26 Nisan 2012 Perşembe

Felatun Bey ile Rakım Efendi, Ahmet Mithat

Felatun Bey ile Rakım Efendi, Ahmet Mithat Efendi, 2004, İstanbul
Lale Devri İstanbul’unun ve XIX’uncu yüzyıl kültür ve anlayışının, birbirine zıt görüşlü iki tip aydının yaşayışları etrafında anlatılması.
    Roman fakir bir ailenin zeki, namuslu, yetim ve çalışkan çocuğu Rakım Efendi ile Avrupa kültürü ile yetişmiş, aslında görgüsüz, hayattan zevk almaktan başka bir şey düşünmeyen Felatun Bey’in hayatlarının karşılaştırılmasını yapmaktadır. Bir çok noktada hayat çizgileri kesişen bu ikiliden, sonuç itibariyle kazanan hep Rakım Efendi’dir.
    Felatun Bey ve kardeşi Mihriban Hanım küçük yaşta annelerini kaybetmiştir. Babasının batı hayranlığından dolayı Felatun Bey Avrupai bir tarzda yetiştirilmiştir. Rakım Efendi ise Tophane’de annesi ve dadısı ile büyümüş fakir bir çocuktur ve geleneksel bir anlayışla yetiştirilmiştir. Felatun Bey gibi Rakım Efendi de Hariciye Kaleminde çalışmaktadır. Rakım Efendi ayrıca özel yazı yazmakta, İngiliz bir ailenin kızlarına da Türkçe dersleri vermektedir.
    Rakım Efendi biriktirdiği para ile bir cariye satın alır. Adını “Canan” koyar ve ona da Türkçe dersi vermeye başlar. Kız çok akıllıdır. Bunu anlayan Rakım Efendi Türkçe’nin yanında piyano ve Fransızca dersleri de görmesi için  her türlü fedakarlıkta bulunur. Fransızca’yı kendisi öğretirken, komşusunun cariyelerinin piyano hocası, Jozefino, parasız olarak Canan’a ders vermeyi kabul eder. Rakım Efendi Canan’a bir piyano satın alır.
    Rakım Efendi terbiyesi, efendiliği ile ders verdiği kızların ailesinin tam güvenini kazanmıştır. Aynı eve gelen Felatun Bey, Rakım Efendi’yi aşağılamak istese de her seferinde kendisi küçük düşer. Rakım Efendi Jozefino’nun da güvenini ve sevgisini kazanmıştır. Olgun bir kadın olan Jozefino Rakım Efendi’nin aklına hep Canan’ı sokmaya çalışmaktadır. Çünkü kendisi Rakım Efendi’yi bir kardeş gibi sevmektedir. Bu arada İngiliz kızlar da yavaş yavaş Rakım Efendi’ye karşı bir yakınlık duymaya başlamışlardır. Bu yakınlık, önce hayranlığa sonra da aşka dönüşür. Rakım Efendi ise alabildiğine saf ve temiz yürekli bir insandır; çevresindeki aşklardan haberi bile yoktur.
    Felatun Bey çapkınlığı yüzünden İngiliz aileden uzaklaşmak zorunda kalır ve  yabancı bir kadınla dost hayatı yaşamaya başlar. Rakım Efendi, onu ikaz etmek istese de Felatun Bey, Rakım Efendi’nin hayattan zevk almasını bilmediğini belirterek uyarılarına kulak vermez.
    Bir gün İngiliz aile  Rakım Efendi’nin evini ziyarete gelir. Kızlar dahil hepsi Canan’a hayran kalırlar. Ancak İngiliz kızlardan Can, biraz da Rakım Efendi’nin Canan’a olan ilgisini hissederek kıskanır ve aşkından  yatağa düşer. Tüm bunlardan habersiz olan Rakım Efendi, Canan’ı nikahı altına almıştır bile.
    İngiliz aile sonunda kızlarının rahatsızlığının sebebini anlar. Rakım Efendi’den yalandan bile olsa Can’la evlenmek istediğini söylemesini isterler. Rakım Efendi kabul eder. Ancak,  bu sefer de Can karşı çıkar, çünkü, Rakım Efendi acıdığı için böyle bir şeye evet demiştir. Felatun Bey ise kumar aleminde her şeyini kaybetmiş ve yabancı sevgilisi tarafından terkedilmiştir. Ama aklı başına gelmiş, Cezayir eyaletinde kaymakamlık görevi atanmıştır. İngiliz ailenin hasta olan kızı Can kendi kendine şifa bulmuş, hızla iyileşmeye başlamıştır. Bu duruma en çok sevinen ise kendisini hastalığın sebebi gören Rakım Efendi olmuştur.
    Bu arada Rakım Efendi’nin cariyesi Canan ile evliliği ilk meyvesini verir. Canan’dan bir çocuğu dünyaya gelecektir.

