askeri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
askeri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Haziran 2012 Çarşamba

Zabit ve Kumandan ile Hasbihal, Nuri Conker - M. Kemal Atatürk

Zabit ve Kumandan ile Hasbihal, Nuri Conker - M. Kemal Atatürk, Piyade Okul Komutanlığı, 1981, Ankara
Askerlik mesleği ve subaylığa dair.
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün yazıp yayınladığı kitapların kalınlık yönünden en ufaklarından biri olan “Zabit ve Kumandan ile Hasbihal” bir göndermeye karşılık olarak hasbihal biçiminde kaleme alınmıştır.
Kitap, Erkanı Harbiye Binbaşısı Mehmet Nuri Bey (Nuri CONKER)’in Balkan Savaşları sonunda 1’inci Tümen arkadaşlarına verdiği konferansların bir araya gelmesinden oluşan “Zabit ve Kumandan” isimli eserine, Bulgaristan’daki Türk Ataşemiliteri Kur.Yb. Mustafa Kemal’in 1914 yılında verdiği cevabıdır.
Balkan savaşı ile 1’inci Dünya Savaşı öncesindeki durumu içeren her iki eser de, tek bir kitap halinde birleştirilmiş olarak bulunmaktadır. ATATÜRK’ün yazdığı kitabı özetleyebilmek için öncelikle Nuri CONKER’in ne yazdığını bilmek gerekir.

1’İNCİ KİTAP: ZABİT VE KUMANDAN (NURİ CONKER)
(1)    BİRİNCİ BÖLÜM: GİRİŞ
Kitabın giriş bölümünde;
(a)    Harp tarihinin askerlere tecrübe kazandırdığı,
(b)    Harp oyunları ve tatbikatların savaşın birer taklidi olduğu, asıl tecrübenin savaşla kazanıldığı,
(c)    Birçok komutanın savaşı bizzat yaşayarak tecrübe kazandığı,
(ç)  Alman ordusunun bu tecrübeyi kazanmak için savaşı bile göze aldığı,
(d)    Savaşın savaşta öğrenildiği,
(e)    Ülke ve orduların savaşa her an hazır olması gerektiği üzerinde durulmaktadır.
Silah sistemlerinin çoğalması ve gelişmesi, öğrenilecek bilgilerin çokluğunu gerektirdiğinden bahsedilmektedir.
Ordunun Balkan yenilgisi üzerinde durulmakta ve nedenleri araştırılmaktadır.
İnsan faktörü vurgulanarak; maddi güç sayılan ilim ve teknikle ilgili bilgilerin, seçkin insan nitelikleri ve fedakârlık gibi nitelikler olmadığı sürece başarıya ulaşmada yeterli olmayacağı üzerinde durulmaktadır.
Kitapta bir subayın zafere ulaşabilmesi için, kesinlikle edinilmesi gereken nitelik ve ilmi görüş, askeri karakter ve öneriler ile askeri üstünlükler ve yiğitliklerden söz edilmektedir.
Ayrıca bir subayın en çok görmeye, işitmeye ve düşünmeye zorunlu olduğu yerde, moral gücünü beslemeye yardımcı olacak nokta ve nitelikleri araştırması ve değerlendirmesi anlatılmaktadır.
Özellikle subay ruh ve yüreği ile subay karakterinin, askerlik sanatı açısından en önemli ve üstün vasıfların aynası olduğu vurgulanmıştır.
Nuri CONKER kitabında, kendilerinin yetiştirilmesindeki yanlışlıkları da eleştirmekten geri kalmamıştır. Kendi ağzıyla şöyle demektedir:
“Ne yalan söyleyeyim, biz piyade talimnamesinin ikinci bölümü olan muharebe kısmını üç yıllık harp okulu öğreniminin son aylarında birkaç derste her öğrenci ikişer üçer madde olmak üzere, bir okuma kitabı gibi okumuştuk. Hemen bütün öğretim ve eğitim süresince yalnız birinci bölümü öğrenmeye, uygulamaya bağlı kalmıştık. Oysa bu ilk bölüm daha çok erin ve belki en küçük tam askeri birliklerin savaşa hazırlanmasına ilişkindi. Subayın, subay olarak yetişmesini, subayın asıl görevlerini, savaşın subaydan istediği ruh ve ilmi güç ve niteliği temelde ikinci bölümü kapsıyordu. Hele subaya ruhi ve ilmi talimat veren Savaş Hizmetleri Tüzüğü’nün başındaki giriş bölümünü hiç okumamıştık. Bu kitaptan okuduğumuz ilk ders savaş düzenleri ve askerlerin bölümleri idi. Oysa bu girişin her bölümü başlı başına bir ders olabilecek genişlikte ve önemdeydi.”
CONKER, canını hiçe sayma ve fedakarlık duygusu ile ilgili olarak, Piyade Talimnamesi ve Süvari Talimnamesi’nin çeşitli bölümleri ile Topçu Talimnamesi’nde yazan ifadelere yer verdikten sonra, bu maddelerin gelişigüzel okunup geçilmemesini istiyor ve şöyle devam ediyor:  “Kılıç kuşanan, forma taşıyan, subayım diye ortaya çıkan, hükümetin birçok harcamalarla donattığı, anaların 20–30 yaşlarındaki en işe yarar evlatlarını arkasına alarak namus, din ve devleti korumak üzere savaşa giden bizler, subaylar, maddeleri, her şeyden önce, bu maddeleri, çok, pek çok kere sürekli okumalıyız. Okumalıyız ki, savaşın bizden istediği görevin biçimi ve yapısını gerçek anlamıyla tanıyalım.”
CONKER subaylığı, canını ve öz varlığını vermeyi kesinlikle göze almış olmak şeklinde ifade ediyor ve şöyle devam ediyor: “Askerlik bizim geçimimizi sağlayan bir sanattır. Biz bu sanattaki görevlerimizi öteki sanat sahipleri gibi yalnız aklımızla değil, aklımızdan başka can ve başımızla da yapıyoruz. Gerekirse kanımızı da akıtırız. Subaylık, başarı kazanmak için korkusuz ve canını hiçe sayarak çekinmeksizin savaşabilmektir. Bizim vazifelerimiz arasında ölüm de vardır. Fakat görev yaparken, ölüm asla düşünülmeyecektir.”
Subaylığın diğer sanat ve görev sahipleri ile karşılaştırılamayacağını söyleyen yazar, subayların görevlerinin barışta ağır hava ve arazi şartlarında, savaşta ise ağır şartlarda ve düşman ateşi karşısında geçtiğini ifade etmektedir. Genç bir teğmenin görevi uğruna akıtacağı kanın, maaşının karşılığı olduğunu hiçbir akıl sahibinin kabul olamayacağını vurgulayan yazar dökülen kanla ilgili olarak şöyle devam etmektedir: “Bu kan para ile ölçülmek durumundan çok yüksek bir duygunun vatan ve milletin kullanılması gibi, kutsal bir duyguların yönlendirilmesi ve yardımıyla akıtılabilir. İşte bu fedakârlıktır.”

(2) İKİNCİ BÖLÜM: SUBAYLARIN, ERLERİN KALPLERİNİ VE GÜVENLERİNİ KAZANMALARI VE MORAL GÜÇLERİNİ DESTEKLEMELERİ
İkinci bölümde Nuri CONKER; subayların;
(a)    Erleri kendi çocukları gibi görerek onları tanımaları lazım geldiğinden,
(b)    Disiplinin ordunun temeli olduğundan,
(c)    Her askerin amir ve üstlerinin isteklerine uygun iş yapmasının uygun olacağından,
(ç)    Subayların erleri eğitirken anlayışlı olmaları gerektiğinden,
(d)    Silahın yurdumuza gözünü diken düşmanın bertaraf edilmesinde en etkili araç olduğu için iyi öğretilmesi gerektiğinden,
(e)    Birliklerde yapılacak törenlerin askerleri olumlu yönde motive edeceğinden,
(f)    Birlik sancaklarının kutsallığından ve manevi değerinden bahsederek askerlerle kendilerini yöneten subayların birbirlerine çok yakın olmaları ve birbirlerini tanımalarının lüzumundan söz etmektedir.
Nuri CONKER ilk önce disiplinle ilgili olarak; “Askeri disiplin ordunun temeli ve başarının birinci şartı olduğundan, her halde tam bir sertlikle kurulmalı ve sürdürülmelidir. Barışta, çoğu zaman gayret göstererek kıtalarda sağlanamayıp yalnız görünüşte elde edinilmiş olan disiplin, savaşın tehlikeli anlarında ve beklenmeyen olaylar karşısında verimsiz ve faydasız kalır.” diyerek askerlik mesleğinde disiplinin önemini belirtmektedir. Ancak, “Üstler, astlarının, her durum ve anda koruyucusu ve gözeticisi, şefkatli ve elinden tutucusu, dayanacağı kişiler olmalıdır.” diyerek subayla er arasında sıkı ve yakın bir ilişkinin kurulması gerektiğini de vurgulamaktadır.
Bu kapsamda, erleri tanımanın özellikle bölük komutanları ile teğmenlerin görevi olduğunu, erlerin yemeğinden yatağına, ailesinden temizliğine, yani her tutumuna ve davranışına bakmak ve gerektiğinde öğüt vererek onu aydınlatmanın ve düzeltmenin subaylar tarafından yapılmasını istemektedir.

(3) ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: TAARRUZ FİKRİ
Nuri CONKER bu bölüme; “Savaş demek taarruz demektir. Savaşın bir teknik ve askerlik sanatı olarak tanınması yalnız taarruz uygulaması ile olmuştur. Savaştan yarar ve sonuç almak da ancak taarruza yönelik hareket etmekle olur. Taarruz eden veya hiç olmazsa bu düşünceyi aklında tutarak fırsat çıkınca taarruza girişen daima kazanır. Savunma olumsuzdur. Bunun en büyük yararı olsa da kaybetmemek olur. Fakat bu da geçicidir. Savaşta gaye ise, düşmanı yok etmek ve çökertmektir ki bu da yalnız taarruz etmekle olur.” şeklinde bir giriş yaparak öncelikle taarruzun önemini vurgulanmıştır.
Savunmanın ise orduyu, düşmanın irade ve isteğine boyun eğmeye zorlayacağını ifade ederek, ordunun taarruz ordusu olması ve savunmanın savaş şekillerinden çıkartılarak ordunun bir savaş yöntemi olarak yalnız taarruzu tanıması gerektiğini yazmıştır.
“Ordunun her türlü çalışma ve hazırlığı, taarruz etmek hedef ve amacına yönelik olmalıdır.” diyen yazar, daha sonra tarihten bu konuda örnekler vermiş ve taarruz ruhuna ve eğitimine yönelik talimnamelerde geçen ifadeleri aktarmıştır. 
Her muharebeye başlangıçtan itibaren kesinlikle taarruzla başlanması gerektiğini ifade eden yazar, mevziin güç ve dayanıklılığından yararlanmak veya yeterli kuvvetin henüz toplanamamış olmasından dolayı muharebeye savunma ile başlanılmak zorunda kalınsa bile sonucun taarruzla alınacağı düşüncesinin akıldan çıkarılmamasını istemiştir.
Bölümün sonunda ise, “taarruz fikri, hiçbir zaman subay ve komutanın düşünceleri, (harita çalışmaları dahil) dışında kalmamalıdır” diyerek konuyu sonlandırmıştır.

