15 Şubat 2013 Cuma

Yaşadığım Gibi, Ahmet Hamdi Tanpınar

Ahmet Hamdi Tanpınar (1901 – 1962), Türk edebiyatının en önemli şair ve yazarlarından biridir. O, batı edebiyatını çok iyi tetkik etmiş, çok iyi anlamış, ama Türk kültürünün, Türk edebiyatının ateşli bir savunucusu, etkili bir tanıtıcısı olmuş, gerçek bir vatanseverdir. Kendisi milliyetçi bir yazardır, ancak milliyetçiliği doktriner değil, Türk milletine, Türk kültürüne karşı duyduğu derin alaka ve aşktan kaynaklanan bir kültür milliyetçiliğidir. Şimdi özetini arz edeceğimiz eseri, onun bir ömür boyu Cumhuriyet, Ülkü, Ulus, Oluş, vs gibi gazete ve dergilerde yayınlanmış çeşitli konulardaki bilgi, görgü ve görüşlerini ortaya koyduğu deneme yazılarının, kendisi vefat ettikten sonra toplanmasıyla oluşturulmuştur.
Kitap; içindekiler, giriş ve önsözlerin bulunduğu bölüm hariç yedi bölümden oluşmaktadır:
a.    İnsan ve Cemiyet
b.    İnsan ve Ötesi
c.    Üç Şehir
ç.     Paris Tesadüfleri
d.    Türk Dili ve Edebiyatı (mülakatlar)
 f.    Musiki
 g.   Plastik Sanatlar

2.     BÖLÜMLERİN ÖZETİ:
a.    İnsan ve Cemiyet:
Bu bölümde yazarın , insan – toplum ilişkisi, doğu ve batı arasındaki esaslı farklar, kültür ve sanat yollarında gösterdiğimiz devamsızlık, insanın inkılaplar karşısındaki iç dünyası, aydınların durumu, Bulgar göçmenleri, kitaplardan duyulan korku, edebiyatta bitmeyen çıraklık, Musolini, savaş ve barış, Atatürk’ten alınacak dersler gibi konulardaki görüşleri yer alıyor.
    İnsan – toplum ilişkisiyle ilgili yazısında, insanların fert halinde toplumsallıktan uzaklaştıkça bir zaaflar bütünü olduğunu, cemiyet hayatına yaklaştıkça zaaflardan kurtulduğunu dile getiriyor. Şark  ile garp arasındaki temel farkın yaptığı işi şahsen yaşamak noktasında olduğunu, şarklının her olaya yüzeysel yaklaştığını, garplının ise o işi yaşadığını ifade ediyor. Kültür ve sanat yollarında gösterdiğimiz devamsızlığı ele alırken büyük bir kültür, sanat ve insan buhranı içinde bulunduğumuzu, on sene sonra daha başka şeyleri de kaybedebileceğimizi vurguluyor. İnsanın inkılaplar karşısındaki iç dünyası bahsi içerisinde Tanzimattan beri süregelen inkılaplar karşısında insanımızın duruşu ve eski ve yeniye karşı yaklaşımı tasvir ediliyor. Aydınların, bir ağacın köklerinden beslendiği gibi geçmişten güç almasını, bunu çağdaş düşünce ile harmanlamasını tavsiye ediyor. Bulgaristan’dan göç etmek zorunda kalan soydaşlarımızın bizim için taşıması gereken manevi değeri ortaya koyduktan sonra, toplumumuzun bu felaket karşısındaki duyarsızlığını eleştiriyor.  Edebiyatta bitmeyen çıraklık konulu yazıda, edebiyatçılarımızın bir türlü halkın nabzına etki edememesinin sebebi olarak, yazarlarımızın hangi kariyere sahip olursa olsun Türk gibi düşünüp Frenk gibi anlatmaları gösteriliyor. İkinci dünya savaşından uzak kalışımızı büyük bir zafer olarak addediyor, Musolini’nin dev bir cüce olduğunu, yeni bir barışın ilk cümlesinin savaşı yasaklaması gerektiğini vurguluyor. Yazarın Atatürk hakkında da bir çok yazısı mevcut, kendisi tam bir Atatürk hayranı olup, bunu her vesile ile ortaya koyuyor.
b.    İnsan ve Ötesi: Önceki bölüme nazaran daha kısa olup, yazarın insanlar ve manevi yönleriyle ilgili, gözlemlerden yola çıkarak duygu ve düşünceleri bu bölümde aktarılıyor.
    “İnsan ve ötesi” başlıklı (bölüm başlığıyla aynı) insan manzaralarının yazarda uyardığı duygular; hiçbir şeyin görüldüğü gibi basit olmadığı, her birinin bir hikayesi olduğu anlatılıyor.
    İkinci deneme olan “Güzel ve Sevgi Arasında” başlıklı yazı, güzel ile sevgi arasında yazarın yarattığı bir diyalog olup, güzelin ne kadar sığ ve geçici, sevginin ne kadar derin ve ebedi olduğunu, ama güzel ve sevginin ne kadar birbirine bağlı olduğunu gözler önüne seriyor.
    “Aşka Dair” ve “Aşk ve Ölüm” başlıklı yazılarda ise, aşkın ruhlarda nasıl yankılandığını biraz da mistizme kayarak anlatıyor.
c.    Üç Şehir: Üç şehir (İstanbul, Bursa ve Kahramanmaraş – özellikle de İstanbul) ile ilgili duygu ve düşüncelerini, tarihi olaylara da telmihler yaparak, halkın nabzından aldığı veriler ve bugünkü durumları da göz önüne alarak ortaya koyuyor.
    “İstanbul’un Mevsimleri ve Sanatlarımız” başlıklı yazıda, her mevsimi bir başka güzel olan İstanbul’umuzun yüzyıllar boyu Türk edebiyatında, Türk resim sanatında, Türk musikisindeki yerini biraz da nostaljik ve duygusal bir dille anlatıyor.
    “Karanlıkların Tadı” başlıklı yazıda 1940’larda elektriğin ve sokak aydınlatmasının yeni yeni yaygınlaşmasıyla, bu alışılmadık durumun çağrıştırdığı eskiye ve yolların karanlığına karşı özlem dile getiriliyor.
    “Lodosa, Sise ve Lüfere Dair” isimli yazıda İstanbul’da yaşanan yoğun bir sis olayının, lodosun ve bu olaylardan etkilenen balıkçıların yazarda uyandırdığı duygular anlatılıyor.
    “Yaklaşan Büyük Yıldönümü” başlıklı bölümde İstanbul’un fethinin 500’üncü yıldönümünün uyandırdığı duygular, tarihsel ve sanatsal bir perspektif içinde anlatılıyor, bütün bunları anlatırken de, her cümlesiyle İstanbul’un ne kadar bizim olduğuna dair vurgu yapılıyor, Erzurum, Konya, Van, Bursa ne kadar vatansa, İstanbul’un da Türkün en fazla emek verdiği şehir olarak o kadar vatan olduğu haykırılıyor.
    “İstanbul’un Fethi ve Mütareke Gençleri” başlıklı yazıda ise, İstanbul’un işgali yıllarında yazarın kendisinin de içinde bulunduğu Türk İstanbul gençlerinin duygu ve düşünceleri, yaşanan canlanış, yapılan mücadeleler ve Yahya Kemal’in o zamanki gençlik üz erindeki manevi etkisi yansıtılıyor.
    “Türk İstanbul” ve “İstanbul’un  İmarı” adlı denemelerinde ise İstanbul’un tanzimattan sonraki safhalarda aldığı şekiller, mimari tarzlardaki değişiklikler, günümüzdeki durum ve bunların gönüllerde uyardığı etkiler dile getiriliyor. Bununla birlikte, şehrin imarı için de imarın şehirleşme uzmanları tarafından yapılması, boğazın imarına özel dikkat gösterilmesi, hiçbir çirkinliğe meydan verilmemesi gibi tavsiyelerde bulunuluyor.
    “İbrahim Paşa Sarayı Meselesi” konulu yazıda, yıkılması tasarlanan İbrahim Paşa Sarayının sahip olduğu güzellikler tasvir ediliyor, Sultanahmet meydanı civarındaki bu sarayın yıkılmasının oradaki güzelliği bozacağı vurgulanıyor.
    “Şehir” yazısında ise, şehirleşme sürecindeki İstanbul’un inkılaplar arasında yapısının bozulması, özünün mahiyetinin değişmesi konusunda bir arkadaşıyla yaptığı diyaloglar anlatılıyor.
    “Kenar Semtlerde Bir Gezinti” konulu yazısında; İstanbul’un kenar semtlerinden birinde dolaşırken yaşadığı hislerini kaleme almış yazarımız. Bunu, “İstanbul’un izbe mahallelerinde dolaşmak kadar öğretici bir şey pek azdır” satırlarıyla ifade ediyor. Oralarda çocukların görünüşleri, oyunları, olası hikayeleri yazarı çok etkilemiş ve bunları yazıya dökmüş.
    Diğer bir yazısı olan “Bursa’nın Daveti” bizlere, Bursa’daki o manevi ortamı anlatıyor. Selçuklu tarihinden başlayıp kendi yaşadığı güne kadar Türk tarihini sanat tarihi açısından ele alıp tartıştıktan sonra; Bursa şehrimizin nasıl bu tarihle, bu sanatla dopdolu olduğunu, Bursa’da ataların nasıl bir manevi ortam yarattıklarını ve bu yönüyle manevi bir merkez oluşunu gözler önüne seriyor.
    Bir sonraki yazısı olan “Bursa Yangını” da Bursa’da Ağustos 1958’de Ulucami ve Kapalıçarşı civarında çıkmış ve büyük maddi zarara ve tarihi eserlerde ziyana yol açan yangınla ilgili düşünceler, tarihe saygı ve muhafaza, şehirleşme konularındaki fikirlerle birlikte aktarılıyor.
    Maraş’ın (şimdiki Kahramanmaraş) kurtuluşunun 26’ncı yıldönümündeki izlenimlerini anlattığı 1 Mart 1946 tarihli yazısında ise, bu kahraman şehrin destanlaşan mücadelesine yaraşır şekilde, o zamanki şehitlerin çocukları ve gaziler tarafından tertiplenen kutlamaların ihtişamı, bu “bayramı” nasıl coşkuyla kutladıkları, nasıl yeniden o kurtuluş günlerindeki gibi yek vücut oldukları, onlardan biri gibi yaşanan bir heyecanla naklediliyor.
    ç.     Paris Tesadüfleri: Yazar değişik zamanlarda çok kereler Paris’e gidip gelmiştir. Fransız kültür ve edebiyatını çok iyi şekilde tetkik etmiştir ve birçok Fransız dostları vardır. Kitabın bu bölümünde Paris anıları ve Fransız dostlarıyla ilgili yazıları vardır. Bu bölümün ilk yazısı olan “Bir Uçak Yolculuğundan Notlar” başlıklı yazıda, 1958’de ömründe ilk kez uçakla Paris’e giderken yaşadığı duyguları, insanlığın medeniyet tarihinden esintilerle birlikte aktarıyor.
    Sonraki yazıları “Paris’te İlk Günler” ve “Dolu Bir Gün” 1954 seyahatindeki ilk günlerini ve Paris’te bulunan birçok dostuyla paylaşımlarını anlatıyor. Paris’te hemen her milletten insanların olması yazarın dikkatini çekmiş. Bu kültür ve sanat şehrinde bulunmaktan tatlı bir sevinç duyduğu da yazdıkları arasında.
    “Bir Dostu Uğurlarken” başlıklı yazısında 2’nci Dünya Savaşı sırasında Paris’ten Türkiye’ye sığınmış, 1955’e kadar İstanbul’da çeşitli kültürel faaliyetler ve Galatasaray Lisesi’nde öğretmenlik yapmış bir Fransız dostunu Paris’e uğurlarken hissettiklerini, kendisiyle dostluğunun temellerini ve anılarını da anlatarak aktarıyor.
    d.     Türk Dili ve Edebiyatı (Mülakatlar): Tanzimat Edebiyatı konusunda akademik kariyer yapmış (Tanzimat Edebiyatı profesörü), batı edebiyatını çok iyi tetkik etmiş ve anlamış, her türlü sanatla ilgili bilgi sahibi, edebiyatımızda ölmez eserlere imza atmış olan yazarımızın Türk Dili ve Edebiyatıyla ilgili çeşitli yayın organlarında yer almış röportajları, konuşmaları bu bölümde yer alıyor:
    İlk röportaj Şahap Sıtkı tarafından yapılmış ve “Varlık” dergisinin 1 Şubat 1947 tarihli sayısında “Ahmet Hamdi Tanpınar’la Konuştum” başlığıyla yayınlanmış. Şiire dair bu röportajda yazar o günkü şairlerin sanatsal özelliklerini, batı ile Türk şiirinin münasebetlerini, edebiyatımızın Tanzimat, Fecriati, Servetifünun devrelerindeki gelişimini kısaca özetledikten sonra, Türk şiirinin geleceğine dair tahminlerde bulunuyor ve ümitsiz bir tablo çiziyor.
    “Ahmet Hamdi Tanpınar Diyor ki…” başlığıyla “Yücel” dergisinin Ağustos 1950 sayısında yayınlanan röportajında daha çok sosyal içerikli olarak, köyün kültürümüz, ekonomimiz bakımından önemi, köylerin kalkınması, köy enstitüleri, aydınlar ve üniversitelerin köye olabilecek katkılarına dair sorulara cevaplar veriyor. Köyün kültürümüz, ekonomimiz bakımından önemi konusunda köye çok önem verilmesi gerektiği ve bunun milli bir görev olduğunu anlatıyor. Köylerin kalkınmasıyla ilgili olarak, iyi bir eğitimin bu konuda yeterli olmadığını, aydınların bu konuda bir şeyler yapması gerektiğini, devletin de köylünün hayatını kolaylaştırma yolunda çalışması gereğini vurguluyor. Köy enstitüleri için, memleket realiteleriyle yoğrulmamış olduklarını söylüyor. Her yöreye göre ayrı ayrı düzenlenmesi gerektiğini vurguluyor. Aydınlar ve üniversitelerin köye olabilecek katkıları ile ilgili olarak, aydın ve üniversitelinin ancak milli davanın hastası olmak şartıyla köye faydalı olabileceğini düşünüyor.
    “Ahmet Hamdi Tanpınar’la Bir Konuşma” başlığıyla “Varlık” dergisinin 1 Aralık 1950 tarihli sayısında yayınlanan yazı tamamıyla Türk edebiyatına dairdir. Edebiyatımızın gelişimi için milletini ve dünyayı çok iyi anlamış, milli ve geniş bir ufka sahip edipler gerektiğini anlatıyor.  Edebiyatımızın dünya edebiyatında bir yeri olabilmesi ve dünyaya açılabilmesi için de, kendi köklerine daha fazla bağlı kalması, daha fazla milli olması, mukallitlikten sıyrılması ve kendini yeniden bulması gerektiğini vurguluyor.
    “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor” başlıklı müteakip yazı yine “Varlık” dergisinde, 1 Aralık 1951 tarihli sayısında yayınlanmıştır ve o devrin bir başka yazarı olan Yaşar Nabi’nin edebiyatımızdaki kısırlığı giderebilmek için yapılabileceklere dair anketine cevap olarak yazılmış bir mektuptur. Yazarın buradaki ana fikri şu satırlarıyla özetlenebilir: “O (halk) tutarsa her şey vardır. Devlet ancak bazı şeyleri o isterse ve karar verirse kolaylaştırır. Şunu da söyleyeyim ki, devletin bir edebiyatı tam benimsemesi hiçbir yerde görülmemiştir ve fayda da vermemiştir. Münevverlerimiz edebiyatımıza hiç olmazsa Abdülaziz ve Abdülhamit devirlerindeki bakışla, o sevgiyle dönerlerse edebiyatımız değişir. Fakat bunun için kendimizi bugünkünden daha başka türlü sevmeliyiz.”
    “Ahmet Hamdi Tanpınar Diyor ki” başlıklı yazı “Hisar” dergisinin 1 Mayıs 1953 tarihli sayısında çıkmış. Bu yazıda da edebiyatımızın sorunları tartışılıyor. O günkü şiirimizin en büyük meselesinin gençlerin vezni büsbütün bırakmış görünmeleri olduğunu değerlendiriyor. Şiirin bir milletin öz malı olduğunu, hangi şekilde olursa olsun dilin çiçeği olduğunu ve herkesin malı olan bir ölçü istediğini ifade ediyor.
    Kitabın 315’inci sayfasından 353’üncü sayfasına kadar yazarın yukarıdakilere benzer düşüncelerine dair  muhtelif dergilerde muhtelif zamanlarda yayınlanmış mülakatlar mevcuttur. Birbirine benzer düşünceler olduğundan burada yer verilmeyip “Musiki” bölümüne geçilmiştir.
    f.     Musiki: Yazarın bu konuda da geniş bir dağarcığı olduğunu, edebiyatta olduğu gibi batı müziğini de tanıdığını, ancak Türk musikisinin gerçek bir hayranı olduğunu ve bu konuda da milliliği savunduğunu görüyoruz. Aşağıdaki paragraflarda onun bu husustaki yazılarında yer alan  genel düşünce tarzı anlatılacaktır:
    Bu bölümdeki ilk yazının başlığı “Musiki Hülyaları”. Yazar burada müziğin çeşidini belirtmeden o viyolonsellerin, o flütlerin, o davulların, o piyanonun vs. dinlerken verdiği hazzı her biri için ayrı bir paragraf açarak dile getiriyor. O çalgıların ahenkle anlattıkları her ritmin, her melodinin ruhunda yarattığı dalgalanmayı, her birinin neler çağrıştırdığını tasvir ediyor.
    Bir sonraki yazısı “İstanbul Konservatuarı ve Musikimiz”. Yazar bu yazısında, 1941 yılında İstanbul Konservatuarının tarihi musikimizi unutulmuşluktan kurtarmak maksadıyla uzman sanatçılardan bir heyet teşkil etmesini ve hazırlıklar bitince halk için yerli konserler düzenleyecek olmasını takdirle karşılıyor; tarihte kalan o muazzam hazinenin gün yüzüne çıkarılacak ve halka mal edilecek olmasını mutlulukla karşılıyor.
    Klasik Türk musikisinin son üstadı İsmail Itri Dede Efendi’nin hayatını, sanatını, Osmanlı’daki sanat anlayışını ve sanatkara verilen önemi “İsmail Dede” başlıklı yazısında dile getiriyor. Itri’nin en önemli özelliklerinden birinin halk ağzına, halk hayatına daima açık olması olduğunu, Mesnevi kadar Yunus Divanına da bağlı olduğunu ve ikisinden de beslendiğini, aynı zamanda Tuna boyu ve şehir türkülerini de bildiğini anlatıyor.
    “Yahya Kemal ve Türk Musikisi” başlığıyla kitapta yer alan yazı, birçok şiiri bestelenmiş ve ölümsüzleşmiş olan Yahya Kemal’in ölümünden sonra eserlerinden oluşan bir konser nedeniyle yaptığı bir radyo konuşmasının tam metni. Yahya Kemal‘in bir talebesi olarak, Türk edebiyat tarihinden başlıyor ve Yahya Kemal’in sanatını ve edebiyatımıza katkılarını anlatıyor.
    g.    Plastik Sanatlar: Bu bölümde yazarın resim ve heykel sanatıyla ilgili görüşleri ve çeşitli sanatçılara dair düşünceleri yer alıyor:
    “Anavatan Topraklarındaki Türk Eserlerinin Ortaya Konması” başlıklı yazıda Anavatan topraklarındaki Türk eserlerinin ortaya konması şerefinin Türk sanatkarına bırakılması gerektiğini, bu yapılmadığı takdirde Türk heykeltıraşlığının gelişmeyeceğini, cılız ve çelimsiz kalacağını vurguluyor.
    Bu bölümdeki bir diğer yazı olan “Kendi Kendimize Doğru”; milli tarihimizin hemen hemen hiç uğraşılmamış bir konusu olan Türk tezyinî sanatları hakkında çalışmalar yapmaya başlayan bir şahsa duyulan minnetten bahisle İstanbul’un Fethinden önceki dönemde ve Selçuklu döneminde Türk sanatının ne kadar muazzam olduğunu, o zamanki Türklerin bunlarla ne kadar iç içe olduğunu ve hayatlarının ne kadar normal bir parçası olduğunu dile getiriyor.
    “Resim ve Heykel Müzesi” başlıklı yazı 1938’de kurulan resim ve heykel müzesinin kurulmasının Cumhuriyet tarihimiz açısından önemini vurguluyor. Bu müzenin Türk resim ve heykel sanatına yapacağı olumlu etkileri anlatıyor.
    “Sanatkarı da Hatırlayalım” başlığıyla yayınlanan yazısında ise, sanatı takdir eder izlerken sanatçıyı da hatırlamanın, sanatçıya sevgi ve alaka göstermenin öneminden bahsediyor. Başka ülkelerde böyle yetenekler için neler yapılabildiğini bizdeki gibi alakasız kalınmadığını belirterek bu sevgi ve alakanın sanatımızı geliştireceği vurgulanıyor.
    “Güzel Sanatlar Akademisi Sergisi” başlıklı yazısında yazar, Güzel Sanatlar Akademisi sergisinin Türk güzel sanatlarının gelişimi için ümit verici eserlerle dopdolu olduğunu anlattıktan sonra sanatçının mesajını topluma nasıl ileteceği,  nasıl tüm topluma mal olabileceği konusunda bilgiler veriyor. Bir sonraki “Gençlerin Sergisi ve Sanat Meselemiz” başlıklı yazıda ise, bir başka sergi ile ilgili benzer görüşlere yer veriliyor. Yazının sonunda, sergide yer alan eserleri yaratan sanatçılara takdir olarak “bu memleketin ne parlak, ne doğurgan ne yaratıcı istidatlara gebe olduğunu, bu sergi yarım saatte insana öğretebilir” ifadesi yer alıyor.
    Kitapta sayfa 412’den 449’a kadar yazarın gezdiği çeşitli ressamların sergilerine dair izlenimleri yer alıyor. Sayfa 450’de ise, “Çocuk ve Resim” başlığı altında bir köy enstitüsünde çocukların yaptığı resim sergisiyle ilgili izlenimler yer alıyor. Bu köy çocuklarının tamamına yakınının ressam gibi resim yaptığı ve yazarın bu sergiden çok etkilendiği anlatılıyor.
    “Çocuk Dünyası” başlığı altında ise, yazarın bir yılbaşı etkinliği olarak “Doğan Kardeş” dergisinin tertiplediği resim ve yazı yarışmasının yazı jürisinde yer alması, bu yarışmada görülen güzellikler anlatılıyor. Yazar bu etkinliği çok eğlenceli ve düşündürücü bulmuş. Bu yarışmada gördüklerinden sonra geleceğe dair daha bir ümitlendiğini belirtiyor.
    “Fotoğraf ve Resme Dair” yazısında, fotoğraf sanatının hayatımıza katkıları anlatıldıktan sonra fotoğraf ve resim sanatları arasında bir karşılaştırma yapılıyor. Fotoğraf ve resim arasındaki farklar, fotoğrafın imkan – kabiliyetleri ve zayıf yanları, resim sanatının imkan – kabiliyetleri ve zayıf tarafları mukayeseli olarak ortaya konuyor.
    Kitaptaki son yazı “Füreya’nın Seramik Sergisi” başlığını taşıyor. Yazar bu yazısında Türk sanatının bütün bir köşesini (seramik sanatı) dolduran dostunun sergisine dair izlenimlerini aktarıyor.