Fatih–Harbiye, Peyami Safa

 Fatih–Harbiye, Peyami Safa, Ötüken Neşriyat, 2000, İstanbul
 Batılılaşma hareketlerinin Türk toplumundaki etkileri.
Üzerinde en çok tartıştığımız kavramlardan biri de batılılaşmadır. Sosyal hayatımıza girdiği ilk günden bu yana, kavramın olumlu ya da olumsuz yönleri üzerinde çok durulmuş, günümüzde bile durulmaya devam edilmektedir. Özellikle edebî eserlerde batılılaşma kavramı oldukça geniş bir yer tutmakta, batılılaşmanın yanlış anlaşılması veya olumsuzlukları üzerinde durulmaktadır. Bu türler içerisinde hikâye ve romanlarda batılılaşma en çok üzerinde durulan bir konu olmuştur.
Fatih–Harbiye, Peyami Safa'nın Doğu–Batı, alafrangalık, yerlilik, şarklılık, ruh, madde vb. gibi sosyal ve felsefî konuları derinliğine aldığı ilk romanlarından biridir. Kitabın adı olan Fatih–Harbiye, bir tramvay hattının adıdır. Şark ve garp arasında kalan Türk gencini anlatan kitap, 1930'lu yılların başında Türk insanının yaşadığı kimlik problemlerine değinen ve semt olarak Fatih ve Harbiye (Beyoğlu)'yi seçen Peyami Safa’nın toplumsal romanıdır.
Neriman, Fatihli muhafazakâr bir ailenin kızı olarak burada yaşamayı arzu etmemektedir. O, baloların, eğlencelerin, çayların ve hareketli alafranga bir hayatın yaşandığı “Harbiye”de yaşamayı arzu etmektedir. Peyami Safa, bu romanında bir sosyal tenkide yöneldiği gibi, iki zıt kutup (Doğu–Batı) çatışmasını da yansıtmıştır. Bir moda şeklinde o devri saran yanlış batılılaşma hareketi karşısında tavrını açıkça ortaya koymuştur.
Hazırlıksız, kulaktan dolma bilgilerle ve başkalarının yönlendirmesiyle ortaya çıkan Batılılaşma arzusunun gerçekleşmesi mümkün olamaz ana fikri üzerine kurulmuş olan bu romanda Peyami Safa, tipleri uyumlu bir şekilde kullanmıştır. Bir taraftan geleneğe ve geçmişe bağlı bir baba, diğer taraftan, çevresinin etkisiyle batılı olmak arzusuyla yanıp tutuşan bir kız... Bu Neriman’dır.
Eserin başkahramanı olan Neriman, Fatih semtinde oturan ve geleneklerine bağlı Faiz Bey’in tek kızıdır. Anadolu’da birçok memuriyetlerde gezen Faiz Bey, Neriman’ı yedi yaşına kadar saf Türk muhitlerinde büyütmüştür. Fakat İstanbul’a yerleştikten sonra, Neriman’ın akrabalarından, bilhassa büyük dayısının ailesinden aldığı tesirler bambaşkadır. Galatasaray’dan çıkan ve tahsilini Avrupa’da bitiren büyük dayısı ve kızları, Neriman’da garp hayatına karşı incizap uyandırmışlardır. Bu iştiyak, ekseriya Neriman’ın da haberi olmadan, ruhunda gizli gizli yaşamış ve memleketteki asrileşme cereyanlarından gıda almış, fakat ne şuur, ne de irade halinde ortaya çıkmak için fırsat bulamamıştır. “Birçok Türk kızları gibi, Neriman da, ailesinden ve muhitinden karışık bir telkin, iki medeniyetin ayrı ayrı tesirlerinin halitasını yapan muhtelif bir içtimai terbiye almıştı.”(s. 53) Daha ziyade aile içerisinde, “annesi ve babası onu halis bir şarklı itiyatları vermişlerdi.”(s. 53)
Peyami Safa'nın üslup özelliğinin bir gereği olarak, kahramanlarının hâlihazır duruma, nasıl geldiklerinin de mantığını ortaya koymaktadır. Buna örnek olmak üzere, Neriman ve Neriman gibi kızların neden böyle olduklarını şöyle ifade eder: “Lozan sulhundan sonra, resmî Türkiye'nin de kanunla herkese kabul ettirdiği bu asrileşme, Neriman'ın ruhunda gizli gizli yaşayan bu iştiyaka en kuvvetli gıdasını vermişti. Akraba ve arkadaşlarından, örneklerden, gittikçe medenileşen İstanbul'un dekorundan, kitaplardan, resimlerden, tiyatro ve sinemalardan gelen bu telkinler, yeni kanunlarda müeyyidesini bulmuş oluyordu.” (s.53)
Neriman'ın iki medeniyet karşısında kalması ve bir türlü birinden yana tavır alamaması yüzünden, bunalımlar geçirdiği görülür. Kendisi, batılı olma arayışı içinde olmasına rağmen, “Bütün bunlar Neriman'da, anadan babadan gelen tesirleri tamamıyla gidermiş değildi. Genç kız iki ayrı medeniyetin zıt telkinleri altında gizli bir deruni mücadele geçiriyordu.”(s. 53)
Muhafazakâr bir genç olan Şinasi, Neriman’ın en yakın arkadaşıdır. Neriman’ın babası Faiz Bey, Şinasi’yi her yönden beğenir ve Neriman ile evlenmelerini arzu ettiğini her fırsatta belirtir. Neriman lise yıllarında tanıştığı ve yedi yıldır birlikte olduğu dostu Şinasi’yi sever. Birlikte Darülelhan’da musiki dersleri alırlar. Neriman ve Şinasi Darülelhan’a birlikte gidip gelirler. Fakat son zamanlarda Neriman Şinasi’den gittikçe uzaklaşmaya başlar ve Şinasi’den her fırsatta ayrılmak ister. Artık o Şinasi’nin ve herkesin tanıdığı Neriman değildir. Giyim tarzı, zevkleri, arkadaşlarına olan ilgisi, Darülelhan derslerine verdiği önem hızla değişir.
Yukarıda anlattığım durumlardan dolayı, Neriman, içinde yaşadığı evden, bulunduğu çevresinden, okuduğu okuldan nefret eder. Darülelhan'da ud çalan Neriman, bir ara şöyle der: “–Öf... Bu elimdeki ud da sinirime dokunuyor, kıracağım geliyor. Bunu benim elime nereden musallat ettiler? Evdeki hey hey yetmiyormuş gibi bir de Darülelhan... Şu alaturka musikiyi kaldıracaklar mı ne yapacaklar? Yapsalar da ben de kurtulsam. Hep ailenin tesiri babam, şark terbiyesi almış. Ney çalar, akrabam öyle... Darülelhan’dan çıkacağım yahut alafranga kısmına gireceğim... Kendimden nefret ediyorum. Oturduğum mahalle, oturduğum ev, konuştuğum adamlar çoğu sinirime dokunuyor.”(s. 25)  Bu sözleriyle içinde bulunduğu durumu ifade eden Neriman, yaşamak istediği durum ve çevreyi şöyle anlatır: “–Dün Tünel'den Galatasaray'a kadar dükkânlara baktım. Esnaf bile zevk sahibi. İnsan bir bahçede geziniyormuş gibi oluyor. Her camekân bir çiçek gibi. Sonra halkı da bambaşka. Dönüp bakmazlar, yürümesini giyinmesini bilirler. Her şeyi bilirler canım...”(s. 26)
Neriman Doğu medeniyeti ve ona ait her şeyden nefret etmeye başlar; buna karşılık Batı medeniyeti ve ona ait her şey Neriman’a daha çekici, cazibeli gelir. Fatih’teki yaşam tarzından memnun değildir. O Harbiye’deki danslı, hareketli hayata özenir. Bu yüzden İstanbul’da batının etkilerini en çok üstünde yaşayan Beyoğlu semtine karşı aşırı bir sevgi duyar ve her fırsatta evlerinin bulunduğu Fatih’ten tramvaya binerek oraya gezmeye gider. Beyoğlu’na ait her şey Neriman’a çekici gelir, ona göre hayat Beyoğlu’ndadır.
Neriman’ı en temiz duyguları ile seven Şinasi, günden güne değişen Neriman’ın bu haline çok üzülmektedir. Bu arada Neriman Darülelhan derslerini aksatmaya başlar. Konservatuarın Batı müziği bölümünden ve Beyoğlu’ndan tanıştığı zengin aile çocuğu Macit ile arkadaş olur ve ona ilgi duymaya başlar. Macit, Neriman’ın gözünde Batıyı ve medeniliği temsil eden bir gençtir. Macit, Neriman’ı akşamları Maksim’de eğlencelere ve balolara götürür. Bu yüzden Macit’e karşı bir sevgi duyar. Artık Neriman Beyoğlu’na karşı daha büyük bir hayranlık duymaktadır ve ona ait ne varsa daha güzeldir.