(4) DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: KENDİLİĞİNDEN İŞGÖRME VE SORUMLULUĞU YÜKLENME
Bir subayın kendi kendine iş görmeye istekli ve tutkun olmasını en büyük vasıf olarak niteleyen yazar, bu özelliğin subayı yücelten, üstün kılan, belirleyen güven ve iftihar kaynağı olduğunu ifade etmektedir.
“Ordunun esenliği ve mutluluğu, komuta heyetinin bu yüksek vasfa fazlasıyla sahip olmasına bağlıdır. Ordu, görevini yerine getirirken mutlak yukardan emir beklemeyen amirler, subay ve subaylar heyetinin varlığına muhtaçtır. Her rütbedeki komutanlarda amaca ulaşmak konusunda ne kadar kendiliklerinden iş görme, bağımsız karar verme, düşünme ve iş yapmak, işe girişmek kudret ve alışkanlığı ve yatkınlığı olursa, ordunun çevikliği ve uygulaması o kadar yüksek olur.” diyerek subayların inisiyatif sahibi olmasının ordu için ne kadar şart olduğunu vurgulamaktadır.
Çeşitli talimnamelerden, sorumluluğu üzerine almaktan çekinme, rütbe sahiplerinin kendiliklerinden tedbir almaya alışmış olmaları, kendiliğinden iş görme, sorumluluk sevgisi ile ilgili maddeleri de aktaran yazar, her komutanın işte bu kendiliğinden iş görme vasfını elde etmek zorunda olduğunu ifade etmektedir.
Bu bölümde ilgi çeken bir husus da, emir tekrarının sadece erlerden istenecek bir uygulama olmadığını, bir korgeneralin bile bir orgenerale karşı yerine getirmesi gerektiğini, bunun bir alışkanlık halini almasını ve amirin de herhalde verdiği emrin tekrarını istemesi gerektiğini ifade eden sözleridir.

İKİNCİ KİTAP: ZABİT VE KUMANDAN İLE HASBİHAL (M. KEMAL ATATÜRK)
İkinci kitapta, Mustafa Kemal ATATÜRK, Nuri CONKER’in “Zabit ve Kumandan” isimli kitabıyla sohbet etmekte ve cevabi düşüncelerini yazmaktadır. Altı bölümden oluşan “Zabit ve Kumandan ile Hasbihal”, Ruşen Eşref ÜNAYDIN tarafından yazılan bir girişle başlamaktadır.
GİRİŞ:
ATATÜRK bu eseri ile o zamanki ordunun bütün eksikliklerini beş altı maddede toplayıp beş on satırda ortaya koymuş; bu eksiklikler giderilmezse böyle bir ordudan harp zamanı yurdu koruma vazifesi beklenemeyeceğini felaketten önce sezerek yüksek makamların kulağına haykıra haykıra ulaştırmıştır.
Kitapta, ordu kurmanın iyi subay yetiştirmeye bağlı olduğu inancı belirtilmiş; en iyi ve geniş Harbiye Mektebi öğretiminin bile asıl ordu mektebinde, iyi komutanların gözcülüğü ve yetiştiriciliği sayesinde sırf iş üzerindeki ciddi eğitim çalışmaları ile geliştirilebileceği bildirilmiştir.
Ruşen Eşref ÜNAYDIN’a göre bunları yapabilmek bir genç kolağası şöyle dursun, değme yüksek rütbeli ve makamlı yiğidin bile kârı değildir.
BİRİNCİ BÖLÜM:
ATATÜRK bu bölümde, Nuri CONKER’in kitabını geç okuduğunu, ancak çok hoşuna gittiğini, ordunun basiretsiz ve bilgisiz komutanların yönetiminde başarısız olabileceğini, subayların daima okuyarak kendilerini yenilemeleri gerektiğini yazmaktadır.
Nuri CONKER’in yazdıklarını düşündüğünü ve genelde kendisine hak vererek katıldığını belirten ATATÜRK, Harbiye Mektebi’nde verilen eğitimle ilgili olarak, hakiki feyiz verebilecek asıl mektebin kıt’alar olduğunu ifade etmekte ve “Harbiye Mektebi’nden alınan şehadetnameler, genç teğmenin Bölük Komutanı efendisinin terbiyesi dairesine kabule şayan olduğuna delâlet eder. Genç teğmen, san’atının asıl ruhunu intisap ettiği bölüğün efradı önünde, bölüğün babası olan yüzbaşısından ve daha büyük amirleri tarafından, iş üzerinde bulunaraktan öğrenecektir.” diyerek teğmenlerin yetiştirilmesinde Bölük Komutanlığının önemini vurgulamaktadır.
İKİNCİ BÖLÜM:
Bu bölümde bir subayın taşıması gereken özveri, ölümü göze alma, emri altındakileri sevk ve idare edebilme, taarruz ruhu, inisiyatif (kendiliğinden hareket ve iş görme) özellikleri hakkında, Nuri CONKER’in görüşlerine katılan ATATÜRK, kendi düşüncelerini de çeşitli örneklerle destekleyerek açıklamıştır.
Nuri CONKER’in kitabında sorduğu, “Zabir nedir?” sorusuna yönelik Piyade Talimnamesindeki “Zabit, maiyetindeki efrad için numune-i imtisaldir.” cevabının ve CONKER’in bu konuda yazdıklarının bütün subaylar tarafından büyük bir dikkat ve ciddiyetle okunması gerektiğini belirten ATATÜRK, bir milletin evlatlarının önüne geçip onları ateşe sevk etmek hak ve salahiyetine ancak, CONKER’in bahsettiği metanet (dayanıklılık, sağlamlık) ve besalet (yiğitlik, yararlılık) bileşkesini bulmuş olan subayların sahip olabileceğini ifade etmiştir.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM:
Bu bölümde ATATÜRK, Türk milletinin her ferdinin aileden itibaren ve askerliği müddetince kişinin ruhsal derinliklerine inilerek ulvi duygularla yetiştirilmesi lazım geldiği üzerinde durmaktadır.
Bir subayın, kendisine bağlı erlerin kalplerini ve güvenlerini kazanmaları gerektiğine, insanların ancak böyle yönetilebileceğine değinen Atatürk, konu ile ilgili olarak Musa, İsa ve Napolyon’dan da örnekler vermiştir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM:
Ordunun vazifesinin, vatanı çiğnemek isteyen düşmana karşı ayağa kalkmak olduğunu ve bu kalkışın yerinde durmak için değil, düşmana atılmak için olursa kalkılmış olduğuna değeceğini ifade eden ATATÜRK bu bölümde, başarının en güvenilir aracının taarruz olduğunu, ancak taarruz ordusunu vücuda getirecek milletin taarruz ruhuna sahip olması gerektiğini vurgulamaktadır.
Konu ile ilgili olarak Japon komutanların taarruz ruhu ile ilgili ifadelerinden de örnekler verilmiştir.
BEŞİNCİ BÖLÜM:
Mustafa Kemal ATATÜRK bu bölümde de bir harekatın nadiren planlandığı şekliyle yürüyebileceğini, muhtemelen bir çok faktörün değişebileceğini, işte değişebilen bu durumlarda askerlerin kendi inisiyatiflerini kullanarak ve kimseden emir beklemeden karar vererek uygulamalarını salık vermektedir.
Subay, astsubay ve erlerin, bazen üstlerinden hiçbir emir alamadığı durumların olacağını, bu sebeple gerek komutanların ve gerek erlerin bizzat düşüncelerini işleterek kendiliğinden iş görebilecek yetenekte yetişmiş olduklarına kanaat edilmeden bir birliğin güvenilir bir kuvvet olarak tanımlanmasını gaflet ve felaket olarak nitelemektedir.
Bir kuvveti oluşturan insanların umumi hayatları, fikirleri, hareket serbestileri ezilmemiş, gürbüz, neşeli er ve subaylardan oluşuyorsa, böyle bir askeri birlikte biraz düşünce işleterek kendiliğinden iş görme kabiliyetinin fazlaca görüleceğini belirten ATATÜRK, konu ile ilgili olarak İtalyan muharebesinde Derne kuvvetlerine kumanda ettiği sürece bu gerçeği ispatlayan bir çok örnek gördüğünü ifade etmiş ve bunlardan bazılarına kitabında da yer vermiştir.
Tabii ki, inisiyatifin de sınırsız olmadığına ilişkin “Harpte büyük başarıların esaslarının en başı olan müstakil faaliyet, gereken haddi aşmamış olanıdır.” şeklindeki talimname ifadesine yer veren ATATÜRK, inisiyatifin haddini bilmeme mertebesine vardığı bir orduda herkesin kendi başına buyruk olacağını, amir ve maiyetin yok olacağını, onun için itaat ve inzibatın kurulamayacağını söylemiştir.
İnisiyatifin gerekliliği ve faydalarına ilişkin talimnamelerdeki maddelerin okunmasına ve bunların iyiliklerine ilişkin pek çok övgülerde bulunulmasına rağmen, kendiliğinden iş görmenin yayılmasına ve faydalı bir şekle sokarak özel bir vazife olarak tanınmasına ilişkin Osmanlı Ordusunda herhangi bir düşünce sarfedilmediğinin ve karara varılmadığının itiraf edilmesi gerektiğini ifade etmektedir.
ALTINCI BÖLÜM:
Kitabın son bölümünde ise ATATÜRK hayatı hiçe sayma, taarruz düşüncesi ve kendiliğinden iş görme gibi askerliğin en önemli nitelikleri ile ilgili Derne kuvvetlerine emir komuta ederken tuttuğu notlardan ve gelen raporlardan alıntılar yaparak  örnekler vermektedir.
Örneklerde kendilerinin ve arkadaşlarının yaralanmasına, hatlarının bozulmasına, toplarının nişangahlarının bozulmasına aldırış etmeden taarruza devam eden birlik komutanlarının raporları bulunmaktadır.