Yüzyüze, Cengiz Aytmatov

Cengiz Aytmatov, Yüzyüze: Kırgızistan’ın bir köyünde yaşayan yeni evli bir çiftin savaş nedeniyle bozulan düzenleri ve ilişkileri anlatılmaktadır.
Küçük bir köyde yaşayan Seyde ile İsmail yeni evlenmiştir. Kerpiçten yapmakta oldukları evlerini daha tamamlayamadan ve Sedye hamileyken, kocası askere çağrılmıştır. Kocası askere gittikten sonra Seyde, kayınvalidesiyle birlikte yaşamaya başlamış ve çocuğunu dünyaya getirmiştir.
Seyde’nin Totoy diye bir komşusu vardı ve onun da kocası askerdeydi. Her ikisi de askerdeki eşlerinden mektup bekliyorlardı, ancak ikisi ne de mektup gelmiyordu. Daha önce savaşta kolu kopan Mirzakul köyde yaşıyor ve Sedye ile Totoy’un ihtiyaçları olduğunda yardımcı oluyordu.
Askerdeki kocası(İsmail), askeri tren köyden geçerken trenden atlayarak firar etmiş ve eve gelmiştir. Hiç beklemedikleri bir anda eşini karşısında gören Seyde çok şaşırmış ve çok sevinmiştir. Ancak asker kaçakları köylerde arandığından, yakalanmamak için gündüzleri köyün dışındaki bir mağarada kalıyor, aysız gecelerde eve geliyordu. Kış soğuk geçiyordu ve çocuk küçüktü ısınmak için odun ihtiyacı oluyordu. Sedye odun toplama bahanesiyle kocasına yemek götürüyordu.
Köyde erzak ailelerin mevcuduna göre ölçülü olarak veriliyordu. Seyde kendi hakkından İsmail’e götürüyordu. Mağara’da kalan İsmail eve daha az gelmeye başlamıştı. Üstü başı pis, kokmuş ve bitlenmiş bir şekilde eve geliyordu. Yalnızlıktan bakışları ve çehresi değişmeye, vahşileşmeye başlamıştı.
Seyde İsmail’e erzak götürdüğünden şüphelenilmesinden çok korkuyordu. Özellikle Totoy ve Mirzakul’un anlamasından korkuyordu. Mirzakul Seyde’ye ilgi duyuyordu ve yavaş yavaş belli etmeye başlamıştı. Totoy’un eşinin askerde öldüğü haberi köye ulaşmıştı ama köy ihtiyarları haberin yaza kadar Totoy’a söylenmemesine karar verdiler.
Bir gün Seyde’nin kapısı çalındı ve bir KGB temsilcisi kocasının tüfeğiyle birlikte askerden kaçtığını, nerede olduğunu bilip bilmediğini sordu. Seyde bilmediğini söyledi ve çok korktu. Haber köyde yayılmıştı. Seyde evden çıktığında Mirzakul yolunu kesti ve İsmail’in yerini söylemesi gerektiğini söyledi. Seyde’nin bilmediğini söylemesi Mirzakul’u kızdırdı. Mirzakul kırbaçla Seyde’yi dövdü. Seyde’nin İsmail’in yerini bilip de söylemediğini düşündüğü için Seyde’ye düşman oldu.
İsmail artık köye gelemez oldu. Seyde daha dikkatli şekilde yemek götürüyordu. Köyde erzak iyice azalmıştı ve İsmail doymak bilmiyordu. Her seferinde daha çok yiyecek istiyordu.
Totoy ve Seyde’nin birer hamile inekleri vardı. Çocuklarına süt verebilmek için dört gözle ineklerinin doğurmasını bekliyorlardı. Bir gece Totoy’un ineği çalındı. Totoy’un tüm umutları suya düşmüştü. Mirzakul tüm köylüleri organize etti. Ve her yerde ineği aramaya başladılar. Seyde de İsmail’in bulunmasından korktuyordu, aramanın bir an önce bitmesi için bir o yana bir bu yana koşuşturarak ineğin izini bulmaya çalıştı. İneğin izine rastlayamadan, yorgun argın eve döndü. Gece kapı çalındı. Gelen İsmail’di ve elinde koca bir parça et vardı. İneği İsmail çalmıştı. Seyde bu duruma çok kızdı, bir müddet tartıştılar. İsmail aç kalmamak için çaldığını söyledi. Seyde kendi ineklerini almasının daha iyi olacağını söyledi.
Ertesi sabah Seyde köyden çocuğuyla birlikte çıktı ve bir daha dönmeyecekti. Peşinden askerler takip ediyordu, Mirzakul’da onlarla beraberdi. Seyde İsmail’in kaldığı mağaranın önündeki çalılığa yaklaşmıştı. Eliyle göstererek “İşte orada” dedi. Mirzakul yüksek sesle İsmail’in teslim olmasını istedi. İsmail çalılıkların arasından ateş ederek Mirzakul’u vurdu, Mirzakul attan düştü. Diğer askerler de ateş etmeye başladı. İsmail de karşılık veriyordu. Seyde ateşlerin arasından yürüyerek çalılıklara doğru yaklaşmaya başladı. Askerler “gitme” diyordu, ancak Seyde aldırmadan ilerliyordu. Bu sırada İsmail de çalılıkların arasından tüfeğini Seyde’ye doğrultarak çıktı. Seyde İsmail’e bakıyordu, onun bu bakışı, çehresi, davranışları değişmiş haline. İsmail’de Seyde’ye bakıyordu, bu o kadın değildi, saçları ağarmış, kucağında yavrusuyla, heybetiyle, erişilmez bir yüceliğe kavuşmuştu İsmail’in gözünde. İsmail tüfeğini fırlatarak teslim oldu.

14 Şubat 2013 Perşembe

100 Büyük Roman Özet, Abraham H. Lass

Abraham H. Lass'ın 100 Büyük Roman Özeti, 4 Cilt olup Ötüken  Yayınevi tarafından 2007'de basılmıştır.
Batı edebiyatını iyi öğrenmenin başlıca yolunun bu edebiyatı oluşturan eserlerin tanıtılması, eleştirilmesi  ve yazarları hakkında bilgi verilmesi olduğu düşüncesiyle Türkçe’ye kazandırılan Abraham H. Lass’ ın bu eseri dört ciltten oluşmaktadır.Amerikalı yazar bu kitap ile iki tür okuyucuya hitap etmek amacında olduğunu belirtmekte , birinci grubu yani  bu kitapta bahsedilen romanların sadece birkaç tanesini okuma fırsatı bulanları   diğerlerini de okumaya sevk etmek ,ikicinci gruba yani bu eserlerden çoğunu okuyanlara da  okumuş oldukları bu eserlerin gerçekten de nefis eserler olduğunu bir kere daha hatırlatmak olduğunu vurgulamaktadır.Yazar romanları incelerken dört ana bölümden oluşan belli bir sistem dahilinde her romanı şu şekilde ele almaktadır.

1.    Başlıca karakterler kimlerdir,nasıl insanlardır ?
2.    Romandaki başlıca olay ve tezlerinin özünün berrak ve anlaşılır ifadelerle anlatılması.
3.    Romanların, günümüzdeki eleştirisiyle ilgili kısa bir yazı.Böylece ele alınan eserin, roman türünün geliştitilmesinde hangi mevki işgal ettiği gösteriliyor; çağdaş okuyucu ve eleştrilerin onları nasıl ele aldıkları anlatılıyor.
4.    Her yazarın hayatı hakkında kısa bilgiler veriliyor.

    Yazar giriş bölümünde bir romanın nasıl okunması gerektiği, okurken romandaki kahramanlara bakarak  yazarın hayatı hakkında bazı fikirler elde edilebileceği , karakterlerin analizi esnasında nelere dikkat edilmesi gerektiği hakkında kısa bilgiler verdikten sonra geri kalan 220 sayfada  batı edebiyatının önemli yapıtlarından olan 25 tane roman hakkında yukarıda belirtilen esaslar dahilinde değerlendirmeler yapmaktadır.
    Eserde  ele alınan romanlar şöyledir.

      
          ESERİN ADI                               YAZARI                                 
    Don Kişot                                        Miguel de Cervantes
    Robinson Crusoe                    Daniel Defoe
    Güliver’in Seyahatleri                Jonathan Swift
    Candide                            Voltaire
    Tom Jones                        Henry Fielding
    Wakefield Papazı                    Oliver Goldsmith
    Gurur ve Aşk                        Jane Austin
    Kara Şövalye                        Sir Walter Scott
    Kırmızı ve Siyah                    Stendhal
    Parma Manastırı                    Stendhal
    Sefiller                                                Viktor Hugo
    Notre Dame’ın Kamburu                Viktor Hugo
    Eugine Grandet                Honore de Balzac
    Goriot Baba                    Honore de Balzac
    Son Mohikan                    James Fenimore Cooper
    Moby Dick                        Herman Melville
    Tom Amca’nın Kulubesi                Harriet  Beecher Stowe
    Ölü Canlar                    Nikolai Gogol
    Monte Kristo Kontu                Alexander Dumas Pere
    Madam Bovary                Gustave Flaubert
    Oblomov                        Ivan Alexandrovich Goncharov
    Babalar ve Oğullar                Ivan Sergeyevich Turgenev
    Pickwick’in Evrakları            Charles Dickens
    David Copperfield                Charles Dickens
    İki Şehrin hikayesi                Charles Dickens

Cilt 2


Abraham H. Lass’in yazdığı 100 Büyük Roman adlı eserin ikinci cildinde toplam yirmi altı roman özetlenmiştir. Eser özetleri, başlıca karakterlerin tanıtılması ile başlar, hikâye ile devam eder, eleştiri ile zenginleşir ve son olarak yazar ve diğer eserleri ile ilgili bilgi verilmesi ile son bulur.  Kitapta incelenen eserler ve yazarları şunlardır:
(1)    Büyük Ümitler (Great Expectations), Charles Dickens (1812–1870)
(2)    Ölmeyen Aşk (Rüzgârlı Bayır) ya da (Wuthering Heights), Emily Bronte (1818–1848)    
(3)    Suç ve Ceza, Fyodor Mikhailovich Dostoyevski (1821–1881)
(4)    Karamazov Kardeşler, Fyodor Mikhailovich Dostoyevski (1821–1881)
(5)    Tom Sawyer, Samuel Langhorne Clemens (Mark Twain), (1835–1910)
(6)    Huckleberry Finn’in Maceraları (The Adventures of Huckleberry Finn), Samuel Langhorne Clemens (Mark Twain), (1835–1910)
(7)    1887’den 2000 Yılının Görünüşü (Looking Backward), Edward Bellamy  (1850–1898)
(8)    Bir Hanımın Portresi (The Portarit of a Lady), Henry James (1843–1916)
(9)    Cesaret Madalyası (The Red Badge of Courage), Stephen Crane (1871–1900)
(10)    Hodgamlar Panayırı (Vanity Fair), William Makepeace Thackeray (1811–1863)
(11)    Alice Harikalar Diyarında (Alice’s Adventures in Wonderland), Lewis Carroll (1832–1898)
(12)    Anna Karenina, Lev (Leo) Nikolaviç Tolstoy (1828–1910)
(13)    Harp ve Sulh, Lev (Leo) Nikolaviç Tolstoy (1828–1910)
(14)    Denizler Altında 20 Bin Fersah, Jules Verne (1828–1905)
(15)    Nana, Emile Zola (1840–1902)
(16)    Germinal, Emile Zola (1840–1902)
(17)    Erewhon, Samuel Butler (1835–1902)
(18)    Yuvaya Dönüş (The Return of the Native), Thomas Hardy (1840–1928)
(19)    Asi Kalpler (Jude the Obscure), Thomas Hardy (1840–1928)
(20)    Define Adası (Treasure Island), Robert Louis Stevenson (1840–1894)
(21)    Dorian Gray’in Portresi (The Picture of Dorian Gray), Oscar Wilde (1856–1900)
(22)    Ahtapot (The Octopus), Frank Norris (1870–1902)
(23)    Vahşetin Çağrısı (The Call of the Wild), Jack London (1876–1916)
(24)    Kız Kardeşim Carrie (Sister Carrie), Theodore Dreiser (1871–1945)
(25)    Bir Amerikan Faciası (An American Tragedy), Theodore Dreiser (1871–1945)
(26)    Babbitt, Sinclair Lewis (1885–1951)


