14 Şubat 2013 Perşembe

Kürt Dosyası, Uğur Mumcu

Uğur MUMCU yarım kalmış olan bu son kitabında, kanlı terör örgütü başı ÖCALAN’ın hiç de parlak ve kahramanca bir özgeçmişe sahip olmadığını kanıtlıyor. Sonraki bölümlerde ise Cumhuriyet’in ilk yıllarında Kürt kökenli ayrılıkçı terörün durumunu ve alınan önlemleri, dönemin üst düzey yöneticilerinin anekdotları ile açıklamaya çalışıyor.
12 Mart sürecinin ilk ve en fırtınalı günlerinden birinde, 31 Mart 1971 tarihinde Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF)'nde bir gösteri yapılmakta ve “Şafak Bildirisi” adlı  bir  bildiri dağıtılmaktadır. Gösterinin sebebi Tokat’ın Niksar İlçesi Kızıldere Köyü’nde   Mahir ÇAYAN ve 9 arkadaşının güvenlik güçlerince öldürülmüş olmasıdır. “Şafak Bildirisi” ise; Ankara Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku Asistanı Doğu PERİNÇEK’in liderliğindeki “Türkiye İhtilalci Komunist Partisi” tarafından yayınlanan bir bildiridir. Gösteriye katılanlar arasında, o sıralarda SBF öğrencisi olan Abdullah ÖCALAN da vardır. Bu husus daha sonra, kendisini toplantı sırasında, yumruğunu kaldırmış slogan atarken gördüklerini söyleyen şahit ifadeleriyle de sabit olacaktır. Abdullah ÖCALAN  gözaltına alınır, tutuklanır ve Sıkıyönetim Mahkemesine çıkarılır. ÖCALAN, tutuklular arasında en uysal kişidir, hiç de devrimci ve önder görünüme sahip bir kişiliği bulunmamaktadır. İddianamede, Öcalan'ın Şafak Bildirisi'ni dağıtmak suçundan TCK 142. ve 159., ayrıca 311. ve 312. maddelerinden cezalandırılması istenmektedir. Davanın savcısı, o dönemler aralarında yazdığı “Anayasa'ya Giriş” adlı ders kitabından yargılanmış olan Prof. Mümtaz Soysal'ın da bulunduğu, ünlü kişileri mahkum ettiren dönemin simgelerinden biri haline gelmiş olan Baki TUĞ'dur. Ancak Savcı görüşünü değiştirecek ve ÖCALAN’ın “Şafak Bildirisini dağıtmak suçundan aklanmasını, boykota katılmak suçundan cezalandırılmasını isteyecektir. Esas hakkında mütalaasında, bildiri dağıtanların Metin YALÇIN ve Ramazan ÖZCAN olduğunu "Abdullah ÖCALAN'ın bildiri dağıttığı yolunda herhangi bir delil olmadığını" ileri sürer ve Apo'nun bu fiilden aklanıp, sadece 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası'nın 16/1 maddesi gereğince boykota katılmaktan üç ay hapis cezasına çarptırılmasını ister, Mahkeme de bu isteğe uyar. Abdullah ÖCALAN'a, bu suçtan üç ay yattıktan sonra, daha önce yaptığı müracaata uygun olarak, 1 Aralık 1971 günü burs da bağlanır.
    Bu arada ÖCALAN'ın öğrencisi olduğu SBF Yönetim Kurulu tarafından, hakkında grubun elebaşısı olduğu ve boykotta büyük çabası görüldüğü yolunda bir tutanak olduğu halde, Apo'ya sadece ihtar cezası verilmiş, öbür öğrenciler 15 gün okuldan uzaklaştırılmıştır. Eğer Apo da okuldan uzaklaştırma cezası alsaydı, ne bursu bağlanabilir, ne de askerliği ertelenebilirdi.
    ÖCALAN, Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’ndeki görevinden 1971 yılı Kasım ayında ayrılmıştı. Ayrılma nedenini de Genel Müdürlüğe “yüksek öğrenime devam etmek” olarak bildirmişti. Muhafazakar görüşleri Diyarbakır’da değişmişti. Artık solcuydu, Marksizme ilgi duyuyor, eline ne geçerse okuyordu. Bir yolunu Bulup İstanbul Bakırköy Tapulama Müdürlüğü’ne atanmış, üniversite giriş sınavında İstanbul Hukuk Fakültesi’ni kazanmıştı. 1971‘de yatay geçişle Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girmiş, öğrenimi süresince 1971-1974 yılları arasında bursu kesintisiz ödenmiştir. Bakanlık bursu devamsızlık nedeniyle 1975’de kesilmiş, Öğrencilikle ilişkisinin kesilmesi ise 1984 yılını bulmuştur.
    Öcalan SBF’de “Çayancı” olarak adlandırılan öğrenciler arasındaydı. Silahlı eylemleri kurtuluş için  tek yol olarak gören Mahir ÇAYAN’ın düşüncelerini benimsiyordu. Öncü savaşı ve silahlı propaganda olmadan devrim yapılamazdı. Bunlar için bir de parti kurmak gerekiyordu, tıpkı Mahir ÇAYAN gibi...
    1973 yılında bir bahar günü birkaç arkadaşıyla birlikte Ankara Çubuk Barajı’na gidiyor ve parti kurup gerilla yöntemleri ile ayaklanma hazırlamak gerektiğini anlatıyor ve PKK’nın temellerini atıyordu. Öcalan 1978’de Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu öğrencisi Kesire YILDIRIM ile evlendi. Kesire YILDIRIM, devlet yanlısı ve CHP’li olarak tanınan ve Dersim Ayaklanmasında Korgeneral Abdullah ALPDOĞAN ile sık sık görüşen Ali YILDIRIM’ın kızıydı.
    Yazarımız, burada Ali YILDIRIM’ın kim olduğunu anlamak için Dersim (Tunceli)’in 1920 yıllarına kadar gidiyor.
 Hoybun Örgütü
    Şeyh Sait Ayaklanmasından sonra yurt dışına kaçan Kürt ileri gelenleri, 1927 yılında Suriye’de “Kürt Milli Genel Kurultay’ı” toplamışlardı. Toplantıya, Kürt Teali Cemiyeti, Kürt Teşkilatı İçtimaiye, Kürt Millet Fırkası, ve Kürt Ulusal Birliği adlı dört Kürt örgütünün temsilcileri katılmıştı.
    “Hoybun” örgütünün temeli bu toplantıda atıldı. Bu ihtilalci örgüt, Lübnan’ın Bihamedun Merkezi’nde kurulmuş, kurulmasını müteakip Ermeniler ile de sıkı dayanışma içerisine girmiş, Ağrı ayaklanmasını başlatmıştır. Üç yıl süren Ağrı ayaklanması General Salih OMURTAK’ın yönettiği harekat neticesinde bastırılmış, ayaklanma liderlerinin bir kısmı öldürülmüştür. Ağrı ayaklanmasının bastırıldığı bugünlerde Dersim için için kaynıyordu. Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey 2 Şubat 1926 günü İçişleri Bakanlığı’na verdiği raporda olacakları sezmiş gibiydi. Hamdi Bey’e göre okul açmak, yol yapmak, fabrikalar kurmak, uygarlaşma yoluyla sorunun çözüleceğine inanmak hayaldi. Hamdi Bey’e göre Dersim Cumhuriyet için çıbandı ve bir ameliyata ihtiyacı vardı. Şu sözler durumu çok güzel özetliyordu. ”Cehaletin, geçim darlığının, iç ve dış aldatmaların, kürtlük eğilimlerinin, son irtica hareketinin tedipten doğan intikam hislerinin, dini ve ictimai devrimler vesilesiyle kara güçlerin uyandırdığı kötü telkinlerin etkisi altında avam halk; reis, şeyh, bey ve ağanın esir ve oyuncağıdır. Şekavet bunların kışkırtması ile olmaktadır.”
    Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak da Dersim olayı ile yakından ilgilenmekteydi, Dersim Olayı ile ilgili bütün raporlar kendisine sunulmaktaydı. Kendisi bu konudaki görüşlerini şöyle özetliyordu. “Dersim asırlarca nüfuz edilememiş, hükümete önemli sorunlar çıkarmış, eşkiyalığı alışkanlık haline getirmiş, mütecaviz ve soyguncu unsurları taşıyan bir adadır. Bu ortam içerisinde İçişleri Bakanı Şükrü KAYA kuzey Dersim’in “çapulcu Yuvası” olduğu kanısındaydı. “Halen hükümete karşı küstah vaziyetini muhafaza eden Yukarı Abbas Uşağı  Reisi Seyid Rıza ile Hayderan Aşireti Reisleri Hıdır ve Kemal Ağa’lar başta olmak üzere yöre halkı Batı illerine yerleştirilmeliydi. Bu ağalar belirlenmiş ve 347 ailenin adı raporda sunulmuştu.
Aşiret Ayrıcalıkları Kaldırılıyor...
    1932 yılındaki bu çalışmaların ilk ürünü ise İskan Kanunuydu. 4 Temmuz 1927 tarihinde çıkarılan “Bazı Eşhasın Şark Mıntıkasından Garp Vilayetlerine Nakillerine Dair Kanun” ile Diyarbakır ve Ağrı çevresinden 1400 kişi Batı illerine göç ettirilmişti. İskan Kanunu’nun gerekçesi ise tek amacın Kürt ırkı ile ilgili geniş kapsamlı bir eritme planını uygulamaya koymak değildi.  Asıl maksat ; Yurt dışından gelen göçmenlerin  Türkiye’nin hangi bölgelerine yerleştirilecekleri, diğeri ise Çingene, Yörük ve Aşiretlerin yerleştirilmeleri ile ilgilidir. Yasa, aşiretlere hükmi şahsiyet tanınmayacağı gibi, aşiretlere o güne kadar verilen bütün ayrıcalıkları kaldırmaya yöneliktir. Esasen aşiret sistemi Osmanlı’nın geniş topraklarında kontrolü kolay sağlamak için kullandığı, ancak zamanla kötü alışkanlıkları ile yerleşen bir derebeylik sistemidir. İskan Kanunu ile Türkiye’ye 247 bin 295 göçmen gelmiş, bu göçmenlein çok azı Doğu illerine gönderilmişti. Rumeli Göçmenlerine Doğu’da yerleştirildikleri yerlerin tapuları verilmemiş, Onlar da on beş yirmi yıl sonra yeniden Batı Anadolu’ya göç etmişlerdir.
İsmet Paşa’nın Doğu Gezisi
     Aradan üç yıl geçmiş, “Dersim’in ıslah planı bu üç yıl içinde uygulanamamıştı. Konu Başbakan İsmet Paşa tarfından ele alınmış, 1935 yılında kendisi Karadeniz ve Doğu illerini kapsayan bir Yurt gezisine çıkmıştı. İsmet Paşa Doğu gezisinden sonra bir rapor hazırlayarak ATATÜRK’e sundu. Raporda illerin tek tek değerlendirilmesi yapılıyor ve alınması gereken önlemler sıralanıyordu. Başbakan Dersim sorununa Erzincan ile ilgili değerlendirmeler sırasında değiniyor. Dersim soygunlarından bunalan Türk köylerinin bölgeyi boşalttığı, buraların Dersimliler tarafından istila edildiği, kısa zamanda Erzincan’ın bir kürt merkezi olmasıyla asıl korkunç Kürdistan’ın meydana gelmesinden kaygılanmak gerektiğini vurgulamaktadır. Başbakan Dersim ıslahı  için dört aşamadan oluşan bir plan öngörmekteydi. Bunlar; program, hazırlık, silah toplanması, gerekirse yöre aşiretlerinin başka illere yerleştirilmeleridir.
Tunceli Kanunu
    Tunceli Kanunu diye bilinen “Tunceli Vilayeti’nin İdaresi hakkında 25.12.1935 Sayılı Yasa ile Tunceli’ye  Komutan rütbesinde bir kişinin vali ve komutan olarak seçileceği belirleniyordu. İçişleri Bakanı Şükrü KAYA, Tunceli adıyla teşkil edilecek vilayetin ilk olarak Türk Tarihi ile temasını Şah İsmail ve Yavuz Selim’in muharebesine tesadüf ettiğini, Tanzimatta vilayet teşkilatları yapıldığı zaman her nasılsa Dersim’in ihmal edildiğini, bu bölgenin olduğu gibi bırakıldığını, bu nedenle oradaki yapının Ortaçağ yapısı bir teşkilata sahip olduğunu, Bölgenin 91 aşirete bölündüğünü, 1876’dan beri 11 Askeri Harekat yapıldığını, ancak köklü tedbirler alınmadığı için hastalığın tahlil ve tedavisinin yapılmadığını belirtmektedir. Yasa ile sınırsız yetkileri olan Komutan–Vali’ye il içerisinde lüzumlu görürse fert ve ailelerin yerlerini değiştirme, vilayette oturmalarını men etme, mahkemelerce verilen ölüm cezalarını onaylama gibi yetkiler tanınmıştır.
    Dersim’de bir başkaldırı bekleniyordu. Başkaldırma başlar başlamaz müfettişlerin raporlarında belirttiği önlemler tek tek alınacaktı. Yasa 31 Aralık 1935 tarihinde Atatürk tarafından onaylandı. Dört gün sonra da hükümet “4’üncü Umumi Müfettişliğin” kurulduğunu açıkladı. Korgeneral Abdullah ALPDOĞAN Tunceli Valisi, Umumi Müfettiş ve Komutan olarak atandırılmıştı. Kendisi “Koçgiri Ayaklanmasını” bastıran Merkez Ordusu Kurmay Başkanıydı. Ayaklanmacılar ALPDOĞAN’ı, kendisi de ayaklanmacıları iyi tanıyordu.
     Yazar, bundan sonra 7 ARALIK 1936 günü İçişleri Bakanı Şükrü KAYA Başkanlığında “Umumi Müfettişler Konferansı” yapıldığından bahseder. Bu konferansta 1’inci Umumi Müfettiş (Sorumluluk sahası; Diyarbakır, Van, Siirt, Hakkari, Muş, Mardin ve Urfa) Abidin ÖZMEN konuşmasında 1927 yılı nüfus sayımlarıyla karşılaştırıldığında Türklerin nüfusunun 20 bin kadar artmasına karşılık Kürtlerin 250 bin arttığını, milliyet prensibinin bilhassa hudutlarımız dışındaki Kürtler ve bazı muhalif unsurlar vasıtasıyla Türk’ten başkalık ve Türk düşmanlığı duygusunun yer bulduğu muhitler ve tesir ettiği şahıslar bulunduğunu, yaşlıların Türkçe, Gençlerin ise Kürtçe konuştuğunu, Şeyh Sait Vakası’nın bölgede Kürtlük duygusunu besleyip büyüttüğünü, Ermenilerle Kürtlerin yakınlaştığını, Erivan’da Kürdoloji Kongresi toplandığını, bazı önlemlerin artık hayata geçirilmesini gerektiğini belirtir.
    Korgeneral ALPDOĞAN (4’üncü Umumi Müfettiş) Bingöl vilayetini, Kürt denilen halkla meskun bir bölge ve Şeyh Sait İsyanının yuvası olarak tanımlamakta, ancak ,tavır, sima ve adetlerin buradaki beylerin Türk olduklarına şüphe bırakmadığını, Nüfus istatistiklerine güvenmediğini, aslında Kürt dilinin de olmadığını, bu dilin Türkçe, Arapça ve Farsça dillerinden oluştuğunu, Bingöl ve Tunceli’de silahlı eşkiyanın halkı ve köyleri vurduğunu, ancak yeni teşkilatın kurulmasıyla bu suçları işleyenler ve işletenlerin endişeye düştüğünü ve faaliyetlerin azaldığını, şimdiye kadar buradaki insanlara Kürt denildiğini, başka bir ırktan olmuş insan muamelesi yapıldığını, hükümetin bazı memurlarınca bunlara yalnış uygulamalar yapıldığını, Cumhuriyet Hükümeti’nin kendilerinin Kürt soyundan geldiğini bildiğini, ve kimsenin vicdanına karışmadığı, ve fakat kimsenin kimseyi de şu veya bu mezhebe girmeye mecbur etmeye teşvik ve icbara selahiyetli olmadığını anlatınca gönülden hükümete bağlılık duyguları doğduğunu sezinlediğini belirtir.