8 Nisan 2012 Pazar

Yüzbaşı Selahattin'in Romanı, İlhan Selçuk

Yüzbaşı Selahattin'in Romanı, İlhan Selçuk, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1973
Yüzbaşı Selahattin'in 1894-1921 yıllarını kapsayan anıları
    İlhan Selçuk tarafından yazılan ‘’Yüzbaşı Selahattin’in Romanı’’ adlı yapıtın yazılmasına neden olan faktör bir başka yazarın romanının ödül almasıdır. Ödülü alan roman Kemal Tahir’in ‘’Yorgun Savaşçı’’ adlı yapıtıdır. Ödül alan bu roman tekrar okunmaya başlanıyor. Tekrar okunuşunda romanda geçen Yüzbaşı Selahattin’in hikayesi İlhan Selçuk’un dikkatini çekiyor ve bunun üzerine bir roman yazmaya karar veriyor.
    Yüzbaşı Selahattin’in anıları on beş ciltten oluşmaktadır. Sayfa numaraları bulunmayan bu anılarını bölümler halinde yazmıştır. Yüzbaşı Selahattin ilk defa Urfa’da bu anılarını yazmaya başlıyor. Anıların son bölümü ise ‘’Edirne Bölümü’’dür. Dört yılda yazılan bu anılar 1894-1921 yıllarını kapsar.
    Yüzbaşı Selahattin’in anılarında, salt anı olmaktan çok hayatın her bölümüne ait fragmanlar yer almaktadır.
    Yüzbaşı Selahattin koca bir imparatorluğun yıkılışını, Balkan, 1. Dünya Savaşı’nı, Kurtuluş Savaşı’nı görmüş ve o dönemin şartlarında yetişmiş bir askerdir.
    Bu dönemler istibdadın, devrimlerin, ayaklanmaların yaşandığı dönemlerdir. İlk defa Avrupa’da başlayan milliyetçilik (1789 Fransız İhtilali) namı diğer ulusçuluk, işçi devrimleri ve örgütlenmelerin etkisi Osmanlı’da da hissedilmeye başlanmış ve etkisini yavaş yavaş göstermiştir.
    1751’de İngiltere’de başlayan Sanayi İnkılabı meyvelerini vermeye başlamış, bunun etkisiyle makineleşme hız kazanmıştır. Makineleşmeyle beraber endüstrideki hammadde ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Endüstri devletleri bu ihtiyaçlarını karşılamak için sömürgeciliğe başladılar. Bunu da en iyi, geri kalmış ve kalabalık, aynı zamanda farklı etnik ve mezhep gruplarını barındıran devletleri (imparatorlukları) parçalamaya başladılar. Yüzbaşı Selahattin’in bu çalkantılı dönemin bir panoramasını çizmiştir. Yüzbaşı Selahattin’in hayatı bu dönemin en önemli portresinin betimlemesidir. Çünkü Yüzbaşı Selahattin bu çalkantılı dönemin tam ortasında yer almıştır. Çünkü o bir askerdir ve vatanında olan biten her şey onu doğrudan ilgilendiriyordu.
Selahattin YURTOĞLU (Yüzbaşı Selahattin), çocukluğundan 1 nci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar yaşadığı olayları anlatmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışını ve yerine yeni bir devletin kuruluşunu yaşayan Yüzbaşı Selahattin; bu yıllarda önemli kişilerin yanında bulunmuş, İtalyan Harbi, Balkan Harbi, 1 nci Dünya Savaşı ve Milli Kurtuluş Savaşı’nı kapsayan dönemde iç ve dış çatışmaların, devrimlerin, isyanların, kahramanlıkların, cinayetlerin tanığı olmuştur.
Selahattin babasının askeri tabip olarak görev yaptığı Edirne’de, üç kardeşi ve ailesiyle yaşarken, sırasıyla büyükannesini, annesini ve büyükbabasını kaybeder. Babası kısa bir süre sonra evlenir. Kızkardeşleri evlenip evden ayrılırken, ağabeyi de babası ile yaptığı kavga nedeniyle evden uzaklaşır. Babası ile birlikte yaşayan Selahattin üvey annesinden eziyet görür. Askeri okulda okurken, babasının tayini Yemen’e çıkar. Selahattin askeri okulda çok büyük yoksulluklar çeker.
1912 yılında mezun olduğunda, Çanakkale 2 nci Kolordu 5 nci Fırka (Tümen) 15 nci Alay 3 ncü Taburu’na tayin edilir. Burada Balkan Savaşı’nı yaşar. Bu savaşta, Bulgarlar’ın yaptığı katliama tanık olur. Osmanlı Ordusu’nun Balkan topraklarından sökülüp atılışını kendi gözüyle anlatır. İstanbul’a geri döner ve yakın zamanda çıkması muhtemel bir savaşın hazırlaklarını yaparken, Harbiye’de öğrendiği milliyetçilik akımlarının etkisiyle TURAN’a gider.
Yüzbaşı Selahattin İstanbul’da görevli iken, Enver Paşa’nın emri ile oluşturulan, Kaymakam Halil Bey (Enver Paşa’nın amcası) komutasındaki 5 nci Kuvve-i Seferiye’ye katılır. Birliğin vazifesi, Enver Paşa’nın hayallerinde yaşattığı TURAN’ı kurmaktır. Van’da Ruslar ve Ermeniler’le savaşır.
Buradan birliği ile birlikte Irak Cephesi’ne gider. Mülazım Selahattin, Araplar’ın Türk Askeri’ni nasıl arkadan vurduğunu, askerlerin nasıl sefalet ve açlık içerisinde yaşadığını bizzat görür. Irak’ta Kütülammare Muharebeleri’ne katılır. Burada bulunan birliklerin birinde kız kardeşinin eşi Ahmet Bey’i görür. Ahmet Bey savaşta büyük kahramanlıklar göstermiş ve Tabur Komutanlığı’na kadar yükselmiştir. Eniştesi Ahmet Bey yaralanır ve artık kendisinden umut kesilir. Kız kardeşine eşinin öldüğünü söyleyemez. Fakat Ahmet Bey şehit olmamıştır ve hayattadır.
Irak Cephesi’nde sırasıyla tümen ve kolordu yaverliklerinde bulunur. Halil Paşa’nın yaveri olarak 6 ncı Ordu Komutanlığı’na atanır. Elinde bulundurduğu imkanları kesinlikle suistimal etmez, kardeşleri İstanbul’da yoksulluk içerisinde bulunmasına rağmen, hiçbir kaydı tutulmayan ordu örtülü ödeneğini kendi menfaati için kullanmaz. Bu dönemde İstanbul’da karaborsa ve yoksulluk almış başını yürümüştür. Halk büyük bir açlıkla karşı karşıyadır. Ağabeyinin bütün birikimleri ile almış olduğu sabunlar, bulunduğu depoda kurur ve bu işten zarar eder. Kardeşinden bu sabunları Irak’ta satarak en azından zararını karşılamasını ister. Bu isteği Mülazım Selahattin tereddütsüz red eder.
29 Ekim 1914’te başlayan Dünya Savaşı Mondros Ateşkesi’ ne yani 30 Ekim 1918’e dek sürmüştür. 15 Mayıs 1919’ da İzmir’ in Yunanlılar tarafından işgali ile Ulusal Kurtuluş Savaşı başlamış ve 24 Temmuz 1923’te sona ermiştir. Mondros Mütarekesi sonrasında İstanbul’da dört yıl, Anadolu’da yedi ay, Yüzbaşı Selahattin içinse, İstanbul’a geliş tarihi olan 5 Şubat 1919’dan Anadolu’ya geçtiği 21 Mayıs 1919 tarihine kadar geçen üç buçuk ay mütareke dönemidir. İşte bu üç buçuk ay ve sonrası dönem. . . .
5 Şubat 1919’da İstanbul’a indiğinde İngiliz, Fransız bayrakları ve itilaf kuvvetlerinin askerleriyle karşılaşır. Gemiden bir kayıkçının yardımı ile kaçar ve Anadolu Hisarı’ndaki ailesinin yanına gider. Birkaç gün ailesinin yanında dinlendikten sonra Harbiye Nezaretine giderek 3. şubede göreve başlar. Paris konferansı ile Türk toprakları iyice bölünmüştür. Bu sırada Ferit Paşa hükümeti tutuklamalara başlamıştır. Birçok üst düzey asker, bürokrat, yazar tutuklanmıştır. Yaverliğini yaptığı Halil Paşada tutuklanmıştır. Halil Paşa’ yı sürekli ziyarete gider. Bu ziyaretlerinden birinden dönüşte Kazım Karabekir’ le karşılaşır. Kazım Karabekir işgal devletlerinin zulmünden kurtulmanın yolunun hayat kaynaklarının organize edilerek kurtulmak için mücadeleye başlamaktan geçtiğini söyler ve bunun için kendisi Erzurum’da bulunan kolorduya tayinini istemiştir. Karabekir Selahattin Yüzbaşı’ yı da Erzurum’a davet etmişse de tekrar temasa geçememişlerdir. Nisan 1919’da Haydarpaşa Hat Amirliğine atanır.
“Ermeni Tehcir ve Taktil Mahkemesi” nce idam edilen Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey’in Tıbbiyeliler tarafından düzenlenen cenaze törenine resmi kıyafetle katılır ve o sırada görevli inzibat subayı ve erlerinin de resmi şekilde cenazede bulunmalarını sağlar. Bu olay gazetelerde tepki görür. Hapishanedeki üst düzey subaylar için bir umut, bir moral kaynağı olur.