Kitabın kendisi bir özetler bütünü olduğu ve içeriğin tekrar özetlenmesi kitabın tanıtımı için ayrı bir güdükleme operasyonu olacağı için her roman özetinin sadece konusu verilecek ve en çok ilgi çeken üç romanın üzerinde durulacaktır. Şu açık bir gerçektir ki bu kitaptaki her roman üzerinde tek tek durulsa, neredeyse kitabın kendisi kadar bir yeni eser ortaya çıkar. Ancak yine kabul edilmesi gereken diğer kaçınılmaz gerçek de şudur ki seçilen üç roman tamamen özetçinin kendi sübjektif kriterleri çerçevesinde seçilmiştir ve bir başkası tarafından bunları da seçmeye ne gerek vardı tepkisi ile karşılanabilir. Yine de bazı makul kıstaslar ele alınarak Dreiser’ın ve Lewis’in kitapları özet sonunda ele alınacaktır.
Kitapta özetlenen ilk eser olan ve Dickens’in en iyi eseri olarak kabul edilen Büyük Ümitler, küstah insanların hayat tarzlarının soysuzlaştırıcı etkisini ciddi ve derin bir şekilde incelemeye almıştır. Dickens, bu romanında yapmış olduğu psikolojik tahlilleri ile kendisinin alelade bir roman yazarı olmaktan ziyade bir sosyolog veya psikolog gibi toplumun ve bireylerin sıkıntılarını incelemeye aldığını ortaya koymuştur.
Emily Bronte’nin Ölmeyen Aşk’ı, İngiliz romantizminin büyük şaheserlerindendir ve ihtiraslı aşk ve intikam ile rasyonel, medeni dünyayı inceler. İhtiras ve akıl iki farklı dünyayı temsil eder ve roman bu iki dünyanın üç nesil boyunca birbiri ile olan etkileşimini ele alır.
Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sının başkahramanı olan Rodion Raskolnikov’un Rus Faust’u olduğu da söylenir ve roman fakir, gururlu, ihtiraslı, üstün zekâlı, mutsuz ve bunların sonucu suç işleyen bir adamın sadık bir kadının aşkı ile doğru yolu bulmasını anlatır.
Dostoyevski’nin bir diğer meşhur eseri Karamazov Kardeşler ise, yazarın son yıllarının dini heyecanlarını içerir ve Rus hayatının farklı yönlerini temsil eden bir ailenin portresini çizer.
Gerçek adı Samuel Langhorne Clemens olan ve Mark Twain adı ile meşhur olmuş yazarın ünlü eseri Tom Sawyer’da Amerikan pastoral hayatı kısmen duygusal kısmen de gerçekçi bir şekilde resmedilmiştir. Kitap bir tasvirler zinciridir.
Samuel Langhorne Clemens’ın kendi tabiri ile en iyi eseri olan Huckleberry Finn’in Maceraları ise, şüphesiz Amerikan edebiyatının şaheserlerinden birisidir ve Tom Sawyer’ın devamı olmasına rağmen ondan daha hareketli ve ilgi çekicidir.
Bellamy’nin, 2000 Yılının Görünüşü eseri Amerika’nın en nüfuzlu kitapları arasında gelir ve Amerikan edebiyatının en önemli ütopik romanıdır. Kitap genelde sınıf harbine karşı çözüm olarak kârdan çok ürün uğrunda organize olmuş toplumun canlı manzarasını önerir.
James, Bir Hanımın Portresi’nde, insanın kendisini katlanmak zorunda kaldığı acı ve ıstıraplara nasıl hazırlayacağını konu edinmiştir.
Crane, Cesaret Madalyası’nda, çevrenin insan hayatındaki öneminden bahseder. Roman, realist bir yaklaşımla, insanın kendi iradesi ve kaderi arasındaki objektif çatışmayı konu edinir.
Thackeray’in Hodgamlar Panayırı, sosyete hayatındaki riyakârlık ve tamahkârlığı konu edinir ve en büyük mizahi İngiliz romanı kabul edilir.
Carroll’ın Alice’i, hem çocuk hem de erişkin romanıdır. Bu roman bir dizi sosyal hiciv içerir.
Tolstoy’un, Anna Karenina ve Harp ve Sulh adlı eserleri birlikte incelendiğinde birincinin bir ahlak dersinden ibaret olduğu, ikincinin ise Rus cemiyetinin ve özellikle asiller sınıfının bir incelemesi olduğunu görürüz.
Verne’in 20 Bin Fersah’ı, yazdığı 65 romandan birisidir ve belki de en iyisidir. Ancak bir çocuk bilimkurgusundan öteye gidemez.
Zola, Nana’sında kadının şehvetinden elde ettiği gücünün yıkıcılığı üzerinde dururken, Germinal’de işçi hareketini ele almış ve işçilerin ıstıraplarını konu edinmiştir.
Butler’ın Erewhon’u, mizahi bir ütopyadır ve Victoria devrinin inanışlarını ele alır.
Hardy’nin Yuvaya Dönüşü, insanın kaderin yumruğu altında ezilişini ve sendeleyip düşüşünü ele almıştır ama yazar karamsarlığının ve sanatının zirvesine Asi Kalpler ile erişmiştir.
Stevenson’ın Define Adası, çocuklar için yazılmıştır ve ciddiyetle okumaya çalışmak anlamsızdır ancak birçok çocuk romanından farkı zamanla değerini yitirmemiş ve uzun ömürlü olmasıdır.  Bunun temel sebebi ise, Stevenson’ın tasvirdeki gücüdür.
Wilde’ın tek tam romanı olarak meşhur olan Dorian, Faust efsanesinin değişik bir tarzda yeniden ele alınışından başka bir şey değildir.
Norris’in Ahtapot’u, gerçek bir olayın romanlaştırılmasıdır ancak tam olarak natüralisttir denemez. Eser, sadece bir sosyolojik belge değildir çünkü yazar ele aldığı halk ve olaylar hakkında tarafsız değildir.
London’ın Vahşetin Çağrısı adlı eserinde, yazarın şefkat hisleri ve zekâsı açıkça görülür. Eser realizmden yoksun olsa da ve mantık silsilesi takip etmese de, London’ın anlatıştaki zirvesi eseri elden bırakılamaz hale getirmekte.
Dreiser’ın Kız Kardeşim Carrie ve Bir Amerikan Faciası adlı eserlerinde ele aldığı ortak konu, insanın iradesinin bazı içsel güçlerine köle olabildiği ve bunun etkilerinin insan hayatındaki yıkıcılığıdır. Her iki eserde de yazar, sonuçta elde edilmiş gibi görünen ama bir türlü elde edilemeyen alçakça duygular ile istenen çirkin arzuların tatminsizliğini resmediyor.
Lewis, Babbitt’te, Orta-Amerikan hayatının bayağılığını ve saçmalığını gözlerimiz önüne seriyor ve ruhsuz iyimserlikleri, büyültülmüş bir fotoğraf gibi ortaya koyuyor.
Hem Dresier’ın Carrie’si ve Faciası ve hem de Lewis’in Babbitt’i, 19’uncu asrın son çeyreği ve 20’nci asrın ilk yarısı itibariyle ele alındığında, Amerikan toplumunun içinde bulunduğu acınacak sosyal yapıyı ortaya koymaktadır. Aslında son derece mutlu gibi görünen ve rakamları milyonları bulan bir topluluk, bir ümitsizlik ve karamsarlık batağına saplanmıştır. İnsanlar, hayatı sahte iyilikler, alçak ihtiraslar ve anlamsızca uyulan ya da dayatılan kurallar etrafında yaşayarak sonuçta son derece mutsuz bir hayat manzumesine erişirler. Bunu fark edince de çok geç olur ve birçoğu ya intiharı ya da hayattan kaçmayı tercih eder. Bir kısmı da akli dengesini yitirir. Oysaki Amerikan Rüyası diye afişe edilen ideal hiçbir yerde yoktur. İşin daha da korkunç tarafı, o dönemde bazı yazarların tespit ettiği bu sosyal kokuşma, artarak devam etmiş ve günümüzde, Amerikan toplumu ve bilhassa gençliği tamamen sapıtmıştır. Toplumun hemen tamamına uyuşturucu bağımlılığı, alkolizm, sapık cinsel temayüller, yaygın eşcinsellik, aşırı kumar düşkünlüğü ve parçalanmış aile yapısı sirayet etmiş ve bu durum artık normal karşılanır hale gelmiştir. Kısacası, Dreiser ve Lewis’in o dönemde sinyallerini verdiği ahlaki anlayış paradigmasındaki değişim veya kayma bugün gerçekleşmiştir.
Yukarıdaki iki romanın seçiminden maksatsa, bu iki yazarın da halen benimle beraber öğrencilik yapan arkadaşlarımca en az bilinen yazarlar olmasına rağmen, Amerikan toplumunda çok ünlü ve klasik yazarlar olmasıdır

Cilt 3

ARROWSMITH
Yazan
SİNCLAİR LEWİS (1885–1951)

    Bir tıp öğrencisi olan Martin Arrowsith’in alanında azimli ve gayretli çalışmalarını anlatır.
MUHTEŞEM GATSBY
Yazan
F. SCOTT FİTZGERALD(1896–1940)

    Muhteşem Gatsby “Amerikan Rüyası” nın çöküşünü anlatır. Amerikanın I. Dünya Savaşı sonrası yaşadığı düş kırıklığını, para ve mevki tutkunu bir toplumdaki ahlak çöküntüsünü çarpıcı bir biçimde yansıtmakla kalmamış; belli bir zaman ve yerde geçen olayları anlatmakla yetinmemiş; Gatsby'nin muhteşem rüyasının peşinde koşmasını adım adım takip ederken hayal ve gerçek arasındaki büyük farklılığa da güzel bir örnek vermiştir.
    Fakir ama hırslı olan Jay Gatsby savaş sırasında tanıdığı zengin ve güzel Daisy’i unutamaz. Savaş sonrası inanılmaz bir servet elde eden Gatsby’nin tek düşü Daisy’le birlikte olmaktır. Gatsby Daisy’nin New York, East Egg’deki villasının tam karşısına bir villa yaptırır. Komşusu Nick Carraway’in yardımı sayesinde Daisy ile yeniden görüşmeye başlar, ama Daisy zengin Tom Buchanan ile evlidir. Daisy bir trafik kazası sonucu Tom’un metresini öldürdüğünde Gatsby’nin arabasını kullanır ve onun suçunu Gatsby üstlenir. Gastby ölen kadının kocası tarafından öldürülür. Gastby’nin evinde verdiği partilere katılan insanların ne yazık ki hiç biri cenaze törenine katılmaz.
ZAMAN MAKİNESİ
Yazan
H.G.WELLS(1866–1946)

    Bilimkurgu serüvenini başlatan ilk ve en görkemli adımlardan biri olan bu klasik romanda H.G. Wells, insanoğlunun hiç eskimeyecek zaman yolculuğu düşünden yola çıkarak yaşam biçimlerimizin evrildiği yönü sorguluyor.
    Ondokuzuncu yüzyılın sonlarında İngiltere’de bir bilim adamı aksam yemeğine çağırdığı konuklarına zaman makinesi olduğunu iddia ettiği bir aygıtı gösterir. Saygıdeğer konukları ona inanmayı reddeder, ancak bir hafta sonra tekrar evinde toplandıklarında onu bitkin, sefil ve perişan bir halde bulurlar. Onlara M.S. 802701 yılında, bir zamanlar Londra’nın bulunduğu noktada tanık olduğu yaşamı anlatır. Geleceğe yolculuk etmiş, gelecekteki insanlarla tanışmıştır; birer peri kadar hoş, meyveyle beslenen, yaşamlarını neşeli bir tembellik içinde geçiren sevimle torunlarımızla...
TONO-BUNGAY
Yazan
H.G.WELLS(1866–1946)

    Geroge Ponderevo ve amcası Edward Ponderevo’nun zengin olma yolunda başlarından geçen olayları ve George’nun yaşadığı aşklardan bahsetmektedir.
BİR HAYAT HİKÂYESİ
Yazan
ANOLD BENNETT

    İki kız kardeş olan Constance ve Sophia’dan Constance’nin durağan sıkıcı hayatına rağmen Sophia’nın azimli, başarılı hayallerine kavuştuğu hayatını anlatır.
ORMAN ÇOCUĞU
Yazan
RUDYARD KİPLİNG (1865–1936) 

    Orman Çocuğu, 1907 yılında Nobel Edebiyatını kazanan Rudyard Kipling'in en ünlü çocuk romanıdır. Bir uçak kazası sonucu balta girmemiş bir ormanda yaşamak zorunda kalan küçük bir çocuğun serüvenleri anlatılmaktadır. Eserde ayrıca çocuklara hayvan ve çevre sevgisi de aşılanmaktadır.
SYLVESTRE BONNARD’IN CÜRMÜ
Yazan
ANATOLE FRANCE (1844–1924)

    Kitap iki bölümden oluşur. İlk bölümde Bonnard eski kitaplara duyduğu hayranlıkla onları elde etme çabasını, ikinci bölümde gençlik aşkının torununa rastlayıp ona bir büyükbaba olmak için yaptığı fedakârlıkları anlatır.
PENGUENLER ADASI
Yazan
ANATOLE FRANCE (1844–1924)

    Anatole France ktapsever bir babanın oğludur. Penguenler Adası’nı 1908 yılında yazan Anatole France 1921 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmıştır. Bir siyasi düş niteliğinde olan Penguenler Adası France'in en önemli yapıtlarından biridir. Mael adındaki efsanevi bir aziz Kuzey kutbunda penguenlerin yaşadığı bir ada bulur ve bu adayı Avrupa’ya taşır. Kitabın ilerleyen bölümlerinde penguenlerin insanlarla ilişkileri, penguenlerin ve Fransa’nın birbirine paralel devam eden tarihi anlatılır.
GÖSTA BERLİNG EFSANESİ
Yazan
SELMA OTTİLİANA LOVİSA LAGERLÖF (1858–1940)

    Efsane ve masallara dayanan yapıtlarıyla tanınan Lagerlöf çağdaş öykü yazarlarının en yeteneklilerinden biri sayılır. Öğretmenlik yaptığı dönemde yayınladığı İki ciltlik romanı Gösta Berling'le (Gösta Berling Destanı) uluslararası ün kazandı. Lagerlöf, Gösta Berling adlı romanıyla İsveç’te romantizmin canlanışında önemli rol oynadı. Bu yapıtında doğup büyüdüğü Vaermland bölgesinin en parlak dönemini, bölgenin demir döküm atölyeleri ve küçük malikânelerle dolup taştığı yıllardaki yaşamı anlatıyor. Gösta Berling, ayyaşlığından dolayı ünvanı geri alınan bir kır papazıdır. Öğrencisi olan bir genç kıza âşık olur, fakat sonunda kızın kuzeni ile evlenmek zorunda kalır.
BUDDENBROOK AİLESİ
Yazan
THOMAS MANN (1875–1955)

    Thomas Mann'ın bütün bir 20. yüzyıl boyunca çokça tartışılan romanı Buddenbrooklar, 'Bir Ailenin Çöküşü'nü anlatır. Hikâye 1835 yılında, Buddenbrook ailesinin yeni evlerindeki bir davetle başlar. On bölüme yayılan ve ağır ağır akan bu sahnede, Buddenbrook ailesi, aralarındaki ilişkiler, dostları, ilgi alanları ve dönemin burjuva kültürü sergilenir. İhtiyar Johann'ın yönettiği Buddenbrooklar, yüz yıllık bir geçmişe sahip şirketleriyle Baltık Denizi sahilindeki Lübeck eyaletinde buğday ticaretiyle uğraşan saygın bir ailedir. Üvey abisi Gotthald, babasının muhalefetine rağmen bir esnaf ailesinin kızı ile evlendiği için şirketin reisliği Jean'a geçer. Jean, karısı Elizabeth, çocukları Thomas, Chirstian, Antonie ve Cara'dan müteşekkil aile, kimileri uzaktan akrabaları olan evin hizmetkâr kadrosuyla birlikte başlangıçta mutlu ve güvenli bir hayat sürdürürler. Ancak çocuklar büyüdükçe bu tablo yavaş yavaş bozulacaktır. Mesela küçük oğul Christian ailenin hasletlerine hiç sahip değildir. Sanata, eğlenceye, bohem hayata düşkünlüğü onu her türden ticari faaliyetten uzaklaştırır. Kızlardan Tony, ailenin ısrarıyla yıldızı yeni yeni parlayan bir tüccarla evlendirilir. Ancak bu evliliği Buddenbrooklar'ın servetinden yaralanmak için yapmış olan kocası kısa sürede iflas edecek, Tony küçük kızı Erica ile birlikte eve dönecektir. Tony’e yıllar sonra bir kez daha deneyeceği evlilik de mutluluk getirmeyecektir. En küçük kız Clara'nın kişiliği hiç gelişmez. Riga'lı bir din adamı ile evlenerek aileden uzaklaşır.
SİHİRLİ DAĞ
Yazan
THOMAS MANN (1875–1955)