Gençliğim Eyvah, Tarık Buğra

 Türkiye’de yaşanan bunalımlar, şimdiye kadar ele alınmamış farklı bir tarzda açıklanmaktadır.
Karakterler Hakkında Kısa Bilgi:
İhtiyar: Gençleri sömüren, varolan tüm düzenleri kendi çıkarları doğrultusunda istismar eden, tüm insanları aşağılayan, kaos ortamı yaratmaya çalışan ve bu yolda insanları harcayan yaşlı bir adam.
Delikanlı: Saf ve temiz duyguları olan, zeki, bilgili ve düşünen, bunun yanı sıra insanları küçümseyen karakterde bir genç.
Güliz: İhtiyar’ın oyunlarına alet ettiği, güzel, bilgili ve duygularını saklamayı çok iyi becerebilen bir kız.
İhtiyar’ın hizmetkârları: İhtiyar’ın örgütüne kattığı ve içlerindeki savaşmak duygusundan yararlandığı, hırsları yeteneklerini aşan gençler, politikacılar, gazeteciler, öğretmenler, vs…
Olaylar, İhtiyar’ın ölümü dışında İstanbul ve çevresinde geçmektedir.
İhtiyar’ın tanıtılması ve politikaları:
Birinci Dünya Savaşı sıralarında yeni üniversite mezunu olan İhtiyar, bir şeyhin tek oğludur. O yaşa kadar iyi bir eğitim gören İhtiyar üniversite yıllarında kurallara aykırı davranışlardan kaçınmıştır. Daha o çağda bile birçok dil bilen, zeki ve çevresinde sevilen İhtiyar evliliğinden sonra, kendinin düzenlediği gizli işler çeviren biri olur. O, halkın değer verdiği her şeyi hiçe sayan, halktan tiksinen, insanları sevmeyen, kendinin üstünde büyük değer veya kişi tanımayan bir kaos yaratıcısı haline gelmiştir. Kendisini kimsenin övmesine müsaade etmez, üstüne üstlük bunu yaşama hakkına saldırı sayar. Bu gururu ile birçok dalın önde gelen isimlerini rahatlıkla küçümseyebilir. Kendinden üstün bir deha tanımaz. Yaşlılık yıllarına doğru, halktan ve kutsal değerlerden duyduğu tiksinti en üst dereceye ulaşmıştır. Vatanseverliğe lanet okur ve kendisini vatansever olarak niteleyenleri paylar. O’nu böyle hareket etmeye yönelten bir kompleksi, eksikliği yoktur. O’na göre kendisi bu işin yeni vârisidir. Çevresinde O’nun bu saldırı ve yıkım girişimlerine neden giriştiğini merak edenler ve hatta kendisine bunun sebebini soranlar olduysa da bir yanıt alamamışlar, hatta terslenmişlerdir.
İhtiyar, 1930'lu yıllardan beri büyük bir güç elde etmiş, her geçen gün daha da güçlenerek imparatorluğunun doruk noktasına ulaşmıştır.
O’nun en büyük kini devlete karşıdır. Devleti devlet yapan kurum ve kuruluşları hedef alır. Devlet denen yapının birkaç ucuz insandan oluştuğunu ileri sürer ve devleti kendi organlarıyla yıkmak için yıllarca çalışır. Bu faaliyetini, iş ve devlet hayatının, üniversite ve basının köşe başlarını ele geçirerek ve hep bilinmez kalarak başarır. Bu kurumlara kendi adamları sınıfına dâhil ettiği, istekleri “yeteneklerini, imkânlarını ve güçlerini aşmış, tutkularına kapılmış” kendi deyimiyle “sersemleri” yerleştirir. Bu kirli amaçlarını gerçekleştirmek için kullandığı en büyük koz ise gençliktir.
Üniversiteye yeni gelmiş öğrenciler arasından, ağzı laf yapan, onların arasından da kafa yapıları demagojiye yatkın olanları tespit eder, bu kişileri gençlik onurları ve kendilerine vaat edilen umutları kullanarak “sersemler” yani yükselme ve kazanma tutkuları yeteneklerini kat kat aşan gençler sınıfına dâhil eder.
Diğer taraftan basın yoluyla hükümetin başarılı veya başarılı olacağı belirli, tutum ve davranışlarını hırpalar. Aynı ustalıkla da büyük zararlara, kötü çıkarlara yol açabilecek girişimleri yine basın yoluyla pohpohlayıp destekler. Hükümet içindeki, halka ters düşen insanları tam tersine övüp göklere çıkarır ve bu sayede halkta, hükümete karşı güvensizlik oluşturur.
Bütün bu olaylar karşısında ses çıkarmayan, fakat destek de olmayan üniversitelere de el atar ve “Ben ölsem de etkileri en az iki yıl önlenemez” dediği reform hareketini başlatır. Üniversitelerdeki çoğu, dünyanın bütün üniversitelerinde var olan ya da var olabilecek aksaklıkları sergiler, daha sonra birbirine hiç benzemeyen veya az benzeyen batı üniversitelerini, her birinde pekâlâ bulunabilecek aksaklıklarını atarak en iyi yönleriyle bir bütün yapıp model olarak sunar. Gerekli yasa çıkarılınca bizim üniversitelerimiz de şıp diye öyle olacak zannını çok güzel bir şekilde uyandırır. Ortada bir laboratuar yokken, hiçbir bilimsel buluş yapamadıkları için suçlanan, üniversite imkânları içinde ne kadar olabilirse o kadar bilgili, dürüst yani “bilim kavramına ulaşmış” öğretim görevlileri reform gereği sepetlenir. Bu kişilerin yerlerine de liselerden, ortaokullardan hatta ilkokullardan “devrimlere lâyık, cumhuriyetin ilkelerini gönüllere sindirmiş genç kabiliyetleri” getirir. Bu seçimlerde ölçü, “hırsları yeteneklerini aşmışlık” olur. Böylece kürsülerin çürüyüşü gittikçe artan bir hızla önlenemez duruma gelir.
Güliz Dönemi:
Bütün bu yaşantısı devam ederken İhtiyar, yaşadığı köşkünü ancak bir takım gizli örgütlerde görülebilecek biçimde bir savunma ve haber alma merkezi haline dönüştürür. İhtiyar bu köşkten İstanbul ve başkent ile çeşitli devlet adamlarından daha kolay görüşmektedir. Güliz ile bir gemi yolculuğunda tanışır. Yaşına ağır gelen bir yüz ifadesi ve gözlerindeki kederli bakış dikkatini çeker.
Kızın gerçek adı Sıdıka’dır. Alkol ve erkek delisi annesi ile gecekonduda yaşayan kız, annesinin şiddetlerine tepki göstermesinin ardından, annesi tarafından yoksul bölgelerden çocuk toplayıp, onları kabiliyetlerine ve yeteneklerine göre dilendiren bir şebekeye kiralanır. Bu şebekenin İhtiyar’a bağlanması ile kızı yakın takibe alır ve özelliklerini işlenebilir bulduğu için işe koyulur. Kısa bir zamanda ağzından küfrü eksik olmayan ve kavga çıkarmak için fırsat kollayan Güliz, oturup kalkmasını, çatal bıçak tutmasını, bardak kullanmasını bilen bir kız haline gelir. Özel bir koleje verilir. Yaşı onsekiz olmadan bütün güzel sanatların ve politik öğretilerin kavramlarını, klişelerini öğrenir.
Delikanlı’nın tanıtılması ve İhtiyar ile Delikanlı’nın ilk temasları:
Delikanlı’nın adı Raşit’tir. Ailesinin en büyük oğludur. Babası Anadolulu bir memurdur. Liseyi bir ilde bitirmiş ve daha sonra hem çalışıp, hem de okumak ümidiyle İstanbul’a, üniversiteye girmiştir.
Üniversite yıllarında birçok işte çalışan Raşit; bilgili, çalışkan ve öğrenmeye hevesli bir gençtir. Hayatta büyük değer verdiği dehalar vardır, örneğin: Atatürk. İçinde hep bir madalya alma, karşı tarafla savaşma duygusu hâkimdir. O hep savaşanların arasında elinde bayrak, savunduğu fikrin uğrunda her şeyi yapmayı düşleyen biri olmuştur. İhtiyar’a göre ise bu çok ucuz bir düşüncedir. O’na göre ufak insanlar alanlarda dövüştürülür, büyük dehalar ise bu dövüşün oynatıcılarıdır. Delikanlı’nın herkesi hor gören bir kişiliği vardır. Kimseye benzemek ve bir tutulmak istemez.
Delikanlı İhtiyar’la ilk kez bir amfi de, derste karşılaşır. Delikanlı öğrenci, İhtiyar ise profesördür. İhtiyar’ın daha ilk konuşmalarında Delikanlı bu adamda bir gariplik olduğunu anlamış ve bu yaşlı adamdan tedirgin olmuştur. Delikanlı’nın tepkisine yol açan bu ilk derste, İhtiyar sınıfı hedef alan ve alaycı bir söz söyler, bunun üzerine Delikanlı söz alarak karşılık verince İhtiyar Delikanlı’yı ve ondaki sırrı ilk kez görür.
Bu günden sonra İhtiyar Delikanlı’nın izini üniversitedeki genç hizmetkârları aracılığıyla güder ve onun hakkında bilgi edinmeye başlar. Araştırmayı felsefe öğretmeni yapar ve öğretmeninin hükmü ile Delikanlı tam “inanılmaz ve güvenilmez bir kişiliktir.” Fakat bu İhtiyar’ın işine gelir.
Delikanlı’ya oynanan oyunlar ve Teşkilâta çekilişi:
Delikanlı’nın fakültede okurken fakir bir yaşantısı vardır. Kaldığı pansiyonun kirasını veremez ve öğrenci kahvelerinde yatıp kalkar. Durumunun çok kötüye gittiği bir zamanda teyzesinin oğlu piyade üsteğmen imdadına yetişir ve kendisini yanına, Kayseri- Pınarbaşı’na götürür. Üç ay sonra da askerliğini yapmak için İskenderun’a gider.
 Üç yıl sonra cebinde tezkeresi ile İstanbul’a döndüğünde örgütteki dosyası kapanmıştır. Fakat öğretmenlik yaptığı okulda yaşadığı bir olay, İhtiyar’ın adamları vasıtası ile duyurulur ve tekrar yakın takibe alınır. İhtiyar, türlü oyunlarla Delikanlı’yı kendisine hayran bırakır. Delikanlı’nın etrafında, yani İhtiyar tarafından oluşturulan çevresinde, ilgiler hep Delikanlı’nın üzerindedir. Benimsenmek, sevilmek, varlığının kabul edilmesi Delikanlı’nın hoşuna gider.
Delikanlı önceleri oldukça fakir olan yaşantısının yavaş yavaş değiştiğini, yeni işlere girerek iyi para kazanmaya başladığını fark eder. Girdiği işler ise, İhtiyar’ın O’nu kendi örgütüne daha da yakınlaştırmak için oynadığı oyunlardır. İhtiyar Delikanlı’ya ikramiyeler verdirmekte, O’nun hayatını değiştirmekte ve güzelleştirmektedir. Delikanlı ise kendisine oynanan bu oyunların henüz farkında değildir. O işini ve parasını kendinin kazandığını düşünmektedir. Henüz İhtiyar’ın politikasını ve kirli işlerini öğrenmemiştir. Artık sık sık İhtiyar’ın mekânı olan lokantada İhtiyar ve dostları ile yemekler yer, sohbetler eder.
İhtiyar her konuşmasında Delikanlı’yı daha da etkilemektedir. Fakat bu konuşmalarında İhtiyar hep kaçak dövüşür. Hiçbir konuda yargılarını veya yorumlarını açıklamaz. Delikanlı bu durumu anladıktan sonra çok fazla görüşmelere gitmez. Bir karşılaşmasında İhtiyar’la zıtlaşmasından sonra elindeki işi alınır ve oyunun bir parçası olarak tekrar eski işine, yani fakirlik dönemine geri döner.
İhtiyar’ın Delikanlı’ya oynadığı en büyük oyun, artık örgütünün bir mensubu olan Güliz ile Delikanlı’nın arasını yapmak ve bu sayede Delikanlı’nın ondan hoşlanarak kendisinden ve örgütünden kopamaz hâle gelmesini sağlamaktır. İhtiyar Güliz’i kullanarak Delikanlı‘nın iradesini, dayanma gücünü, duygularına hâkim olup olamadığını öğrenmek istemektedir. Delikanlı’ya en kaliteli sigaraları hediye edip daha sonra kendisinden sigarayı bırakmasını istemesinin altında da hep bu sebepler yatmaktadır. Ancak İhtiyar’ın hesap edemediği O’nun yüzünden kadınlık duyguları arka plâna atılmış olan Güliz’in de Delikanlı’ya âşık olmasıdır. Güliz şunun farkındadır ki mutlu olabilmeleri, İhtiyar’ın karşısına geçerek değil, ancak ve ancak onun yanında mücadele ederek mümkün olacaktır.
Delikanlı’nın uyanışı ve İhtiyar’ın gizli yüzü:
Delikanlı zamanla girdiği işlerin, elde ettiği paranın, İhtiyar’ın oyunları olduğunu anlamıştır. Artık İhtiyar’ın kirli politikalarının bilincindedir. Örneğin servetinin oluşmasında uyuşturucu madde ve silah kaçakçılığının da katkısı olduğunu öğrenmiştir. Kendisine oynadığı Güliz oyununu ise hazmedememektedir. Güliz onun İhtiyar’dan kopmasını engellemektedir, çünkü eğer İhtiyar’dan uzaklaşırsa, İhtiyar ona Güliz'i bir daha göstermeyecektir.
Güliz ise yavaş yavaş İhtiyar’dan soğumaya başlar. Delikanlı’yla birlikte, o da İhtiyar’ın kirli yüzünü daha iyi görmüş ve Delikanlı’ya olan büyük aşkı onu bu örgütten uzaklaşmaya itmiştir. Ancak böyle bir uzaklaşmanın ikisi için de ölüm olacağını bilmektedir. Bu nedenle İhtiyar’ın kendisine verdiği rolü oynuyormuş gibi yapmaya karar verir ve Delikanlı’ya düşüncelerini anlatır.
Delikanlı bir süre Güliz’in gerçekten kendini sevip sevmediği konusunda şüpheye düşecek, bu aşkın da İhtiyar’ın bir oyunu olduğunu düşünecektir. İhtiyar ise iyiden iyiye Delikanlı’yı en önem verdiği insanlar listesine almıştır. Hatta O’nu imparatorluğunun varisi olarak görmektedir. Akla gelmez ufak ve türlü oyunlarla Delikanlı’yı her gün kendisine yakınlaştıran oyunlarına devam eden İhtiyar, oynadığı Güliz oyununun başarılı olduğunu ve Delikanlı’nın da Güliz’e karşı duygular beslediğini fark etmiştir. Artık Delikanlı İhtiyar’dan tiksinse de, Güliz nedeniyle bu örgütten kopamayacaktır. Güliz ise bir yolunu bulup İhtiyar’dan ve örgütünden kaçarak sadece Delikanlı ile olmayı düşlemektedir. İhtiyar’a Delikanlı’yı gerçekten sevdiğini belli etmemeye çalışmaktadır. İhtiyar ise yavaş yavaş Güliz’in Delikanlı’yı gerçekten sevip sevmediği konusunda şüphelenmeye başlar ve Güliz’in bunu belli edebilecek bir hareketini arar. Güliz ise hiçbir açık vermez.
İhtiyar ideolojilerini bir bir Delikanlı’ya dayatmaktadır, hatta Delikanlı’nın önem verdiği dehalara hakaretler ederek, O’nu kendi büyüklüğüne inandırmaya çalışmaktadır. Örneğin Atatürk’ün eşşsiz dehasının en verimli dönemini bir dil uğruna harcamakla geçirdiğini savunmakta ve dil, bayrak, tarih gibi konulara önem vermeyi, asıl amaçları ile başedemeyeceklerini anlayanların kaçış noktası olarak görmektedir. Delikanlı zaman zaman İhtiyar’ın politikasına ters düşen düşüncelerini açıklamakta ve bu İhtiyar’da büyük öfke uyandırmaktadır. Bu arada İhtiyar, politika çevresi ve gençleri kullanarak kirli oyunlarını birer birer sergilemektedir. Delikanlı artık O’ndan tiksinti duymaktadır.
Delikanlı’nın isyanı ve İhtiyar’ın çöküşü:
Artık Delikanlı İhtiyar’ın bu çirkin politikasında kendisine sunduğu vârisliği reddetmektedir. O İhtiyar’dan sadece bir tek şey ister: Bir eylemde yer almak veya bir görevi yerine getirmek, kısacası İhtiyar’ın kullandığı binlerce maşadan biri olmak. Bunun nedeni yıllardır içinde büyüyen savaşmak duygusu ve madalya almak övülmek isteğidir. O her zaman bu insanlara hayran olmuş, yaptıkları cesurlukları örnek almıştır. İhtiyar ise O’nun bu isteği karşısında O’na çok kızar, vâris olarak yanlış birini seçtiğini düşünmektedir, bir yandan da ona bu görevi vermeye razı olur.
Delikanlı ise karmaşık duygular içindedir. Güliz ile süren aşkları bir çıkmaza girmiştir ve O artık Güliz uğruna daha fazla İhtiyar’ın politikalarını çekemez hale gelmiştir. Bir yandan da İhtiyar’ın yıllar boyunca harcadığı gençleri, politikacıları, yazarları, felsefecileri görmektedir.
İhtiyar O’na bir elçilik bombalama işi verir, Güliz ise Delikanlı’yı bu görevden vazgeçirmeye çalışmaktadır. Delikanlı O’nu dinlemez, fakat tam elçiliği bombalayacakken, İhtiyar’dan öcünü almaya karar verir. Elçilik yerine İhtiyar’ın eğlence mekânı olan gazinoyu bombalar. Buna son derece öfkelenen İhtiyar, bir süreliğine İstanbul’daki konağından uzaklaşarak İzmit tarafındaki bahçe evine yerleşir ve burada Delikanlı’yı bekler. O’nun buraya geleceğinden ve kendisini öldürmek isteyeceğinden emindir. O geldiğinde ise, kendisi hazır olacaktır.
Delikanlı her geçen saniye İhtiyar’ı ve yaptıklarını düşünmektedir. Amfilerden sökülen gençler ve kaybolan kocaman bir nesil. İhtiyar büyük bir kitleyi kirli oyunlarında harcamıştır. Bu sırada Güliz Delikanlı’yla buluşarak İhtiyar’ı öldürme görevini kendisinin üstlenmesi gerektiğini, çünkü Delikanlı’nın İhtiyar’ın olduğu yere gider gitmez öldürüleceğini söyler. Delikanlı zor da olsa buna razı olur ve Güliz yola koyulur. Kendi gençliğini ve kadınlığını çalan, O’nu hep oyunlarını gerçekleştirmek için bir oyuncak gibi kullanan bu adama öfkesi, Delikanlı’ya olan aşkına yaptıklarıyla daha da sertleşmiştir.
Kız yola koyulur, İhtiyar’ı zehirleyecektir. İhtiyar’ın evine yaklaştığında Delikanlı’ya telefon eder ve bu sırada ağzından İhtiyar’ın evinin yerini kaçırır. Delikanlı kendisine hâkim olamayarak yola koyulur. Güliz ise amacına ulaşmıştır, İhtiyar kızın verdiği zehirli ıhlamuru içmiştir. Bu sırada Delikanlı eve gelir ve korumalar tarafından yakalanır. Korumaları alt eden Delikanlı İhtiyar’ın odasına doğru yola koyulur. İhtiyar zehrin etkisiyle beraber kızın ihanetini anlar ve O’nu tam kalbinden vurur. Bu esnada içeriye giren Delikanlı kızın cesedi ve can çekişen İhtiyar’la karşılaşır. İhtiyar son bir hamleyle Delikanlı’yı bacağından vurur ve ölür.