İzmir 15 Mayıs 1919’ da Yunanlılar tarafından işgale başlanır. Bu sırada İstanbul’ da hiç huzur kalmamıştır. Kendi topraklarında artık yabancıdır. Kurtuluş fikirleri şekillenmeye başlar. Bir sabah 7. Kolordu komutanı Bekir Sami ile karşılaşır. Bekir Sami kendisine Anadolu’ ya çıkmayı teklif eder. 21 Mayıs 1919’ da Bandırma’ ya giderler. Bandırma’da etrafta Yunan bayrakları ve “Zito Venizelos” sesleri ile karşılaşırlar. Bekir Sami hemen ertesi gün 61. tümen komutanına emir vererek Yunan bayraklarını indirtir. Bu halkta büyük bir heyecan yaratır ve bu şekilde Kurtuluş hareketi halka yansır. 23 Mayıs’ta Manisa’nın da Yunanlılar tarafından işgal edildiği öğrenilir. Ancak Manisa’daki silah depoları halka silah dağıtmak için önemli olduğundan Manisa’daki komutana ellerindeki tüm silah ve cephane ile Salihli’ye çekilmelerini emrederler. Emri Akhisar’a Selahattin Yüzbaşı götürür. Akhisar’da halk Yunan işgaline boyun eğmiştir ve Yunanlıları kabullenmiştir. Burada yaptıkları kurtuluş propagandası sonuç vermez. Bölgede nüfuzlu Saruhanzadeler’ den Halit Paşa ile temasa geçerler ve Yunanlılara karşı baskı için çalışmalara başlarlar. Ne var ki geçtikleri yerlerde halk Yunanlıların propagandalarından ve hükümete güvensizlikten Yunan işgaline karşı koymayı reddederler. Bozulan morallerine rağmen yola devam ederler. Salihli’ye çok az kuvvet çekilebilmiştir. Salihli’ye gelerek yeni askeri düzenlemeleri, Aydın’daki 57. tümene bildirirler. Aynı gün, 29 Mayıs 1919’da, Harbiye Nazırı Şevket Turgut imzalı bir şifrede Bekir Sami’nin İstanbul’ a dönmesinin istendiği bildirilir. Bu da İstanbul’un başından beri yapılanlardan memnun olmadığının göstergesidir.
İlk silah 172. Alay tarafından 27 Mayıs 1919’da atılır. 29 Mayıs’ta Alaşehir’e gelirler. Burası diğer yerlerden daha kötü durumdadır. Halk göçe başlamıştır. Kalanlarsa Yunanlılara bağlı çalışacağına dair kağıt imzalamak zorunda kalmışlardır. 15 Mayıs’tan 29 Mayıs’a kadar teslim olan Batı, 29 Mayıs’a kadar çekilmiş ve o tarihten sonra silahlı direnişe geçmiştir. 31 Mayıs 1919’da gelen Ödemiş raporunda Ödemiş’inde direnişe başladığı bildirilmiştir.
Alaşehir’deyken Yüzbaşı Rahmi, Poslu Mestan Efe’ nin çetesi ile hazır olduğunu söyler. Bunun üzerine Bekir Sami Bey bu çeteye Turgutlu’ ya gelen Yunan bölüğüne baskın yaparak imha görevi verir. Ancak Mestan Efe Yunanlıların padişah namına geldiğini söyleyerek Yunanlılara teslim olur. Bu durum genel olarak toplumdaki paniği gösterir. Silahları ve adamları ile övünen, eşkıyalıkla efe adını taşıyan birinin bile bu davranışı moralleri bozar. Buradan Eşme’ye geçmeye karar verirler. Eşme’de Rum yoktur ve müftü vatansever biridir. Eşme’ye yaklaştıklarında kendilerini ellerinde Yunan bayrakları sallayan çocuklar karşılar. Durum anlaşılır ; Yunanlıların her an Eşme’yi istila etmeye geleceği haberi yayılmıştır. Yunanlılara zorluk çıkarmadan şehri teslim ederlerse Yunanlıların kendilerine kötü davranmayacağını düşünmektedirler. Bekir Sami bu propagandayı yapan dört Rum’u dar ağacına yollar.
Haziran başında Aydın, Ödemiş, Niş, Akhisar, Kırkağaç, Bergama yörelerinden ilerleyen Yunanlılar Türk çeteleriyle çatışmaya başlarlar. Ethem üç yüz adamıyla birlikte Ayvalık’ta Ali Bey’ e katılır. Bu sırada aldıkları bir raporda yeni askeri düzenlemelerin mücadele ruhunu İstanbul’a da sıçrattığını görürler. İzmir ve Aydın’a hadisesiz giren Yunanlılar önce yayılmayı durdurur ve daha sonra da geri çekilmeye başlar.
Bekir Sami ve Yüzbaşı Selahattin Eşme’den gelen firari subayları yönlendirerek bölgesel örgütlenmeyi sağlamaya çalışırlar. Kula hem Rumların etkisinde hem de önemli bir kasaba olduğu için Bekir Sami ve Yüzbaşı 17 Haziran’ da Eşmeden, on beş subay, otuz erden oluşan bir kafile ile Kula’ya geçer. Kula’nın önemli esnafını tutuklatırlar ve bir plan doğrultusunda tutuklu esnafın mal ve canıyla Milli Mücadele’ yi destekleyeceklerine dair söz alır. Dört gün Kula’da silah, asker, para, araç gereç toplanır, Rumlar’ ın kasabayı terk etmeleri için yıldırma politikası izlenir. Bu sırada Balıkesir 14. Kolordu’ dan alınan bir raporda Kuvay-i Milliye hareketinin siyasi durumu lehine çevirdiği belirtilir. 18 Haziran’da Yunanlılar Menemen’de kanlı bir istila gerçekleştirir. Bekir Sami Kula’da sert tedbirler almaktadır.
Silendi, Simav, Orhaneli üzerinden Bursa’ya 14. Kolordu’ ya katılmak üzere yola çıkarlar. Günlerdir uykusuz ve yorgun düşmüşlerdir. Yine de Bursa’ya yola hemen çıkarlar. 27 Haziran’da Bursa’ya varırlar. Bursa’da Anadolu’ya çıktıklarından beri ilk kez Selahattin Yüzbaşı çamaşırlarını değiştirmeye vakit bulur. Bu sırada gelen birkaç rapor şöyledir; 22 Haziran 1919 M. Kemal Paşa Sivas Kongresi için Bursa’dan temsilci ister, 13 Haziran 1919’da İtalyanlar Antalya’ya asker çıkarmışlardır, 20 Haziran 1919’da Fransızlar Mersine asker çıkarmışlardır, 29 Haziran1919’ da Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa kabineden ayrılır yerine Damat Ferit Paşa geçer.
Bursa’daki Vali Gümülcineli İsmail Bey’in kötü yönetimi ve Hıristiyanlığa yatkınlığı yüzünden Bursa’da çetecilik, adam kayırma almış başını yürümüştür. Asker ve subayların ise maaşları ödenememektedir. Bursa’ya Bekir Sami paşanın geldiğini duyan Vali İstanbul’a kaçar.
Bekir Sami Bursa’daki ordu otoritesini kurmaya, canlandırmaya çalışır. Kendilerine üstünlük taslamaya çalışan Fransız subaylarına da haddini bildirir. Ermenilere verilmiş malları sahiplerine geri verirler. Açılmış Hürriyet ve İtilaf şubelerini kapatırlar. Askeri eksiklikleri gidermeye çalışırlar. Hapisteki haksız tutukluları çıkarırlar. Milli Mücadele’ ye ihanet edenler canları ile cezalandırılırlar. Halkın morali yükselir. Yüzbaşı Selahattin Teğmen Muzafferin Bursa’ya gelmesini fırsat bilerek İstanbul’daki millicilerle görüşmek, fikir alışverişinde bulunmak ve evlenmek için İstanbul’a geçer. Burada öncelikle Miralay Galatalı Şevket Beyle görüşür. Şevket Bey kendisine Bursa muallim mektebi müdiresi Şehibe Hanımın kartını verir. İstanbul cephaneliğinden silah ve cephanenin yollanması için Naim Cevat’ la ve Kara Vasıf’ la görüşür. Muğlalı Mustafa seçkin subayları ayırıp göreve yollayacaktır. Bekirağa Bölüğünde Halis Paşa’ yı görür ve kendisinin Bursa’ya kadar kaçabilmesi durumunda hükümetin kendisini ele geçiremeyeceğine dair garanti verir. Ancak evlenme işini daha sonraya bırakır.
Bursa’ya döner ve kız okulu müdiresi ile görüşür. Okuldaki öğrenci ve annelerinin yardımı ile iç istihbarat ve propaganda için müdire hanım ın başkanlığında örgütlenirler. İstanbul’a yeniden gitmesi gerekir. Bu kez Bursa Valisinin aleyhlerine çalıştığını öğrenir ve valiyi dönüşünde tutuklatır. Bursa’da ki çalışmalar şehrin kozmopolitliği ve bağnazlığı yüzünden çok zor ve kanlı ilerlemektedir.
Bir yandan kurtuluş gelişmeleri bir yandan evlilik hazırlıklarına başlar Yüzbaşı. Teğmen Behçet’in kız kardeşi Nimet Hanım’ la evlenmeye karar verir. Nişan yaparlar ancak nişan geleneklere ve şeriata aykırı olduğu için çok tepki alır. Aynı gece Bekir Sami’nin de bir oğlu olur ve Selahattin Yüzbaşı adını Doğan koyar.
İstanbul’da Meclis-i Mebusan hazırlıkları başlar. Bu sırada padişah da Bekir Sami’yi kendi tarafına çekerek Mustafa Kemal’i saf dışı bırakmaya çalışır. Halktan ve zengin çevrelerden para yardımı için çeşitli yollara başvururlar. Halil Paşa hapisten kaçarak Kafkaslara geçer ve Selahattin Yüzbaşı’ nın onun yanına gitmesi gerekir ancak nişanlısının kendisiyle gelmesi olanaksız olunca görevi reddeder.