    Sihirli Dağ hem felsefi hem empresyonist hem de sembolist olarak tanımlanabilir. Kitapta, tüberküloz sanatoryumundaki hastaları 1900`lerin başlarındaki Avrupa toplumunun çatışan tavır ve politik inançlarını sembolize eder. Bir sanatoryumda geçen bu eser insanlık, 20. yy, savaşlar, hastalık, ruh, ölüm gibi işlediği temaları, tekniği ile tam anlamıyla modern bir Avrupa destanıdır.
İMMORALİST
Yazan
ANDRE GİDE (1869–1951)

    Gide bu eseriyle hem kendi hayatından hem de hayatın ona dayattıklarından hesap sorar neredeyse. Riya, Gide’in hayatında önemli bir yer tutar. Evliliği mesela… Hasta babasını memnun etmek için evlendiği eşini sevmeden evlenmiş. Eşinin de kendisi gibi yetim büyümesi Gide için yaşamlarının ve yaşadıklarının eşitlediği bir evlilik diye düşünmüş. Gide eşine değil, eşiyle yaşadıkları ortak geçmişe, ortak sevgisizliğe, ortak yalnızlığa âşıktır. Gide’in yaşamı boyunca en acı serüveni, anılarıyla arasında geçen ilişkidir. Anıları Gide’ in tek gerçek ailesidir. Gide bu gerçeği kabullenmek istemez ama anılarına da yaşamı boyunca sığınır. Gide, çaresizliğini bir tek anıları karşısında gizleme gereksinimi duymuyor. Yazarın bu eseri bir başka anlamıyla kendisiyle ve yaşadıklarıyla yüzleşmesidir. Gide, İmmoralist adlı eserinde ahlakı ve kendi ahlakını sorguluyor.
KALPAZANLAR
Yazan
ANDRE GİDE (1869–1951)

    Kalpazanlar Gide'nin kendi deyişiyle "ilk romanı" dır. Kalpazanlar ilk kez 1925 yılında yayımlanmıştır. Bu kitabındaki konu; kişi tam anlamıyla mutluluğa kavuşmak, yaşamın tadını çıkarmak istiyorsa geleneklere değil kendi yüreğinin sesine uyması gerektiğidir. Andre Gide der ki "Dünya şayet kurtulabilirse, ancak yerleşik kurallara, kökleşmiş basmakalıp düşüncelere boyun eğmeyenler sayesinde kurtulacaktır".
GÜNEŞ YİNE DOĞAR
Yazan
ERNEST HEMİNGWAY (1899–1961)

    Güneş Yine Doğar, Fransa’dan İspanya'ya Paris'in zevk ve sefa âlemlerinden, boğa güreşi arenalarının nefes kesici heyecanına durmaksızın devam eden bu arayışın hikâyesidir. Savaşta aldığı bir yara nedeniyle âşık olduğu insanla birlikte olmasına imkân olmayan Jake Barnes'ın dilinden anlatılan bu roman, savaş sonrası neslinin hayat tarzını, heyecanlarını, bunalımlarını, hayallerini, mutluluklarını ve acılarını gözlerimizin önüne sermektedir.
SİLAHLARA VEDA
Yazan
ERNEST HEMİNGWAY (1899–1961)

    Silahlara Veda, Birinci Dünya Savaşında Fredeick Henry adındaki Amerikan Subayının Catherine isimli bir kıza âşık olması ile birlikte Almanların elinden kaçarak gebe kalan sevgilisine kavuşma çabalarını anlatır. Kitabın sonunda Ölüm denilen gerçek anlaşılırsa, hayatın yaşanmaya değer güzellikte olduğu ve önemli anları bulunduğunu görmekteyiz.
İHTİYAR BALIKÇI
Yazan
ERNEST HEMİNGWAY (1899–1961)

    İhtiyar Balıkçı adlı roman, İhtiyar bir balıkçının tüm olumsuzluklara rağmen umudunu hiç yitirmeyişini ve her türlü zorluğa karşı nasıl mücadele ettiğini konu alıyor. Kitabın sonunda bir amacımız olduğu zaman, bu amacı gerçekleştirmek için karşımıza çıkan zorluklarla, elimizden gelenin en iyisini yaparak mücadele etmeliyiz dersini çıkarabiliriz.

BERİ GEL MELEĞİM
Yazan
THOMAS WOLFE (1900–1938)

    Sekiz çocuklu Oliver ve Eliza Gant çiftinin yedinci çocuğu olan Eugene’nin eğitim hayatındaki başarıları ile ailenin parçalanmış, sefil hayatını anlatır.
SES VE ÖFKE
Yazan
WİLLİAM FAULKNER (1897–1962)

    Eser, farklı bakış açılarıyla anlatılır ve dört ana bölümden meydana gelmiştir. Ses ve Öfke, bilinç akışı yöntemi ile yazılmıştır. Bilinç akışı Yöntemi: Yazar, kahramanların bilincinden geçen olayları müdahale etmeden anlatır. Birinci bölüm, 7 Nisan 1928′de Benjy’nin bilincinden geçen olayların anlatılmasından ibarettir. İkinci bölüm, 2 Haziran 1910′da Quanten’in intihar etmeden önceki yaşadıklarının onun zihninden anlatılmasıdır. Üçüncü bölüm, 6 Nisan 1928′de Jason’ın bakış açısıyla anlatılan olaylar oluşturur. Dördüncü bölüm, 8 Nisan 1928′de Paskalya günün*deki olaylar oluşturur.
AĞUSTOS IŞIĞI
Yazan
WİLLİAM FAULKNER (1897–1962)

    Ağustos Işığı adlı eserde Faulkner, Amerikan toplumunda yaşanan zenci sorunu, bireyin modern toplumdaki yalnızlığı ve kimliğini oluşturamayan köksüz insanın dramı gibi temaları dünya edebiyatının en ileri teknikleriyle ele alır. Babasında zenci kanı bulunduğu ileri sürülen beyaz tenli Joe Christmas'ın çevresinde gelişen roman, çağımızın şimdiden klasikleşmiş yazarı Faulkner'ın beş eserinden biridir.
VATAN SEVGİSİ
Yazan
PEARL BUCK (1892–1973)

    Wang Lung adındaki fakir bir Çinli çiftinin çalışkan bir köleyle evlenip zengin olmasını çocuklarından duyduğu hayal kırıklıklarını anlatır.
GEMİDEKİ İSYAN
 Yazan
JAMES NORMAN HALL (1887–1951)
CHARLES NORDHOFF (1887–1947)

    Byam, Teğmen Bligh’ın kaptanlığında Tahiti’ye açılır. Bligh’ın mürettebata kaba davranışları ve hakaretleri mürettebatın ayaklamasına yol açar. Byam da isyancılardan sanılıp cezalandırılır. Yıllar sonra geri döndüğünde karısının ve arkadaşlarının öldüğünü, kızının evlendiğini öğrenir.
ALLAH’A ADANAN TOPRAK
Yazan
ERKSİNE CALDWELL (1903–1987)

    Ty Ty Walden, günlerini altın bulmak için saatlerce toprak kazmakla geçirir. Bulacağı altının bir kısmıyla da kilise yapacağı toprağa ayırmıştır. Bu sırada kızları, damatları ve oğulları arasında karışık ilişkiler söz konusudur.
GAZAP ÜZÜMLERİ
Yazan
JOHN STEİNBECK (1902–1968)

    Pulitzer ödülü kazanan Gazap Üzümleri 20. Yüzyılın en büyük edebiyat eserleri arasında yer alır. Konusu kısaca  topraklarından koparılan ve iş bulma umuduyla yollara dökülen yoksul tarım işçilerinin hayatta kalma mücadelesidir. Eser  Joad ailesinin öyküsü etrafında yüzyılın başında açlığa  zulme ve sömürüye direnen milyonların öyküsüdür.
İNSANLIK KOMEDİSİ
Yazan
WİLLİAM SAROYAN (1908–1983)

    İnsanlık Komedisi, 20. yüzyıl Amerikan edebiyatının kısa öykü, roman ve oyun türlerinde en iyi yazarlarından biri olarak kabul edilen William Saroyan'ın en sevilen romanlarından biridir. Olaylar, İkinci Dünya Savaşı yıllarında ABD'de, Kaliforniya Eyaleti'ne bağlı Ithaca kasabasında yaşayan Macauley ailesinin etrafında geçiyor.
    Neredeyse her aileden bir ferdin bilfiil savaşın içinde olduğu bu küçük Amerikan kasabasının savaştan ne şekilde etkilendiği, bu sıra dışı koşulların yarattığı insanlık halleri, eserin başkahramanı olan yeniyetme Homer Macauley'in büyüme sancılarıyla harmanlanarak anlatılıyor. Saroyan, kendine özgü bakışıyla, savaşın içindeki sıradan insanın nabzını tutmayı başarırken, bir yandan da "savaşın kaçınılmaz olarak içerdiği barbarlık", "savaş suçunun sorumluluğunu 'düşman' belletilen varlıkla sınırlamamak" gibi kavramlar üzerine sorular sordurmayı amaçlıyor.
KRALLAR ÖNDE GİDER
Yazan
ROBERT PENN WARREN (1905–1989)

    Jack Burden ve Willie Star önceleri avukatlık yapar, sona politikaya atılır. Jack Burden ise önceleri gazetecilik yapar sonra gazeteden ayrılıp Willie ile çalışmaya başlar. Kitabın ilerleyen bölümlerinde birlikte yaptıkları işler anlatılır.
KARANLIĞIN KALBİ
Yazan
JOSEPH CONRAD (1857–1924)

    Conrad, kendi tecrübelerinden yola çıkarak yazdığı eserinde Kongo'ya (o zamanlar -1890'lar- adı Kongo Özgür Devleti olan Kral 2. Leopold'ün özel mülkü ve kolonisi) Marlow adlı bir adamın yaptığı bir yolculuktan, oradaki tecrübelerinden ve Kurtz denilen başka bir adamın yaşadıklarından bahsediyor.
    Kısaca kitabın konusu: Marlow, Kongo'ya Belçikalı bir şirket tarafından gönderilir. Kongo'dan fillerin dişi alınıp Avrupa'ya getirilmektedir. Tabi alışverişte fildişi aslında çok düşük bir maliyettir. Çünkü karşılığında medeniyet götürülmektedir. Medeniyetin fiyatı yanında fil dişinin fiyatı nedir ki!..

Cilt 4

Kitap, yirmi üç farklı hikayeden oluşmaktadır. Bu hikayelerin adları şöyledir: Bayan Dalloway, Güney Rüzgarı, Çin Ufukları, Hayat Bağları, Jean-Christophe, Swann’ın Aşkı, Dünya Nimeti, Dünya Hayali, Şato, Dava, Ve Durgun Akardı Don, Gelin Tacı, Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, İnsanlık Durumu, Ses Sese Karşı, Cesur Yeni Dünya, Ekmek ve Şarap, Bulantı, Yabancı, 1984, Gün Ortasında Karanlık, Doktor Jivago, Lord Jim.
        Bölümler, önce bölümde geçen başlıca karakterlerin tanıtılmasıyla başlamakta, hikaye anlatılmakta, hikaye üzerine yazarın eleştirisi ifade edilmekte, yazar hakkında bilgi verilmekte ve son olarak yazarın diğer eserleri tanıtılarak bölü sonlandırılmaktadır.
        Bayan Dalloway
        Clarissa Dalloway, hissi, tahayyül gücü kuvvetli, orta yaşlı, Londra’lı bir sosyete kadınıdır.  Parlamentonun pek başarılı sayılmayan bir üyesi olan Richard onun kocasıdır. Peter Walsh, Bayan Halloway’ın önceki sevgilisidir. Hindistan’da beş yıl hizmet gördükten sonra Londra’ya dönmüştür. Septimus Warren Smith ise insanlara iyi hisler besleyebilme özelliğini kaybetmiş eski bir askerdir.
        Bayan Dalloway akşam yemek düzenlemeye karar verir ve alışveriş için dışarıya çıkar. Bu süre zarfında gökte reklam amaçlı uçan bir uçağın taşıdığı afiş ve Kraliçenin de içinde bulunduğunu değerlendirdiği lüks bir araç dikkatini çeker. Londra ve şehrin hareketliliği ona, kendi mazisini hatırlatır.
            Clarissa Dalloway elindeki çiçeklerle eve döndüğü zaman, kocasının Milicent Bruton adlı kurnaz ve vicdansız kadın tarafından öğle yemepine davet edildiğini öğrenir. Bu yemeğe kendisinin davet edilmeğine çok üzülür.
        Smith ise çeşitli sebeplerden dolayı sinir buhranı geçirir ve pencereden atlayarak intihar eder. Zengin ve kendisine güven besleyen Sir William, intihar eden Septimus Smith’e sempati beslemez. Fakat kendisiyle  bu genç arasında hayret uyandırıcı benzerlikler bulunduğunu fark eder. Peter, yaşlanmakta olmasına rağmen güzelliğini muhafaza eden Bayan Dalloway’a halen aşıktır.
        Yazarın hikaye üzerine yapmış olduğu eleştiride, değişik karakterlerin monolog ve kaderlerinin birbirlerine mükemmel bir teknik ve ustalıkla bağlandığından bahsedilir.
       
        Güney Rüzgarı
        Güney Rüzgarı, hem geriye dönerek Birinci Dünya Harbinden önceki Avrupa’ya bir bakış, hem de dini ve geleneksel ahlak telakkilerinin 1920’lerde nasıl parçalandığını anlatan kehanetli bir romandır.
        Putperest yerlileri Hıristiyan yapmak için Afrika’ya giden ve bu gayretlerinde başarılı olamayan Bombopo Piskoposu Thomas Heard, İngiltere’ye dönerken Akdeniz’deki güzel ve sakin Nepenthe adasına uğrar. Orada yeğeni Bayan Meadows ile buluşacak, kadını ve çocuğunu İngiltere’ye getirecektir. Yeğeninin kocası Hindistan’dadır. Gemide Don Francesco adında neşeli ve sevimli bir Katolik papazı ile tanışır. Don Francesco, Mr. Heard’ı mahalli cemiyete sokar. Nitekim Nepenthe’nin bu neşeli günleri uzun sürmez ve bir dizi uğursuzluklar baş gösterir. Yaşanan çeşitli olaylar neticesinde Piskopos, halkın zevk içinde bir hayat sürdüklerinden, kendilerini suçlu hissetmeleri gerektiğinin hatırlatılmasından değil, Katolik de olsa, kendi arzularıyla seçtikleri hayatı sürmelerine müsaade edildiği zaman mutlu olacaklarını öğrenir.
        Çin Ufukları
        Çin Ufukları aslında uzun ütopik romanlar dizisinden bir tanesidir. Harpten bıkan ve yeni bir harbin yaklaşmakta olduğunu hisseden, 1920’lerin Katolik dünyasında yeni değerler arayan fakat depresyonla karşılaşan insanlar Çin Ufuklarının rahat felsefesinde en derin ümit ve hayallerin gerçekleştiğini görürler.
    Romancı Rutherford’un zamanında Hugh Conway, Oxford’da başarılı bir öğrencidir. Conway’ın Uzakdoğu’da bir konsolosluktan diğerine dolaştığı on sene zarfında Rutherford onun izini kaybeder. Bir gün Rutherford, bir Katolik hastanesinde bu eski arkadaşına rastlar. Yorgun, zayıf ve oldukça şaşkın olan Conway kendisine inanılmaz bir hikaye anlatır.
Conway Baskul şehrinde konsolostur. Buradan uçakla ayrılır. Ancak uçak içindekilerle birlikte onu Himalaya Dağları içerisinde bir vadideki tapınağa götürür.  Conway, kendisinin ve arkadaşlarının bu tapınağı doldurmak için getirildiklerini öğrenir. Yüce Lama, yeni bir harbin, medeniyeti ortadan kaldırabileceğini hissettiğinden, kültürü muhafaza etmek ve medeniyeti yeniden başlatmak için buraya yeterli sayıda insan getirmek .istemiştir.
        Hayat Bağları
Annesi 1885’te öldüğü zaman dokuz yaşında olan Philip Carey, amcası William ve yengesi Lousia ile kalmak üzere onların Londra civarında Blackstable kasabasındaki evlerine gider. Philip son derece hissi, sakat doğmuş bir çocuktur. Paralı bir insan olan amcası zalim bir adamdır; kendi ahlaki düşüncelerini diğer insanlara empoze etmeye çalışır. Philip’in müşfik bir anlayışlı yengesi çocuğu bağrına basar; bu çocuksuz kadın ona kimsesizliğini unutturmaya çalışır.
Philip’in okul arkadaşları onun sakatlığıyla mütemadiyen alay ederler. Spor faaliyetlerine katılamayan ve sınıf arkadaşlarının alaylarından kurtulamayan Philip, kendi içine kapanmayı, fakat bağımsız bir insan olmayı öğrenir. Daha sonra roman Philip’in doktor olana kadarki eğitim hayatı ile devam eder.
        Jean-Christophe
Bu romanın kahramanı Jean-Christophe Kraft, ondokuzuncu asrın sonlarına doğru Almanya’da doğdu. Yetenekli bir müzisyen olmasına rağmen kendisini içkiye veren babasının mahalli dükalık orkestrasındaki yeri sallantılıdır. Basit br kadın olan annesi kasabada aşçı olarak çalışır. Çocuk babasında bulamadığı sevgiyi annesinde bulur. İki küçük kardeşi romanda ikinci derecede rol oynarlar. Jean-Christophe’ın fikirlerinin oluşmasında bilhassa iki kişinin büyük rolü olmuştur. Bir müzisyen, ikince derecede kompozitör olan büyükbabası Jean Kraft ile basit bir sokak satıcısı olmakla beraber son derece nazik, sevimli ve iyi huylu dayısı Gottfriend.
Gençliğinde müzik sevgisiyle yetişen Jean-Christophe ölümüne kadar yaşadığı, olaylar aşklar ve zihninde tasarladığı düşüncelerin anlatıldığı roman çeşitli irili ufaklı olayla devam eder.
        Swann’ın Aşkı