28 Ocak 2013 Pazartesi

Gurbet Hikayeleri, Refik Halit Karay

Hikayede, Hasan adında bir çocuk vardır ve İstanbul’da yaşamaktadır. İstanbul’da yaşarken anne ve babasını kaybetmiş, hiç yakın akrabası kalmamıştır. Yöre halkı Hasan’ı Filistin’e, halasının yanına göndermeyi uygun görmüştür. Hasan’ı vapura bindirip Filistin’e gönderirler. Vapur rıhtımdan kalkıp tâ Marmara'ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahlarlar:
    -“Çocukcağız Arabistan'da rahat eder.” derler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine dönerler.
    Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyla halasının yanına, Filistin'in ücra bir kasabasına gönderiliyordur. Hasan vapurda; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok eğlenmiştir.Beş yaşında olan Hasan; peltek, şirin konuşmalarıyla da güverte yolcularını epeyce eğlendirmiştir. Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk almıştır.
    Hayfa'ya çıktıktan sonra onu bir trene koyarlar. Artık anadili büsbütün işitilmez olmuştur. Hasan, köşeye büzülür; bir şeyler soran olsa da susar, yanakları pençe pençe, al al olarak susar. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susmaktadır. Fakat hem pür nakıl çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükenmiştir ve zeytinlikler de seyrekleşmiştir. Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile, kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu. Bunlar da biter; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardır; ne ağaç vardır, ne dere, ne ev! Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile... Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır, yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı. Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu; o güldü:
    -Gemel! Gemel! dedi.
    Hasan'ı bir istasyonda indirirler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırır. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüverilen cansız bir göğüs...
    -Ya habibi! Ya ayni! Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmiştir; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar...Hasan durgun, tıkanıktır; susuyor, susuyordu.Öyle haftalarca susar.
    Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak susar. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordur, yine susuyordur.
    Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları vardır. Saçlarının ortası el ayası kadar sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştır; yer sofrasında bunu hem kaşık, hem çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordur.
    Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırır. Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girer. Torbasından da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordur.
    Konuşurlar, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizer.
Satıcı iskemlesine oturur. Hasan da merakla karşısına geçer. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyodu ki... Şaşarak eğlenerek seyreder. Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik, sapsız bıçağıyle kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, Istanbul'da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakar. Susuyor ve bakıyordu.Bir aralık nerede ve kimlerle olduğunu keyfinden unutur, dalgınlığından anadiliyle sorar:
-Çiviler ağzına batmaz mı senin? Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı:
    -Türk çocuğu musun be?
    -Istanbul'dan geldim.
    -Ben de o taraflardan... İzmit'ten!
    Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantalonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıdır; gözlerinin akına kadar sarıdır. Türkçe bildiği ve Istanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştır. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardır. Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sorar:
    -Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen?
    Hasan anladığı kadar anlatır. Sonra Kanlıca'daki evlerini tarif eder; komşusunun oğlu Mahmut'la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyler. Bir aralık da kendisi sorar:
    -Sen niye burdasın?
Öteki başını ve elini şöyle sallar: Uzun iş manasına... ve mırıldanır:
-Bir kabahat işledik de kaçtık!
    Asıl konuşan Hasan'dır, altı aydan beri susan Hasan... Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordur. Aklına ne gelirse söyler. Eskici hem çalışır, hem de, ara sıra "Ha! Ya? Öyle mi?" gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletir; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinler; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinler. Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordur. Fakat, nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmiştir. Demirini topraktan çeker, köselesini dürer, çivi kutusunu kapar, çiriş çanağını sarmalar. Bunları hep aheste aheste yapmıştır.
    Hasan, yüreği burkularak sorar:
    -Gidiyor musun?
    -Gidiyorum ya, işimi tükettim.
    O zaman görür ki, küçük çocuk memleketlisi minimini yavru ağlıyor... Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyle yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.
    -Ağlama be! Ağlama be!
    Eskici başka söz bulamamıştır. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.
    Ağlama diyorum sana! Ağlama.
    Bunları derken onun da katı, nasırlaşmış yüreği yumuşamış, şişmiştir. Önüne geçmeye çalışır amma yapamaz, kendini tutamaz; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyle yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duyar.
    KÖPEK :
    Osman memleketinden uzun süre önce ayrılır ve Lübnan’da çalışmaya başlar. Osman kimseyle konuşmayan çok yalnız biridir. Bir gün yine işe çıkmışken arkasına bir köpek takılır. Ona bakınca onunda memleketinden uzak olduğunu düşünür. Köpeğin kaderinin kendisine benzediğini düşünerek onu yanına alır. Artık her yere onunla gider olmuştur. Köpek, Osman’ın yanına geldiğinden beri kilo alır, Osman’la oynamaya onu sevmeye başlar.
    Bir gün Osman’ı Lübnan’da zabitler yakalar. Yasak olarak çalıştığından dolayı onu şehir dışı etmek isterler. Ama köpeğin onunla beraber gitmesini istemezler. O zamanlar hayvanların hastalık bulaştırma tehlikesi olduğu için, onları şehir dışı etmek yasaktır. Bu nedenle Osman’ı köpeksiz şehir dışı ederler. Osman çok üzülür hatta ayrılırken köpekle bile vedalaşır. Köpek ağlamaklı olmuştur ama bir şey yapamaz. Osman’ın eski neşesi artık kalmamıştır. Kader yine ona kazığını atmıştır.
    TESTİ
    Ömer adında bir genç Lübnan’da şöförlük yapmaktadır. Bir akşam arabasına üç bedevi biner ve ondan hemen bir doktara gitmesini isterler. Adamlardan biri nefes alırken zorluk çekmektedir. Ömer merak edip nesi olduğunu sorar. Bedevilerden yaşlıca olanı yanındakinin testişinden su içerken, testinin içine düşmüş olan bir arının boğazına kaçarak onu soktuğunu söyler.
    Lübnan halkı o zamanlar hastalık bulaşır korkusuyla bardak kullanmaz, testiyle içerlerdi. Testiyle içerken de ağızdan birkaç parmak yukarıdan akıtarak içerlerdi. Bu tür olaylar orada çok sık olurdu.
    Adam bir ara nefes almamaya başlar. O sırada Ömer doktor yazılı bir yerde durur ve adamı içeri taşırlar. Fakat doktor birkaç saat önce hayata gözlerini yummuştur. Arı tarafından sokulan adamda aradan çok geçmeden doktorun yanında yerini alır.