Ankara’daki temsil heyetinden bir genel seferberlik emri yayınlanır. Emire bağlı yazıda Selahattin Yüzbaşı’ nın İstanbul’a giderek Cafer Tayyar Paşa’ nın 1. Kolordu Komutanlığını bırakarak İstanbul Hükümeti ile anlaşıp anlaşmadığını araştırması istenir. Selahattin Yüzbaşı İstanbul’a gider. Burada Cafer Paşa dahil pek çok isimle görüşür ve genel seferberlik emrini okutur.
Bursa’ya döndüğünde 8 Şubat 1920’de nikahları kıyılır.
19 Ocak 1920’de İstanbul’da Meclis açılmış, 28 Ocak 1920’de Misak-ı Milli kabul edilmiştir. Anadolu ile İstanbul hükümetinin arasındaki anlaşmazlık en çok Anadolu’daki kuruluşların işine yarıyordu. Zıt nitelikli emirler arasında istedikleri gibi davranıyorlardı.
İstanbul’da Meclis açılışında Babıali bu durumdan yararlanmak ister ancak Heyet-i Temsilliye İstanbul’da meclisin açılmasına karşın eski durumunu aynen koruyacağını bildirir. Huzursuzluklar sonucu Ali Rıza Paşa kabinesi istifa eder. Damat Ferit Paşa kabinesi göreve getirilmek istense de Anadolu güvenilir bir hükümet göreve gelmezse İstanbul hükümetini tanımayacağını bildirir. Bunun üzerine 5 Mart 1920’de Salih Paşa kabinesi kurulur. 16 Mart’ta itilaf kuvvetleri bütün devlet binalarını işgal ederler, meclisi basarak pek çok tanınmış kişiyi Malta’ya sürgüne yollarlar, yayınladıkları genelgede milli hareketin padişaha ve itilaf devletlerinin dost yaklaşımına karşı bir hareket olduğunu söylerler.
İşgalden az önce Selahattin Yüzbaşı ve yakın arkadaşı Hüseyin Rahmi İstanbul’a gelirler. Kayınpederinin ve Hüseyin Rahminin tayinlerini Bursa’daki tümene yaptırırlar. 19 Mart’ta M. Kemal olağanüstü yetkilere sahip bir meclisin Ankara’da toplanması için gerekli seçimlerin yapılmasına yönelik bir bildiri yayınlar. Bekir Sami telgraflarla Anadolu’yla irtibat kurmaya çalışır. Ancak bir sansür subayı İstanbul tarafından göreve atanır. İstanbul kurtuluş hareketini durdurmaya çalışmaktadır.
Bu sırada Anzavur ayaklanması Balıkesir ve Gönen’de yayılmaktadır. 26 Mart 1920’de 174. Alay kumandanı Yarbay Rahmi Bey eşkıyalar tarafından katledilir. Katledilen subayın ailesine altı bin liralık bir ev satın alırlar. Anzavur yarbayın katlinden sonra daha da kuvvetlenir.
172. Alaya Manyas bölgesine giderek eşkıya ile savaşması emredilir, ancak alay komutanı Yarbay Osman Bey gitmek istemeyince Divan-ı Harb’ e çıkarılmak üzere Bursa’ya getirilir. Bu sırada başlarında kimse kalmayınca birliklerde dağılmalar başlar. Yüzbaşı Selahattin bu duruma müdahale ederek Komutanı görevine iade eder. Anzavur isyanı gittikçe büyür. Ankara’dan yardım gönderilmeye çalışılır ancak yardım kuvvetinde dağılmalar olur ve 600 kişilik bir kuvvet Bursa’ya varır. Bursa’ dan hareket eden tabur kısa süre içinde dağılır ve isyan çıkar. Bursa’ya geri dönerler. Bursa’da ise kırk elli kişilik bir kuvvet bulunmaktadır. Yüzbaşı Selahattin inisiyatifi ele alarak bir dizi önlem ile bu isyanı bastırır. Bu başarısının ardından kendisine binbaşı rütbesi verilmek istese de kendisi geçerli nedenler öne sürerek bu rütbe artışını istemez.
Anzavur ayaklanmasına karşı Çerkez Ethem kuvvetleri görevlendirilir. 19 Nisan’da Anzavur kaçar. Aynı gün Ali Fuat Paşa “Garbı Anadolu Müdafaa-ı Milliye Kumandanı” olarak Bursa’ya gelir. Yanında İstanbul’dan kaçmış Kurmay binbaşı Saffet, Süvari teğmen Saim ve Rıza da vardır. 21 Nisan 1920 Ankara tarihli telgrafla Büyük Millet Meclisi’nin Ankara’da açılacağı bildirilir.
Çevresinde gördüğü sevgi ve saygı sonunda devre arkadaşlarından bazıları ile arası açılır. Bunlardan biri de Hüseyin Rahmidir.
Meclisin Ankara’da açılmasından sonra İstanbul ulusal düzeni yıkmaya yönelik çalışmaya başlar. İstanbul’un ilk tepkisi Adapazarı isyanı ile patlak verir. Hızla da yayılır. İstanbul’daki askerlere bildiriler yollayarak onlarda kurtuluş hareketine çağrılır. Çerkez Ethem ve çetesi Bursa üzerinden Adapazarı dolaylarına gelerek isyanı bastırır.
Askeri hayatı ve özel hayatındaki başarılar, çevresinden tepki gördükçe ailesi ve kendisi ile ilgili söylentilerle de başa çıkmak zorunda kalır Yüzbaşı Selahattin. Hatta bu söylentiler yüzünden zaman zaman Bekir Sami ile de araları açılır.
Haziran ayı sonunda Yunanlılar Bursa yakınlarına kadar ilerlemişlerdir. Bursa’yı yavaş yavaş tahliye ederler. Bu sırada orduda da panik başlamıştır. 8 Temmuz da Bursa’ya Yunanlılar girer. Yüzbaşı Selahattin, polis müdürü, vali, jandarma kumandanı, defterdar ve mebuslarla birlikte şehri terk eder ve İnegöl’e giderler. Buradan da Eskişehir’e geçerler.
13 Temmuz oturumunda Meclis’ te Bekir Sami, Aşır Bey ve Bursa Valisi Hacim Muhittin hakkında gensoru önergesi kabul edilir. 14 Ağustosta Bekir Sami beraat eder, Antalya’ya göreve gönderilir. Yüzbaşı Selahattin eşini Daday’ a yollayarak Antalya’ya gider ve burada Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti çalışmalarını başlatır. Antalya henüz kurtuluş hareketine katılmamıştır. 6 Aralıkta Bekir Sami Şimali Kafkas Askeri Murahaslığına, Yüzbaşı Selahattin ise Murahhas yardımcılığına atanır. 8 Eylülde Rusya’ya gitmek üzere yola çıkarlar. Görevleri kuzey Kafkas halkından bir kolordu oluşturmaktır. Rusya’daki yeni düzenlemeler ve iç savaşlar çalışma ortamına izin vermez. Bekir Sami tedavi için izin alır, Selahattin Yüzbaşı ise eşinin yanına Daday’a gider, orada yirmi ay kalır.
7 Ocak 1921’de bir oğlu (Cengiz), 16 Ocak 1922’de bir kızı (Tomris) dünyaya gelir. Zaferden sonra ilk kez 3 Ocak 1923’te İstanbul’a gider. 5 Ekim 1923’teİstanbul Harbiye Mektebi 2. Bölük Komutanlığına tayini çıkar. İki sene ailesinden ayrı İstanbul’da aynı görevde kalır. 18 Nisan 1925’te bir kızı (Yıldız) daha olur. Bu arada kurmaylık sınavlarına girer ancak sınavlar kopya yüzünden iptal edilince daha sonra çok pişmanlık duyacağı bir şey yaparak askerlikten istifa eder.
Ankara yakınlarında çiftçiliğe başlar. Ancak işler umduğu gibi gitmez, borçlar ve kazançtaki azlık kısa sürede bu işi zora sokar. Çiftçilik iyi gitmeyince ailesini de alarak tekrar İstanbul’ a yerleşir. İspirto ve İspirtolu içkiler İnhisarı olarak göreve başlar. 1932’ye kadar bu şekilde hayatını sürdürür. 1932’de 2 Mart’ta Kaçak İstihbarat Amirliği görevini üstlenir. 1 Haziranda tekelden istifa ederek Trakya, Marmara havzası ve Kocaeli mıntıkasını kapsayan gizli istihbarat görevini sürdürür. 1934 yılında örgüte yeni düzen verir. Ama bazı insanların kurduğu düzene aykırı olunca hakkında söylentiler çıkarırlar ve görevden alınarak Cenup İstihbarat Müfettişliğine verilir. Bu görevden çekilmek ister . Ancak Seyfi Paşa kendisini Güney’ e yollayarak buralardaki durumu incelemesini ister. Güney Anadolu’yu gezer. Ailesine duyduğu özlemi eşine yazdığı mektuplarda sık sık dile getirir. Üç çocuğunu da okutmaktadır. Geçim sıkıntısı çekmektedirler. Urfa’ ya Alay İstihbarat Amirliğine geçer. Burada da kaçakçılıkla savaşır. Daha sonra sırasıyla Gümrük Muhafaza Kaçak Mücadele Müfettişliği, Trakya Muhafaza Müdürlüğü, Bayındırlık Bakanlığı Seferberlik Müdürlüğü görevlerini yapar.
1940’ta eşi Nimet Hanım’ ı uzun süren bir kanser savaşından sonra kaybeder. Bu hayatında onu en etkileyen olaylardan biri olur. Bundan sonra Ankara’ya yerleşir ve ömrünün sonuna kadar Bayındırlık Bakanlığı Seferberlik Müdürlüğü ve Malzeme Müdürlüğü görevini yürütür. 10 Mayıs 1956’da vefat eder.