 Birinci kısımda Marcel çocukluğunu, ebeveynleriyle, büyükannesi ile amcaları, dayıları, halaları ve teyzeleriyle Paris civarında küçük ve hoş bir kasaba olan Combray’da geçirdiği zamanları hatırlar. Bu istikrarlı, kültürlü ve Marcel’in de paylaştığı kitap zevkine sahip bir orta sınıf ailesidir. Aile dostları arasında, kendilerini sık sık ziyaret eden M. Swann da vardır. Aile Swann’ı tamamiyle benimser.
İkinci kısımda Marcel artık yetişkin olmuştur. Çocukluk yıllarına ait hatıralar üzerinde bu bölümde daha fazla durulur.  Üçüncü kısım olan “Swann aşık oluyor” bumaceranın hikayesidir. Hikaye bay ve bayan Verdurin’in yönettikleri ve oldukça şüpheler doğuran bir Paris salonunda başlar. Burada geçen çeşitli olaylar sonrası Swann Odetta adlı bir kadına aşık olur. Odetta aslında iyi bir kadın değildir. Sonuçta Swann bu durumu anlar ve kadından soğur.
Son kısımda  Marcel tekrar hatırladıklarına döner. Çocukluğunda, Swann’ın kızı Gilberte ile Champs Elyssees’de oynadığını hatırlar. Gilberte’nin annesi ise Odette’dir. Swann artık Odette’yi sevmemesine rağmen, kızının hatırı için onunla evlenmiştir.
Marcel daha sonraki ciltlerde hatıralarını anlatmaya devam eder. Bu hatıralar şimdi, sadece Swann ve Odette’yi değil, “Swann aşık oluyor”da belirtilmeyen pek çoklarını da kapsar. Bu ciltler şunlardır: Gelişen Bir Fidanlıkta, Guerinante Yolu, Ovadaki Şehirler, Gomerre, Tutsak, Tatlı Sahtekar Gitti, Maziden Hatırlananlar.

        Dünya Nimeti
Dünya Nimeti, Kuzey Norveç’in ıssız bölgelerinde geçer; hükümet çalışkan ve azimli her çiftçiye burada toprak verir. Sağlam yapılı, az konuşan ve basit düşünceli İsak adındaki bir çiftçi, kendi çiftliğini kurmak için bölgeye gelir. Zamanla kendi hayatını paylaşacak bir kadın bulur ve evlenir. İnger adındaki bu kadın, kendisi gibi basit bir köylüdür ve bir hastalık sonunda dudağının yarık kalması yüzünden daha önce kendisiyle evlenecek erkek bulamamıştır.
Beraberce küçük bir çiftlik kurarlar; ilkin bir inekleri, ardından bir atları olur; daha sonra  bir at arabasına, çiftlik eşyasına ve hatta lüks eşyaya sahip olurlar. Sellenraa dedikleri bu yer, kendilerine yeterli, zengin bir çiftlik haline gelir. İnger’in sıhhatli çocuklar olarak yetişen Eleseus ve Siverd adında iki erkek çocukları vardır. Üçüncü çocukları bir kızdır. Onun da dudağı annesi gibi yarıktır.  İnger bunun kendisine neye mal olduğunu bildiğinden henüz on dakika yaşamadan kızını boğarak öldürür ve İsak’a söylemeksizin gömer. Oline adındaki dedikoducu bir kadın hadiseyi meydana çıkarır ve İnger, Trondhjem’de bir hapishaneye gönderilir.
Roman kesin bir şekilde sona ermez. Eleseus gider. Axel ve Barbro evlenirler. Isak ve İnger yaşlandıklarından şimdi çiftliği Silver yönetir.

        Dünya Hayali
Dünya hayali, beynelminel ve sosyal huzursuzluğun baş gösterdiği bir zamanda, 1905’lerde geçer. Bu seneler, üst sınıflar için, yirminci asır teknolojisinin yarattığı bolluk ortasında, maziden tevarüs ettikleri feodal imtiyazların zevkini çıkardıkları bir çağdı. Romanın kahramanı Christian Wahnschaffe, bir Alman çelik milyonerinin oğludur.  Annesi tarafından şımartılmış, yüksek zevklere sahip bir gençtir.
Genç, yakışıklı ve cazibeli biri olmasına rağmen, soğukçasına bencildir, kendisini çevresindekilerden uzak tutar. Her çeşit sefalet ve mutsuzluk onu tiksindirir. Romanın daha sonraki bölümlerinde Christian tedricen bencil ve kapalı bir hayat sürdüğünü idrak eder. Daha sonra kendini bir cinayetin çözümüne adar. Uzun çalışmalar sonucu katili bulur.
Christan’ın ailesine gelince, oğullarının yaşadığı sosyal çevreler kendilerini öylesine dehşete düşürür ki, onu bir akıl hastanesine yatırmayı düşünürler. Christan onları bu zahmetten kurtarır ve ortadan kaybolur. Christan’ın daha sonraki hayatı hakkında romanda bilgi verilmez, sadece onun kişiliği ve ruh hali üzerinde çeşitli yorumlar yapılır.
        Şato
Hikaye, Kont Westwest diye bilinen bir adamın malikanesinin veya küçük prensliğinin sınırlarını tayin etmek için çalıştırılan K. Adındaki bir toprak ölçücüsünün tecrübe ve görüşleri etrafında döner. Hikayenin başlıca noktaları esnaf ve zanaatkarların yaşadıkları önemsiz bir köy ile civarındaki tepede, hükümet bürolarının bulunduğu bir şatodur. Kont’un orada yaşadığı sanılmakta ise de, kendisi sahnede görünmez.
K.nın karşılaştığı mesele, şatoya giderek, kendisinin ne yapması gerektiğini öğrenmektir. Bunun normal olarak hiç de zor bir mesele olmaması icap eder. Fakat önüne deli edici engeller ve kontroller çıkar. Nihayet hedefine ulaşır ve kendisinin toprak ölçücüsü olarak angaje edildiğini ispat eder.
K. şatoya gitmek ister, ancak bir türlü bunu başaramaz. Çeşitli ilginç olaylar yaşar, ilginç kişilerle tanışır. Kitabın ilk baskısı yazar Franz Kafka öldüğü için belli bir noktada kalır. Daha sonra ikinci baskısında Brod, Kafka’nın notlarından ramanı biraz daha geliştirir.
Genel olarak bakıldığında Şato sembolik bir kitap gibi görülse de sembollerin neyi ifade ettiği pek açık bir şekilde anlaşılamamaktadır.
        Dava
Dava, kendisine mahsus özellikleri olmayan, belirlenmemiş bir şehirde geçer. Bu şehrin yüzyılın başındaki Prag olabileceği değerlendirilmektedir. Psikolojik yanı öne çıkan bir kitaptır.
Romanın kahramanı Joseph K. Otuz yaşındadır. Bir bankada iyi bir işi vardır. İyi bir insan olarak tanınır. Değişik işlerde çalışan insanların yaşadıkları kiralık bir evde oturur. Yemeklerini sakin bir kahvehanede yer ve geceleri dokuza kadar çalışır. İçine kapanık, ruhi bir boşluk içinde, yakın arkadaşları bulunmayan bir bekardır.
Bir sabah onun bu rutin hayatı parçalanır. İki kişi evine gelerek tevkif edildiğini söyler. K. Herhangi bir suç işlediğini hatırlamaz. Durum karmakarışıktır, şaşkınlık vericidir. Ne gibi bir suç işlediği veya kanunun hangi maddesini ihlal ettiği kendisine söylenmez. Karşılaştığı herkes onun suçlu olduğunu kabul eder. Yargılama muğlaktır. Hiç kimse hatta mahkeme görevlileri dahi davanın mahiyetini anlamazlar. En kötüsü de mahkemenin yıllarca sürmesine karşın kimsenin beraat etmemesidir.
Roman K. nın kendisini temize çıkarmak veya hiç olmazsa kendisine yüklenilen suçun ne olduğunu anlamak için giriştiği faaliyetler ile ilgilidir.

        Ve Durgun Akardı Don
Kazaklar, on altıncı ve on yedinci asrın Rusya’sındaki serflik düzeninden kaçarak, Rus İmparatorluğu’nun muhtelif bölgelerinde yerleşen ve atamanları, yani kendilerini seçtikleri liderleri altında yarı bağımsız devletler kuran insanlardır. Hükümet, onların bu muhtariyetine hürmet etmiş ve onları imtiyazlı ve profesyonel askeri bir kast olarak kullanmıştır.
Kendi geleneklerini muhafaza ederek, kendi subaylarının kumandası altında Rus ordusunda hizmet etmelerine müsaade edilmiştir. Ordudaki hizmetleri sona erdiği zaman, köylerine, kasabalarına dönmüşlerdir. Rus köylülerinden uzak, kendi hayatlarını yaşamaya devam etmişlerdir.
Eski zamanlarda devlete defalarca başkaldırmışlardı. Sonraları muhafazakar olmuş ve reaksiyoner hükümetleri desteklemişlerdir. Dahili harp sırasında, pek çokları karşıt- ihtilal tarafına geçmişlerdir. Ondan sonra da imtiyazlı durumlarını kaybetmişlerdir. Yazar Mikhail Alexandrovich Sholokhov’un bu romanı Don Bölgesindeki Gregor Melekhov adında genç bir Kazakın hayatını ele almaktadır. Hadiseler beş ila altı yıllık bir devreyi kapsar ve 1918’de sona erer. Birinci kısım Barış, ikinci kısım Harp, üçüncü kısım ihtilal ve dördüncü kısım ise dahili harp başlıklarında anlatılmaktadır.
        Gelin Tacı
Gelin Tacı, on dördüncü asırda Norveç’de kırk kadar başlıca karakterin dört nesil boyunca hayatını inceleyen başarılı bir eserdir. Hikaye merkezi Norveç’te Jörundgaard’daki malikanesinde yaşayan Lavrans adlı bir centilmenle başlar. Bu kişi üç erkek çocuğu bebek yaşlarında öldüğünden dolayı kızı Kristin’e çok bağlıdır. Kitap bu kızın hayatını konu alır. Romanın ilk bölümü Kristin’in çocukluk yıllarını anlatmaktadır.
Malikanedeki hayatı, kendisinden büyük Arne adındaki bir erkek çocukla arkadaşlığı, ormanda yaptığı bir gezi sırasında bir cadı olduğuna inanılan garip bir kadının kendisini dehşete düşürmesi Osla’ya yaptığı gezi ve orada Evdin adındaki nazik ve dindar bir papazla tanışması, kardeşi Ulvhild’in doğması, bir doğanın kardeşini ciddi olarak sakatlaması gibi olaylar anlatılmaktadır.
Tüm bu ilginç olayların vuku bulduğu hayatını Kristin vebaya yakalanarak kaybeder.

        Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok


Garp Cephesinde yeni bir şey yok, bir grup Alman erinin, Birinci Dünya Harbinde başlarından geçenleri anlatır. Dört tanesi okulu bitirir bitirmez askere alınmışlardır. Bunlar, Baumer, Kropp, Müler ve Leer’dir. Dört kişi de, onlardan daha yaşlım köylülerdir, Tjaden, Westhus, Detering ve Katozinsky. Hikayeyi Baumer anlatır. Hikaye harpteki bir erin başından geçen maceraları anlatır. Bunlar, eğitim, çarpışma, izin, kadınlar, mağlubiyet ve ölüm olarak özetlenebilir.
        İnsanlık Durumu
Çin 1927’de, fena halde bölünmüş bir ülkedir. On beş sene önce kurulan cumhuriyetin yerini bir generaller rejimi almıştır. Bu generallerden hiçbiri ülkede tam bir hakimiyet kuramasa da, her birinin üstünlük kurmasını engelleyebilmektedir. Ülkenin güneyinde Koumintang veya Milliyetçi Parti lideri Şan Kay-Şek hakimdir ve rejimini kuzeye doğru yaymaktadır. Şan Kay-Şek, Çin komünistlerinin ve onların Rus müşavirlerinin yardımlarını kabul etmiştir. Fakat Şan Kay-Şek Şanghay’ı ele geçirdikten sonra, bu müttefiklerine karşı cephe almıştır. İnsanlık Durumu, bu hadiseler ortasında geçen gelişmeleri anlatmaktadır.

        Ses Sese Karşı
Londra Tohumculuk ve Fiziki Yeterlilik Merkezi’nin küstahçasına mağrur müdürü, bir grup heyecanlı gence ve öğrenciye merkezi gezdirmektedir. Sene Ford’dan sonra 632’dir. Yeni Dünya’da zaman, Ford’un T modeli otomobilin kütlevi bir tarzda yapılmasına başlanmasıyla ölçülür. Bu merkezde insanlar, suni ilkah yolu ile kütlevi bir tarzda üretilir ve cemiyetin katı hiyerarşik düzenine uymaları için kimyevi metodlarla, fiziki bünyeleri geliştirilir.
Müdür cemiyet hedeflerine –Topluluk, Şahsiyet, İstikrar- ulaşacaksa, ferdi farklara yer yok der: insanlar cenin hallerinden itibaren, cemiyette alacakları yerlere göre şekillendirilir: Alfa Artı, oldukça zeki liderler, Epsilon eksi ahmaklar, pis işleri yapan kötü şekilli maymun gibi yaratıklar.
Kitap çeşitli ütopik olaylarla devam eder.
        Ekmek ve Şarap
İtalya 1935’te, Etiopya’ya harp ilan etmek üzeredir. Faşist hükümet, yönetimi tam manasıyla eline geçirmiş; bütün muhalefet susturulmuş veya yeraltına sürülmüştür. Rejimin bazı düşmanları yurt dışına kaçmışlar, bazıları kendi inanışlarını rejimin düşüncesiyle bağdaştırmışlar veya buna mecbur bırakılmışlardır.  Bu sonunculardan biri, Don Benedetto adında yaşlı bir papazdır. Önceleri bir öğretmendir, ancak rejimi açıktan açığa eleştirdiği için mesleğinden atılmıştır. Şimdi kız kardeşinin yanında bir emeklilik hayatı sürer; fakat rejimi hala tenkit ettiğinden dolayı kendisine şüpheli nazarla bakılır.
Müteakip hadiseler daha yumuşak bir tarzda cereyan etmişlerdir. Bazıları acındırıcı, bazıları da halk mizahı ile doludur.
        Bulantı
Roman Antonia Roquentin adında, arkadaşları, ailesi ve hatta bir işi bulunmayan yapayalnız bir entelektüelin günlük hatıraları şeklinde yazılmıştır. Onun hakkında sadece bir iki gerçek meydana çıkmaktadır.  Avrupa’da, Asya’da uzun uzun dolaşmış, Hindistan ve Çin-Hindinde arkeolojik araştırmalara katılmış, fakat sonunda bu tür faaliyetlerle ilgilenmemeye başlamıştır.
Roquentin’ in bu yalnız, kendisine yeterli hayatı, bulantı adını verdiği acıtıcı hücumlara maruz kalır. Sadece kendisinin hayatından değil, hayat denilen şeyden tamamiyle bıkmıştır. Kitabın sonunda ona ne olduğunu ise sadece tahmin edebiliyoruz.
        Yabancı
Yabancının merkezi karakteri , Mersault adında, Cezayir’de yaşayan bir gençtir. Babası ölmüştür ve annesi de bir huzurevinde yaşamaktadır. Sakin bir yaşamı olmasına rağmen bir gün tartıştığı bir Arap’ı öldürür. Ceza olarak giyotinle idamına karar verilir. İdamdan önce papaz yanına gelir. Ancak Mersault hiçbir dine inanmadığı için hayatın anlamsızlığını rahibe anlatır. Ona göre herkes bir gün öleceğinden huzura kavuşturulmayı istemediğini hiç pişmanlık duymadığı söyler. Ona göre bütün insanların hayatı manasızdır.
        1984
Winston Smith, 4 Nisan 1984 günü, Hakikat Bakanlığındaki içinin başından bir müddet için ayrılarak hatıralarını gizlice kaydetmek üzere evine gider. Birkaç gün öncesi, Mr.Charrington’ un eskici dükkanından, önceki yıllardan kalma güzel bir not defteri satın almıştır.
Winston Smith Londra’da oturur. Burası şimdi, İngiltere ile Kuzey ve Güney Amerika’yı ihtiva eden Okyanusya’nın bir parçası olan Hava Alanı Birin baş şehridir. Dünyanın öteki iki muazzam devleti Eurasia ve Eastasia gibi Okyanusya’da Ingsoc, yani İngiliz sosyalizminin prensiplerine sıkı sıkıya bağlı, değişmez totaliter bir polis devletidir. Kitap çeşitli ütopik olaylarla devam eder.
        Gün Ortasında Karanlık
Sene 1938. Moskova yargılanmaları senesi. 1905 ile 1917 ihtilallerine katılan; önceleri Parti Merkez Komitesi üyeliği, bir ihtilal ordusu kumandanlığı yapan ve devlet alüminyum inhisarını yürüten, uzak görüşlü ve bilgili bir adam olan ve kendisini kırk yıldır partiye adayan Rubaşov, kısa bir müddet önce tevkif edilmiştir.
Kitap yargılanma süreci ve sonunda idam edilişine kadar olan çeşitli olayları anlatır.
        Doktor Jivago
Moskovalı zengin bir işadamının oğlu olan Yuri Jivago, 1889’da doğmuştur. On yaşında iken annesi ölür. Birkaç sene sonra da, parasını kaybeden babası intihar eder. Başka bir aile onu öz çocukları gibi büyütür. Yirmi yaşında iken ailenin kızıyla evlenir ve bir kız çocuğu dünyaya gelir. Fakat 1924 yılında orduya alınmasıyla birlikte istikbal vaat edici hekimlik çalışmalarını bırakmaya mecbur kalır.
Harp bütün Rusya’yı sarar. Daha sonra harp ihtilale dönüşür. Moskova muhasara altındadır. Halk yokluk içinde yaşamaktadır. Daha sonra savaş sona erer , Jivago’nun ölümüne dek süren bazı olaylarla roman devam eder.
Roman genel olarak bakıldığında siyasal yönleri öne çıkan bir kitap olarak göze çarpmaktadır.
        Lord Jim
Tertemiz giyinen Jim, ilk bakışta Doğudaki limanların herhangi birinde çalışan bir katipten çok daha göz alıcıdır. Fakat küçük bir tekne ile limana giren gemilere yaklaşarak onlara günlük ihtiyaçlarını satmaktan ibaret olan bu liman katipliği işi, Jim’in mizacı ile bağdaşmaz. Bir müddet bu işi yaptıktan sonra, aniden ve esrarengiz bir şekilde deniz aşırı limanlardan birine gider.
Charles Marlow adındaki yaşlı denizci, bu esrarengiz görünüşlü, uzun boylu, sarışın İngiliz delikanlısının başından geçenlerle ilgilenir. Derken Jim’in de içinde bulunduğu bir gemi batma tehlikesi atlatır. Jim ve beraberindekiler tekneye atlayarak kurtulur. Ancak bu olaydan sonra yargılanırlar. Bu esnada birçok tartışma yaşanır. Daha sonra geminin batmak üzere iken Fransızlar tarafından kurtarıldığı anlaşılır. Mahkeme sona erer.
Jim Doğuya doğru bölgeden uzaklaşır. Kendisi için utanç verici bu durumun duyulmamasını istemektedir. Ancak olaylar beklediği şekilde cereyan etmez. Yerlilerle yaşanan bir sorun yüzünden tartışma çıkar. Marlow Jim’in ancak yerliler tarafından bu şekilde göğsünden vurularak öldürülmesiyle ruhunun temizleneceğine inanmaktadır.