Fareler ve İnsanlar, John Steinbeck

 Kitabın yazarı John Ernest STEİNBECK 1962 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü alan ABD’li ünlü bir yazardır. Yazarlık hayatı öncesinde işçi olarak çalışmış, bu sırada edindiği deneyimler, yapıtlarında işçilerin yaşamlarını gerçekçi olarak anlatabilmesinde önemli rol oynamıştır.
 Fareler ve İnsanlar Steinbeck’i dünyaya duyuran ilk yapıtıdır. Eser Burns’un ‘’ insanlar ve Fareler hiçbir zaman hayallerinin gerçekleştiremezler’’ mısralarındaki anlam üzerine kaleme alınmıştır. Eser roman-piyes tarzında yazılmış olup, olaylar birbirini takip ettiği için akıcı bir üslup hakimdir.
Hikayede iki baş karakter vardır: Lennie ve George.  İkisi çocukluklarından beri birbirlerinin tanımakta ve aralarında sıkı bir dostluk bulunmaktadır. Lennie çok iri, aşırı kuvvetli, fakat 3-4 yaşındaki bir çocuğun zekasına sahip özürlü bir insandır.
George ise ufak tefek, akıllı, Lennie’ye gönülden bağlı, onun bakımını kendisine görev edinmiş iyi yürekli bir insandır. Lennie olmadan hayatının ne kadar kolay ve güzel olacağını sık sık aklından geçirmekte, yer yerde bunu dile getirmektedir, ama bunu asla uygulamaya koymamaktadır. Çünkü aralarındaki derin dostluk bağları bunu imkansız kılmaktadır.

Her ikisinin de hayali; biraz para kazanıp, küçük bir toprak parçası satın alarak kimseye muhtaç olmadan yaşamaktır. Bu hayal uğruna her ikisi de nerde ne iş bulurlarsa çalışmakta ve hayallerini gerçekleştirmeye çalıştırmaktadırlar.
Lennie, gücüyle kuvvetiyle çok fazla işi tek başına yapabilmesine rağmen, zeka yaşından dolayı çocuksu bir tutkusu vardır. Yumuşak nesneleri okşamak çok hoşuna gitmekte ve gördüğü çocuklarla oynamak istemektedir. Ancak bu tutkusunu ve masumiyetini sadece George bilmektedir. Onun dışındaki insanlar Lennie’e bakınca iri ve tehlikeli bir insan görmekte ve ondan korkmaktadırlar.
İşte bu tablo kahramanlarımızın başına çok belalar açmıştır. En sonunda onları Soledad kasabası yakınlarında bir çiftliğe kadar sürüklemiştir.
Çiftliğin yakınlarında kamp kurup, Lennie’e  tembihlerde bulunan George çok endişelidir.George Lennie’ye oraya vardıklarında konuşmayı kendisine bırakmasını hiçbir şeye karışmamasını, Bunun karşısında hayallerindeki çiftliğe kavuşacaklarını, orada tavşanların olacağını, onların bakımlarının Lennie’ye ait olacağını, yanlış bir şey yaparsa bunun mümkün olmayacağını bir çocuğun anlayacağı şekilde anlatmıştır. Her şeye rağmen bir terslik olursa kendisini konakladıkları bu fundalıkta beklemesi gerektiğini de anlattıktan sonra George ve Lennie birlikte çiftliğe giderler ve işe başlarlar.
Yazar çiftliği ve içinde ki kişileri ayrıntılı olarak betimlemiştir. Çiftlikteki başlıca karakterler şunlardır:
Candy: Bir eli olmayan yaşlı bir işçidir.Yaşlı, hasta ve ağır kokusu olan bir köpeği vardır.  Diğer işçiler bu köpeği istememektedir.
Carlson: Daha genç bir işçidir. Bu köpekten devamlı şikayet etmektedir. Candy köpeğini çok sevmekte, ancak etrafa verdiği rahatsızlıktan dolayıda mahcubiyet duymaktadır. Carlson onun böyle bir mahcubiyet anında köpeği götürüp öldürebileceğini söyler. Candy karşı çıksa da sonunda razı olmak zorunda kalır. Carlson köpeği götürüp , vurur ve gömer. Candy  George’a bu işi kendisinin yapması gerektiğini, kadim dostunun başkasının ellerinde can vermesine izin vermekten dolayı duyduğu pişmanlığı dile getirir.
Curley: Çiftlik sahibinin oğludur. Ufak tefek yapısından dolayı kendisine has kompleksleri vardır. Ayrıca iri güçlü işçilere hayranlık duyan birde karısı vardır. Zaten ufak tefek yapısını sorun eden Curley’in en büyük kabusu aldatılmaktır.
Bu yüzden Curley için Lennie büyük bir tehdittir.Lennie konuşmadığı için özürlü olduğunu kimse fark etmemektedir. Curley ve karısı dahil herkes ona bakınca iri yarı güçlü bir erkek görmektedirler.
Whit, Slim, Crooks, Clara Teyze hikayenin diğer belli başlı karakterleridir.
Slim, oradaki işçilerin doğal lideridir. Akıllı ve sözü dinlenen bir kişidir.
Crooks, çiftliğin zenci seyisidir. Akıllı entelektüel bir kişiliktir. Ama zenci olmasından dolayı gördüğü ayrımcılık ve zulüm hikayenin başka bir ayağını oluşturmaktadır. Yazar Amerika’daki o tarihteki zencilere yapılan ayrımcılık ve zulümleri Crooks üzerinde çarpıcı bir şekilde dile getirmektedir.
George ve Lennie’nin çiftliğe ilk geldiği günün akşamı Curley Lennie’e sataşmıştır. George’un izniyle Lennie Curley’e ağzının payını verir ve elinin kemiklerini kırar. Bu olay Curley’in karısının Lennie olan hayranlığını daha arttırmıştır.
Bir akşam işçiler dışarıda nal atma oyunu oynarken Lennie işçilerin yatakhanesinde yalnızdır. Curley’in karısı onun yanına gelir ve kur yapmaya başlar. Ona nelerden hoşlandığını sorar. Lennie, yumuşak tüylü hayvanları okşamak şeklinde cevap verince, saçlarının çok yumuşak olduğunu isterse dokunabileceğini söyler. Lennie saçlarını okşamaya başlayınca aşırı kuvvet uyguladığından canı yanar ve bağırmaya başlar. Lennie susması gerektiğini George’un duyacağını, yaramazlık yaptığı için tavşanlara baktırmayacağını masumane anlatırken kocaman elleri bütün nefes yollarını kapatmıştır. Boynu kırılıp can veren kadını  hareket etmediğini gören Lennie kötü bir şey yaptığını anlar ve oradan uzaklaşır. Daha önce George’nin kendisine tembihlediği fundalıklara gider saklanır.
Curley, karısının başına gelenleri ve sorumlu olan kişiyi öğrenir öğrenmez bir ekip kurar ve Lennie’i öldürmek için yola çıkarlar. George’da onlarla beraber çıkmak zorunda kalır. Anlar ki bu ekipten kaçmaları imkansızdır. Hem kaçabilseler bile Lennie eninde sonunda başka birisine daha zarar verecek, ya öldürülecek veya kanun tarafından idam edilecektir. Onu bu şekilde başkalarının acımasızca öldürmesine izin veremez. Ekipten önce fundalıklara koşar, Lennie’i bulur. Çok korkmuş olan bu iri yarı çocuğu teselli eder, sakinleştirir. Yanı başlarındaki göle bakmasını orada alacakları çiftliği göreceğini söyler. O esnada George Lennie’nin kafasına arkadan bir el kurşun sıkar. Artık Lennie’de George’da özgürdür.  George Slim ile beraber yoluna devam eder.