Aslında Neriman, geçmişinde böyle değildir. “Siyah saten gömlekli, siyah başörtülü kız, o vakit böyle konuşmazdı. Liseden çıkar ve Süleymaniye'nin köşesinde görünürdü. Yolunda çantası, başı önüne eğilmiş, gözlerinde korku ve dudaklarında tebessüm, Şinasi'nin yaklaştığını görünce korkusu giden ve sevinci artan gözleriyle yere bakar, hafifçe kızarırdı. Sonra yan yana hiç konuşmadan epey yürürler ve buluşmanın ilk zevkini bu sükût içinde daha çok hissederlerdi,”(s. 12)
Fakat Neriman geçmişini hatırlamak istemez. Şinasi’nin:
“–Niçin artık sen dünkü sen değilsin?” (s. 63) sorusuna:
“–Çünkü ben bir Fatih kızı olmak istemiyorum. Anlıyor musun? Böyle yaşamaktan nefret ediyorum, eskilikten nefret ediyorum, yeniyi ve güzeli istiyorum, anlıyor musun? Eski ve yırtık ve pis iğrenç bir elbiseyi üstümden atar gibi bu hayattan ayrılmak, çıkmak istiyorum. İhtiyar adam, bozuk sokak, salaşpur ve gıy gıy, hey hey, ezan, helvacı... Bıktım artık ben başka şeyler istiyorum, başka, bambaşka, anlamıyor musun?”(s. 64) diye cevap verir.
Neriman, Beyoğlu semtinde edindiği arkadaşları yüzünden, sık sık onlarla buluşmak için, Beyoğlu'na gider. Bu durumu önce babası Faiz Bey'i, daha sonra da Şinasi'yi endişelendirmektedir. Ancak, her ikisinin de elinden pek fazla bir şey gelmez. Her ne kadar, Faiz Bey, Neriman'ın Şinasi'yle evlenmesinden sonra düzeleceğine ümit ediyorsa da, Neriman sık sık babasından bu evlenme konusunda süre istemektedir.
Neriman, Beyoğlu'nda edindiği arkadaşlarından Macit vasıtasıyla bir baloya gitmek üzere teklif alır. Artık Neriman'ın kafasındaki tek problem bu baloya gitmek olmuştur. Bu yüzden, babasının gönlünü yapmak gerektiğini bildiği için, ona şirin görünmek için, elinden gelen bütün gayreti göstermeye başlar. Faiz Bey Neriman’a baloya Şinasi ile giderlerse izin verebileceğini ifade eder. Neriman baloya Şinasi ile birlikte gitmek istemese de kabul eder, çünkü babasının başka şekilde izin vermeyeceğini bilir. Neriman bir gün Şinasi’ye yalan söyleyerek ondan ayrılır ve Macit ile buluşmaya gider. Fakat Neriman’dan şüphelenerek onu takip eden Şinasi bu yalanın farkına varır ve araları iyice bozulur. Artık Şinasi Neriman’a güvenmez, ona karşı bir soğukluk duymaya başlar ve onun hovardalık yaptığını düşünür.
Uzun süredir Darülelhan’a derslere gitmeyen Neriman, Darülelhan’a giderek Şinasi’yle konuşmak ister. Şinasi, Neriman’ı görmezden gelerek umursamaz bir tavır alır. Neriman Şinasi’yi kolundan tutarak bir kenara çeker. Balo meselesini ve babasının ancak onunla gitmesine izin verdiğini anlatır. Şinasi bu duruma pek memnun kalmasa da Faiz Bey’i kıramadığı için kabul eder. Neriman, sözlüsü Şinasi ile de, medenileşme konusunda sık sık tartışmaya girer. Şinasi de tıpkı babası gibi, Neriman'ın batılılaşmasına karşı çıkmaktadır. Bir gün Şinasi'nin:
“–Eskiden böyle söylemezdin.” demesine karşılık şöyle cevap verir:
“–Eskiden yalnız hissederdim, fakat ne istediğimi bilmezdim. Bak ortalıkta da neler oluyor, her şey değişmiyor mu? Ben de bu memleketin kızı değil miyim? Benim de medeni yaşamaya hakkım yok mu? Söyle... Cevap ver... Bak susuyorsun... Ne düşündüğünü anlamak kabil değil ki işte, beni bu sinirlendiriyor... Geçen gün de bunun için bayıldım...”(s. 81)
Neriman, sık sık sinir buhranları geçirir. Babası bu huyunu bildiği için, pek üzerine varmak istemez. Ancak bu durumun sebebini öğrenmek isteğinden de geri durmaz. Neriman, bir gün babasının bu yöndeki sorusuna şöyle bir karşılık verir:
“–Beni asıl sinirlendiren şey, bu semtte, bu evde her şeyden mahrum yaşamaktır. Şinasi de beni bundan kurtaramayacak, o da benim arzularımı anlamıyor.” dedikten sonra, bu arzuların neler olduğunu soran babasına şöyle cevap verir:
“Ben, dedi, ben. Nasıl söyleyeyim? Daha medeni yaşamak istiyorum... Siz bana hak vermezsiniz, ben...” Faiz Bey, kızının sözünü keserek,”hak veriyorum” diyerek, Neriman'ın bollukta büyüdüğünden istediklerinin olmadığı için sıkıldığını sanmaktadır. (s. 76)
Neriman artık baloya gitmek için hazırlıklarını yapmaya başlar. Neriman da Şinasi'yi gitme konusunda ikna edince, artık tek engel kıyafet meselesidir. Neriman, kıyafet için Beyoğlu’na dayısının evine gider. Burada karşılaştığı bir olay, onun hayatını yeniden şekillendirmekle kalmaz, yaptığı yanlıştan da dönmesine sebep olur. Bir Rus kızına dair dinlediği hikâye şöyledir:
“Bir Rus kızı, fakir bir Rus genciyle sevişir. İkisi Beyoğlu'nda küçük bir odada beraber yaşamaktadırlar. Rus genci, lokantalarda gitar çalarak üç-beş kuruş kazanmaktadır. Kız bu hayat tarzına senelerce katlanır. Nihayet bir gün, bu kızın karşısına zengin bir Rum çıkar. Kız bu Rum'a kapılarak, sevgilisinden ayrılır. Artık refah ve bolluk içinde yaşamaktadır. Kızın her arzusu yerine gelmektedir. Fakat bütün bunlara rağmen, bir şeylerin eksikliğini hissetmektedir. Bu sahteliklere çok fazla dayanamayarak, tekrar eski sevgilisine döner. Ancak, bu genç onu görmemezlikten gelir. Bu duruma çok içerleyen kız intihar eder.
    Neriman, bu hikâyeyi dinledikten sonra, baloyu filan unutur. “Bu hikâyeyi âdeta kendi mukadderatına ait bir şey gibi dinlemiştir. Ne benzeyiş... Rus kızının şahsında kendisini, Rus aktrisinin şahsında Şinasi'yi ve Rum gencinin şahsında Macit'i görüyordu. Milliyet ve isim farklarından başka hiçbir şey yoktu. Süratle anlatılan bu hikâyeyi ebediyen kendi kendine tekrarlamak ve söylenemeyen teferruatı hayal ile tamamlayarak bütün bu hayatı zihninde yeniden yaşatmak istiyordu.”(s. 94) Neriman, gerçek yerinin ve gerçek kimliğinin bulunduğu yer olan Fatih'e gitmek üzere oradan ayrılır.
    Faiz Bey, Şinasi ve arkadaşları batı taklitçiliğini konuşmak üzere bir araya gelmişlerdir. Neriman’ın da aralarına katılmalarını isterler. Neriman aldığı kararı babasına ve Macit’e anlatmak konusunda heyecanlıdır. Neriman babasının ve arkadaşlarının konuşmalarından da etkilenir ve aldığı kararı sohbetin sonunda anlatır. Eski Neriman olacağını, baloya gitmek istemediğini belirtir. Faiz Bey ve Şinasi bu duruma çok sevinir ve uzun süredir udundan nefret ederek eline almayan Neriman onlara ud çalar. Eve dönerken Neriman, Fatih sokaklarına bir kez daha bakar ve bu semte ait her şeyi sevdiğini söyler. Artık Neriman, babası Faiz Bey ve Şinasi mutsuz geçen günlerin ardından nihayet huzurlu günlerine dönmüşlerdir.