Sodom ve Gomore, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

    Roman, Mondros Mütarekesinin ardından işgal kuvvetlerinin İstanbul’da meydana getirdikleri fiziksel ve ahlaki tahribatı konu edinmiştir. Zaman olarak 1922 yılına kadar yani işgal kuvvetlerinin çekilmelerine kadar sürer. Başta İngiliz subayları olmak üzere tüm işgal devletlerinin askerleri, Türklüklerini yitirmiş, kokuşmuş Türk aileleri ile birlikte, Anadolu’da Türk’ün ateşi yanarken zevk ve sefa âlemlerine dalmışlardır. Ancak bu aldanış hem işgal güçlerine hem de kişilikleri çürümüş Türk ailelerine pahalıya mal olmuştur.
         Sodom ve Gomore, halen İsrail ile Lübnan arasındaki Lût Gölü çevresinde bulunan iki şehre verilen addır. Kutsal kitaplarda bu iki şehrin insanının (Lût Kavmi) Tanrı tarafından içine düştükleri sapkınlıklardan dolayı cezalandırıldıkları ve taş haline getirildikleri yazılıdır. Yazarın romanına bu ismi seçmesindeki amaç da Lût Kavmine benzer şekilde davrandıklarını değerlendirdiği işgal güçleri ve bazı Türk aileleridir.
        Roman Captain Gerald Jackson Read isimli İngiliz subayının kaldığı otel odasında geç uyanışını, manikür vs. işlerle uğraşıp bakımını tamamladıktan sonra odadan ayrılışını tasvir ederek başlar. Captain Read, tüm kadınların ilgisini çekecek kadar yakışıklılığı ile birlikte o İngilizlere has soğuk ve donuk kişiliği de bünyesinde bulundurmaktadır. Bu sebepledir ki romanda en çok kadın değiştirdiği bahse konu olan kişi bu İngiliz subayıdır. O gün de otel odasından gerekli bakımını yaptıktan sonra gideceği yer yeni flörtü Leyla’ların evindeki davettir. Dönemin üst tabaka sosyetesinin en gözde ismi olan bu İngiliz subayı ile birlikte olmak, hatta adının yan yana telaffuz edilmesi bile bir bayan için en onur verici şey olarak algılanmaktadır. Leyla’nın babası, Sami Bey, işi gereği yabancılarla fazlaca içli dışlı olmuştur. Bu sebeple onların evine gelmelerini kendi adına gurur vesilesi bilmektedir. Aynı zamanda Türk’ten gayrı her milletin sözüne inanır ve Türkiye’ye ait meselelerinin mutlaka başkaları tarafından halledilebileceğine kanidir. Yabancıların, kızı Leyla ile ilgilenmeleri de onu hiç rahatsız etmez. Leyla’nın annesi zaman zaman bu durumdan, Necdet’ten dolayı, şikâyetçi olsa da kızının beni kıskanıyorsun demesi üzerine sindirilmiş vaziyettedir. Necdet ise Leyla’nın nişanlısı ve aynı zamanda akrabasıdır. Romanın diğer kahramanları ve Leyla’ların evindeki davetin diğer misafirleri ise Major Will, Captain Marlow, Madam Jimson, Makbule hanım ve kızı Nermin, Azize hanım vs.dir.
        Necdet, yurt dışında eğitim görmüştür ancak milli duygularını henüz kaybetmemiştir.  Özellikle İngilizler başta olmak üzere bütün işgal güçlerine çevresindeki kişilerin aksine nefretle bakmaktadır. Ailelerin tasvibi üzerine Leyla ile nişanlanmış, zamanla onu sevmiş hatta âşık olmuştur. O da Leyla’ların evine sık sık gidip gelmektedir. Hatta o günkü davette tatsızlık çıkmasın diye Necdet gelmeden hemen önce Captain Read’ı göndermişlerdir.  Ancak gecenin ilerleyen saatlerinde İngiliz subayının bu kez telefon açması ve Leyla’nın uzun süre bu adamla konuşması üzerine hiddetlenen Necdet Leyla’nın yüzüne bile bakmadan evi terk eder.
        Duygularına engel olamayan Necdet kendisinin de önceden duyduğu dedikodulara yerinde şahit olunca hem Captain Read’a hem de Leyla’ya daha çok hiddetlenmeye başlar. Eline geçirse belki ikisini de anında boğacaktır. Captain Read’ın eski sevgilisi olan madam Jimson’un evinden telefon açması üzerine Necdet o evin önünde bekleyen arabanın Captain Read’ı almaya geldiğini anlar, ancak adamın çıkışında yapmak istediği girişimi yapamaz. Artık Leyla’ya iyiden iyiye dargındır.
        Captain George Marlow,Captain Read’ın arkadaşıdır.Ancak Marlow’un oldukça farklı eğilimleri vardır. O,erkeklerden hoşlanmaktadır. Çoğu zaman para ile bu tarz oğlanlar bulmakta ve onlarla birlikte olmaktadır.
        Necdet’le Leyla’nın aralarının açık olduğu bilinip yayılmaya başlar hatta barıştırma girişimleri olur. Nuriye Hanım ismindeki akrabaları bir Amerika’lı ile tanıştırmak vaadiyle Necdet’i çağırır. Necdet girişimin sebebini bile bile gider. Amerikalı Miss Fanny Moore isimli kadın oradadır ve Leyla da çok geçmeden gelir. Evlenmeden evvel erkek ve kadının cinsel uygunluğunun mutlaka tespit edilmesi gerektiğini savunan kızın başlattığı tartışma, Necdet ile Leyla’nın arasını büsbütün açar.
        Bu gelişmeler üzerine mektuplaşma başlar. Leyla af diler. Ancak Necdet açılan yaranın onun sandığından çok daha derin olduğunu anlatması üzerine Leyla Necdet’in evine gelir. Kısa bir konuşma ve ardından Necdet’in zaafı Leyla’ya kendisini affettirmek için fırsat yaratır. Leyla, “Beni sevmek bana katlanmaktır” vurgusunu Necdet’in zihnine işler. O günden sonra Necdet de sırf Leyla’yı İngiliz’e karşı daha yakından takip edebilmek için onların hayatına katılmaya karar verir.
        Ancak kendi verdiği bu sözden yine kendisi vazgeçecektir. Bunun sebeplerinden birincisi Galatasaray lisesinden arkadaşı olan Cemil Kâmi ile birlikte bir akşam yemeği için gittikleri lokantada üç İngiliz subayının feslerini çıkarmaları konusunda yaptıkları baskılar ki bunlardan biri Captain Marlow’dur ardından bu sarhoş adamların lokantanın şarkıcısı genç erkeğe sırnaşma girişimleridir. İkincisi ise sebepsiz sorgusuz bir gün sabah yatağından apar topar askerler tarafından alınarak götürülmesidir ki bu olayda Captain Read ile Marlow’un büyük payları vardır. Ancak Leyla’nın girişimleri ile serbest kalacaktır.
        Romanın en mühim olaylarından biri Major Will isimli İngiliz subayının Orhan Bey isimli birisi sayesinde yeni satın aldığı yalısının açılış törenidir. Madam Jimson’u ev sahibesi olarak görevlendirir. Davete yine jet sosyete işgalcilerle birlikte katılır, hatta birbirleriyle yarış ederler. Will evin odalarını davetlilere tek tek kendisi gezdirir. Yalının eskiden ibadethane olan odasını kendisine yatak odası yapar ve bu odayı sadece erkeklere gösterir. Bir de geç saatlerde Miss Fanny Moore ile Nermin’in lezbiyen ilişkisine ortam olarak kullanır. Yokluklarından şüphelenen davetliler iki kızı çıplak olarak bu odada basar. Aynı gece evin bahçesinde Captain Read ile Leyla’nın bahçedeki faaliyetlerine şahit olan ve İngiliz ile yaka paça tutuşan Necdet yine Leyla ile uzun sürecek bir ayrılık dönemine girecektir.
        Azize hanım bu topluluk içinde Captain Marlow’u gözüne kestirir. Ancak kadının bu geceki ve bundan sonraki bütün girişimleri sonuçsuz kalacaktır.
        Leyla ayrılığı noktalamak için Necdet’in evine gider. Ancak nefreti ile karşılaşır. Sille tokat şiddetli bir şekilde başlayan kavga ateşli ve şiddetli bir sevişmeye dönüşür ve yine barışırlar. Leyla Necdet’in İngiliz’i düelloya davetini de güç bela iptal ettirir. Captain Read’ın Necdet’e karşı acımasız tavrını görünce ondan iyice soğur.
        Azize hanımın ele geçirmek için çırpınıp durduğu Captain Marlow ise Azize’nin kocası Atıf ile ilgilenmektedir. Hatta Atıf onu evine getirince Azize tam fırsatını bulduğunu sanmış, ancak bu fırsatı beylerin kendileri için yarattıklarını anlayamamıştır. Atıf’ın isteği üzerine Marlow bıyıklarını dahi keser.
        Captain Read bu soğukluk dönemini padişah yeğenlerinden Nail Bey’in karısı Şehnaz Sultan ile değerlendirir. Dedikodular ise alır başını gider.
        Leyla ise Necdet’ten evlilik için bir tarih belirlemesini ister. Ancak Necdet ileride başına gelebileceğini tahmin ettiği olayların tesiriyle cevapsız bırakınca Leyla’nın “tarih belli olana kadar görüşmeme” talebi ve tehdidi ile karşılaşır. Necdet’ten ise bu tarih hiçbir zaman gelmez. Necdet’ten iyice uzaklaşan Leyla’nın adı zengin bir Amerikalı ile anılmaya başlar, dedikodular artar. Necdet içten içe kendisini yiyip bitirir. Bir ara Anadolu’ya geçmeyi düşünür ancak ona da cesaret edemez.
        Madam Jimson yeni arkadaşı İtalyan albayı şerefine evinde gece düzenler. Amacı yeni sevgilisini sosyeteye tanıtmaktır. Necdet de davetlidir. Bir yanı isteyerek bir yanı istemeyerek katılır. Madam Jimson ise kocasının ölüm döşeğinde olmasına aldırmayarak bu daveti yapar ki gece bitmeden adam ölecektir. Necdet de Leyla ile bir kez daha karşılaşma fırsatı yakalayacaktır.
        Madam Jimson kocasını ölümünün ardından tam hürriyete kavuşan zengin, bakımlı bir dul olur. Ancak kocasının mirası konusunda kimlik sorunu yaşasa da bunu çabuk atlatır. Bir zamanlar en azılı rakibi olan Leyla’nın önüne gelenle düşüp kalkması, dedikoduların alıp yürümesi üzerine iyice yüklenme kararı alır. Leyla’nın, sosyeteden uzaklaştığını veya uzaklaştırıldığını hissettiği bir dönemde bunu test etmek için düzenlediği müzik/sanat gecesine kimsenin katılmamasını düzenleyeceği bir yemekli organizasyonla yine madam Jimson sağlar. Bu ağır mağlubiyet sonucu Leyla depresyona girer bir daha kendisini doğrultamaz. Jimson, Leyla ile ilgili haberleri babasının kızına ayarladığı doktordan gün be gün alır. Sonunda Leyla’nın yurtdışına gönderilmesine karar verilir ve İtalya’ya gönderilir. Kızını İtalya’ya gönderebilmek için yeterli parası olmayan, Sakarya savaşından sonra işgal kuvvetlerinin konumunun da iyice zorlaşması sonucu kimseden borç bulamayan Sami Beyin son çaresinin cefakâr ve fedakâr Necdet olduğunu Leyla hiçbir zaman bilmeyecektir.
        Anadolu’da milli harekete katılan ve Kızılay ile ilgili bir iş için İstanbul’a gelen Cemil Kâmi ile Necdet’in bu seferki görüşmeleri artık İstanbul’dan bile hissedilmeye başlanan gelecek zafer ile ilgilidir. Ağustos ayının sonuna yetişen zafer İstanbul’da çeşitli gösterilere sahne olur. İşgal kuvvetlerinin gözleri önünde, artık onların ses çıkaramadan izlemek zorunda kaldıkları bu olaylar onları ve sosyete ve yardakçı ailelerini yasa boğarken Türk insanını hudutsuz sevince boğar. İngilizler artık buradan bir an önce ayrılmayı planlarlar.
        İtalya’daki tedavisinin ardından yurduna dönen Leyla ve ailesi gelişmeler karşısında kolu kanadı kırılmış vaziyette nereye tutunacaklarını bilemezler. Son bir gayretle Leyla’nın yaptığı Necdet’i tekrar kazanma girişimleri de sonuçsuz kalır. Necdet, defaatle barışmak suretiyle karakterini zayıflatan bu kızı artık kalbinden silmiştir ve o artık vatan aşığı olmuştur.