6 Ekim 2012 Cumartesi

Cumhuriyetin İlk On Beş Yılı,Orhan Koloğlu

Cumhuriyetin İlk On Beş Yılı,Orhan Koloğlu,Nisan 2002, İstanbul
Cumhuriyet’in İlk Onbeş yılındaki (1923 -1938 yıllarını kapsayan) olaylar.
Cumhuriyet’in İlk Onbeş Yılı adlı eser ile 1918’den 1935’e kadar olan sürede yapılan köklü reform ve yenileşme hareketlerinin hızı ve sonuçları tetkik edilmektedir. 19. yüzyılın başlarına kadar uzanan, Ulu Önder Atatürk’ün çağdaş ve modern bir devlete geçişi nasıl başardığını ve bu geçişin sosyal, siyasal ve ekonomik yönlerini ve çağdaş dünya karşısındaki yerini değerlendirmeye çalışmaktadır. Asya’da birçok devletin -özellikle Osmanlı İmparatorluğundan ayrılmış olan devletlerin- teokratik ve otokratik yapıdan demokratik bir yapıya geçişi neden başaramadıklarını tahlillerle ortaya koymaktadır. Hilafet ve saltanatın kaldırılması ile yeni harflerin kabulünün ülke içinden ve dışından ne tür tepkilerle karşılandığını yerli ve yabancı yazarlardan alıntılarla analiz etmektedir.
1930’larda Türk mucizesinden; Avrupa’da bir Asyalı değil, Asya’da bir batılı olmak istemesinden; dünyada muhafazakârlığın bir örneği iken şimdi değişmenin simgesi olmasına kadar türlü övgüler Türkiye’ye yöneltilmiştir. Bu övgülerin sebepleri ise 1918’den 1935’e kadar olan sürede yapılan köklü reform ve yenileşme hareketleridir. Yazar kitabında bu on beş yıl içinde gerçekleştirilen devrim niteliğindeki yeniliklerin hangi şartlar altında yapıldığını, özellikle hilafet ve saltanatın kaldırılması ile yeni harflerin kabulünün ülke içinden ve dışından ne tür tepkilerle karşılandığını ilk ağızdan söylenen sözler ve yazılarla açıklamaktadır.
Türk İnkılâbı yalnız yabancı boyunduruğundan kurtulmak için yapılmamıştır. Başta Atatürk olmak üzere kitleleri çeşitli hurafe ve batıl itikatlardan kurtarmak için yoğun mücadele verilmiştir. Lozan’ı izleyen 15 yıl içinde Türkiye siyasi ve iktisadi istikrarı ve askeri gücü ile Avrupa’da aranan bir ortak olmuş, İkinci dünya savaşı sonrasında oluşan değişik dünyaya, petrol zenginliği olmadığı halde, diğer İslam toplumlarından çok farklı ve şüphesiz avantajlı bir yapıyla girmiştir.
Batı tarzında bir devletin kurulabilmesi için her şeyden önce yeni bir hayat tarzını yerleştirmek, sonra da, bunu yeni bir hukuk düzeniyle korumak gerekmiştir. TBMM’nin toplantılarında alınacak bazı kararlarda İslam dünyasından gelecek tepkilerin daha o zamanlardan dile getirilmiş olması Türk devrimlerinin kendine özgü karakteri ve her topluma uymayacağının habercisidir. 75 yıl öncesinin (ilk basım tarihinden itibaren) aktarılan tartışmaları, çağdaşlaşmamızın frenlenmesi yolunda en çok kullanılan aracın dinsel öğeler olduğunu göstermektedir. Türk toplumunu geri götürmek için en kestirme yolun oradan geçtiği değerlendirilmektedir. Çağdaşlaşmayı aksatmanın en büyük güvencesi cumhuriyet olduğundan bir saldırı yoğunluğu da ona yönelik olarak yürütülmektedir.
Kemalist hareket 1919’dan itibaren Jön Türklerden İttihatçı düşünce ve kadroları devralırken, bunlara olan tepkileri devralmaktaydı. Uzun süre İttihatçılıkla Kemalizm’in aynı şey olmadığının kavranılamaması devrimlerin önünde duran engellerden biriydi. Özellikle Osmanlı devletinden ayrılmış henüz devlet olma bilincini geliştirememiş Arap devletleri bundan faydalanmaya çalışıyorlardı. Bunun sebebi ise bütün Arap devletlerinde ulusun egemenliği değil, sömürgecilerin çizgisini izleyecek kadroların iktidara getirilmesiydi.
Kurtuluş Savaşının başarılmasının en büyük sebebi hareketin bir ulus hareketi haline getirilmesidir. Çünkü Osmanlıcılık ve İslamcılık hareketlerinin Trablusgarp savaşında ve Balkan savaşında ne derece etkisiz olduğu ve duygusal bir boyutu aşamadığı görülmüştür. Arapların sadakatinin iyice zayıfladığı, özellikle İngilizlerin vaatleri doğrultusunda Türkleri hedef alan faaliyetlerde bulundukları aşikârdır. Türkler dışında diğer İslam toplumlarındaki egemenlik anlayışı çok farklı gelişmiş ve bütünlük arz etmemiştir. Türklerin orta doğudan çıkmasından sonra modern anlamda bağımsız herhangi bir devlet kurulamamış aksine karışıklıklar devamlı artmıştır.
Başkalarını yönetemeyecek kadar kötü olduğu için Sevr antlaşmasıyla tasfiye edildiği bildirilen Osmanlı Devletine İstanbul’la beraber orta ve Kuzey Anadolu’da küçükte olsa bir yer verilirken, bağımsızlıkları için ayaklanan Arapların hiç birine bunun layık görülmemiş olması şaşırtıcıdır. Manda ve himaye kabul edilmeyerek bağımsızlık mücadelesi kazanılır ve bu mücadelede en büyük yardım Bolşeviklerden ve daha sonrada Hint Müslümanlarından gelir. Türkler zafer kazanmaya başladıktan sonra hilafet için Mısırdan gönderilen para nüfuslarının ellide birini oluşturan Yunanlıların kendi ordularına gönderdiklerinden daha az olduğu dikkat çekicidir. Zafer sonucu sultan Vahdettin’in hilafet rolünü sürdürmek istemesi ve Mustafa Kemal’i Anadolu’ya kendisinin göndermediğini, esasen milli mücadelenin hiçbir öneminin olmadığını söylemesi, Vahdettin’in kendi halkından kopukluğunun en belirgin işaretidir.
Türk Meclisinin saltanatı 1 Kasım 1922’de lağıv edip, halifenin sultanlık sıfatını ortadan kaldırmasının ardından Vahdettin İngiliz işgal kuvvetlerine sığınmıştır. Bu andan itibaren Osmanlıyı devamlı olarak topraklarından atmayı düşünen, en büyük düşmanları olarak gören emperyalist güçler Hilafetçi kesilmiş ve İslam dininin savunucusu olarak hareket etmişlerdir. Lozan barış görüşmelerinde Lord Curzon’u çileden çıkaran üç kavram vardır: Hâkimiyet-i Milliye, İstiklal ve Egemenliktir. Bunlardan birincisi iktidarın bütün ulusun elinde olmasını, ikincisi siyasi, üçüncüsü ise iktisadi bağımsızlığı ifade etmektedir. İttihatçıların Dünya savaşı nedeniyle Avrupalıların baskı yapamayacağını hesap ederek, Osmanlı topraklarındaki kapitülasyonları 1 Ağustos 1914’te tek taraflı kaldırmasına kadar ülkenin nasıl sömürüldüğü heyet tarafından çok iyi biliniyordu ve Kemalist hükümetin kurulmasıyla aynı karar alındı kapitülasyonların uygulanması durduruldu. Ankara hükümetinin 1922 Eylül’ünde İzmir’e girer girmez ilk icraatlarından biri gümrüklere el koymak ve buradaki yabancı memurların işlerine son vermek oldu. Daha sonraki yıllarda İran ve Mısır’da kapitülasyonların kaldırılması ile ilgili mücadele verdiler.
Hilafeti lağveden 3 Mart 1924 tarihli yasanın yanı sıra Şeriye Vekâletinin kaldırılması ve Tevhidi Tedrisat kararlarının alınması bu alanda kesin adımı oluşturur. 1924 Anayasa değişikliğinde devlet dininin İslam olduğu aynen muhafaza edildiyse de 10 Nisan 1928 değişikliğinde ikinci maddedeki bu kayıt kaldırılır. 1937’de laikliğin anayasaya ilke olarak girmesiyle en son şekle ulaşılır. Devam eden yıllar boyunca da laiklik her zaman iç ve diş mihraklar tarafından bir din sömürüsü olarak kullanılmıştır. Bunlara örnek olarak Şeyh Sait ayaklanmasını İslam’ı reddeden Kemalistlere karşı çıkış diye sunanlar olmuşsa da pek çok yayın organı “Musul için İngilizler tarafından ve İngilizlerin maddi desteğiyle” düzenlendiğini ileri sürmüşlerdir.
Yakup Kadri o günlerde “Türkiye Cumhuriyeti halkçı bir devlette, halkçı bir hükümete sahip olduğuna göre dili de halk dili olmalıdır.” diyerek Kemalistlerde egemen olan anlayışı dile getirmiştir. 19. yüzyılın ikinci çeyreğinde İslam dünyasında basım evleri yaygınlaşırken elle yapılan dizginin zorluğu (Latin alfabesinde 80-90 gözlü harf kasası yeterken Arap alfabesinde 400-600 göz gerekiyordu.) yeni Türk harflerine geçişte önemli bir nedeni oluşturmuştur. Latin alfabesi önce Arnavutluk’ta sonra Azerbaycan’da sonrada 1 Kasım 1928’de kabul edilen yasa ile 1 Aralık 1928’den itibaren Türkiye Cumhuriyetinde bütün özel yayınların yeni harflerle olacağı kararı alınmıştır. Uygulama tahminlerin aksine 15-20 yıl değil bir iki yıl içinde gelişmiş ve yaygınlaşmıştır. Bu uygulamaya yurt içinden ve dışından değişik gruplardan tepkiler gelmiş ve olay devamlı din ile ilişkilendirilmeye çalışılmıştır.
Arap dünyasının hatası, dilin ve harflerin insan icadı ve sürekli evrim geçiren sosyal bir oluşum olduğunu unutup onlara kutsallık atfetmek olmuştur. Kuran’ın değişmezliği dil ve harflere de yayılınca çözümsüzlükte gündeme gelmiştir. Halkın belli kesiminin diğerlerinden farklı, anlaşılamayan bir dil kullanması fikir tartışmalarının belirmesini ve ufukların açılmasını engellemiştir. Savaş sırasında halkın katkısını arttırmak için hutbeler Türkçe okunmuş ve sorun olmamıştır. Halkın anlamadığı bir dilde ibadet etmesi nedeniyle 1925 Şubat’ında TBMM’de Kuran’ın Türkçeye çevrilmesi konusu gelince İslam dünyasında hassasiyet bir hayli arttı fakat tepkilerden etkilenilmeden aynı politikaya devam edilmiştir. Ard arda çıkarılan ve hukuk sistemini bütünleyen kanunlarla çağdaş ve modern pozitif hukuk anlayışı bütün kurum ve kurallarıyla uygulanmaya başlanmıştır. Eski ve geçerliliğini yitirmiş dinsel hukuk sistemi, devlet sisteminden tamamen uzaklaştırılarak çağdaş ve modern, devlet ve toplum yapısının temeli atılmıştır.    Eğitim ve kültür alanında yapılan inkılâplarla, evrensel değerleri benimsemiş, aklı ve bilimi temel hareket noktası olarak alan, Atatürk milliyetçiliği’ne bağlı, vatandaş olma bilincine erişmiş, cumhuriyetin temel niteliklerini benimsemiş ve bunu bir yaşam biçimi haline getirmiş, çağdaş ve modern bir insan tipi ve toplum oluşturmak amaçlanmıştır. Toplumların her birinin özgün koşulları sebebi ile her milletin Türk devrimlerini aynen uygulaması beklenemez ancak, hemen her devletin Türk devrimlerinden alacağı bir ders bulunmakta olduğunu çoğu düşünür ifade etmiştir.
Türkiye’nin Kemalizm’e oradan çoğulcu demokrasiye erişmesi diğerlerinde eksik olan, yüz yılı aşan kesintisiz bir sürecin sonucudur. Dinine bakmadan bütün insanların eşitliği, halkın yönetime katılması ve kontrolü, dini siyasi gücün üstüne çıkarmamak, ne olursa olsun çağdaşlaşmaktan vazgeçmemek, bakışı ileriye yöneltmek anlayışları Kemalizm’le en doğru şeklini bulmuştur. Bu devamlılık nedeniyledir ki İslamcı hareket Türk toplumunda kökten dinci bir hüviyet taşımamıştır. Günümüzde Türkiye’deki kökten dinci eğilimler ithal ve özentidir.

27 Haziran 2012 Çarşamba

Zabit ve Kumandan ile Hasbihal, Nuri Conker - M. Kemal Atatürk

Zabit ve Kumandan ile Hasbihal, Nuri Conker - M. Kemal Atatürk, Piyade Okul Komutanlığı, 1981, Ankara
Askerlik mesleği ve subaylığa dair.
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün yazıp yayınladığı kitapların kalınlık yönünden en ufaklarından biri olan “Zabit ve Kumandan ile Hasbihal” bir göndermeye karşılık olarak hasbihal biçiminde kaleme alınmıştır.
Kitap, Erkanı Harbiye Binbaşısı Mehmet Nuri Bey (Nuri CONKER)’in Balkan Savaşları sonunda 1’inci Tümen arkadaşlarına verdiği konferansların bir araya gelmesinden oluşan “Zabit ve Kumandan” isimli eserine, Bulgaristan’daki Türk Ataşemiliteri Kur.Yb. Mustafa Kemal’in 1914 yılında verdiği cevabıdır.
Balkan savaşı ile 1’inci Dünya Savaşı öncesindeki durumu içeren her iki eser de, tek bir kitap halinde birleştirilmiş olarak bulunmaktadır. ATATÜRK’ün yazdığı kitabı özetleyebilmek için öncelikle Nuri CONKER’in ne yazdığını bilmek gerekir.