Bir Bilim Adamının Romanı, Oğuz Atay

Bir Bilim Adamının Romanı, Oğuz Atay, Bilgi Yayınevi, 1975, Ankara
Prof. Dr. Mustafa İNAN’ın Hayat Hikayesi.
    Roman, 1971 yılında Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu Bilim Kurulu’nun bilim ödülü töreninin tasviri ile başlar. Bu ödüle layık görülen kişi, 1944’lerde başlayıp 1967’deki vefatına kadar ki bilimsel çalışmaları ve bilim adamı yetiştirilmesinde yarattığı ekol sebebiyle, Prof. Dr. Mustafa İNAN’dır. Ancak dikkat edileceği gibi, bu ödüle ölümünden dört yıl sonra layık görülmüştür.
    Mustafa İNAN, eşi arkeoloji profesörü Jale İNAN’ın verdiği bilgiye göre 24 Ağustos 1911’de Adana’da doğmuştur. Babası Hüseyin Avni Bey seyyar posta memuru, annesi Rabia Hanım ise ev hanımıdır. 1898’de evlenen Hüseyin-Rabia çiftinin Mustafa İNAN’dan önce doğan çocuklarının çoğu küçük yaşta ölmüştür. Mustafa İNAN doğduğu zaman sadece Emine ve Zübeyde isimli iki kızı sağ kalmıştır. Mustafa İNAN’dan sonra da Güzide, Mehmet ve Sami dünyaya gelmiştir. O dönemde Anadolu’da çocukların yaşaması mucizedir. Hastalıklar, kazalar birbirini izlemektedir. Mustafa İNAN da bunlardan nasibini alır. Adana’da yazın sıcaklarında zenginler yaylalara çıkarlar. Fakirler de serinlemek için damların üstünde yatarlar. Mustafa böyle bir gecede gözünün ağrısından bir türlü uyuyamaz. Annesi bir ev ilacı sürmüş ve gözlerini bağlamıştır. Sabah annesi erken kalkar ve evi toplamakla uğraşır. Bu sarada uyanan Mustafa gözleri bağlı halde damda dolaşırken aşağı düşer. Mustafa’yı doktora götürürler. Çocuğun yaraları dikilir, sarılır. Ne var ki Mustafa kendine gelemez, hayatından ümit kesilmiştir. Küçük Mustafa bir süre sonra iyileşmiştir ancak, bu düşüşün sarsıntısını uzun süre çeker.
    Mustafa İNAN, mahalle mektebine başlamıştır. Mahalle mektebinin sıkıntılı günleri devam ederken 1914’de Birinci Dünya Savaşı başlamıştır. 1918 yılında Fransızlar Sevr Anlaşması uyarınca Adana’yı işgal etmişlerdir. Savaşla birlikte kıtlık ve yoksulluk yılları başlamıştır. Fransızlar’ın Adana’yı işgal ettiği gün de Hüseyin Avni Bey posta treninin arkasına takılmış küçük vagonuyla istasyon istasyon dolaşmaktadır.
    Ermenilerin kasıtlı olarak yaptıkları katliamlar şehirde asayişi bozmuş ve halkın kaçmasına zemin hazırlamıştır. Bu durumu anlayan halk da düşmandan temizlenmiş Toroslar’a sığınmak için harekete geçmiştir. Fakat, Adana'dan çıkış zor idi. Her tarafta Ermeni çeteleri her an müslüman Türk'ün can güvenliğini tehdit etmektedir. Toroslar’a sığınmaktan amaç ise kaçıp kurtulmaktan daha çok, orada teşkilatlanıp, Adana'yı düşman istilasından kurtarmaktır. O günleri yaşayanlar bu olaydan “kaç kaç” diye söz etmektedirler.
    Rabia Hanım’ın büyük kızı Emine eşiyle birlikte “kaç kaça” katılıp Adana’dan ayrılırken annesine biraz para bırakınca hemen Konya’ya gitme hazırlıklarına başlanmıştır. Sıkıntılı bir yolculuktan sonra Konya’ya ulaşmış ve bir süre sonra da babasına kavuşmuşlardır. Konya’da iki buçuk yıl kalmışlardır. Mustafa burada kardeşi ile birlikte Şehit Muhtar Bey mektebine gönderilmiştir.
    Mustafa İNAN son derece zeki bir insandır. Bunu ilk fark eden de yaz tatilinde çalışması için yanına verildiği kuyumcudur. Mustafa İNAN daha çocukken evlerinin damından düştükten sonra babası hep oğlunun bir daha düzelemeyeceğini ve okuyamayacağının düşünmektedir. Bir de Mustafa İNAN’ı ders çalışırken görmemesi bu düşüncesini iyice pekiştirir. Mustafa İNAN ortaokula giderken onun defter tuttuğunu gören yoktur. Ders kitabı da yoktur. Sadece sarı bir defteri vardır. Onu da bir boru gibi büküp kemerine sokmaktadır. Babası da onun bu haylazlılığına hayli içerlemektedir. Oğlunun bu halini gören babası onun bir sanat öğrenmesi istemektedir. Böylece oğlu hem bir meslek sahibi olacak hem de kendisi boş yere okul masrafı yapmamış olacaktır. Bu düşüncelerle Mustafa’nın eski ustası kuyumcu Ahmet Usta’ya danışmıştır. Ahmet Usta: “Beyim bu çocuk çok akıllıdır, sen bunu okut, yoksa yazık olur bu oğlana” diye cevap vermiştir Mustafa’nın babasına. Mustafa ders çalışmaz, akşamları erken yatar. Ancak onun derdi başkadır. Bu derdini annesine şöyle ifade etmiştir: “Elbette hiç çalışmadan olmaz ana. Ne yapayım, sizlere yük olmak istemiyorum; kitaplar da pahalı.”  Onun için her sabah erkenden kalkmaktadır Mustafa ve herkesten önce mektebe giderek yatılı öğrenciler kahvaltılarını bitirinceye kadar onların kitaplarını okumaktadır.
    Yatılı okula başlayınca bütün yatılılara sahip çıkmıştır Mustafa İNAN. Birgün ırmağın kenarında oturmuş düşünürken yatılı öğrencilerden biri yanına yaklaşmış ve “Mustafa ağabey cebirle gene başım dertte.” Ertesi gün de bir fizik imtihanı vardır. Mustafa hemen yumuşamıştır. Çünkü ona bir şey sorulduğunda durumu ne olursa olsun sevinmektedir. Çünkü o öğretme sevdalısıdır. Hayatı boyunca da bu sevdadan vazgeçmemiştir. İster öğrencileri ister kendi oğlu ona bir şey sorduğunda bunu nasıl onların anlayabileceği şekilde anlatabilirim sıkıntısı yaşamıştır.
    1929 yılında babasını kaybetmiştir. En kısa öğrenimi yaparak biran önce hayata atılmak zorunda olduğunu düşünmektedir. 1931 yılında liseyi birincilikle bitirmiştir ve karışık duygular içindedir. Önünde iki yol vardır. Ya üç yıl daha okuyup öğretmen olacaktır ya da beş yıl okuyacağı mühendis mektebine gidecektir. İkincisi daha uzun bir yoldur ancak bu yolu tercih ederse üniversitede öğretmen olma böylece memlekete daha fazla faydalı olma imkanına sahip olacaktır. O tabi ki ikinci yolu seçmiştir. Çünkü öğretmen olmak onun kendisine verdiği bir sözdür. Mühendis olup erken hayata atılıp çok para kazanma imkanı da olacaktır. Ama o hep öğretmen olmak için yaratıldığını düşünmüştür. Para kazanma meselesi ileride de sık sık karşısına çıkacak ve bu meseleyi düşünmek zorunda kalacaktır.
    Mühendis mektebine girmesi kolay olmamış, yeni bir engelle karşılaşmıştır. Bu engel giriş imtihanıdır. Kayıt bürosunun önü kalabalıktır. Sıra bekleyen gençler bu soluk benizli çekingen delikanlıyı görünce onunla alay etmişlerdir. Sınav yapılır, sonuçlar açıklanır. Adanalı Mustafa birinci olmuştur. Herkes Adanalı Mustafa’yı aramaktadır. Mustafa İNAN da merak etmektedir Adanalı Mustafa’yı. “Bizde ne çalışkan hemşeriler varmış” der kendi kendine. En sonunda kayıt memurunun yardımıyla esrar çözülmüştür. Adanalı Mustafa, Mustafa İNAN’dır.
    Mustafa İNAN 1931 yılında Mühendis Mektebi’ne ve bilim hizmetine girmiştir. Yüksek öğrenimine de leyli mecanni (devlet tarafından okutulan öğrenci) olarak başlamıştır. Mustafa İNAN herkesle arkadaştır. Herkesin derdiyle ilgilenmektedir. Kendisinin pek ders çalıştığı görülmediği halde herkese ders anlatmaktadır. Arkadaşları ile birlikte ders çalışsa da o aslında arkadaşlarının hatta üniversitedeki hocalarının da ilerisindedir.
    İsviçre’de doktorasını tamamladıktan sonra kendisine orada kalması teklif edilmiş ancak bu teklifi reddetmiştir. Çünkü bu zamana gelene kadar devleti onun için çok şey yapmıştır. Onun devletine vefa borcu vardır. Şimdi sıra ondandadır. Kendi ülkesinin de bilim adamına, bilim adamları yetiştirecek yetişmiş insanlara ihtiyacı vardır.
    Mustafa İNAN antika hocaların dünyasına yeni bir hava getirmiş ve kendini kabul ettirmiştir. Çünkü sevimliliği ile çevresinin hemen ilgisini çekmektedir. Esprisi de kuvvetlidir, sözlerini tatlı şivesiyle renklendirmesini bilmektedir. Üstelik güzel konuşmaktadır. Her zaman konuşmamakta her söze atılmamaktadır. İnsanları özellikle de insanımızı tanımaktadır. Mustafa İNAN çevresine baktıkça, sonraları kendini çok düşündüren “düşünme tembelliğinin farkına varmıştır. “Düşünmek zordu, düşünme büyük bir enerji istiyordu. Hele yaratıcı, araştırıcı düşünce için çok yorulmak gerekiyordu. Yüzyıllardır gördüklerini, dinlediklerini yorumlamaya alışmamıştı insanlar, bu nereden geliyor diye merak etmiyorlardı. Onları tedirgin etmeden, onlara yeni olan karşısındaki ilkel korkuyu hissettirmeden düşünmeye alıştırmak gerekiyordu.”
    Mustafa İNAN sadece mühendislik konuları ile ilgilenen bir kişi olmamıştır. Boş zamanlarında Fuzuli’nin Divanını ezberlemektedir. Edebiyat ile yakından ilgilenmektedir. Hoş sohbeti sebebiyle davetlerin aranılan şahsiyetlerinden biri haline gelmiştir. Onun bilgi dağarcığında hemen hemen her konuda söyleyecek bir sözü mevcuttur. Çünkü her şeye ilgi duymaktadır.
    1960 yılında Mustafa İNAN Cemal GÜRSEL tarafından Ankara’ya çağrılmış ve kendisine bayındırlık bakanı olması teklif edilmiştir. Ancak o öğrencilerinden ayrılmak istemediğini ifade ederek bu teklifi kabul etmemiştir.
    Mustafa İNAN 1967 yılının kış aylarında rahatsızlanmıştır. Hastalığı ilerlemektedir. Doktorlar Mustafa İNAN’a kesin bir tedavi uygulayamamaktadır. Onu yurt dışına gitmesi için ikna etmeye çalışmışlar ancak bu hakkını daha önce kullandığı için bu çabaları da boşa çıkarmıştır. Nihayetinde Teknik Üniversite Rektörü Bedri KARAFAKILIOĞLU tarafından kendi yerine yurt dışına gitmesi için ikna edilmiştir.
    Yurt dışındaki tedavi de sonuç vermemiş 1911 yılının Ağustos ayında doğmuş olan Mustafa İNAN, yine bir ağustos ayında vefat etmiştir.
    Mustafa İNAN prensipleri, bilim ahlakı, çok yönlülüğü, dürüstlüğü, yardımseverliği ve vatanseverliği ile örnek bir bilim adamı olarak yaşamıştır. Türkiye’de bilimsel anlayışın ve bilim alt yapısının oluşması onun en büyük hedefi olmuştur.
    Cumhuriyetin ilanından sonra Adana’ya dönmüşlerdir. Mustafa İNAN ortaokulu Adana’da bitirmiştir. Parasız yatılı sınavını kazanan Mustafa İNAN lisede devlet tarafından okutulmuştur. 1931 yılında Mühendis Mektebine girmiştir. Mühendis Mektebi’ni bitirdikten sonra İsviçre’ye gitmiş ve burada doktorasını tamamlamıştır. 1945 yılında da profesör olmuştur. Vefat ettiği 1967 yılına kadar bilimin hizmetinde olmuştur. 