Kürt Dosyası, Uğur Mumcu

Uğur MUMCU yarım kalmış olan bu son kitabında, kanlı terör örgütü başı ÖCALAN’ın hiç de parlak ve kahramanca bir özgeçmişe sahip olmadığını kanıtlıyor. Sonraki bölümlerde ise Cumhuriyet’in ilk yıllarında Kürt kökenli ayrılıkçı terörün durumunu ve alınan önlemleri, dönemin üst düzey yöneticilerinin anekdotları ile açıklamaya çalışıyor.
12 Mart sürecinin ilk ve en fırtınalı günlerinden birinde, 31 Mart 1971 tarihinde Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF)'nde bir gösteri yapılmakta ve “Şafak Bildirisi” adlı  bir  bildiri dağıtılmaktadır. Gösterinin sebebi Tokat’ın Niksar İlçesi Kızıldere Köyü’nde   Mahir ÇAYAN ve 9 arkadaşının güvenlik güçlerince öldürülmüş olmasıdır. “Şafak Bildirisi” ise; Ankara Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku Asistanı Doğu PERİNÇEK’in liderliğindeki “Türkiye İhtilalci Komunist Partisi” tarafından yayınlanan bir bildiridir. Gösteriye katılanlar arasında, o sıralarda SBF öğrencisi olan Abdullah ÖCALAN da vardır. Bu husus daha sonra, kendisini toplantı sırasında, yumruğunu kaldırmış slogan atarken gördüklerini söyleyen şahit ifadeleriyle de sabit olacaktır. Abdullah ÖCALAN  gözaltına alınır, tutuklanır ve Sıkıyönetim Mahkemesine çıkarılır. ÖCALAN, tutuklular arasında en uysal kişidir, hiç de devrimci ve önder görünüme sahip bir kişiliği bulunmamaktadır. İddianamede, Öcalan'ın Şafak Bildirisi'ni dağıtmak suçundan TCK 142. ve 159., ayrıca 311. ve 312. maddelerinden cezalandırılması istenmektedir. Davanın savcısı, o dönemler aralarında yazdığı “Anayasa'ya Giriş” adlı ders kitabından yargılanmış olan Prof. Mümtaz Soysal'ın da bulunduğu, ünlü kişileri mahkum ettiren dönemin simgelerinden biri haline gelmiş olan Baki TUĞ'dur. Ancak Savcı görüşünü değiştirecek ve ÖCALAN’ın “Şafak Bildirisini dağıtmak suçundan aklanmasını, boykota katılmak suçundan cezalandırılmasını isteyecektir. Esas hakkında mütalaasında, bildiri dağıtanların Metin YALÇIN ve Ramazan ÖZCAN olduğunu "Abdullah ÖCALAN'ın bildiri dağıttığı yolunda herhangi bir delil olmadığını" ileri sürer ve Apo'nun bu fiilden aklanıp, sadece 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası'nın 16/1 maddesi gereğince boykota katılmaktan üç ay hapis cezasına çarptırılmasını ister, Mahkeme de bu isteğe uyar. Abdullah ÖCALAN'a, bu suçtan üç ay yattıktan sonra, daha önce yaptığı müracaata uygun olarak, 1 Aralık 1971 günü burs da bağlanır.
    Bu arada ÖCALAN'ın öğrencisi olduğu SBF Yönetim Kurulu tarafından, hakkında grubun elebaşısı olduğu ve boykotta büyük çabası görüldüğü yolunda bir tutanak olduğu halde, Apo'ya sadece ihtar cezası verilmiş, öbür öğrenciler 15 gün okuldan uzaklaştırılmıştır. Eğer Apo da okuldan uzaklaştırma cezası alsaydı, ne bursu bağlanabilir, ne de askerliği ertelenebilirdi.
    ÖCALAN, Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’ndeki görevinden 1971 yılı Kasım ayında ayrılmıştı. Ayrılma nedenini de Genel Müdürlüğe “yüksek öğrenime devam etmek” olarak bildirmişti. Muhafazakar görüşleri Diyarbakır’da değişmişti. Artık solcuydu, Marksizme ilgi duyuyor, eline ne geçerse okuyordu. Bir yolunu Bulup İstanbul Bakırköy Tapulama Müdürlüğü’ne atanmış, üniversite giriş sınavında İstanbul Hukuk Fakültesi’ni kazanmıştı. 1971‘de yatay geçişle Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girmiş, öğrenimi süresince 1971-1974 yılları arasında bursu kesintisiz ödenmiştir. Bakanlık bursu devamsızlık nedeniyle 1975’de kesilmiş, Öğrencilikle ilişkisinin kesilmesi ise 1984 yılını bulmuştur.
    Öcalan SBF’de “Çayancı” olarak adlandırılan öğrenciler arasındaydı. Silahlı eylemleri kurtuluş için  tek yol olarak gören Mahir ÇAYAN’ın düşüncelerini benimsiyordu. Öncü savaşı ve silahlı propaganda olmadan devrim yapılamazdı. Bunlar için bir de parti kurmak gerekiyordu, tıpkı Mahir ÇAYAN gibi...
    1973 yılında bir bahar günü birkaç arkadaşıyla birlikte Ankara Çubuk Barajı’na gidiyor ve parti kurup gerilla yöntemleri ile ayaklanma hazırlamak gerektiğini anlatıyor ve PKK’nın temellerini atıyordu. Öcalan 1978’de Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu öğrencisi Kesire YILDIRIM ile evlendi. Kesire YILDIRIM, devlet yanlısı ve CHP’li olarak tanınan ve Dersim Ayaklanmasında Korgeneral Abdullah ALPDOĞAN ile sık sık görüşen Ali YILDIRIM’ın kızıydı.
    Yazarımız, burada Ali YILDIRIM’ın kim olduğunu anlamak için Dersim (Tunceli)’in 1920 yıllarına kadar gidiyor.
 Hoybun Örgütü
    Şeyh Sait Ayaklanmasından sonra yurt dışına kaçan Kürt ileri gelenleri, 1927 yılında Suriye’de “Kürt Milli Genel Kurultay’ı” toplamışlardı. Toplantıya, Kürt Teali Cemiyeti, Kürt Teşkilatı İçtimaiye, Kürt Millet Fırkası, ve Kürt Ulusal Birliği adlı dört Kürt örgütünün temsilcileri katılmıştı.
    “Hoybun” örgütünün temeli bu toplantıda atıldı. Bu ihtilalci örgüt, Lübnan’ın Bihamedun Merkezi’nde kurulmuş, kurulmasını müteakip Ermeniler ile de sıkı dayanışma içerisine girmiş, Ağrı ayaklanmasını başlatmıştır. Üç yıl süren Ağrı ayaklanması General Salih OMURTAK’ın yönettiği harekat neticesinde bastırılmış, ayaklanma liderlerinin bir kısmı öldürülmüştür. Ağrı ayaklanmasının bastırıldığı bugünlerde Dersim için için kaynıyordu. Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey 2 Şubat 1926 günü İçişleri Bakanlığı’na verdiği raporda olacakları sezmiş gibiydi. Hamdi Bey’e göre okul açmak, yol yapmak, fabrikalar kurmak, uygarlaşma yoluyla sorunun çözüleceğine inanmak hayaldi. Hamdi Bey’e göre Dersim Cumhuriyet için çıbandı ve bir ameliyata ihtiyacı vardı. Şu sözler durumu çok güzel özetliyordu. ”Cehaletin, geçim darlığının, iç ve dış aldatmaların, kürtlük eğilimlerinin, son irtica hareketinin tedipten doğan intikam hislerinin, dini ve ictimai devrimler vesilesiyle kara güçlerin uyandırdığı kötü telkinlerin etkisi altında avam halk; reis, şeyh, bey ve ağanın esir ve oyuncağıdır. Şekavet bunların kışkırtması ile olmaktadır.”
    Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak da Dersim olayı ile yakından ilgilenmekteydi, Dersim Olayı ile ilgili bütün raporlar kendisine sunulmaktaydı. Kendisi bu konudaki görüşlerini şöyle özetliyordu. “Dersim asırlarca nüfuz edilememiş, hükümete önemli sorunlar çıkarmış, eşkiyalığı alışkanlık haline getirmiş, mütecaviz ve soyguncu unsurları taşıyan bir adadır. Bu ortam içerisinde İçişleri Bakanı Şükrü KAYA kuzey Dersim’in “çapulcu Yuvası” olduğu kanısındaydı. “Halen hükümete karşı küstah vaziyetini muhafaza eden Yukarı Abbas Uşağı  Reisi Seyid Rıza ile Hayderan Aşireti Reisleri Hıdır ve Kemal Ağa’lar başta olmak üzere yöre halkı Batı illerine yerleştirilmeliydi. Bu ağalar belirlenmiş ve 347 ailenin adı raporda sunulmuştu.
Aşiret Ayrıcalıkları Kaldırılıyor...
    1932 yılındaki bu çalışmaların ilk ürünü ise İskan Kanunuydu. 4 Temmuz 1927 tarihinde çıkarılan “Bazı Eşhasın Şark Mıntıkasından Garp Vilayetlerine Nakillerine Dair Kanun” ile Diyarbakır ve Ağrı çevresinden 1400 kişi Batı illerine göç ettirilmişti. İskan Kanunu’nun gerekçesi ise tek amacın Kürt ırkı ile ilgili geniş kapsamlı bir eritme planını uygulamaya koymak değildi.  Asıl maksat ; Yurt dışından gelen göçmenlerin  Türkiye’nin hangi bölgelerine yerleştirilecekleri, diğeri ise Çingene, Yörük ve Aşiretlerin yerleştirilmeleri ile ilgilidir. Yasa, aşiretlere hükmi şahsiyet tanınmayacağı gibi, aşiretlere o güne kadar verilen bütün ayrıcalıkları kaldırmaya yöneliktir. Esasen aşiret sistemi Osmanlı’nın geniş topraklarında kontrolü kolay sağlamak için kullandığı, ancak zamanla kötü alışkanlıkları ile yerleşen bir derebeylik sistemidir. İskan Kanunu ile Türkiye’ye 247 bin 295 göçmen gelmiş, bu göçmenlein çok azı Doğu illerine gönderilmişti. Rumeli Göçmenlerine Doğu’da yerleştirildikleri yerlerin tapuları verilmemiş, Onlar da on beş yirmi yıl sonra yeniden Batı Anadolu’ya göç etmişlerdir.
İsmet Paşa’nın Doğu Gezisi
     Aradan üç yıl geçmiş, “Dersim’in ıslah planı bu üç yıl içinde uygulanamamıştı. Konu Başbakan İsmet Paşa tarfından ele alınmış, 1935 yılında kendisi Karadeniz ve Doğu illerini kapsayan bir Yurt gezisine çıkmıştı. İsmet Paşa Doğu gezisinden sonra bir rapor hazırlayarak ATATÜRK’e sundu. Raporda illerin tek tek değerlendirilmesi yapılıyor ve alınması gereken önlemler sıralanıyordu. Başbakan Dersim sorununa Erzincan ile ilgili değerlendirmeler sırasında değiniyor. Dersim soygunlarından bunalan Türk köylerinin bölgeyi boşalttığı, buraların Dersimliler tarafından istila edildiği, kısa zamanda Erzincan’ın bir kürt merkezi olmasıyla asıl korkunç Kürdistan’ın meydana gelmesinden kaygılanmak gerektiğini vurgulamaktadır. Başbakan Dersim ıslahı  için dört aşamadan oluşan bir plan öngörmekteydi. Bunlar; program, hazırlık, silah toplanması, gerekirse yöre aşiretlerinin başka illere yerleştirilmeleridir.
Tunceli Kanunu
    Tunceli Kanunu diye bilinen “Tunceli Vilayeti’nin İdaresi hakkında 25.12.1935 Sayılı Yasa ile Tunceli’ye  Komutan rütbesinde bir kişinin vali ve komutan olarak seçileceği belirleniyordu. İçişleri Bakanı Şükrü KAYA, Tunceli adıyla teşkil edilecek vilayetin ilk olarak Türk Tarihi ile temasını Şah İsmail ve Yavuz Selim’in muharebesine tesadüf ettiğini, Tanzimatta vilayet teşkilatları yapıldığı zaman her nasılsa Dersim’in ihmal edildiğini, bu bölgenin olduğu gibi bırakıldığını, bu nedenle oradaki yapının Ortaçağ yapısı bir teşkilata sahip olduğunu, Bölgenin 91 aşirete bölündüğünü, 1876’dan beri 11 Askeri Harekat yapıldığını, ancak köklü tedbirler alınmadığı için hastalığın tahlil ve tedavisinin yapılmadığını belirtmektedir. Yasa ile sınırsız yetkileri olan Komutan–Vali’ye il içerisinde lüzumlu görürse fert ve ailelerin yerlerini değiştirme, vilayette oturmalarını men etme, mahkemelerce verilen ölüm cezalarını onaylama gibi yetkiler tanınmıştır.
    Dersim’de bir başkaldırı bekleniyordu. Başkaldırma başlar başlamaz müfettişlerin raporlarında belirttiği önlemler tek tek alınacaktı. Yasa 31 Aralık 1935 tarihinde Atatürk tarafından onaylandı. Dört gün sonra da hükümet “4’üncü Umumi Müfettişliğin” kurulduğunu açıkladı. Korgeneral Abdullah ALPDOĞAN Tunceli Valisi, Umumi Müfettiş ve Komutan olarak atandırılmıştı. Kendisi “Koçgiri Ayaklanmasını” bastıran Merkez Ordusu Kurmay Başkanıydı. Ayaklanmacılar ALPDOĞAN’ı, kendisi de ayaklanmacıları iyi tanıyordu.
     Yazar, bundan sonra 7 ARALIK 1936 günü İçişleri Bakanı Şükrü KAYA Başkanlığında “Umumi Müfettişler Konferansı” yapıldığından bahseder. Bu konferansta 1’inci Umumi Müfettiş (Sorumluluk sahası; Diyarbakır, Van, Siirt, Hakkari, Muş, Mardin ve Urfa) Abidin ÖZMEN konuşmasında 1927 yılı nüfus sayımlarıyla karşılaştırıldığında Türklerin nüfusunun 20 bin kadar artmasına karşılık Kürtlerin 250 bin arttığını, milliyet prensibinin bilhassa hudutlarımız dışındaki Kürtler ve bazı muhalif unsurlar vasıtasıyla Türk’ten başkalık ve Türk düşmanlığı duygusunun yer bulduğu muhitler ve tesir ettiği şahıslar bulunduğunu, yaşlıların Türkçe, Gençlerin ise Kürtçe konuştuğunu, Şeyh Sait Vakası’nın bölgede Kürtlük duygusunu besleyip büyüttüğünü, Ermenilerle Kürtlerin yakınlaştığını, Erivan’da Kürdoloji Kongresi toplandığını, bazı önlemlerin artık hayata geçirilmesini gerektiğini belirtir.
    Korgeneral ALPDOĞAN (4’üncü Umumi Müfettiş) Bingöl vilayetini, Kürt denilen halkla meskun bir bölge ve Şeyh Sait İsyanının yuvası olarak tanımlamakta, ancak ,tavır, sima ve adetlerin buradaki beylerin Türk olduklarına şüphe bırakmadığını, Nüfus istatistiklerine güvenmediğini, aslında Kürt dilinin de olmadığını, bu dilin Türkçe, Arapça ve Farsça dillerinden oluştuğunu, Bingöl ve Tunceli’de silahlı eşkiyanın halkı ve köyleri vurduğunu, ancak yeni teşkilatın kurulmasıyla bu suçları işleyenler ve işletenlerin endişeye düştüğünü ve faaliyetlerin azaldığını, şimdiye kadar buradaki insanlara Kürt denildiğini, başka bir ırktan olmuş insan muamelesi yapıldığını, hükümetin bazı memurlarınca bunlara yalnış uygulamalar yapıldığını, Cumhuriyet Hükümeti’nin kendilerinin Kürt soyundan geldiğini bildiğini, ve kimsenin vicdanına karışmadığı, ve fakat kimsenin kimseyi de şu veya bu mezhebe girmeye mecbur etmeye teşvik ve icbara selahiyetli olmadığını anlatınca gönülden hükümete bağlılık duyguları doğduğunu sezinlediğini belirtir.