25 Mart 2012 Pazar

Moskova Hatıraları, Ali Fuat Cebesoy

Moskova Hatıraları, Ali Fuat Cebesoy, Vatan Yayınevi, 1955, İstanbul   
Ali Fuat Cebesoy’un Garp cephesi görevinden ayrıldıktan sonra Moskova Büyük Elçiliğine atanması ve bu görevi sırasında yazmış olduğu hatıralarından oluşmuştur.

Garp cephesi kumandanlığından 21 Kasım 1920 tarihinde ayrıldıktan sonra Moskova Büyük Elçiliğine tayin olan Ali Fuat Cebesoy, görev öncesi durumu ve görev sırasındaki hatıralarını kitabında toplamıştır. Hatıralarının yanı sıra o dönemde yaşanan önemli olayları değişik açılardan değerlendiren yazar kitabında önemli bilgileri bize aktarmıştır.
Kitabına Cenup Doğu Rusya’nın Anadolu’dan görünüşü ile başlayan yazar Kafkaslardaki genel durumu değerlendirmiştir. Bölgede İngilizlerin uyguladığı yanlış politikaları Kafkaslardaki anarşinin önüne geçememiştir. Bolşevikler ise, propaganda sayesine kısmen duruma hakim olmayı başarmıştır. Yazar bölge halklarına bağımsızlık vaadinde bulunan Bolşeviklerin aslında hiçbir Kafkas Devletlerinin istiklalini tanımak niyetinde olmadığını vurgulamaktadır.
Rus ihtilali Anadolu nasıl karşılandığı
hakkındaki değerlendirmesinde yazar; Bolşeviklerin milliyetçiliği hakkında kısa bilgi vermeyi müteakip İhtilalin Anadolu’dan görünüşü hakkında yorumunu şu şekilde yapmıştır: Şunu itiraf etmeliyiz ki o zaman Ankara resmi mehafili Sovyetlerin iç yüzüne tamamı ile vakıf değillerdi. Birinci Dünya savaşından sonra, Batı devletlerinin Türkiye aleyhindeki emperyalist siyasetleri ve Türkiye’yi parçalamak emelleri karşısında Türker, ister istemez Rusya ahvalini hoş görmeye çalışmışlar ve Bolşevikler ile hakiki dost olmaya çalışmışlardır.
Yazar 1Eylül 1920 yılında toplanan Bakü Şark Milletleri Kurultayı hakkındaki değerlendirmesinde; Kurultayın toplanma amacını Başkırt ve Türkistan hükümetlerinde iş başında bulunan Müslüman komünistlerden bazı mühim şahsiyetlerin, Şarkta komünizmin tatbik şeklini salim bir esasa bağlamak, daha doğrusu bu fırsattan istifade ederek kendi iç meselelerini ve şikâyetlerini sayıp dökmek olarak vurgulamıştır. Türkiye’nin de katıldığı kurultayın asıl amacının Şark milletlerine ve memleketlerine mahsus bir meslek kongresi olması gerekirken, Batı emperyalizmine ve kapitalizme karşı hazırlamak ve harekete geçirmek için toplanan hakiki bir ihtilal kongresi mahiyetine büründüğünde bahsetmektedir. Kurultayda; Türkiye’nin bazı sosyalist prensiplerin kabul edebileceği fakat içtimai inkılâpların ancak Türk vatandaşların isteği ve Türk kanunların müsaadesi nispetinde yapılabileceği konusu özellikle vurgulanmıştır. Kurultay Şarkı birleşmeye ve kapitalist İngilizlere karşı mücadeleye davet ile sona ermiştir.
Yazar Türk İştirakiyun Teşkilatı başlıklı bölümde teşkilat hakkında bilgi vermektedir. Teşkilat Birinci Dünya Savaşı esnasında Ruslara esir düşen ve Bolşevikliğin ilanı üzerine Rusya içerilerine dağılan bazı sivil ve zabit Türk esirleri tarafından Komünist Enternasyonal’in bir tertibi ile 1918 yılında kurulmuştur. Teşkilatın asıl amacı Türkiye’de bir komünist inkılâbı yapmak olduğunu belirten yazar, bu hareketin başında bulunan Mustafa Suphi’ yi şöhret ve ihtiras peşinde koşan zeki, kurnaz ve azim sahibi bir şahsiyet olarak tanımlamıştır.
Sovyetler ile resmi temas ve münasebetlerin başlaması bölümünde 23 Nisan 1920 yılında TBMM’nin açılmasını müteakip bir heyetin Moskova’ya gönderilmesinden bahsetmektedir. Rus Sovyet hükümetinin muhtelif yollardan Türkiye ile temas aramaları, hatta Anadolu inkılabı ile ilgileri bulunmayan kimselerin Ankara nam ve hesabına müzakere girişmeleri üzerine, bu temasları yalnız bir kanala toplamak, resmi ve salahiyetli şahsiyetlerle müzakerelerin yapılması ve mümkün olan müsait şartlara bir anlaşmaya varılması maksadı ile Moskova’ya bir heyet gönderilmesi kararlaştırılmıştır. Ankara Hükümeti bu suretle ilk defa olarak Bolşevikler ile siyasi ilişkiye girmiş oluyordu. Heyetin asıl vazifesi Sovyet Rusya ile bir dostluk antlaşması imzalamak ve ihtiyaç olan para bir nevi harp malzemesi yardımını temini etmekti. Hariciye vekili Bekir Sami Beyin başkanlığında Moskova’ya giden Türk Heyeti, Temmuz ve Ağustos aylarında bir dostluk antlaşması esasları hazırlanmış ve sonuna getirmişken Rus heyeti başkanı Sabani’in tam maddelerin parafesi sırasında vazifesinden alınarak uzak bir yere gönderilmiştir. Bunun üzerine Bekir Sami Bey, Hariciye Komiseri Çiçerin’den bir görüşme talebinde bulunur. Görüşmeler sırasında Çiçerin o güne kadar Şark hudutlarımız hakkında hiçbir değerlendirme ileri sürmediği halde birden bire Van ve Bitlis vilayetlerimizden Ermenistan’a toprak terk edilmesini ister ve ancak antlaşmanın ondan sonra imzalanacağını ileri sürer. Bekir Sami Bey kanaat verici ve delilere dayalı cevaplar vermeye çalışsa da Çiçerin’i ikna edemez.
Yazar, Moskova giderken başlıklı bölümde yolculuğu sırasında geçtiği illerden ve buralarda yaptığı görüşmelerden bahsetmektedir. Sivas iline geldiğinde, Sivas Kongresi sırasında yaşanan gelişmelerden kısaca bahsetmekte ve Mustafa Kemal hakkında övgüyle bahsetmektedir. Kars’ta Kazım Karabekir Paşa ve halk tarafından coşkulu ile karşılandığından bahsetmektedir. Kars ta bulunduğu sırada Rus Ankara mümessili ile görüşme yapan yazar, Rusya’daki havanın değiştiğini ve Türkiye ile ilgili meselelere daha ehemmiyet verildiği yolunda bilgiler edinmiştir. Kars’dan sonra Tiflis’e geçen yazar burada Gürcistan hakkındaki değerlendirmesinde; İngiliz emperyalizminin himaye eder gibi göründüğü Gürcistan’ı bir taraftan yemlik olarak Rusların önüne attığından bahsetmektedir. Tiflis’ten Bakû’ye geçen yazar Bakü ile ilgili gözlemlerinde; Her şeyin devletleştirildiğini, serbest hayatın kaldırıldığını, yaşayışın devlet programına ve usullerine göre tanzim edildiğinden bahsetmektedir. Bakü’de Halkın ihtiyaçlarını karşılamak zorlandığı ve durumun hiç de iç açıcı olmadığını anlatmaktadır.
Yazar Moskova’daki görevine başlamasından kısa süre sonra Rus Hükümeti ile müzakerelere başlamıştır. Türk tarafı askeri malzeme yardımı yanın da; Rusların yapacakları yardımın gizli tutulması, Misak-ı Millinin tanınması, Boğazlar meselesi, Çarlık Rusya’sı ile yapılan antlaşmaların ilgası ve Batum şehri konularındaki taleplerini Ruslara bildir. Sovyet Hükümetinin amacı ise Türkiye, Polonya, Orta Avrupa ve Balkan milletlerinin varlığını ve istiklalini tanıyarak, onlara dost ve yardımcı görünerek Batılı ülkelerden daha yakın olduğunu göstermekti. Moskova Anlaşması 16 Mart 1921 yılında imzalanır. Ayrıca 1 Mart 1921’de Afganistan ile bir dostluk antlaşması imzalanır.
Yazar aynı dönemde Rusya’da bulunan Enver Paşa ve arkadaşları ile temasa geçmiştir. Yazar Enver Paşanın amacının; İslam âlemindeki ve Şark milletleri nezdindeki şöhretlerine ve Alman askeri ricalinden bazılarının dostluğuna güvenerek, o tarihte dünyaya hakim olmak isteyen İngiliz emperyalizmine karşı Ruslardan istifade ederek bir savaş açmak olarak değerlendirmiştir. Ancak bunun hiçbir zaman gerçek olmayacak bir hayal olarak nitelendirmiştir. Sovyet Hükümetinin Enver Paşa ve arkadaşları ile ilgilenmesindeki amacını ise iki nedene bağlamaktadır. Bunlardan birincisi; İslam Alemi ve Doğu milletleri üzerindeki nüfuzlarından yararlanarak bu milletlere istiklal vaat ederek Orta Asya da ve Hindistan’da İngiliz emperyalizmi ile mücadeleyi temin etmek. Diğeri ise; Enver Paşa ve arkadaşlarının Türk ordusunun takviyesi maksadı ile Anadolu’ya Azerbaycan piyadeleri ile Kafkas süvarilerini götürmek, bunların arkasında Üçüncü Enternasyonale bağlı ve kendilerinin meydana getirdikleri Türk Komünist partisinin teşkilatını Anadolu’ya da sokmak, Ankara Hükümeti ile Enver Paşa taraftarları arasında çıkması muhtemel ihtilaflardan faydalanmak ve Anadolu’da da Kafkaslarda ve Ukrayna’da olduğu gibi bir Türk Şualar devleti kurmaktı.
Orta Doğu ve Müslüman milletler ile ilgili değerlendirmesinde bölge milletlerinin istiklal mücadeleleri ile Türkiye’nin istiklal mücadelesi arasında sıkı ve samimi ilişkiler bulunduğunu anlatmıştır. Doğu milletlerinin yalnız başlarına İngiliz emperyalizmi ile mücadele edemeyeceğini düşünen yazar, muhakkak suretle Türkiye ve Rusya’dan maddi ve manevi yardım görmeleri gerektiğini belirtmiştir. Bu durumu anlayan İngilizler ise; öncelikle Türkiye’yi ortadan kaldırmayı sonrada Rusya’ya sıkı bir abluka uygulamaya karar verdiğini belirtmiştir.
Yazar İkinci İnönü zaferinin Sovyet Rusya ve Batılı ülkeler üzerindeki etkisinden bahsetmiştir. Zafer, Batıda ve özelikle Rusya’da etkisi büyük olmuştur. Yunan ordusunun Anadolu’da uzun süre dayanamayacağı ve hatta boğazları bile savunamayacağı fikri kabul görmüştür. Fransa ile İngiltere arasında fikir ayrılığı oluşmuş ve Fransa cephesinde Yeni Türk devletini tanıma eğilimi başlamıştır. Ancak Rusya Türkiye’nin lehine olan bu siyasi gelişmelerden rahatsız olarak yapmaya başladığı askeri yardımı kesmiştir.
Rusya’daki tebaamız durumu hakkında bilgiler veren yazar Rus inkılâbının başından itibaren Türk, özellikle Müslüman olan tebaamız çeşitli nedenler ile menfaatlerini, Müslüman olmayanlar kadar koruyamamıştır. Bazılarının evlerine el konulmuş, ticaretle uğraşanların malları ve parları alınmış,  tüccarların ise alacakları verilmemiştir. Hatta alacakların miktarı Sovyetlerin Ankara Hükümetine yapmış olduğu nakdi yardımın yarısı olduğu değerlendirilmiştir.
Kütahya- Eskişehir muharebeleri sonrası durumu değerlendiren yazar Rusların ahde vefa göstermediklerini vurgulamıştır. Bu muharebeler sonucu ordumuz Sakarya’nın doğusuna çekilmek zorunda kalmıştır. Yunan başarısı üzerine Ankara’nın dağılıp dağılmayacağı konusunda şüphelenen Rusya, dağılması durumunda Anadolu milli idaresinin Enver Paşa ve arkadaşları ile yeniden kurulabilmesi için Enver Paşa ile anlaşarak onu Batum’a göndermiştir. Müslüman kuvvetlerle Enver Paşayı takviye edeceği vaadinde bulunmuştur. Sakarya muharebelerinin kazanılması Rusların planlarının suya düşmesine neden olmuştur. Sakarya zaferinden sonra Türkiye ile Fransa arasında imzalanan Ankara Antlaşması Rusya’da ve İngilizlerde tepkilere neden olmuştur. Türkiye ise Batıdaki iki önemli düşmanın fikir ayrılığına düşmesinden oldukça memnundu.
Yazar kitabının son bölümünde ise elçiliğin Rus görevliler tarafından basılması ve Moskova’dan ayrılması konusundan bahsetmiştir. Elçiliğimiz Rus resmi görevlileri tarafından basılarak, belgelerine el konulmuş ve elçilik personeli Yüzbaşı Emin Bey rehin olarak alınmıştır. Yüzbaşı Emin Bey daha sonra serbest bırakılmış ancak belgeler geri alınamamıştır. Bu çirkin olay sonucunda Ali Fuat Cebesoy ve elçilik heyeti memlekete geri dönmek kararı almıştır.