23 Nisan 2012 Pazartesi

Kesirler Ve Ondalık Sayılar, Karen Bryant Mole

Kesirler Ve Ondalık Sayılar, Karen Bryant Mole, Tübitak Yayınları, 2005, Ankara

    Türkiye’de kesirler konusunda oldukça az sayıda araştırmaya rastlanmaktadır. Var olan araştırmaların çoğunluğu çocukların kesir konusu ile yaşadığı güçlüklerin belirlenmesinden ibarettir. Bu araştırmalar, öğrencilerin kesirlerle işlem yaparken kuralları yanlış genellediklerini, kesirleri karşılaştıramadıklarını ve verilen kesirleri şekille göstermekte zorlandıklarını göstermiştir.  Yapılan araştırmalarda, çocukların, farklı biçimlerde  (sembolik, sözel problem ve kavramsal) sunulan kesir problemlerindeki performansı incelenmiştir. Çocukların sembolik biçimde sunulan problemlerde, sözel problemlere ve kavramsal düzeydeki sorulara göre daha başarılı oldukları gözlenmiştir.
    Türkiye’de İlköğretim Matematik programı incelendiğinde, kesirlerle işlem yapabilme becerisinin ve kuralların geliştirilmesinin oldukça fazla vurgulandığı görülmektedir. Fakat, kurala dayalı öğretimin bazı tehlikeleri vardır. Kuralların işlemlerin anlamlarını öğrenmeye yardımcı olmadığını ve bu işlemleri yapmadaki başarının da hızla kaybolduğunu belirtmektedir. Matematik eğitiminde dünyada son yıllarda ortaya çıkan eğilim oluşturmacı öğretim yöntemlerinin kullanılması yönündedir. Son yıllarda, kesirler konusunda yapılan araştırmalardan elde edilen bulgular, bir çok matematik konusunda olduğu gibi, hesaplamaya ve kurala yönelik öğretimin çocukların kesirleri öğrenmesini zorlaştırdığını göstermektedir.  Bunun yerine, özellikle eşit paylaşım ortamlarına dayalı, anlam oluşturmaya yönelik ve çocukların kesirler hakkındaki ön bilgilerinin temel alınmasının, çocukların yaşadığı sorunları ortadan kaldırdığını göstermektedir.
    Bu amaçlarla hazırlanan kitap, Tübitak  Popüler Bilim Kitapları Çocuk Kitaplığı’ndan çıkmış, eğlendirirken öğreten, renkli, resimli  ilköğretim  birinci  kademeye uygun olup büyüklerin bile zevkle okuyacağı aritmetik kitabıdır.
    Kesir ve Ondalık Sayı kavramını öğretmek maksadıyla Og ailesinin başından geçenler  Kek Dükkanı, Ogkent  Panayırı,  Ogların  Bahçesi,  Sürüngen  Sokağı,  Bataklık  Koşusu, Mandıra, Ogkent Radyosu, Jimnastik Yarışması, Düşüren Brontozorus, Bay Trog’un Dağıtım Hizmeti, Hindistancevizi Oyunu başlıkları altında anlatılmıştır.
    Önce basit kesir kavramını, pay ve paydanın ne demek olduğunu, nasıl yazılacağını, eşdeğer kesirleri, ondalık, yüzdelik virgül kavramını ve bu şekilde yazılan sayılarda toplama çıkarma işlemini, basitten zora, oyunlarla, el becerisini kullanma yoluyla anlatan kitabın en eğlenceli tarafı Og ailesinin yaptığı şeylerin hep yarım bırakılması ve okuyucuyu bir an evvel bunları tamamlamaya itmesidir. Aslında okuyan kim olursa olsun, ister çocuk ister yetişkin, farkında olmadan kesirleri ve ondalık sayıları öğrenmektedir.  