1’İNCİ KİTAP: ZABİT VE KUMANDAN (NURİ CONKER)
(1)    BİRİNCİ BÖLÜM: GİRİŞ
Kitabın giriş bölümünde;
(a)    Harp tarihinin askerlere tecrübe kazandırdığı,
(b)    Harp oyunları ve tatbikatların savaşın birer taklidi olduğu, asıl tecrübenin savaşla kazanıldığı,
(c)    Birçok komutanın savaşı bizzat yaşayarak tecrübe kazandığı,
(ç)  Alman ordusunun bu tecrübeyi kazanmak için savaşı bile göze aldığı,
(d)    Savaşın savaşta öğrenildiği,
(e)    Ülke ve orduların savaşa her an hazır olması gerektiği üzerinde durulmaktadır.
Silah sistemlerinin çoğalması ve gelişmesi, öğrenilecek bilgilerin çokluğunu gerektirdiğinden bahsedilmektedir.
Ordunun Balkan yenilgisi üzerinde durulmakta ve nedenleri araştırılmaktadır.
İnsan faktörü vurgulanarak; maddi güç sayılan ilim ve teknikle ilgili bilgilerin, seçkin insan nitelikleri ve fedakârlık gibi nitelikler olmadığı sürece başarıya ulaşmada yeterli olmayacağı üzerinde durulmaktadır.
Kitapta bir subayın zafere ulaşabilmesi için, kesinlikle edinilmesi gereken nitelik ve ilmi görüş, askeri karakter ve öneriler ile askeri üstünlükler ve yiğitliklerden söz edilmektedir.
Ayrıca bir subayın en çok görmeye, işitmeye ve düşünmeye zorunlu olduğu yerde, moral gücünü beslemeye yardımcı olacak nokta ve nitelikleri araştırması ve değerlendirmesi anlatılmaktadır.
Özellikle subay ruh ve yüreği ile subay karakterinin, askerlik sanatı açısından en önemli ve üstün vasıfların aynası olduğu vurgulanmıştır.
Nuri CONKER kitabında, kendilerinin yetiştirilmesindeki yanlışlıkları da eleştirmekten geri kalmamıştır. Kendi ağzıyla şöyle demektedir:
“Ne yalan söyleyeyim, biz piyade talimnamesinin ikinci bölümü olan muharebe kısmını üç yıllık harp okulu öğreniminin son aylarında birkaç derste her öğrenci ikişer üçer madde olmak üzere, bir okuma kitabı gibi okumuştuk. Hemen bütün öğretim ve eğitim süresince yalnız birinci bölümü öğrenmeye, uygulamaya bağlı kalmıştık. Oysa bu ilk bölüm daha çok erin ve belki en küçük tam askeri birliklerin savaşa hazırlanmasına ilişkindi. Subayın, subay olarak yetişmesini, subayın asıl görevlerini, savaşın subaydan istediği ruh ve ilmi güç ve niteliği temelde ikinci bölümü kapsıyordu. Hele subaya ruhi ve ilmi talimat veren Savaş Hizmetleri Tüzüğü’nün başındaki giriş bölümünü hiç okumamıştık. Bu kitaptan okuduğumuz ilk ders savaş düzenleri ve askerlerin bölümleri idi. Oysa bu girişin her bölümü başlı başına bir ders olabilecek genişlikte ve önemdeydi.”
CONKER, canını hiçe sayma ve fedakarlık duygusu ile ilgili olarak, Piyade Talimnamesi ve Süvari Talimnamesi’nin çeşitli bölümleri ile Topçu Talimnamesi’nde yazan ifadelere yer verdikten sonra, bu maddelerin gelişigüzel okunup geçilmemesini istiyor ve şöyle devam ediyor:  “Kılıç kuşanan, forma taşıyan, subayım diye ortaya çıkan, hükümetin birçok harcamalarla donattığı, anaların 20–30 yaşlarındaki en işe yarar evlatlarını arkasına alarak namus, din ve devleti korumak üzere savaşa giden bizler, subaylar, maddeleri, her şeyden önce, bu maddeleri, çok, pek çok kere sürekli okumalıyız. Okumalıyız ki, savaşın bizden istediği görevin biçimi ve yapısını gerçek anlamıyla tanıyalım.”
CONKER subaylığı, canını ve öz varlığını vermeyi kesinlikle göze almış olmak şeklinde ifade ediyor ve şöyle devam ediyor: “Askerlik bizim geçimimizi sağlayan bir sanattır. Biz bu sanattaki görevlerimizi öteki sanat sahipleri gibi yalnız aklımızla değil, aklımızdan başka can ve başımızla da yapıyoruz. Gerekirse kanımızı da akıtırız. Subaylık, başarı kazanmak için korkusuz ve canını hiçe sayarak çekinmeksizin savaşabilmektir. Bizim vazifelerimiz arasında ölüm de vardır. Fakat görev yaparken, ölüm asla düşünülmeyecektir.”
Subaylığın diğer sanat ve görev sahipleri ile karşılaştırılamayacağını söyleyen yazar, subayların görevlerinin barışta ağır hava ve arazi şartlarında, savaşta ise ağır şartlarda ve düşman ateşi karşısında geçtiğini ifade etmektedir. Genç bir teğmenin görevi uğruna akıtacağı kanın, maaşının karşılığı olduğunu hiçbir akıl sahibinin kabul olamayacağını vurgulayan yazar dökülen kanla ilgili olarak şöyle devam etmektedir: “Bu kan para ile ölçülmek durumundan çok yüksek bir duygunun vatan ve milletin kullanılması gibi, kutsal bir duyguların yönlendirilmesi ve yardımıyla akıtılabilir. İşte bu fedakârlıktır.”

(2) İKİNCİ BÖLÜM: SUBAYLARIN, ERLERİN KALPLERİNİ VE GÜVENLERİNİ KAZANMALARI VE MORAL GÜÇLERİNİ DESTEKLEMELERİ
İkinci bölümde Nuri CONKER; subayların;
(a)    Erleri kendi çocukları gibi görerek onları tanımaları lazım geldiğinden,
(b)    Disiplinin ordunun temeli olduğundan,
(c)    Her askerin amir ve üstlerinin isteklerine uygun iş yapmasının uygun olacağından,
(ç)    Subayların erleri eğitirken anlayışlı olmaları gerektiğinden,
(d)    Silahın yurdumuza gözünü diken düşmanın bertaraf edilmesinde en etkili araç olduğu için iyi öğretilmesi gerektiğinden,
(e)    Birliklerde yapılacak törenlerin askerleri olumlu yönde motive edeceğinden,
(f)    Birlik sancaklarının kutsallığından ve manevi değerinden bahsederek askerlerle kendilerini yöneten subayların birbirlerine çok yakın olmaları ve birbirlerini tanımalarının lüzumundan söz etmektedir.
Nuri CONKER ilk önce disiplinle ilgili olarak; “Askeri disiplin ordunun temeli ve başarının birinci şartı olduğundan, her halde tam bir sertlikle kurulmalı ve sürdürülmelidir. Barışta, çoğu zaman gayret göstererek kıtalarda sağlanamayıp yalnız görünüşte elde edinilmiş olan disiplin, savaşın tehlikeli anlarında ve beklenmeyen olaylar karşısında verimsiz ve faydasız kalır.” diyerek askerlik mesleğinde disiplinin önemini belirtmektedir. Ancak, “Üstler, astlarının, her durum ve anda koruyucusu ve gözeticisi, şefkatli ve elinden tutucusu, dayanacağı kişiler olmalıdır.” diyerek subayla er arasında sıkı ve yakın bir ilişkinin kurulması gerektiğini de vurgulamaktadır.
Bu kapsamda, erleri tanımanın özellikle bölük komutanları ile teğmenlerin görevi olduğunu, erlerin yemeğinden yatağına, ailesinden temizliğine, yani her tutumuna ve davranışına bakmak ve gerektiğinde öğüt vererek onu aydınlatmanın ve düzeltmenin subaylar tarafından yapılmasını istemektedir.

(3) ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: TAARRUZ FİKRİ
Nuri CONKER bu bölüme; “Savaş demek taarruz demektir. Savaşın bir teknik ve askerlik sanatı olarak tanınması yalnız taarruz uygulaması ile olmuştur. Savaştan yarar ve sonuç almak da ancak taarruza yönelik hareket etmekle olur. Taarruz eden veya hiç olmazsa bu düşünceyi aklında tutarak fırsat çıkınca taarruza girişen daima kazanır. Savunma olumsuzdur. Bunun en büyük yararı olsa da kaybetmemek olur. Fakat bu da geçicidir. Savaşta gaye ise, düşmanı yok etmek ve çökertmektir ki bu da yalnız taarruz etmekle olur.” şeklinde bir giriş yaparak öncelikle taarruzun önemini vurgulanmıştır.
Savunmanın ise orduyu, düşmanın irade ve isteğine boyun eğmeye zorlayacağını ifade ederek, ordunun taarruz ordusu olması ve savunmanın savaş şekillerinden çıkartılarak ordunun bir savaş yöntemi olarak yalnız taarruzu tanıması gerektiğini yazmıştır.
“Ordunun her türlü çalışma ve hazırlığı, taarruz etmek hedef ve amacına yönelik olmalıdır.” diyen yazar, daha sonra tarihten bu konuda örnekler vermiş ve taarruz ruhuna ve eğitimine yönelik talimnamelerde geçen ifadeleri aktarmıştır. 
Her muharebeye başlangıçtan itibaren kesinlikle taarruzla başlanması gerektiğini ifade eden yazar, mevziin güç ve dayanıklılığından yararlanmak veya yeterli kuvvetin henüz toplanamamış olmasından dolayı muharebeye savunma ile başlanılmak zorunda kalınsa bile sonucun taarruzla alınacağı düşüncesinin akıldan çıkarılmamasını istemiştir.
Bölümün sonunda ise, “taarruz fikri, hiçbir zaman subay ve komutanın düşünceleri, (harita çalışmaları dahil) dışında kalmamalıdır” diyerek konuyu sonlandırmıştır.

(4) DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: KENDİLİĞİNDEN İŞGÖRME VE SORUMLULUĞU YÜKLENME
Bir subayın kendi kendine iş görmeye istekli ve tutkun olmasını en büyük vasıf olarak niteleyen yazar, bu özelliğin subayı yücelten, üstün kılan, belirleyen güven ve iftihar kaynağı olduğunu ifade etmektedir.
“Ordunun esenliği ve mutluluğu, komuta heyetinin bu yüksek vasfa fazlasıyla sahip olmasına bağlıdır. Ordu, görevini yerine getirirken mutlak yukardan emir beklemeyen amirler, subay ve subaylar heyetinin varlığına muhtaçtır. Her rütbedeki komutanlarda amaca ulaşmak konusunda ne kadar kendiliklerinden iş görme, bağımsız karar verme, düşünme ve iş yapmak, işe girişmek kudret ve alışkanlığı ve yatkınlığı olursa, ordunun çevikliği ve uygulaması o kadar yüksek olur.” diyerek subayların inisiyatif sahibi olmasının ordu için ne kadar şart olduğunu vurgulamaktadır.
Çeşitli talimnamelerden, sorumluluğu üzerine almaktan çekinme, rütbe sahiplerinin kendiliklerinden tedbir almaya alışmış olmaları, kendiliğinden iş görme, sorumluluk sevgisi ile ilgili maddeleri de aktaran yazar, her komutanın işte bu kendiliğinden iş görme vasfını elde etmek zorunda olduğunu ifade etmektedir.
Bu bölümde ilgi çeken bir husus da, emir tekrarının sadece erlerden istenecek bir uygulama olmadığını, bir korgeneralin bile bir orgenerale karşı yerine getirmesi gerektiğini, bunun bir alışkanlık halini almasını ve amirin de herhalde verdiği emrin tekrarını istemesi gerektiğini ifade eden sözleridir.