10 Mart 2012 Cumartesi

Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti ve Harbiye Nezareti Teşkilatı, Zeynel Abidin Küççük

Osmanlı Askeri Salnamelerine Göre Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti ve Harbiye Nezareti Teşkilatı, Zeynel Abidin Küççük, Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2002, Kırıkkale (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi)
 
Osmanlı Ordusundaki Kurmay Sınıfının Teşkili ve Özellikleri

        Yazar bu tez çalışmasında; ilk olarak Avrupa'da başlayan ve sonraları "Osmanlı Ordu Teşkilatına giren" Erkân-ı Harp ya da günümüzdeki anlamıyla "Kurmay" sınıfının hizmetleri ile görevlerinin içeriği ve teşkilatlanması sırasında yaşadığı tarihsel gelişimi gözler önüne sererek okuyucuların faydasına sunmayı amaç edinmiştir.
        Erkan ve Erkan-ı Harp sözcüklerinin tez kapsamında anlamları;
        Erkan: "İleri gelen" yerinde kullanılan bir terimdir. Askerî anlamda Miralay'dan yukarı rütbeye sahip olan şahıslar için kullanılır. Mülâzım ile Yüzbaşı'ya "Zâbitan", Binbaşı, Kâim-i makam, Miralay'a "Ümerâ", Mirliva, Ferîk, Birinci Ferik ve Müşir'e de "Erkân" denilirdi.
        Erkan-ı Harp (Kurmay) : Ordunun harp faaliyetini hazırlayıp uygulayan ve teknik gelişmeleri takip ederek gerekli yenilikleri kullanan emirler ve subaylar hakkında kullanılan bir terimdir. "Savaş planları hazırlayan ve kendisine savaş usulü hakkında danışılan kişi" anlamlarını da içermektedir.
        Osmanlı Ordusun da Erkân-ı Harp sınıfına ayrılabilmek için Harp Okulundaki eğitimin çok başarılı geçmiş olması gerekirdi. Kendi sınıfı içerisinde emsalleri arasında üstün başarı gösteren bu gibi şahıslar "Seçkin" olarak nitelendirilirdi. Diğerleri ise "Sıra Subayı" olarak adlandırılırlardı. Erkân-ı Harpliğe ayrılanlar ayrıca Erkân-ı Harbiye Okulunda eğitim görürlerdi. Bu eğitimi başarıyla geçenler "Erkân-ı Harp" unvanını alırlardı. Erkân-ı Harp'ler diğer ordu mensuplarına nazaran seçkin bir yere sahip oldukları gibi, diğerlerinden daha önce terfi ederlerdi. Erkân-ı Harp'in bugünkü karşılığı "KURMAY" dır.
        Avrupa'da sanayi devriminin paralelinde baş gösteren teknik gelişim, ordu teşkilatlarında bir takım yeniliklerin de ortaya çıkmasında etken olmuştur. Ordu yapısının teknik donanımlarla desteklenmesiyle beraber, düzenli orduların sevk ve idaresinde de değişimler yaşanmıştır.
        Bu değişimlerin gerekliliği olarak Avrupa ordularında "Kurmay Sınıfı" adı altında yeni bir sınıf doğmuştur. Osmanlı ordu teşkilatı yapısında da bu sınıfın oluşturulması için çalışmalar başlatılmış, bu amaçla Osmanlı Devleti tarafından yurt dışına eğitim amaçlı personel gönderilmiş ya da yurt dışından yabancı askerî uzmanlar getirtilmiştir. Bütün bunların sonucunda Osmanlı Ordusunda kurmay teşkilatı oluşturulmuş, harbin gereklerinden olan insan, silah ve donanım faktörlerinin temini ve idaresi amacıyla, Harbiye Nezareti teşkilatı kurulmuştur.
        Türk Askerî Tarihinde genel anlamda Kurmaylık Hizmeti ve Kurmaylık Teşkilatı Rumî 1265 (Milâdî 1849) yılında, yani yaklaşık 160 yıl önce oluşmaya başlamış ve ilk kurmay sınıfı Osmanlı Devleti’nde, Rumî 1265 (Milâdî 1849) senesinde mezun edilmiştir.
        Bu dönemde Osmanlı Devletinin, Avrupa ve özellikle Fransa ile ilişkileri yoğundu. Orduda yenilik çerçevesinde İstanbul'da bir kurmay okulunun kurulmasına gerek görülmüş ve yapılmıştı. Bu okul, yüksek sevk ve idare görevlerine yönelik aday kişiler yetiştirmekten başka, orduya fen ilimlerine sahip olan çok yönlü eğitim almış bir sınıfı oluşturmayı amaçlıyordu. Harp Okulunda zaten ordunun işbirliğini sağlamak amacıyla birçok dalda uygulayıcı subaylar yetiştiriliyordu. Her yıl, Harp Okulunun son sınıfından mezun olanlardan en yüksek not alan 8-10 kişi, açılan kurmay okuluna gönderilerek birçok konuda değişik dallarda eğitime tabi tutuluyordu. Buradan mezun olanlar ise, bir daha kıtaya dönmemek üzere "Kurmay" unvanını alarak çeşitli mesleklere seçiliyordu. Bu okul, birçok mühendis, edebiyatçı, kâtip ve şair yetiştirmiştir. Beyazıt Kulelerinin mimarının da buradan çıkmış olması, burada verilen eğitimin içeriğinin en açık göstergelerinden birisidir. Ancak bütün bunların yanında bu okulun, ordu için gerekli görevleri karşılayamadığı da bir gerçektir.
        Erkân-ı Harp (Kurmay) okulunun ilk kuruluş yapısı, ordunun ihtiyaçlarını tam olarak karşılayamadığı ve bu okuldan stratejik düşünebilen subay yetiştirilemediğinin görülmesi üzerine okul; askerî ve fennî olmak üzere iki sınıfa ayrılmıştır. Fennî sınıflarda özellikle matematik ilmine ağırlık verilmekle birlikte, askerî sınıflarda matematik ilminin verilmesi yanında imkânlar dâhilinde askerî eğitimin verilmesine de özen gösteriliyordu.
        1920'li yılları başında Harbiye Nezareti mahzen evrakı araştırılırken Rumi 1296' da yazılmış bir "Erkân-ı Harbiye Hidemâtı Nizamnamesi" bulunmuştur. Nizamname incelendiğinde baştan aşağı Moltke'nin kurduğu kurmay teşkilatının sistem ve modeline göre yazıldığı anlaşılmış, ancak istenilen seviyede yürürlüğe konamamıştır. Bu nizamnameye eğer titizlikle uyulsaydı hiç şüphesiz Erkân-ı Harbiye (kurmay) teşkilatı söz konusu yıllar içerisinde en iyi bir şekilde kurulacaktı.
        Osmanlı ordusundaki Erkân-ı Harbiye (kurmay) teşkilatı, eski sistem ve zihniyetiyle Goltes Paşa zamanına kadar yaşamıştır. Bu süre zarfında da birçok kıymetli zaman değerlendirilememiştir. Goltes Paşa, Osmanlı Ordusunda gerek teşkilat ve gerek askerî eğitim alanında önemli işler yapmış ve faydalı faaliyetlerde bulunmuştur. Öncelikle şu gerçek göz önünde bulundurulmalıdır ki, Goltes Paşa, Sultan II nci Abdülhamit gibi baskıcı bir hükümdarın zamanında çalışmak zorunda kalmıştır.
        Goltes Paşa, bu şartlar altında askerî okullarda bir takım düzenlemeler yaptı. Ancak kıt'adan subay yetiştirme usulünü yerleştiremedi. Harp Okulunu tek bir nokta olan askerlik sanatı üzerinde yoğunlaştırdı. Bu amaçla da lüzumsuz olan birçok dersi kaldırdı. Genelde “harp taktikleri ve harp tarihinin ağırlıklı" olarak işlenmesine önem verdi. Bizzat tatbikatlar, geziler ve harp oyunları yaptırdı. Bilhassa gençler üzerinde etkili olan bu tür faaliyetlerle, gençliğin askerlik sanatı üzerine ilgilerinin artmasını sağladı. Ancak kurmay okuluna girebilmek için orduda başarı ile hizmet etmiş olmayı şart olarak koyamadı. Fakat nazarî eğitim alan kurmay subayların, kurmay okulundan çıktıktan sonra sekizer aydan iki sene kıt'a hizmeti yapma şartını kabul ettirebildi. Gerçek yenilik ve uygulama ancak köklü değişikliklerle mümkündü.
        Yazar eserinde, Askerî Salnameler de yer alan değişik yıllara ait (Rumi 1282(1866), Rumi 1283 (1867), Rumi 1286 (1870), Rumi 1287 (1871), Rumi 1304 (1888), Rumi 1308(1892),  Rumi 1309(1893),  Rumi 1311 (1895),  Rumi 1324 (1908),  Rumi 1330 (1914),  Rumi 1334-1335 (1918-1919)), Osmanlı askerî teşkilat yapısı ile günümüz askeri teşkilat yapısı hakkında bilgi vermektedir.
         Sonuç olarak, Türk Milleti, yerleşik hayatla birlikte, askerlik sanatını ve savaş usullerini dünya coğrafyasına öğreten bir özelliği de taşımaktadır. Orta Asya'dan itibaren düzenli ordu sistemini başarıyla uygulamış ve kendi harp usulünü zekâsıyla ortaya koymuştur. Stratejik düşünce ve planlı bir harekâtı icra etme yeteneği milletin doğasıyla özdeşleşmiştir. Bu sayede üç kıtaya yayılarak, Osmanlı Devletinin yükseliş döneminde hükmettiği coğrafya, kırk iki milyon kilometrekareye ulaşmıştır. Ancak sanayi devriminin Avrupa'da yaşandığı sıralarda, devletin uyguladığı sistemin bu gelişmeler karşısında iyileştirilmemesi, teknik yönden yetersiz kalınması, Osmanlı bürokrasisini gerilettiği gibi, ordu teşkilatında, çağdaş ordulardan geri kalmasına sebebiyet vermiştir.
        Napolyon dönemiyle birlikte ilk olarak Fransa'da adı geçen ve strateji üretmek, ileriye yönelik harekât planları yapmak amacıyla oluşturulan "Kurmay Sınıfı" Türk Ordu Teşkilatında hemen yerini alamamıştır.
        Türk Ordu Teşkilatında, kurmay sınıfının oluşturulması amacıyla, Avrupa ordularından yardım alınmış ve seçkin birçok asker bu amaçla eğitime gönderilmiştir. Özellikle, Prusya ya da sonraları Almanya Ordularında kurmay eğitimi alan subaylar; Osmanlı Ordu teşkilatında görevlendirilmiş ve bunun yanı sıra Prusyalı birçok general de danışman ve eğitmen olarak bizzat ordu içerisinde görev yapmışlardır.
        Osmanlı Ordu Teşkilatını yıpratan en önemli husus "Liyâkat" sisteminin çalıştırılamaması olmuştur. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren orduda gerekli düzenlemeler yapılmış ve modern ordunun sarsılmaz temelleri atılmıştır.