Kıbrıs Girit Olmasın, Rauf R.Denktaş

Kıbrıs Girit Olmasın, Rauf Denktaş, Remzi Kitabevi, 2004, İstanbul

    Kitap,Kıbrıs’ın tarihini de göz önüne alarak,Kıbrıs meselesini tüm açıklığı ile ortaya koymaktadır.Özellikle belirli yaşanmış olaylar ve Rauf Denktaş’ın Birleşmiş Milletlerle yapmış olduğu yazışmalar çok önem arz etmektedir.Kitap ayrıca yaklaşık 90 sayfalık Rauf Denktaş’ın diğer düşüncelerine ve yazışmalarına yer vermiştir.
        ‘’Kıbrıs ve o zamanki Girit sorunu arasında büyük benzerlikler vardır’’diyen Kostantin Mitsotakis(1998 Yılında) bu benzerliği açıkça ortaya koymuştur.
‘’Giritliler neden kurtuldular biliyor musunuz? Bir gece hep birlikte ayaklandılar ve Türkleri boğazlayarak ortadan kaldırdılar.Bizim elimize Kıbrıs Türklerini kesip doğrama fırsatı geçti ama liderlerimiz her şeyi berbat ederek yüzlerine gözlerine bulaştırdılar…Türk Türk’tür.köpeklere benzer hepsi de’’(To Periodiko  Dergisi)
       ‘’ Giritlilerin 85 yıl beklemeyi de içeren bir özgürlük mücadelesi verdiklerini hatırlamak gerekir.Elenizm,beklemesini de ısrarla olmasını da bildiğini geçmişte kanıtlamıştır.Kıbrıs Elenlerinin de,diğer Elenlerden  geri kalmayacakları bilinmelidir.’’(Agon Gazetesi)
       ‘’Çünkü Kıbrıs nedir? Yunanistan değil midir? Eğer bazıları buna inanmazsa ben onlardan değilim. Tam aksine buraya gelen yunanlılara diyorum ki geldiğiniz yer yabancı bir yer değil,Yunanistan dır. Bugün Kıbrıs ta Giritli Rumlar yaşasaydı,kuzeyde tek bir Türk bile kalmayacaktı’’.(General Yeoryios Siradakis eski Yunan Komutanı)
      Yukarıdaki yazıların ne anlama geldiği kitapta çok detaylı anlatılmıştır.
       Rauf Denktaş,kitapta, Rum tezlerine karşı nelerin yapılması gerektiğini, tarihi belgeleri de ortaya koyarak,  açıklamıştır.:
      ‘’Çare kendi egemenliğimize self-determinasyon hakkımıza kısacası devletimize sonuna kadar sahip çıkmakta ve uzlaşma yollarını daima açık tutarken, geçici ‘’hediyelere’’kanıp,Rum un şemsiyesi altına girmemektedir’’.
    ‘’Dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir baskı, tehdit ve uydurma haberlerle halkımıza 9000 sayfalık,içeriği bilinmeyen bir paket kabul ettirilmiştir. Bunun içinde Kıbrıs Türklerini bağlayıcı anayasa bile vardır! Şöyle bir anayasa ki KKTC’ni yok etmekte egemenliği sıfırlamaktadır. KKTC Meclisi’nin asla kabul edemeyeceği, hatta ele alamayacağı bir anayasa!’’
        ‘’Kıbrıs meselesi nedir?’’sorumuza ‘’iki  taraf anlaşmadır’’ cevabını   verenlere, Kıbrıs Rumlarının  meşru hükümet olamayacaklarını  1960 Antlaşmalarına, Anayasa’ya atıf   yaparak  anlatmaya  çalıştığımda  bana ‘’Kıbrıs  meselesi hukuki mesele  değildir, siyasal karar  verilmiştir; Kıbrıs  treni  AB  yolunda ilerliyor ; treni  kaçırıyorsunuz  ‘’ diyenlere ‘’Kıbrıs  treni’’  dedikleri  trenin bir  Rum  treni  olduğunu;  görüşmeler yoluyla   bunu  ortak  bir tren haline  getirmeye  çalıştığımızı,  ancak AB’nin  hukuk  tanımayarak Rum  idaresini Kıbrıs  olarak algılayıp ona  göre  muamele  yapması  nedeniyle Kıbrıs’ta  yeni ve  kalıcı bir  ortaklığın    kurulmasını   engellemekte  olduklarını anlatmaya çalıştım. ‘‘Bu trende bizim eşit hakkımız olmalıdır. Gideceği istasyonda Yunanistan’ın yanında treni bekleyen Türkiye de bulunmalıdır diyerek yeniden 1960 antlaşmalarına ve anayasaya atıf da bulunmam derhal’ uzlaşmazlık ‘olarak değerlendirilmiştir’’.                                                   
   
    Kıbrıs Türk halkı içinde 20 temmuz 1974 barış harekatımızdan sonra Türk Silahlı Kuvvetlerine ideolojik nedenlerle tavır koyan ve KKTC’nin ilanına karşı çıkan unsurların bugün Annan planı’nı desteklemeleri ve Türkiye üye olmadan AB’ne üye olmayı isteye bilmeleri ne kadar dikkat çekici ise,Türkiye’nin bu konuda ciddi bir direniş göstermeyip, bu hakkı yok farz eden Annan planı’na sahip çıkması da o kadar düşündürücüdür.   
      Kitapta yazar müzakerecide olması gereken özellikleri şöyle açıklamaktadır:
   ‘’Görüşmecilik meslek değildir. Akıl işidir. Görüşmeci bir maksat için görüşür, tellal değildir. Elindeki mala en çok fiyatı verene malı teslim etmek gibi bir yaklaşımı yoktur.Siyasal görüşmelerde görüşmeciye verilmiş bir hedef  vardır; ondan bu hedefe varmak için izleyeceği yolda karşısına ne çıkarsa çıksın vazgeçmemesi,gereken prensipler konusunda çok titiz davranması istenir;hatta bunlardan hayati önemi olanlardan taviz istendiği takdirde ve bütün uzlaşmanın akıbeti de bu isteneni vermeye kaldığı hallerde bile uzlaşmadan vazgeçmesi, asla taviz vermemesi istenir. Kısacası görüşmeci belirli yetkilerle donanmış, görüşme koşulları önceden kararlaştırılmış, kırmızı çizgileri belli bir ortamda sorumluluk yüklenmiş,savunduğu davaya inanmıştır. Savunulacak davaya inanç esastır.Aynı zamanda müzakereci, dosyasını,davasını,geçmişi ve karşısındakileri çok iyi bilmelidir.en önemlisi karşı taraftaki müzakerecinin de elde etmeye çalıştığı bir hedefi olduğunu ve bu hedefe varmak için onun da elinde bir yetki belgesi bulunduğunu bilmesi gerekir’’

İlber Hoca’yla Topkapı Sarayı, İlber Ortaylı

İlber Hoca’yla Topkapı Sarayı, İlber Ortaylı, Muştu Yayınları, 2008, İstanbul
 
 (1) Yazdığı eserlerle tarihimize ışık tutan Prof. Dr. İlber ORTAYLI, bu kitabında Topkapı Sarayının tüm mekanlarını okurlarıyla paylaşmakta, sarayın gizemli dünyasını fotoğraflar eşliğinde tanıtmaktadır.
        (2) İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan Topkapı Sarayı, Osmanlı Devletinin yönetim merkezi ve padişahların ikametgah yeri olmuştur. Saray mütevazi fakat güzel yapısıyla, hoş bahçeleri ve özgün konumuyla, içindeki hazinelerin ve arşivlerin zenginliğiyle eski imparatorluğun evi ve en büyük sarayıdır. Bu yönleriyle Osmanlı’da güzellikle tevazuu, din anlayışı ile dünya anlayışını bir arada gösteren önemli bir örnektir.
        (3) Topkapı Sarayı, dünyanın en güzel şehri İstanbul’un en güzel köşesine inşa edilmiştir. Bu bölge Bizans’ın da yönetim merkezidir. Saray, Bizans Sarayının üzerine yapılmıştır. Bizans Sarayından kalan taşlar ve sütunlar da sarayın yapımında kullanılmıştır.
        (4) Saray, zaman zaman yapılan ilavelerle bugünkü halini almıştır. Kanuni Sultan Süleyman döneminden itibaren sarayda yaşayan insanların sayısının artmasından sonra yeni binalar yapılmıştır. Son ilave, Sultan Abdülmecit döneminde yapılan Mecidiye Köşkü’dür. Sarayın tüm binaları  günümüze ulaşamamıştır. Sahildeki saray ve kasırlardan bazısı günümüze ulaşabilmiştir.
       (5) Prof. Dr. İlber ORTAYLI bu kitabında; Topkapı Sarayındaki köşkleri, odaları ve mekanları fotoğraflar eşliğinde bizlere tanıtmaktadır.