İKİNCİ KİTAP: ZABİT VE KUMANDAN İLE HASBİHAL (M. KEMAL ATATÜRK)
İkinci kitapta, Mustafa Kemal ATATÜRK, Nuri CONKER’in “Zabit ve Kumandan” isimli kitabıyla sohbet etmekte ve cevabi düşüncelerini yazmaktadır. Altı bölümden oluşan “Zabit ve Kumandan ile Hasbihal”, Ruşen Eşref ÜNAYDIN tarafından yazılan bir girişle başlamaktadır.
GİRİŞ:
ATATÜRK bu eseri ile o zamanki ordunun bütün eksikliklerini beş altı maddede toplayıp beş on satırda ortaya koymuş; bu eksiklikler giderilmezse böyle bir ordudan harp zamanı yurdu koruma vazifesi beklenemeyeceğini felaketten önce sezerek yüksek makamların kulağına haykıra haykıra ulaştırmıştır.
Kitapta, ordu kurmanın iyi subay yetiştirmeye bağlı olduğu inancı belirtilmiş; en iyi ve geniş Harbiye Mektebi öğretiminin bile asıl ordu mektebinde, iyi komutanların gözcülüğü ve yetiştiriciliği sayesinde sırf iş üzerindeki ciddi eğitim çalışmaları ile geliştirilebileceği bildirilmiştir.
Ruşen Eşref ÜNAYDIN’a göre bunları yapabilmek bir genç kolağası şöyle dursun, değme yüksek rütbeli ve makamlı yiğidin bile kârı değildir.
BİRİNCİ BÖLÜM:
ATATÜRK bu bölümde, Nuri CONKER’in kitabını geç okuduğunu, ancak çok hoşuna gittiğini, ordunun basiretsiz ve bilgisiz komutanların yönetiminde başarısız olabileceğini, subayların daima okuyarak kendilerini yenilemeleri gerektiğini yazmaktadır.
Nuri CONKER’in yazdıklarını düşündüğünü ve genelde kendisine hak vererek katıldığını belirten ATATÜRK, Harbiye Mektebi’nde verilen eğitimle ilgili olarak, hakiki feyiz verebilecek asıl mektebin kıt’alar olduğunu ifade etmekte ve “Harbiye Mektebi’nden alınan şehadetnameler, genç teğmenin Bölük Komutanı efendisinin terbiyesi dairesine kabule şayan olduğuna delâlet eder. Genç teğmen, san’atının asıl ruhunu intisap ettiği bölüğün efradı önünde, bölüğün babası olan yüzbaşısından ve daha büyük amirleri tarafından, iş üzerinde bulunaraktan öğrenecektir.” diyerek teğmenlerin yetiştirilmesinde Bölük Komutanlığının önemini vurgulamaktadır.
İKİNCİ BÖLÜM:
Bu bölümde bir subayın taşıması gereken özveri, ölümü göze alma, emri altındakileri sevk ve idare edebilme, taarruz ruhu, inisiyatif (kendiliğinden hareket ve iş görme) özellikleri hakkında, Nuri CONKER’in görüşlerine katılan ATATÜRK, kendi düşüncelerini de çeşitli örneklerle destekleyerek açıklamıştır.
Nuri CONKER’in kitabında sorduğu, “Zabir nedir?” sorusuna yönelik Piyade Talimnamesindeki “Zabit, maiyetindeki efrad için numune-i imtisaldir.” cevabının ve CONKER’in bu konuda yazdıklarının bütün subaylar tarafından büyük bir dikkat ve ciddiyetle okunması gerektiğini belirten ATATÜRK, bir milletin evlatlarının önüne geçip onları ateşe sevk etmek hak ve salahiyetine ancak, CONKER’in bahsettiği metanet (dayanıklılık, sağlamlık) ve besalet (yiğitlik, yararlılık) bileşkesini bulmuş olan subayların sahip olabileceğini ifade etmiştir.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM:
Bu bölümde ATATÜRK, Türk milletinin her ferdinin aileden itibaren ve askerliği müddetince kişinin ruhsal derinliklerine inilerek ulvi duygularla yetiştirilmesi lazım geldiği üzerinde durmaktadır.
Bir subayın, kendisine bağlı erlerin kalplerini ve güvenlerini kazanmaları gerektiğine, insanların ancak böyle yönetilebileceğine değinen Atatürk, konu ile ilgili olarak Musa, İsa ve Napolyon’dan da örnekler vermiştir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM:
Ordunun vazifesinin, vatanı çiğnemek isteyen düşmana karşı ayağa kalkmak olduğunu ve bu kalkışın yerinde durmak için değil, düşmana atılmak için olursa kalkılmış olduğuna değeceğini ifade eden ATATÜRK bu bölümde, başarının en güvenilir aracının taarruz olduğunu, ancak taarruz ordusunu vücuda getirecek milletin taarruz ruhuna sahip olması gerektiğini vurgulamaktadır.
Konu ile ilgili olarak Japon komutanların taarruz ruhu ile ilgili ifadelerinden de örnekler verilmiştir.
BEŞİNCİ BÖLÜM:
Mustafa Kemal ATATÜRK bu bölümde de bir harekatın nadiren planlandığı şekliyle yürüyebileceğini, muhtemelen bir çok faktörün değişebileceğini, işte değişebilen bu durumlarda askerlerin kendi inisiyatiflerini kullanarak ve kimseden emir beklemeden karar vererek uygulamalarını salık vermektedir.
Subay, astsubay ve erlerin, bazen üstlerinden hiçbir emir alamadığı durumların olacağını, bu sebeple gerek komutanların ve gerek erlerin bizzat düşüncelerini işleterek kendiliğinden iş görebilecek yetenekte yetişmiş olduklarına kanaat edilmeden bir birliğin güvenilir bir kuvvet olarak tanımlanmasını gaflet ve felaket olarak nitelemektedir.
Bir kuvveti oluşturan insanların umumi hayatları, fikirleri, hareket serbestileri ezilmemiş, gürbüz, neşeli er ve subaylardan oluşuyorsa, böyle bir askeri birlikte biraz düşünce işleterek kendiliğinden iş görme kabiliyetinin fazlaca görüleceğini belirten ATATÜRK, konu ile ilgili olarak İtalyan muharebesinde Derne kuvvetlerine kumanda ettiği sürece bu gerçeği ispatlayan bir çok örnek gördüğünü ifade etmiş ve bunlardan bazılarına kitabında da yer vermiştir.
Tabii ki, inisiyatifin de sınırsız olmadığına ilişkin “Harpte büyük başarıların esaslarının en başı olan müstakil faaliyet, gereken haddi aşmamış olanıdır.” şeklindeki talimname ifadesine yer veren ATATÜRK, inisiyatifin haddini bilmeme mertebesine vardığı bir orduda herkesin kendi başına buyruk olacağını, amir ve maiyetin yok olacağını, onun için itaat ve inzibatın kurulamayacağını söylemiştir.
İnisiyatifin gerekliliği ve faydalarına ilişkin talimnamelerdeki maddelerin okunmasına ve bunların iyiliklerine ilişkin pek çok övgülerde bulunulmasına rağmen, kendiliğinden iş görmenin yayılmasına ve faydalı bir şekle sokarak özel bir vazife olarak tanınmasına ilişkin Osmanlı Ordusunda herhangi bir düşünce sarfedilmediğinin ve karara varılmadığının itiraf edilmesi gerektiğini ifade etmektedir.
ALTINCI BÖLÜM:
Kitabın son bölümünde ise ATATÜRK hayatı hiçe sayma, taarruz düşüncesi ve kendiliğinden iş görme gibi askerliğin en önemli nitelikleri ile ilgili Derne kuvvetlerine emir komuta ederken tuttuğu notlardan ve gelen raporlardan alıntılar yaparak  örnekler vermektedir.
Örneklerde kendilerinin ve arkadaşlarının yaralanmasına, hatlarının bozulmasına, toplarının nişangahlarının bozulmasına aldırış etmeden taarruza devam eden birlik komutanlarının raporları bulunmaktadır.

Avicenna : His Life and Works, Soheil M. AFNAN

Avicenna : His Life and Works, Soheil M. AFNAN, 1958, London
(İbni Sina Hayatı ve Çalışmaları)
İbni Sina’nın hayatı ve çalışmalarının anlatıldığı kitapta ünlü filozofun mantık, metafizik, din ve psikoloji gibi problem sahalarına bakışı ve batı ve doğu ile olan ilişkisine yer verilmiştir.
Kitap on bölümden oluşmaktadır. Bunlar :

1.    Giriş
2.    10 yy. İran
3.    İbni Sina Hayatı ve Çalışmaları
4.    Mantığın Problemleri
5.    Metafiziğin problemleri
6.    Psikolojinin problemleri
7.    Dinin Problemleri
8.    Tıp ve Doğa problemleri
9.    İbni Sina ve Doğu
10.   İbni Sina ve Batı
11.   Sonuç

1.Giriş

    Bu eserin amacı 10 yy da doğru tarihi perspektif ile Eski Fars Rönesanssının  aksine İslami öğretilerin üzerinde Yunan etkisinin olduğunu göstermektir. Bu dönemde Aristoteles  eserlerinin ve benzer eserlerin tercümesini yapan kişilerin büyük oranda Hıristiyan olduğu vurgulanmıştır. İslam dünyasında Tragedya ve Komedyanın sahnede hiçbir zaman oynatılmadığından da ayrıca söz edilmektedir.

    İslam Felsefesinde üç önemli kişi bulunmaktadır. Arap olan Kındi, Türk olan Farabi, İranlı İbni Sina. Kındi matematik ve Aristoteles felsefesi üzerinde çalışmıştır. Aristoteles’in aksine zamanın ve hareketin bir sonu olduğuna inanmıştır. Farabi  Kındi’den daha az tanınan ancak ikinci öğretmen olarak bilinen  ( birincisi Aristoteles) dir. Farabi’ye    göre dünyada hiçbir şey yok ki felsefe ile ilgisi olmasın. Farabi Aristoteles’i en iyi açıklayan kişi olarak ta değerlendirilebilir. Farabi’nin Erdemli Toplumun İlkeleri Üstüne Kitabı  İslam felsefesinde Platonun cumhuriyetinden modellenen ve ilham alınan nadir eserlerdendir. Bu kitabın içinde Aristoteles ve Plato dan fikirler bulunmaktadır. Ayrıca düşünür ve tıp adamı Razi’nin Farabi ve Kındi’nin fikirlerine karşı olmuş, Demekritustan çok fazla etkilenmiştir. Tanrı, Ruh,Madde,Uzay ve zaman beş sonsuz şeydir. Ayrıca Razi peygambere de ihtiyaç olmadığını insanların kendi kurtuluşunu kendilerinde sağlayabileceğini de iddia ederek İslam bilginlerinden tepki almıştır. Sajistani o dönemin önemli düşünürlerindendi. Evi edebiyatçılar için bir toplanma bölgesi idi. Farabi ve İbni Sina dönemi arasındaki en tanınmış düşünürdür.

2. 10. yy. da  İran

    Farabi, Kındi ve İbni Sina Arapların altın döneminin ürünleri olmuştur. Halifeliğin Abbasilere geçmesi merkezi idarenin zayıflamasına ve bir çok hanedanlığın ortaya çıkmasını neden olmuştur. Halifeye karşı bağımsızlık mücadelesi vermek için Bağdat’a sefere çıkan Yakub ordusunun büyük kısmını  bir selde kaybetmiş başarısız olmuştur. Bu dönemden sonra Samani, Ziyari ve Buyid hanedanlıkları yüzyıl boyunca hüküm sürmüştür. Gazne hanedanlığı Samaniden kaçan bir Türk kölesi tarafından kurulmuştur. Mahmut’un tüm İran’ı ele geçirmesi uzun yıllar sürecek İran-Türk kavgasına sebep olacaktır. Sultan Mahmut mahiyetinde  bir çok edebiyatçıyı bulundurarak bu hanedanlığın 150 yıl kadar yaşamasını sağlamıştır. Bağdat İslam kültürünün merkezi olmakla birlikte yunan bilim ve felsefesine olan ilgi azalmıştı. Farsçanın bu eserlerde kullanımı kalmış Arapça hakim olmuştur. Firdevsi İran halkının İslam öncesi Farsçaya olan ilgisini artırmıştır. İbni Sina da Firdevsi kadar olmasa da bu yönde çalışmıştır. Rudaki Farsça ile ilgili bu çalışmaları sonuçlandıran ünlü bir şairdir. Biruni ise bilim ve ilim alanında ön planda yer almıştır.

3. İbni Sina’nın Hayatı ve Çalışmaları

    İbni Sina 980 yılında Buhara yakınlarında bir köyde dünyaya geldi. Babası Samanid hükümdarlarından Nuh tarafından yerel vali olarak görevlendirildi. Babasının geçmişi net olarak belli değildir.Bu nedenle İran,Türk ve Araplar İbni Sina’ya sahip çıkmaktadır.  Ancak o dönemde İran nüfusunun çokluğu İranlı olma ihtimalini artırmaktadır. Natelie adındaki kişiden mantığın temellerini öğrendi. Tercüme eserlerden Helen dönemine ait eserleri kendi başına okudu. Doğa bilimleri ve metafizik konusunda kendini yetiştirdi. Sonrasında kendisini tıp bilimine yönlendirdi.  Ayrıca bu esnada din hukukunda da çalışmaya başladı. Aristoteles’in metafiziğini defalarca okur ancak Farabi’nin metafizikle ilgili kitabını bulduktan sonra Aristoteles’in metafiziği kafasında tam olarak anlaşılır hale gelir. Özel izinle Buhara kütüphanesinde çalışmaya başlar ancak kütüphane çıkan yangında kül olur. İbni Sina’yı çekemeyenler yangını İbni Sina’nın çıkardığını iddia ederler. Babasının ölümünden sonra hayatını kazanmak için devlet için çalışmaya başlar. Buhara’dan ayrılmak zorunda kalır. Birçok şehirde  dolaştıktan sonra Kazvin şehrine yerleşir ve burada vezir olarak görev yapar. Görevleri esnasında eserleri üzerinde de çalışmaktadır. Daha sonra İsfahan’a geçer ve burada Arapça konusunda kendisini yetiştirir.Şifa ve Kanun en önemli eserleridir.

4. Mantığın Problemleri

    Mantık ve Felsefenin birbiriyle olan ilişkisi tarih boyunca hep tartışılmıştır. Aristoteles mantığı yaratıcı sanat, sonra gelenler ise felsefenin bir parçası olarak görmüşlerdir. Alexander bilimin bir araya gelmesinden mantığın oluştuğunu ve buna da Organon adını vermiştir. Kındi mantık hakkında sekiz adet kitap yazmış, Farabi mantığı bir sanat olarak değerlendirmiş, İbni Sina problemin farkında olarak taraf olmamıştır. Ancak bir çok tanım yapmıştır. Aristoteles’e göre yine mantık doğru düşünme ve doğru ifade etmedir. Bunlardan biri, mantık yanlışa karşı savunan bilgi şeklindedir. Bu ve benzeri tanımlar Aristoteles ve Plato’dan etkilendiklerini göstermektedir. İbni Sina on beş ayrı çalışmasında Aristoteles’in mantığından fazla da farkı olmayacak şekilde yer vermiştir. Aristoteles’den ayrıldığı noktalardan biri kullandığı kıyastır. İbni Sina’ya göre bilim ve idrak tasavvur ve kavramadan kaynaklanmaktadır.
    İbni Sina mantığı tanımlarken bilgi teorisi konusunda bir tartışma ile bu hususa girmiştir. Tanımları üç yol ile yapmıştır. Birincisi, iki şey arasındaki uyum ile, ikincisi içerik, mana ile sonuncu olarak ta birlik ve ilişkiler ile yapmıştır. Bu tanımları yaparken Yunan dilinden Arap diline gramer olarak etkileşimlerinin olduğu belirtilmiştir.  Bazı terim ve tanımlar tercümeleri aynı olduğu gibi tercüme olmayıp farklı terimlerde kullanılmıştır. Örnek olarak doğruluk ve hakikat, true ve truth.

