’ni ve onun selefi Selçuki İmparatorluğu’nu, daha çok yabancı seyyahların yazdıklarından öğreniyoruz. Bu seyahat notları önemli kaynaklardandır. Seyyahların 1135’ten itibaren sistematik olarak devam eden, Türkiye’ye dair raporlarını bugün Vatikan arşivlerinde bulmak mümkündür. Venedik ve Cenova arşivleri de, bu gibi bilgileri içermektedir. Sadece XIX. yüzyılda, Osmanlı coğrafyasına yapılan gezilerle ilgili seyahatnamelerin adedi 5000’i geçmektedir. Türkiye üzerine en eski Fransızca-Almanca seyahatnameler, Osmanlı öncesine kadar uzanmaktadır.[15] Şark’ın seyyahlarına gelirsek, Evliya çelebi Seyahatnamesi önemli bir Türkoloji kaynağıdır. Çelebi’nin yazdıkları, incelemekle bitmeyecek bir coğrafya ve kültür kaynağıdır. Evliye Çelebi gibisi daha evvel ve daha sonra ne bizde çıkmıştır ne de Avrupa’da…
O günün hayatı içinde konuşulan dilleri, lehçeleri kaydetmiş gibidir. Çoktan kaybolup gitmiş Kafkas dillerinin bazı izleriyle onun seyahatnamelerinde karşılaşılabilir. Bu yüzden Kafkasyalılar için vazgeçilmez bir kaynak haline gelmiştir. XX. yüzyılın Türk seyyahı ki başlarında Falih Rıfkı Atay gelir, dış dünyaya nasıl bakmıştır? Balkanlar’a, komünist Rusya’ya, faşist İtalya’ya ve o zamanki Britanya Hindistan’ına…
        Bu bakımdan seyahatnamelerin derhal Türkçeye çevrilmesi, çeviri yoluyla kazanılması gerekmektedir. Oysa bizler bunu yapmak bir yana seyahatname yazan, hem de iyisini yazan kendi ecdadımızınkini eski harflerden yenisine aktaramadık. Osmanlı Türklerinin muhteşem tarihi, Avrupa Tarihi’nin oluşumunda vazgeçilmez bir parçadır. Avrupa milletlerinin %80’i bugün Osmanlı tarihini ciddi bir şekilde etüt etmektedir. Bütün Balkanlar ve Orta Avrupa ülkeleri için böyle olduğu gibi, doğrudan Osmanlı hâkimiyetine girmemiş komşu ülkeler için de böyledir. Mesela Avusturya, İtalya ve Polonya da bu tarihin bir parçasıdır. Çünkü tarihleri boyunca, bütün askerî ve dış politikaları ve medeniyetleri bununla temas edip şekillenmiştir. Durum böyleyken, başkaları Osmanlı tarihini sağlıklı bir şekilde okurken, biz bunu yapmamakta, kendi tarihimizi çalışmamaktayız. Bizde iyi bir Osmanlı tarihi yazılmamış, büyük sentezler ortaya konulmamıştır. Bunun yanında, halka indirgenmiş, vülgarize edilmiş bir tarih yazımı da yoktur. Mesela okul kitaplarındaki tarih, ihtiyacı karşılamaktan uzaktır. Oysa keyfiyet bütün uluslar için geçerlidir; tarih ancak okullarda öğrenilebilir. İtiraf etmeliyim, 12 ciltlik Tarih-i Cevdet[16] bugünkü Türkçe Latin harflerine doğru dürüst çevrilememiştir. Yüz sene evvel hayatımızın içinde olan bir dil ile yazılmış bu eseri bugün anlayamıyoruz. Bu çeviriyi yapacak bir yazarımız yok. Fuat KÖPRÜLÜ’yü bile okuyamıyor, dolayısıyla tanımıyoruz. Tamamen yeni harflerle yazmış Ömer Lütfi BARKAN’ı bile tam anlamıyla bilmiyoruz. Halbuki bunlar, üslupları ve metotları itibarıyla modern Türk tarihçiliğinin öncüleridir.
        Türkiye’de ihtisas müzeleri teşkil ettirilmesi son derece önemlidir. Artık elimize geçmiş bulunan, ama aşırı yük sebebiyle Topkapı Sarayı gibi bir yerde teşhir edemeyeceğimiz, Ayvazovskiler’i ve Picassolar’ı koyabileceğimiz bir millî müzeye ihtiyaç vardır. Louvre ve British Museum gibi veya Hermitage Müzesi gibi bir müzemiz yoktur henüz. Bu bir eksikliktir. Bu eksiklik derhal giderilmeli, ihtiyacımız olan müzeler kurulmalıdır.