               (a) Kubbealtı:
                    Divan-ı Hümayun adı verilen toplantıların yapıldığı, üç kıtaya yayılan imparatorluğun yönetildiği mekandır. Divana padişah bizzat katılmaz, dilerse Adalet Kulesindeki pencereden takip ederdi. Toplantıya Sadrazam başkanlık eder; vezirler, defterdar , Anadolu ve Rumeli Kazaskerleri, Nişancı gibi en üst düzey devlet adamları katılır; İmparatorluğun en önemli kararları bu toplantılarda alınırdı.
               (b) Adalet Kulesi:
                    İstanbul’un her yanından görülebilen ve İmparatorluğun gücünü gösteren bir yapıdır. Sarayın ve İstanbul’un en iyi gözlendiği bu kule 45m. yüksekliğindedir. Bu özelliğinden dolayı Osmanlı döneminde Harem ağalarının kulede geceli gündüzlü nöbet tuttukları bilinir. Kuleye “adalet” isminin verilmesinin, devletin dört yanından hakkını aramak için gelen insanların bu kulenin altında bulunan divana müracaat etmelerinden geldiği sanılmaktadır.
               (c) Saray Mutfağı:
                    Osmanlı zarafetinin ve zenginliğinin ifadesi olan mutfak, başka saraylarla mukayese edilemeyecek derecede büyüktür. Saray mutfağında sadece yemek yapılmaz, aynı zamanda çeşitli ilaçlar da hazırlanır. Günde yaklaşık beş bin kişiye, elli ya da altmış çeşit yemek çıkar. Padişahlara Kuşhane Mutfağında ayrı olarak yemek hazırlanırdı. Saray halkı, bilhassa Harem ve Enderunlular bu muhteşem mutfaktan yararlanırdı. Pişirilen yemekler sadece saray halkına verimez; dışardan Divan-ı Hümayun’a dilekçe vermeye gelenlere de her din ve dilden tebaya , davacılara ve şahitlere de yemek ikram edilirdi. Saray Mutfağının Yağhane, Reçelhane ve Helvahane gibi bölümlerinde onlarca farklı türde gıda üretilirdi. Bugün Saray Mutfağının bulunduğu yerde yaklaşık 12.000 adet Çin porseleni koleksiyonunun bir kısmı sergilenmektedir
              (ç) Saray Hazinesi:
             İmparatorluk hazinesinin saklandığı yer, Kubbealtının yanında bulunan binadır. İmparatorluğun son dönemlerinde pek çok isyanın çıkmasına  bu hazinede saklanan altın ve gümüşün azlığı sebep olmuştur. Yeniçerilere üç ayda bir dağıtılan ulufe, Mekke ve Medine’ye fukaraya Sure Alayları ile birlikte sadaka gönderilmesi, padişahların tahta çıkma merasimlerinde dağıtılan bahşişler bu hazineden karşılanırdı. Devletin güçlü olduğu dönemlerde hazine de dolmuş, imparatorluğun zayıflamasıyla birlikte hazinede bulunan para miktarı da düşmüştür. Günümüzde hazinenin saklandığı yerde silah koleksiyonu bulunur. Hazine ise Fatih Köşkünde sergilenmektedir.
              (d) Silah Koleksiyonu:
                   Osmanlı askerlerinin çeşitli dönemlerde kullandıkları silahlar Hazine Dairesinde sergilenmektedir. Sergide gerek Osmanlı askerlerinin kullandığı gerekse diğer devletlerle yapılan savaşlarda ele geçirilen miğfer, zırh, kılıç, kalkan ve tüfek gibi pek çok silah vardır. Kılıç ve okların en önemli savaş silahı olduğu dönemden, ateşli silahların kullanıldığı dönemlere kadar çok uzun yıllar hüküm süren bir imparatorluğun zengin bir silah koleksiyonu olması gayet doğaldır.
              (e) Has Ahur:
                   Padişah atlarının bulunduğu bölümdür. Padişah atları hızlı koşmaları ve önlerine çıkan engellerden atlamaları için serahur denilen görevliler tarafından özel olarak eğitilirdi. Saraydaki tek ahır Has Ahur değildir. Bugün Ahırkapı olarak adlandırılan bölgede bulunan ahırlarda saray halkına ait atlar bulunurdu.Bu alanda atlardan başka deve, katır gibi binek hayvanları da beslenirdi.
               (f) Babü’s Saade:
                    İkinci avludan üçüncü avluya geçiş kapısıdır. Saadet kapısı, mutluluk kapısı anlamı taşır. Osmanlı tarihinin en ihtişamlı törenleri bu kapı önünde yapılırdı. Yeni padişahın tahta çıkma merasimi ile vefat eden padişahların cenaze merasimleri burada yapılırdı. Ayrıca yeniçerilere ulufe denilen üç ayda bir verilen maaşlarının dağıtımı da burada olurdu. Yeniçerilerin ulufe aldıktan sonra padişahı selamlamaları sarayı inletirdi. Yabancı elçiler bu merasimi seyretmeleri için saraya kabul edilir; böylece Osmanlı’nın gücü dost ve düşman tüm devletlere gösterilmiş olurdu.
               (g) Enderun :
                     Enderun bir saray okuludur. Osmanlı ülkelerinden devşirilen çocukların en zekileri Enderun’a alınırdı. Bu öğrenciler hem saray hizmetlerinde çalışır hem de eğitimlerine devam ederlerdi. Böylece büyük görev alsalar da kimseye ayrıcalık yapmazlar ve padişaha son derece bağlı olurlardı. Enderun’a seçilen çocuklar öncelikle Türkçe’yi öğrenirler, Türk- İslam kültürü içinde yetiştirilirlerdi. Enderunlular; Matematik, Tarih, Astronomi gibi bilim dalları ile dini alanda da eğitim alırlardı. Enderunlular, mezun olduklarında yeteneklerine göre saray içinde veya dışında üst seviyede görevlere atanırlardı.
               (ğ) Arz Odası:
                     Padişahın, elçileri ve devlet ileri gelenlerini kabul ettiği odadır. Divan-ı Hümayun’da alınan kararlar Padişaha burada arz edildiği için ”Arz Odası” adı verilmiştir. Padişah, divan toplantılarından sonra sadrazamla divanda alınan kararları bu mekanda görüşürdü. Odanın içindeki ve dışındaki çeşmeler , görüşmeler esnasında açılarak içerideki konuşmaların dışarıdan duyulmasına mani olunurdu.
               (h) Üçüncü Ahmed Kütüphanesi:
                     Enderunluların kaldığı avluda bulunduğu için Enderun Kütüphanesi de denilmektedir. Hattat ve okumayı çok seven bir padişah olan Üçüncü Ahmed yaptırmıştır. Kütüphane içerisinde bugün kitap bulunmamaktadır. Buradaki yazma eserler Topkapı Saray Kütüphanesine kaldırılmıştır.
               (ı) Fatih Köşkü:
                    Sarayda ilk inşa edilen yerlerden biridir. Fatih Sultan Mehmet, bu binada oturmuş, iç duvarlarını nadide çinilerle şahane hat levhalarıyla süslemiştir. Köşkün altında büyük depolar vardır. Padişahın hazinesi de bu depolara konulurdu. Sonraki yıllarda köşkün tamamı Hazineye ayrılmıştır.
(i)    Mukaddes Emanetler Dairesi:
                     Aslında “Has Oda” denilen padişahların kullandığı bir mekandır. Padişahlar bu dairenin sağdaki ikinci odasını çalışma odası olarak kullanırlardı. Bu odaya Taht Odası denilir. Yavuz Sultan Selim tarafından Mısır’ın fethinden sonra getirilen mukaddes emanetler burada saklanmıştır. Emanetler içinde en meşhuru Peygamberimizin hırkası olan Hırka-i Saadet’tir. Bu bölümde Peygamberimize ait eşyaların yanı sıra diğer peygamberlere ait eşyaların da olması, Topkapı Sarayının diğer dinler açısından da önemini ortaya koymaktadır.
              (j)  Sünnet Odası:
                   Mukaddes Emanetler Dairesinin hemen yanındadır. Bu odaya sünnet odası denilmesinin sebebi, padişahların namazların sünnetini burada kılmalarıdır. Ayrıca şehzadelerin sünnet merasimlerinin de burada yapıldığı bilinir.
              (j) Saray Mescitleri:
                  Sarayda Beşir Ağa Camii, Ağalar Camii, Harem Mescidi, Sofa Camii, Aşçılar Mescidi, Karaağalar Mescidi gibi cami ve mescitler bulunur. Günümüzde Sofa Camii ibadet mekanı olarak kullanılmaktadır.
              (k) Dördüncü Murat Tahtı:
                    Hekimbaşı Odası’nın yanında Dördüncü Murat’ın mermer tahtı bulunur. Padişah bu tahta oturarak saray bahçesinde yapılan spor müsabakalarını seyrederdi.