5.Metafiziğin Problemleri
   
    Metafizik İslami felsefesinin özünü teşkil etmektedir.  Doğuya doğru gidildikçe metafiziğin etkisi artmaktadır. İbni Sina felsefeyi üçe ayırmaktadır. Metafizik, Orta bilimler( matematik), alt bilimler( doğa kanunları). Mantık onun için doğruya ulaşmak için bir araçtı. İbni Sina’nın felsefesinde şer’i hukuka aykırılık yoktu. Farabi ise metafiziği tam doğruya ulaşmak için ilk doğrunun bilimi olarak tanımlamıştır. İbni Sina’ya  göre ruh tarafından algılanan ilk şey var olmaktır. Bu da metafiziğin ilk ve doğru hedefini vermektedir. Aristoteles ve Plato’nun da düşünceleri buna yakındır. Vücudun sonlu olduğuna ve üç bölümden meydana geldiğine dikkat çekmektedir. Bunlar genişlik, derinlik, yükseklik. Bu vücudun kendini meydana getiremeyeceğini bunu Tanrının yaptığını söyleyerek Aristoteles ve  yeni platoculardan ayrılmıştır. Varlığın bir cins olamayacağını ve bölümlere ayrılamayacağı düşünmüştür. Her şeyin özünün Tanrı olduğunu savunmuştur. Yazar ise varlığı, ihtiyaç, ihtimal ve imkansızlık olarak tanımlamıştır. Öz ve var oluşla ilgili yapılan tartışmaların neticesinde  gerekli şeyin sadece Tanrı olduğu, diğer şeylerin muhtemel varlıklar olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Gerekli varlığın ve muhtemel varlıkların meydana getirdiği olayı da yaratılış olarak değerlendirmişlerdir. İbni Sina , Plato ve Aristoteles maddenin önce Tanrı tarafından yaratıldığı ortak görüşünde birleşirler. İbni Sina varlığın mevcut olduğuna, gerekli olanın ve aranılanın Tanrı olduğuna, muhtemel olanların ise Tanrıya ulaştıracağına inanmaktadır. Hareketin sebebini ise üç unsura bağlamaktadır. Tabiat, İrade, Kuvvet.

6. Psikolojinin Problemleri

    İbni Sina ve Aristoteles’in ruh tanımları birbirinden pek de farklı değildir. Ruh tek bir cins olarak üç yaratığa bölümlenmektedir. Bitki, Hayvan ,İnsan.
    Kavrayış Aristoteles kaynaklı olmasına rağmen İbni Sina bu konuda hakim düşüncelere sahiptir. Kavramada kabul ile olan ve duyu organları ile elde edilenler arasında farklar bulunmaktadır. İbni Sina bitki, hayvan ve insanın ruhları ve bunların birbirleri ile ilgili ilişkileri üzerinde çalışmıştır. Cisimlerin sonsuzca bölünebileceği düşüncesiyle atomcu görüşe karşı çıkmıştır.

    Her cisim madde ve formdan oluşur. Madde cismin aslına; form da niteliğini, niceliğini, yerini, nedenini gösterir. İbni Sina, Aristoteles geleneğine uyarak psikolojiyi de doğa felsefesi içinde inceler; ancak içerik olarak birçok konuda Aristoteles’ten ayrılır.      İbni Sina felsefesinde Psikoloji ikiye ayrılır. 
 Deneysel ve  içe bakış psikolojisi. Öncelikle Aristoteles, ruhu bedenin bir işlevi gibi görüp bağımsız bir varlığa sahip olmasından kuşku duyarken İbni Sina ruhun bağımsız varlığını kesin olarak vurgulamıştır. Ruhun ölümsüz olduğunu İbni Sina Aristoteles’ten değil, yeni Platoculardan Arapçaya tercüme edilmiş eserlerden esinlendiğini belirtilmektedir. Ruhun sıçraması, yer değiştirmesi hususlarının mümkün olmadığını da ifade etmiştir. Ayrıca insan ruhunda görüntüyü kaydeden ve mana,niyetleri kaydeden iki bölüm olduğunu da dile getirmiştir.
    Evren birdir; yaratıcı hareket de birdir ve daireseldir. Cisimlerden hiçbiri kendiliğinden hareketli ya da durağan olamaz.

7. Dinin Problemleri

    İbni Sina’ya göre yalnızca Tanrı zorunlu varlık olarak vardır. O’nun dışındaki tüm varlıklar kendi başlarına olanaklı (mümkün) olmaktan öte gidemezler; var olmaları ve varlıkta kalmaları Tanrı’ya bağlıdır. Tanrı yaratılmanın da öncesinde var olması gerekmektedir. Tanrı birdir ve her yönden bir olan yalnız O’dur. Diğer canlıların meydana gelebilmesi için O’nun canlı olması gerekmektedir. İnsan aşk aracılığıyla sınırlı varlığında kurtularak sonsuzluğa yükselir. Her şeyin kaynağı, insan varlığının özünde sürekli bir eylem biçiminde var olan "aşk"tır.
    İbni Sina’nın üzerinde durduğu diğer bir konu ise peygamberdir. Yunanlılar bu konuya karşı bulunmaktadır. Peygamber Tanrının emirlerini iletmekle görevli, insanlardan kavrayışları ve bir çok düşünsel yönden farklı olmalıdır. Bu farklılık onların insan olduğu gerçeğini değiştirmemelidir. Peygamberin vazifelerinden biri de ibadetin nasıl yapılacağını göstermektir. İbadet yaratıcıya insanların şükranlarını sunmasıdır. Bu da şekli ve mana olmak üzere ayrılır. Ayrıca İbni Sina ölümün sanıldığı kadar kötü olmadığını, maddeden ayrılma olduğunu belirtmiştir. Madde ölümlü ruh ise ölümsüzdür. Şeytanın konumu, durumu ve meleklerin tanımı bu bölümde yapılmıştır.


8. Tıp ve Doğa Bilimleri( Pozitif Bilimler)

    Tıp Kanunları İbni Sina’nın bu alanda yazdığı en önemli eseridir. Yunan Tıbbı Yunan Felsefesinden önce Arap dünyasına gelmiştir. İbni Sina’nın tıp konusunda başarısı, felsefe alanındaki zirvesinden uzak kalmaktadır.  Buna rağmen tıp konusunda  çağının en zirvesi olduğu apaçıktır. Önceden yapılmış tercümeleri çalışmış yanlış olanları düzeltmiş ve Tıp Sorunları, Göz üzerinde on tedavi isimli eserlerini yayınlamıştır. Tıp kanunları beş kitaptan oluşmaktadır. Birinci bölüm, vücudun genel tanıtımı ile ilgili bilgileri barındırmaktadır. İkinci bölüm genel hastalıklar ve tedavi yöntemleri, üçüncü bölüm genel hijyen ve ölümün gerekliliğinden meydana gelmektedir. İkinci kitap, maddi  tedavi, üçüncü kitap, farklı hastalıklardan, dördüncü kitap sadece bir yeri değil tüm sistemi etkileyen hastalıklardan, son bölüm ise eczacılık konularını ihtiva etmektedir. Bu kitap batıda defalarca tercüme edilmiş ve uygulamacılar tarafından kullanılmıştır. İtalya ve Almanya’da ders kitapları olarak okutulmuş, bu eserin yanında Razi’nin eserleride hak ettiği değeri bulmuştur. Alkolün etkisini, hiç denenmemiş bitkilerin tedavide kullanılması, sodanın içilmesi gibi hususlar İbni Sina’nın uygulamalarından sadece bir kaçıdır.

    Aristoteles üç türlü hareket olduğunu, bunların miktar, kalite ve mekan ile ilgili olduğunu İbni Sina ise bunlara durumu da eklemiştir. Evren birdir; yaratıcı hareket de birdir ve daireseldir. Cisimlerden hiçbiri kendiliğinden hareketli ya da durağan olamaz, Cisimlerin sonsuzca bölünebileceği hususları tekrar bu bölümde izah edilmiştir.

    Sayı ve hareketlerin her ne kadar kesinlikle potansiyele sahip olmasına rağmen kendi kendilerine sonsuz olamazlar.
   
     Kaya ve dağların oluşumu hakkındaki tespitleri, 1200 yılında çevrilmiş ve ifadelerin bugün tespit edilen hususlarla tam çakıştığı müşahede edilmiştir.

    Mineral maddeleri dört sınıfa ayırmıştır. Taş, Kaynayabilen maddeler, sülfür ve tuz. Yağmur, kar, rüzgar gibi tabiat olaylarını inceleyerek bunlara açıklık getirmiştir.

    İslami düşünürler astronomi konusunda bilgileri Yunan ve Hint eserlerinden almışlardır. Batı sıfırı kullanmadan 250 yıl önce Arap dünyası kullanmaktaydı. Astronomi ve matematik konusunda katkıları olan İbni Sina müziği de bir matematik ilimi görmekteydi.

    Siyaset Kitabı ile de insanların ve toplumun ilişkilerini değerlendirmiş, toplumu,üst,eşitler ve astlar olarak bölümlendirmiştir. Burada ideal kadını fazla konuşmayan olarak tanımlamıştır.

    Yönetim Bilimi kitabında ise ideal bir evde bulunması gereken gereksinimleri belirtmekte ve bunlar zenginlik, iç hizmet, eş ve çocuktur.
   
9.İbni Sina ve Doğu


    İbni Sinanın halefleri arasında diğerlerine nazaran göze çarpan üç kişi bulunmaktadır.Gazali, İbni Rüşt, Sühreverdi. İbni Sina’nın ölümünden sonra gelen dönemde felsefe ve din ayrı düşünülmeye başlanmış, felsefeye karşı  bir tutum sergilenmiştir. Dinin felsefeden ayrılması konusunda çaba sarfetmişlerdir. Bir çok öğrencisi bulunsa da içlerinden pek de başarılı olan çıkmamıştır. ibni Rüşt’den önce gelen Şührevadi İbni Sina’nın düşüncelerini devam ettirmiştir. İbni Tufal, Ömer Hayyam gibi İbni Sina Felsefesinden etkilenen, İbni Haldun gibi din ve felsefenin farklı incelenmesi taraftarı şahsiyetler bulunmaktadır.
    16’ncı yüzyılda İran’da Safavi  devleti hüküm sürmüş, bu esnada şiir, felsefe ve düşünürlere yeterince değer verilmemiş, düşünürlerin bir çoğu Hindistan’a göç etmişlerdir. Arapçadan  Farsçaya olan değişim ortaya çıkan eserlerde görülmektedir.

10. İbni Sina ve Batı

    12 ve 13. yy’da entelektüel hareket İslam dünyasını takip ederek Avrupa’da  gelişmeye başlamıştır. Bu gelişme yollarının başında İspanya gelmekte idi. Arap ve Yahudi alimlerin Yunan düşüncelerini Batı Avrupa’ya getirmesiyle daha önceden de yaşanmış kavgalar tekrar etmiştir.

    Boethius Aristoteles’i batıya tanıştıran ilk kişidir. Petrus Alphonsi İslam bilimini İngiltere’ye taşıyan ilk fizikçidir. Gerard of Cremona Arapçılığın Babası olarak bilinmeye başlandı. Latinceye çevrilen yazarların en önemlileri Kındi, Farabi, İbni Sina’dır. 16 yy ile beraber Arapça kitapların tercümeleri bir çok önemli eğitim kurumlarında ders kitapları olarak okutulmaya başlandı. Gazali’nin İbni Sina’nın öğrencisi olduğu yanlış kanı ile birlikte onun eserleri de Latinceye çevrilmişti.  İtalya tıp ve hukuka önem verir iken, Fransa,sonra İngiltere teoloji ve felsefeyi ön plana çıkarmıştır. Kuzey Afrika ve İspanya sayesinde ulaşılan bilgiler neticesinde, İbni Sina ve İbni Rüşt skolastik düşüncesi Avrupa’da hakim olmuştur.

    John Scotus Erigena İslami Felsefeni Avrupa’ya  gelmesinden önce, Aziz Agustin’dan etkilenerek, Platon ve Yeni Platon fikirleri hakkında çok tanınan fikirlere sahipti.

    Gundisalvo İbni Sina’nın fikirlerini çalışmalarına uygulayan ilk Avrupalıydı. Albertus Arap mantığını Avrupa’ya adapte eden kişidir.

    13’üncü yy.da İbni Sina’nın yaşamı ve eserleri üzerinde çalışan önemli kişilerden biri de Roger Bacon’dır.  Bacon Dil bilimi,matematik, astronomi, optik ve kimya üzerinde meşgul olmuş, teolojiye hizmet eden felsefeye de ayrıca önem vermiştir. Farabi ve İbni Sina’yı Aristoteles’in tercümanı gibi değerlendirmiştir. Ayrıca mantığın faydası olduğuna dair bir düşüncesi de olmamıştır.

    İbni Sina’nın etkisi sadece tıp ve felsefenin gelişmesine sebep olmamış, bunların yanında bilimsel reformun  13’üncü yy.da başlamasına neden olmuştur. Avrupa’da düşünürler genelde dini kimliğe sahip kişilerdi. Ancak 13’üncü yy.da Dante’den sonra farklı kimlikten düşünürler ortaya çıkmıştır.

    Ayrıca, doğudan alınan bilgilerin kiliseye kabul ettirilmesi o dönemin düşünürlerinin en büyük problemleri arasındaydı.

11.Sonuç

İbni Sina İran Rönesanssının yaratıcılarından biridir. İslami Felsefenin büyük bir kısmı onun tarafından oluşturulmuştur.Helen, Yunan ve Müslüman dünyasından aldığından daha çoğunu dünyaya vermiştir. Felsefe ve tıp konusunda önderliği yüzyıllarca sürmüştür. İbni Sina’nın önemi ortaya koyduğu çözümlerden ziyade ortaya koyduğu problemlerde yatmaktadır.