        Türkler tarih yapan uluslardan biridir. Yerkürede Türklerin adının geçmediği hemen hemen hiçbir kompartıman yoktur. Almanya, Fransa, İspanya, özellikle Orta Avrupa, Rusya ve Ortadoğu tarihini Türksüz okumak mümkün değildir. Türkler hakkında; Çince, Hintçe ve Pahlavi denen eski İran kaynaklarında bilgi vardır. Filoloji ve tarih alanında ortaya konulan düşük icraat ise, Türk milletinin büyük noksanlarından biridir. Tarih yapımında bu kadar aktif olan bir ulus, tarihçilik alanında emeklemektedir. Biz bazılarının telkin ettiği gibi bir mutluluk ve ilerleme safhasından geçmiyoruz. Mücadelenin en derin, yaralı ve sıkıntılı safhasından geçiyoruz. Bunun üstesinden nasıl geleceğimiz konusu beşer tarihinin en önemli meselesidir. Bütün ahlakî sorunlarımız ve toplumsal tahlillerimiz bu eksenin etrafında toplanmaktadır.


[1] Sinoloji; yaklaşık 300 yıllık, bir geçmişe sahip ÇİN Uygarlığını, dili, kültürü, dünü ve bugünüyle araştıran bilim dalıdır. Dünyada Sinoloji araştır-malarının tarihi 16. yüzyıla kadar uzanır. Ülkemizde ise Çin kültürü üzerine araştırmalar Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren başlar. 1935’te kurulan DTCF’nin ilk kürsülerinden biri de Sinoloji’dir. Ardlarında pek fazla yazılı metin bırakmamış İç Asya Türklerinin Tarihi, onların komşuları olan Çin-lilerin tuttuğu kayıtlarda bulunmaktadır. Hunlar, Uygurlar, Göktürkler gibi Türk kavimlerinden bahseden kısımlar bu kaynaklarda bolca bulunur.
[2]Anatolia, bilindiği gibi Yunancada “doğu” demektir.
[3]Rumeli, Roma ülkesi anlamına gelen bir isimlemeydi.
[4]Bize göre niye Güneydoğu Avrupa olsun ki?
[5] Mesela bugün Tunus’ta Milli Kütüphane olan eski kışladaki odaların üstüne “odabaşı” olan zabitlerin lakapları kazınmıştır. Gelenlerin nereli olduğunu ve köklerini buradan öğreniyoruz.
[6]Mesela Vezir-i Azam Sokullu Mehmet Paşa, ailesiyle irtibat kurmuş, kardeşini bir ara Sırp Patriği yaptırmıştır.
[7] Uzun Hasan, bilindiği gibi Trabzon Komnenos hanedanının torunudur. Bizans İmparatorluğu ailesinin, dolayısıyla Gürcü hükümdarlarının kanını taşır. Bu soy, ilerde Şah İsmail’in şahsında etkisini gösterecektir. Şah İsmail, Uzun Hasan ile Erdebilli Şeyhlerin çocuğudur.
[8]Ivo Andriç, “Drina Köprüsü” [Na Drina Cuprija] adlı romanında bunu veciz bir şekilde anlatır.
[9]Ünlü Bulgar tarihçisi Nikolai Todorov, “Balkan Şehri” [Balkanski Gorod] isimli eserinde bunu çok iyi ifade etmektedir.
[10]Bilindiği gibi Osmanlı, İspanya’dan ve Avrupa’nın muhtelif yerlerinden göç eden Yahudi nüfusu Selanik’e yerleştirmiştir.
[11] Sultan Murad, çok akıllı bir politika güder ve Germiyan hükümdarının kızı Devlet Şah Hatun’u oğlu I.Beyazid’e nikâhlatır. Böylece Germiyan Beyliği Osmanlı’ya çeyiz olarak gelir. Bu; Kütahya’nın merkez olduğu, Simav, Emet, tavşanlı gibi civar kazaları içeren geniş ve verimli bir toprak parçasıdır. Fatih Sultan Mehmet, iki kuşak sonrası itibariyle, bu evlilikten dünyaya geliyor ki Osmanlı tarihi açısından bu çok önemlidir. Diyebiliriz ki Osmanlı hanedanına, devlet Şah Hatun ile Yıldırım Beyazid Han, annelik yapmaktadır.
[12]Bunlara “karakartallar” denirdi ki Macar varidatını, hazinesinin kökünü kurutan bir ordudur.
[13]Bu tefsir Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından yaptırılmıştır.
[14]Osmanlı Borçlar İdaresi
[15] Hatta Hans Schiltberger, eserinde Tatarca, yani Kırım Kazan Çağatay Türkçesiyle dualar kaydetmiştir. Bu çok enteresan bir olgudur. Demek ki misyonerler daha o zamandan Türk halklarına yönelik propaganda metinlerini bu halkların kendi dillerinde hazırlamaktadırlar. Bu Vatikan’ın tarihi ve dünyevi konumunun gücünü gösterir.
[16]Ahmet Cevdet Paşa; XIX. asır Türk iyesi’nin, Türk edebiyatı ve hukukçuluğunun dehası ve bizim ilk büyük tarihçimizdir.