Gençliğim Eyvah, Tarık Buğra

 Türkiye’de yaşanan bunalımlar, şimdiye kadar ele alınmamış farklı bir tarzda açıklanmaktadır.
Karakterler Hakkında Kısa Bilgi:
İhtiyar: Gençleri sömüren, varolan tüm düzenleri kendi çıkarları doğrultusunda istismar eden, tüm insanları aşağılayan, kaos ortamı yaratmaya çalışan ve bu yolda insanları harcayan yaşlı bir adam.
Delikanlı: Saf ve temiz duyguları olan, zeki, bilgili ve düşünen, bunun yanı sıra insanları küçümseyen karakterde bir genç.
Güliz: İhtiyar’ın oyunlarına alet ettiği, güzel, bilgili ve duygularını saklamayı çok iyi becerebilen bir kız.
İhtiyar’ın hizmetkârları: İhtiyar’ın örgütüne kattığı ve içlerindeki savaşmak duygusundan yararlandığı, hırsları yeteneklerini aşan gençler, politikacılar, gazeteciler, öğretmenler, vs…
Olaylar, İhtiyar’ın ölümü dışında İstanbul ve çevresinde geçmektedir.
İhtiyar’ın tanıtılması ve politikaları:
Birinci Dünya Savaşı sıralarında yeni üniversite mezunu olan İhtiyar, bir şeyhin tek oğludur. O yaşa kadar iyi bir eğitim gören İhtiyar üniversite yıllarında kurallara aykırı davranışlardan kaçınmıştır. Daha o çağda bile birçok dil bilen, zeki ve çevresinde sevilen İhtiyar evliliğinden sonra, kendinin düzenlediği gizli işler çeviren biri olur. O, halkın değer verdiği her şeyi hiçe sayan, halktan tiksinen, insanları sevmeyen, kendinin üstünde büyük değer veya kişi tanımayan bir kaos yaratıcısı haline gelmiştir. Kendisini kimsenin övmesine müsaade etmez, üstüne üstlük bunu yaşama hakkına saldırı sayar. Bu gururu ile birçok dalın önde gelen isimlerini rahatlıkla küçümseyebilir. Kendinden üstün bir deha tanımaz. Yaşlılık yıllarına doğru, halktan ve kutsal değerlerden duyduğu tiksinti en üst dereceye ulaşmıştır. Vatanseverliğe lanet okur ve kendisini vatansever olarak niteleyenleri paylar. O’nu böyle hareket etmeye yönelten bir kompleksi, eksikliği yoktur. O’na göre kendisi bu işin yeni vârisidir. Çevresinde O’nun bu saldırı ve yıkım girişimlerine neden giriştiğini merak edenler ve hatta kendisine bunun sebebini soranlar olduysa da bir yanıt alamamışlar, hatta terslenmişlerdir.
İhtiyar, 1930'lu yıllardan beri büyük bir güç elde etmiş, her geçen gün daha da güçlenerek imparatorluğunun doruk noktasına ulaşmıştır.
O’nun en büyük kini devlete karşıdır. Devleti devlet yapan kurum ve kuruluşları hedef alır. Devlet denen yapının birkaç ucuz insandan oluştuğunu ileri sürer ve devleti kendi organlarıyla yıkmak için yıllarca çalışır. Bu faaliyetini, iş ve devlet hayatının, üniversite ve basının köşe başlarını ele geçirerek ve hep bilinmez kalarak başarır. Bu kurumlara kendi adamları sınıfına dâhil ettiği, istekleri “yeteneklerini, imkânlarını ve güçlerini aşmış, tutkularına kapılmış” kendi deyimiyle “sersemleri” yerleştirir. Bu kirli amaçlarını gerçekleştirmek için kullandığı en büyük koz ise gençliktir.
Üniversiteye yeni gelmiş öğrenciler arasından, ağzı laf yapan, onların arasından da kafa yapıları demagojiye yatkın olanları tespit eder, bu kişileri gençlik onurları ve kendilerine vaat edilen umutları kullanarak “sersemler” yani yükselme ve kazanma tutkuları yeteneklerini kat kat aşan gençler sınıfına dâhil eder.
Diğer taraftan basın yoluyla hükümetin başarılı veya başarılı olacağı belirli, tutum ve davranışlarını hırpalar. Aynı ustalıkla da büyük zararlara, kötü çıkarlara yol açabilecek girişimleri yine basın yoluyla pohpohlayıp destekler. Hükümet içindeki, halka ters düşen insanları tam tersine övüp göklere çıkarır ve bu sayede halkta, hükümete karşı güvensizlik oluşturur.
Bütün bu olaylar karşısında ses çıkarmayan, fakat destek de olmayan üniversitelere de el atar ve “Ben ölsem de etkileri en az iki yıl önlenemez” dediği reform hareketini başlatır. Üniversitelerdeki çoğu, dünyanın bütün üniversitelerinde var olan ya da var olabilecek aksaklıkları sergiler, daha sonra birbirine hiç benzemeyen veya az benzeyen batı üniversitelerini, her birinde pekâlâ bulunabilecek aksaklıklarını atarak en iyi yönleriyle bir bütün yapıp model olarak sunar. Gerekli yasa çıkarılınca bizim üniversitelerimiz de şıp diye öyle olacak zannını çok güzel bir şekilde uyandırır. Ortada bir laboratuar yokken, hiçbir bilimsel buluş yapamadıkları için suçlanan, üniversite imkânları içinde ne kadar olabilirse o kadar bilgili, dürüst yani “bilim kavramına ulaşmış” öğretim görevlileri reform gereği sepetlenir. Bu kişilerin yerlerine de liselerden, ortaokullardan hatta ilkokullardan “devrimlere lâyık, cumhuriyetin ilkelerini gönüllere sindirmiş genç kabiliyetleri” getirir. Bu seçimlerde ölçü, “hırsları yeteneklerini aşmışlık” olur. Böylece kürsülerin çürüyüşü gittikçe artan bir hızla önlenemez duruma gelir.
Güliz Dönemi:
Bütün bu yaşantısı devam ederken İhtiyar, yaşadığı köşkünü ancak bir takım gizli örgütlerde görülebilecek biçimde bir savunma ve haber alma merkezi haline dönüştürür. İhtiyar bu köşkten İstanbul ve başkent ile çeşitli devlet adamlarından daha kolay görüşmektedir. Güliz ile bir gemi yolculuğunda tanışır. Yaşına ağır gelen bir yüz ifadesi ve gözlerindeki kederli bakış dikkatini çeker.
Kızın gerçek adı Sıdıka’dır. Alkol ve erkek delisi annesi ile gecekonduda yaşayan kız, annesinin şiddetlerine tepki göstermesinin ardından, annesi tarafından yoksul bölgelerden çocuk toplayıp, onları kabiliyetlerine ve yeteneklerine göre dilendiren bir şebekeye kiralanır. Bu şebekenin İhtiyar’a bağlanması ile kızı yakın takibe alır ve özelliklerini işlenebilir bulduğu için işe koyulur. Kısa bir zamanda ağzından küfrü eksik olmayan ve kavga çıkarmak için fırsat kollayan Güliz, oturup kalkmasını, çatal bıçak tutmasını, bardak kullanmasını bilen bir kız haline gelir. Özel bir koleje verilir. Yaşı onsekiz olmadan bütün güzel sanatların ve politik öğretilerin kavramlarını, klişelerini öğrenir.
Delikanlı’nın tanıtılması ve İhtiyar ile Delikanlı’nın ilk temasları:
Delikanlı’nın adı Raşit’tir. Ailesinin en büyük oğludur. Babası Anadolulu bir memurdur. Liseyi bir ilde bitirmiş ve daha sonra hem çalışıp, hem de okumak ümidiyle İstanbul’a, üniversiteye girmiştir.
Üniversite yıllarında birçok işte çalışan Raşit; bilgili, çalışkan ve öğrenmeye hevesli bir gençtir. Hayatta büyük değer verdiği dehalar vardır, örneğin: Atatürk. İçinde hep bir madalya alma, karşı tarafla savaşma duygusu hâkimdir. O hep savaşanların arasında elinde bayrak, savunduğu fikrin uğrunda her şeyi yapmayı düşleyen biri olmuştur. İhtiyar’a göre ise bu çok ucuz bir düşüncedir. O’na göre ufak insanlar alanlarda dövüştürülür, büyük dehalar ise bu dövüşün oynatıcılarıdır. Delikanlı’nın herkesi hor gören bir kişiliği vardır. Kimseye benzemek ve bir tutulmak istemez.
Delikanlı İhtiyar’la ilk kez bir amfi de, derste karşılaşır. Delikanlı öğrenci, İhtiyar ise profesördür. İhtiyar’ın daha ilk konuşmalarında Delikanlı bu adamda bir gariplik olduğunu anlamış ve bu yaşlı adamdan tedirgin olmuştur. Delikanlı’nın tepkisine yol açan bu ilk derste, İhtiyar sınıfı hedef alan ve alaycı bir söz söyler, bunun üzerine Delikanlı söz alarak karşılık verince İhtiyar Delikanlı’yı ve ondaki sırrı ilk kez görür.
Bu günden sonra İhtiyar Delikanlı’nın izini üniversitedeki genç hizmetkârları aracılığıyla güder ve onun hakkında bilgi edinmeye başlar. Araştırmayı felsefe öğretmeni yapar ve öğretmeninin hükmü ile Delikanlı tam “inanılmaz ve güvenilmez bir kişiliktir.” Fakat bu İhtiyar’ın işine gelir.
Delikanlı’ya oynanan oyunlar ve Teşkilâta çekilişi:
Delikanlı’nın fakültede okurken fakir bir yaşantısı vardır. Kaldığı pansiyonun kirasını veremez ve öğrenci kahvelerinde yatıp kalkar. Durumunun çok kötüye gittiği bir zamanda teyzesinin oğlu piyade üsteğmen imdadına yetişir ve kendisini yanına, Kayseri- Pınarbaşı’na götürür. Üç ay sonra da askerliğini yapmak için İskenderun’a gider.
 Üç yıl sonra cebinde tezkeresi ile İstanbul’a döndüğünde örgütteki dosyası kapanmıştır. Fakat öğretmenlik yaptığı okulda yaşadığı bir olay, İhtiyar’ın adamları vasıtası ile duyurulur ve tekrar yakın takibe alınır. İhtiyar, türlü oyunlarla Delikanlı’yı kendisine hayran bırakır. Delikanlı’nın etrafında, yani İhtiyar tarafından oluşturulan çevresinde, ilgiler hep Delikanlı’nın üzerindedir. Benimsenmek, sevilmek, varlığının kabul edilmesi Delikanlı’nın hoşuna gider.
Delikanlı önceleri oldukça fakir olan yaşantısının yavaş yavaş değiştiğini, yeni işlere girerek iyi para kazanmaya başladığını fark eder. Girdiği işler ise, İhtiyar’ın O’nu kendi örgütüne daha da yakınlaştırmak için oynadığı oyunlardır. İhtiyar Delikanlı’ya ikramiyeler verdirmekte, O’nun hayatını değiştirmekte ve güzelleştirmektedir. Delikanlı ise kendisine oynanan bu oyunların henüz farkında değildir. O işini ve parasını kendinin kazandığını düşünmektedir. Henüz İhtiyar’ın politikasını ve kirli işlerini öğrenmemiştir. Artık sık sık İhtiyar’ın mekânı olan lokantada İhtiyar ve dostları ile yemekler yer, sohbetler eder.
İhtiyar her konuşmasında Delikanlı’yı daha da etkilemektedir. Fakat bu konuşmalarında İhtiyar hep kaçak dövüşür. Hiçbir konuda yargılarını veya yorumlarını açıklamaz. Delikanlı bu durumu anladıktan sonra çok fazla görüşmelere gitmez. Bir karşılaşmasında İhtiyar’la zıtlaşmasından sonra elindeki işi alınır ve oyunun bir parçası olarak tekrar eski işine, yani fakirlik dönemine geri döner.
İhtiyar’ın Delikanlı’ya oynadığı en büyük oyun, artık örgütünün bir mensubu olan Güliz ile Delikanlı’nın arasını yapmak ve bu sayede Delikanlı’nın ondan hoşlanarak kendisinden ve örgütünden kopamaz hâle gelmesini sağlamaktır. İhtiyar Güliz’i kullanarak Delikanlı‘nın iradesini, dayanma gücünü, duygularına hâkim olup olamadığını öğrenmek istemektedir. Delikanlı’ya en kaliteli sigaraları hediye edip daha sonra kendisinden sigarayı bırakmasını istemesinin altında da hep bu sebepler yatmaktadır. Ancak İhtiyar’ın hesap edemediği O’nun yüzünden kadınlık duyguları arka plâna atılmış olan Güliz’in de Delikanlı’ya âşık olmasıdır. Güliz şunun farkındadır ki mutlu olabilmeleri, İhtiyar’ın karşısına geçerek değil, ancak ve ancak onun yanında mücadele ederek mümkün olacaktır.
Delikanlı’nın uyanışı ve İhtiyar’ın gizli yüzü:
Delikanlı zamanla girdiği işlerin, elde ettiği paranın, İhtiyar’ın oyunları olduğunu anlamıştır. Artık İhtiyar’ın kirli politikalarının bilincindedir. Örneğin servetinin oluşmasında uyuşturucu madde ve silah kaçakçılığının da katkısı olduğunu öğrenmiştir. Kendisine oynadığı Güliz oyununu ise hazmedememektedir. Güliz onun İhtiyar’dan kopmasını engellemektedir, çünkü eğer İhtiyar’dan uzaklaşırsa, İhtiyar ona Güliz'i bir daha göstermeyecektir.
Güliz ise yavaş yavaş İhtiyar’dan soğumaya başlar. Delikanlı’yla birlikte, o da İhtiyar’ın kirli yüzünü daha iyi görmüş ve Delikanlı’ya olan büyük aşkı onu bu örgütten uzaklaşmaya itmiştir. Ancak böyle bir uzaklaşmanın ikisi için de ölüm olacağını bilmektedir. Bu nedenle İhtiyar’ın kendisine verdiği rolü oynuyormuş gibi yapmaya karar verir ve Delikanlı’ya düşüncelerini anlatır.
Delikanlı bir süre Güliz’in gerçekten kendini sevip sevmediği konusunda şüpheye düşecek, bu aşkın da İhtiyar’ın bir oyunu olduğunu düşünecektir. İhtiyar ise iyiden iyiye Delikanlı’yı en önem verdiği insanlar listesine almıştır. Hatta O’nu imparatorluğunun varisi olarak görmektedir. Akla gelmez ufak ve türlü oyunlarla Delikanlı’yı her gün kendisine yakınlaştıran oyunlarına devam eden İhtiyar, oynadığı Güliz oyununun başarılı olduğunu ve Delikanlı’nın da Güliz’e karşı duygular beslediğini fark etmiştir. Artık Delikanlı İhtiyar’dan tiksinse de, Güliz nedeniyle bu örgütten kopamayacaktır. Güliz ise bir yolunu bulup İhtiyar’dan ve örgütünden kaçarak sadece Delikanlı ile olmayı düşlemektedir. İhtiyar’a Delikanlı’yı gerçekten sevdiğini belli etmemeye çalışmaktadır. İhtiyar ise yavaş yavaş Güliz’in Delikanlı’yı gerçekten sevip sevmediği konusunda şüphelenmeye başlar ve Güliz’in bunu belli edebilecek bir hareketini arar. Güliz ise hiçbir açık vermez.
İhtiyar ideolojilerini bir bir Delikanlı’ya dayatmaktadır, hatta Delikanlı’nın önem verdiği dehalara hakaretler ederek, O’nu kendi büyüklüğüne inandırmaya çalışmaktadır. Örneğin Atatürk’ün eşşsiz dehasının en verimli dönemini bir dil uğruna harcamakla geçirdiğini savunmakta ve dil, bayrak, tarih gibi konulara önem vermeyi, asıl amaçları ile başedemeyeceklerini anlayanların kaçış noktası olarak görmektedir. Delikanlı zaman zaman İhtiyar’ın politikasına ters düşen düşüncelerini açıklamakta ve bu İhtiyar’da büyük öfke uyandırmaktadır. Bu arada İhtiyar, politika çevresi ve gençleri kullanarak kirli oyunlarını birer birer sergilemektedir. Delikanlı artık O’ndan tiksinti duymaktadır.
Delikanlı’nın isyanı ve İhtiyar’ın çöküşü:
Artık Delikanlı İhtiyar’ın bu çirkin politikasında kendisine sunduğu vârisliği reddetmektedir. O İhtiyar’dan sadece bir tek şey ister: Bir eylemde yer almak veya bir görevi yerine getirmek, kısacası İhtiyar’ın kullandığı binlerce maşadan biri olmak. Bunun nedeni yıllardır içinde büyüyen savaşmak duygusu ve madalya almak övülmek isteğidir. O her zaman bu insanlara hayran olmuş, yaptıkları cesurlukları örnek almıştır. İhtiyar ise O’nun bu isteği karşısında O’na çok kızar, vâris olarak yanlış birini seçtiğini düşünmektedir, bir yandan da ona bu görevi vermeye razı olur.
Delikanlı ise karmaşık duygular içindedir. Güliz ile süren aşkları bir çıkmaza girmiştir ve O artık Güliz uğruna daha fazla İhtiyar’ın politikalarını çekemez hale gelmiştir. Bir yandan da İhtiyar’ın yıllar boyunca harcadığı gençleri, politikacıları, yazarları, felsefecileri görmektedir.
İhtiyar O’na bir elçilik bombalama işi verir, Güliz ise Delikanlı’yı bu görevden vazgeçirmeye çalışmaktadır. Delikanlı O’nu dinlemez, fakat tam elçiliği bombalayacakken, İhtiyar’dan öcünü almaya karar verir. Elçilik yerine İhtiyar’ın eğlence mekânı olan gazinoyu bombalar. Buna son derece öfkelenen İhtiyar, bir süreliğine İstanbul’daki konağından uzaklaşarak İzmit tarafındaki bahçe evine yerleşir ve burada Delikanlı’yı bekler. O’nun buraya geleceğinden ve kendisini öldürmek isteyeceğinden emindir. O geldiğinde ise, kendisi hazır olacaktır.
Delikanlı her geçen saniye İhtiyar’ı ve yaptıklarını düşünmektedir. Amfilerden sökülen gençler ve kaybolan kocaman bir nesil. İhtiyar büyük bir kitleyi kirli oyunlarında harcamıştır. Bu sırada Güliz Delikanlı’yla buluşarak İhtiyar’ı öldürme görevini kendisinin üstlenmesi gerektiğini, çünkü Delikanlı’nın İhtiyar’ın olduğu yere gider gitmez öldürüleceğini söyler. Delikanlı zor da olsa buna razı olur ve Güliz yola koyulur. Kendi gençliğini ve kadınlığını çalan, O’nu hep oyunlarını gerçekleştirmek için bir oyuncak gibi kullanan bu adama öfkesi, Delikanlı’ya olan aşkına yaptıklarıyla daha da sertleşmiştir.
Kız yola koyulur, İhtiyar’ı zehirleyecektir. İhtiyar’ın evine yaklaştığında Delikanlı’ya telefon eder ve bu sırada ağzından İhtiyar’ın evinin yerini kaçırır. Delikanlı kendisine hâkim olamayarak yola koyulur. Güliz ise amacına ulaşmıştır, İhtiyar kızın verdiği zehirli ıhlamuru içmiştir. Bu sırada Delikanlı eve gelir ve korumalar tarafından yakalanır. Korumaları alt eden Delikanlı İhtiyar’ın odasına doğru yola koyulur. İhtiyar zehrin etkisiyle beraber kızın ihanetini anlar ve O’nu tam kalbinden vurur. Bu esnada içeriye giren Delikanlı kızın cesedi ve can çekişen İhtiyar’la karşılaşır. İhtiyar son bir hamleyle Delikanlı’yı bacağından vurur ve ölür.