              (l) Saray Köşkleri:
                   Topkapı Sarayı içerisinde bir çok köşk bulunur. Bunlardan başlıcaları Revan, İftariye, Bağdat, Mecidiye ve Mustafa Paşa Köşkü’dür.
              (m) Harem:          
                     Osmanlı Devletinde padişahın evi olan Harem, Topkapı Sarayı’nın üç temel bölümünden biridir. Padişahın annesi, eşleri ve kızları da burada ikamet ederlerdi. Haremi padişahın annesi olan Valide Sultan yönetirdi. Harem aynı zamanda Osmanlı Sarayında kız çocuklarının eğitildikleri yerdir. Hareme alınan kızlara Türkçe, dini ilimler, musiki, edebiyat gibi alanlarda eğitim verilirdi. Hareme Türk kızları alınmazdı. Daha çok Gürcü, Ukraynalı, Rus, Yunan ve Hırvat kızları ile az da olsa Fransız ve İtalyan asıllı kızların Hareme alındığı bilinmektedir. Burada yetişen kızlardan bazıları padişahlarla evlenir, bir kısmı sarayda hizmetli olarak kalır, asıl önemli bir kısmı ise Enderun’da yetişen ve devletin üst yönetiminde görev alan kişilerle evlendirilirlerdi.
              (n) Şehzade Mektebi:
                    Padişah çocuklarının saraydaki eğitimleri bu mekteplerde verilirdi. Şehzadelerin dini, ahlaki ve manevi ders hocalarının yanında; askeri, idari, hukuki, mali, siyasi ve dış politika dersleri aldığı hocaları da vardı. Şehzadeler, saraydaki eğitimlerini tamamladıktan sonra devlet yönetiminde tecrübe ve şahsiyet kazanması için Anadolu’da bazı illere gönderilirdi.
              (o) Hünkar Sofası:
                    Haremin en büyük ve en güzel salonudur. Bayramlaşma merasimleri, saray düğünleri, mevlid ve Ramazanlarda Kur’an okumaları burada yapılırdı.
              (ö) Yemiş Odası:
                    Adını duvarlarında bulunan meyve figürlerinden almıştır. Sultan üçüncü Ahmed tarafından yaptırılan bu oda, padişahların zaman zaman öğle yemeklerini yedikleri, kitap okudukları ve dinlendikleri bir mekandır.
              (p) Saray Hamamları:
                    Topkapı Sarayı’nda bulunan toplam hamam sayısı on dörttür. Bu sayı bize Osmanlılarda temizliğe verilen önemi göstermektedir.

       (6)  Topkapı Sarayı, her yıl milyonlarca ziyaretçiyi ağırlamakta ve her geçen gün ziyaretçi sayısı artmaktadır. Tarihe olan ilgi bakımından bu durum sevindiricidir. Kültürel varlıklarımızı bizden sonraki nesillere zarar görmeden aktarmak; onları korumak ve yıpranmalarını önlemekle olur. Kuşkusuz bu da, var olan ilgi seviyesini ve tarih bilincini daha da yükseltecektir.

Anadolu Notları, Reşat Nuri Güntekin

Anadolu Notları, Reşat Nuri Güntekin, İnkılap Yayınları, 2002, İstanbul

Cumhuriyet dönemi Türk romanının en önemli isimlerden birisi olan Reşat Nuri Güntekin 25 Kasım 1889 tarihinde İstanbul’da doğmuştur. 1912 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirerek 1913  yılında Bursa’da öğretmenlik hayatına başlamıştır. 1931 yılında Milli Eğitim müfettişi, 1933-1943 yılları arasında Çanakkale milletvekili, 1947 yılına kadar Milli Eğitim Başmüfettişi, 1954 yılına kadar Paris Kültür Ataşesi olarak görev yapmıştır. UNESCO’da Türkiyeyi temsil etmiştir. 1954 yılında emekli olmuş, kanser tedavisi için gittiği Londra’da 7 Aralık 1956’da ölmüştür. Yazarın, romanları, hikayeleri, tiyatro eserlerinin yanı sıra çeşitli çevirileri de bulunmaktadır.
“Anadolu Notları I-II” kitabı iki kitaptan oluşmaktadır. Birinci kitap, yazarın Anadolu yollarında, istasyonlarda, trende vb. başından geçen ve  çevresinde gelişen olayları, gözlemlerini aktarmaktadır. İkinci kitap ise, daha çok düşüncelerinden oluşmaktadır.
Kitap 53 bölümden oluşmaktadır. Bu bölümler yazarın Anadolu’da gezerken tuttuğu notlardır. Yazar birçok notunda yer ve zaman belirtmemiştir. Fakat bahsettiği olaylardan Cumhuriyetin ilk dönemlerini anlattığı rahatça anlaşılmaktadır.
Yazar notlarında zaman ve yerden bahsetmemesini “Zaten Anadolu’da zamanlar ve yerler kadar birbirine yakın ve birbirine benzer ne var ki?” diyerek açıklamıştır. Tarih ve zaman tutmanın gereksiz olduğunu belirtmiştir.
Yazarın gezi notları içinden dikkat çekenlerden bazıları aşağıya çıkartılmıştır:
Anadolu’da yolculuk yaparken trenlerde, insanların içinde bulunduğu duygular, diğer insanlara karşı tavırlar, kompartımana yolcu girmesini engellemek için başvurulan hileler anlatılmaktadır. Bu yöntemlerden bulaşıcı hastalıklı gibi görünmek ve tren kalkana kadar kompartımanda yolcu olmayan kişileri tutarak dolu görüntüsü vermek ilgi çekicidir.
Anadolu’da kitap ve gazete satışlarından bahsedilmiştir. Türkiye’de sağlam bir yayın kuruluşunun olmadığı, “Bizde halk gazete, kitap okumaz.” imajının oluştuğu, Anadolu’ya satılmak için çok az kitabın gönderildiği gibi değerlendirmelerde bulunulmuştur.
Adana’nın işlek caddelerinden birinde gazete satan çocuğun hikayesi ve çocuğa gazete sattıran adamın davranışlarından yola çıkarak ülkede birçok bozuk sistemin olduğu yargısına varılmaktadır.
Bir kasabada gerçekleştirilecek olan ilk balo için yapılan hazırlıklar ve baloya giden arkadaşının durumu, aynı gece, kasabadaki bir düğünde gençlerin başından geçenler ve jandarmanın tutumu anlatılmıştır.
Bir istasyonda yazarın yanına gelen meczup genç ve yazarın diyaloğu, Anadolu şehirlerine giden tuluat tiyatrosu oyuncuları ile genç arasında geçen aşk hikayesi ve sonrasında gencin akli dengesini kaybedişi, gencin başından geçen dram, yöre halkının gence karşı tutumu ile tuluat tiyatrolarına bakış tarzları anlatılmaktadır.
Anadolu’daki kahvehane kültürü, işsizlerle çalışanların kahvehane ziyaretleri, memurların kahvehaneye giderek yorgunluklarını gidermeleri ve bu yerlerin çalışan insanlara ruh ve akıl sağlığı açısından kazandırdığı faydalardan bahsedilmiştir.
Anadolu otellerinin içinde bulunduğu durum, otellerde kalan insanların tutum ve davranışları ve yazarın temizlik konusunda gösterdiği hassasiyet de kitabın içinde geçen gezi notlarındandır.
Son bölümde yer alan “Bir Dost Tenkidine Cevap” başlığı altında yazar bir dostunun birinci kitaptaki eleştirilerine cevap vermektedir.