29 Şubat 2012 Çarşamba

5.Tim, Abdullah Ağar

5.Tim, Abdullah Ağar, Otopsi Yayınları, 2004,İstanbul    
Kitabın yazarı Abdullah Ağar’ın Bolu Komando Tugayında tim komutanı olarak olarak görev yaptığı OHAL bölgesindeki iç güvenlik harekatında yaşadıkları  anıları içeren  bir çalışma.
    1989 yılında Harp Okulu’ndan mezun olan kitabın yazarı Abdullah Ağar,  Piyade Okulu’ndaki Subay Temel Kursundan sonra  kıt’a hayatına 1990 yılında başlamış olur.
    Bolu Komando Tugayı o dönemde terör olayları nedeniyle  güneydoğuda görev yapmaktadır. Dört arkadaşıyla beraber birliğe katılmak üzere güneydoğu doğru yolculuğu başlarlar. Otobüsle devam eden yolculuk Şırnak’ ta son bulur ve  burada herkes birliklerine gitmek üzere birbirlerinden ayrılırlar.
    Yazar birliğine katılmak üzere helikopter beklemek maksadıyla geceyi Şırnak’ta geçirir. Burada ilk kez çatışmada öldürülen öcüye benzemeyen bir terörist cesedi görür. Ertesi gün aynı birliğe gideceği devre arkadaşı Halit helikoptere yetişemez ve Dedeören üs bölgesinde  bulunan birliğine yalnız katılır.

    Yazarı, bölüğün idari işlerinden sorumlu başçavuşu karşılar. Yaklaşık bir saat sonra aynı helikopter ile devre arkadaşı Halit’te gelir. Muharrem Başçavuş Abdullah Teğmen ile Halit Teğmen’i kalacakları yer olan barakaya götürür.
    Tabur komutanı uyanınca yanına çağırır ve bu zıpkın gibi iki teğmenle  tanışır. Komutan bölük astsubayına gerekli malzemeleri vermesi için talimat verir. Güner Binbaşı iki teğmeni yanına çağırır ve onlara ilk geceden operasyon müjdesini verir.
    Gece operasyon için intikale başlarlar ve sabaha kadar yürürler.    İkinci gece Miren Tepe’de, bölük komutanıyla tanışır. Oradaki en hızlı ve en büyük tecrübe ilk temasla veya arazide gece kalmakla sağlandığı için kısmen tecrübe kazanım yolunda ilk adımı atmışlardır. Üç günlük operasyon bitmiş ve üs bölgesine dönüş başlamıştır.
    Ekim ayının başlarında Şırnak’ın kuş uçuşu 20 km batısında Gabar Dağı’ ndadır. Gabar Dağı’ nın engebeli arazisi kolay kolay geçit vermez. Yürüyüş mesafesi yaklaşık 50-60 km.dir. Artık dağdan o kadar sıkılmışlar ki bir an önce hazar kışlaları olan Bolu’ya dönmek isterler. Fakat İkizce’ye doğru gidecekleri haberini alırlar. Tabii sevinçte beraberinde gelir. Fakat sonradan öğrenirler ki İkizce’den binecekleri araçlar otobüs değil Ballı köyüne taşıyacak operasyon kamyonlarıdır.
    Ballı köyüne geldiklerinde sınıra çok yaklaştıklarını hisseder. Ballı çok büyük harekâtın en kritik üssüdür. Yakın zamana kadar basit jandarma karakolu iken Şırnak bölgesindeki en kapsamlı üs olmuştur. Ballı karakolundan biraz daha ileride “köpek çadırı” adını verdikleri komando çadırlarını kurarlar ve operasyon hazırlıklarına başlarlar.
    Ballı’dan çıktıktan sonra 15 saat yürürler ve Kayseri Hava İndirme Tugayı birlikleri ile buluşurlar. O  birlikten eski arkadaşları ile karşılaşır. Hedefleri yaklaşık kuş uçuşu 12 km, araziden yaklaşık 25 km.dir. Yol güzergâhında “Sinath kampına” doğru giden patikalar vardır, fakat aldıkları eğitim gereği onları kullanamayacaklarını biliyorlardır. Gece olunca İkiz Tepeler civarına tertiplenirler. Gece nöbetleşe uyuyarak geçirirler. Bu tepeler hattında birkaç gün arazi araması yaparlar. Bölgede aşırı derecede mayın vardır. Başka bir birlikten bir yüzbaşı mayına basmış ve ayağını alıp götürmüştür. Dağda görev yapan askerler arasında şu söz çok yaygındır “Herkesin basacağı mayın bellidir”.
    Operasyon sona ermiş ve 8-10 saatlik yürüyüşten sonra başka bir operasyon için Ballı’ya dönmüşlerdir. Burada hem silahların hemde askerlerin bakımı yapılır.
    Gelecek birkaç gün ikinci Kuzey Irak görevi başlayacaktır. Operasyona çıkmadan önce 5.Tim sucuk, kaşar gibi malzemelerden oluşan bir ziyafet verir. O gece yazar, düşünceden uyuyamaz.
    Kuzey Irak’a gidiş zamanı gelmiştir. Çadırlarını toplarlar ve araçlarla intikale başlanır. Sarp ve yüksek kayalıklardan geçildikten sonra arazi artık tanınmamaya başlar, bunun sebebi de ilk kez girilen yerlerdir. Gülyazı’ya gelince Kayseri Komando Tugayı ve Özel Kuvvetler Komutanlığı’nında burada olduklarını görür. Burada istirahat ettikten sonra son sigaralar içilir, helalleşilir ve gece karanlığında korucularla birlikte yürüyüşe başlarlar.
    Dağda, her an ve her yerde bir mermi yeme ihtimali vardır. Bu ihtimal gerçekleştiğinde ister asker, ister korucu ister terörist olsun, en güvenli, en etkili yerde ve düşmanından yukarıda olmak ister, işte bu kuralı ne yazık ki en çok asker ihlal eder. İhmalin sebebi yorgunluktur. Boş vermişliğe neden; mukavemetin kırılmış olmasıdır. Ruh, benliğin salladığı zokayı işte burada bu noktada yutar. Uzun uzadıya yürüyüşler askeri yordukça kolay yerden gitme eğilimi artar. Bu mahkum düşük irtifa araziden, kolay yürünen yerlerden geçme şeklinde kendini bulur. Arazide intikal eden askerin başına ne zaman kötü bir olay gelmişse, kö¬keninde yüzde doksan bu davranış vardır.
    Yazarın yaşadığı her zorluk, fazlasıyla onların başında da vardır. Hele, o ağır silahları ve mühimmatları taşıyan Mehmetlerin hakkını kim ödeyebilir? Yorgunluk sınırını çoktan aşmışlar, iradelerini ortaya koyarak mesafeleri aşmaya çalışırlar. 5. Timin hali artık iyi değildir. O güler yüzlü habercisi bile, asık yüzlüdür. O anda yaşanılan şeyler, pek çok insanın tatmak dahi istemeyeceği cinsten duygulardır.
    Bu uzun yürüyüşten sonra Düğün Dağı “Gelin”lerine kavuşur ve dağın yamaçları karınca yuvasını andırmaktadır. Her tarafta bir hareketlilik vardır. Askerler kendilerince bir şeylerle uğraşmaktadırlar. Helikopterlerin birisi inip, diğeri kalkmaktadır. Dağın 5.Tim tarafına havanlar mevzilenmiştir. Görünmeyen hedeflerine ateş etmektedirler. Yukarılarda bir yerlerde koca bir ateş yanmaktadır. İşte harekatın ileri üssü ve o üssün içindeki ileri karargah burasıdır. Gelecek günlere hazırlanmaktadır.
    Teröristler “Türk Ordusu Kuzey Irak’a giremez” propagandası yapmaktadır. İntikal esnasında bölüğün üzerinden mermiler geçmeye başlamıştır. Yazar durumu anlamaya çalışmaktadır. Mermilerin havayı yararken çıkardıkları ses duyulmakta, patlama sesleriyse uzaktan gelmektedir. Perde açılmış, ilk müsademe başlamıştır. Kuzey Irak'a giren Türk askerleri, ilk defa mermi yerler. Bu atışlara karşılık vermeye güçleri yoktur. Onlara uzak mesafededir. Durum, daha çok önlerindeki ikinci bölüğü ilgilendirmektedir. Bu atışların türü tacizdir. Yaşanılan bu durumun kendine özgü bir anlamı ve o anlamın gerektirdiği bir hareket tarzı onları da beklemektedir. İlerlemek zorunda oldukları bir zamandır.
    PKK’nın onları gözetlediğini ve takip ettiğini hissederek ilerlemeye devam ederler. Geceyi burada geçireceklerine dair emir gelir. Artık asker uyuyacaktır. Yazar yardımcısı Ahmet Asteğmeni yanına çağırarak gece için tedbirler almasını söyler. 5.Tim ne kadar yorgun olursa olsun tecrübelidir.
    Sabah yine intikal başlar. Önlerinde derin bir vadi vardır. Tek taraflı emniyetin bile yeterli gelmeyeceği kadar derin, dar ve diktir. İçinden akan bir su vardır. İlk operasyonda dolaşılan yerlere; Sinath Vadisi’ nin girişine kadar uzandığını tahmin edilmektedir. Eski bir patika üzerinde yürümeye başlarlar. Sonra kendilerini aniden düz bir zemin üzerinde bulurlar ve orası da Irak ordusundan kalmış bir helikopter pistidir.
    Gerilla Harbi doktrinlerine dayalı mücadele anlayışı gün geçtikçe daha fazla işlerlik kazanıyor. Güneydoğu’da yaşananlar, harp literatüründe köklü değişikliğe yol açabilecek sayısız tecrübelerle doludur. Genel taktik anlayışında, gündüz uygun olmayan koşullarda bir çatışmayı kabul etmemek vardır. Gece ise, gece geleni saklar.
    Operasyonun bir sonraki safhasıyla ilgili emir, önlerindeki geceyi ilgilendirmektedir. Tabur öncüsü kura ile belirlenir, İkinci bölük şu an bulunulan yerde kalacak Muharrem Üsteğmenin bölüğü öncü bölük olacaktır.
    Her birlik kendisine tahsis edilen ara hedefleri ele geçirerek alanı temizleyecek, sonra da nihai hedefte buluşacaktır. Ara hedefler kritik olarak kabul edilse de, asıl hedefe yönelen akışta, ele geçirilmesi ve devamlı kontrol altında tutulması istenmiş ve plan buna göre yapılmıştır. Bu anlamda birinci hat birlikleri olarak ifade edilen Abdullah Teğmenin taburu, Özel Kuvvetler ve bir jandarma taburu, üç ana mihverden sızarak başladıkları harekatı, kendi cephelerine çatan hedefleri ele geçirerek devam ettirecekler, en sonunda da ''Düğüm" denilen tepede buluşacaklardır.
    Operasyon için intikale başlanır. Sanki iniş hiç bitmeyecek, derken nihayet biter. Ancak ağırlık noktası yön değiştirince, bütün yük onların ayak parmaklarına biner, parmaklar dışarıya fırlayacakmış gibi postalların önünü zorlar.Kol başı, vadi tabanını geçerken bir süre beklerler. Tabanda oluşmuş büyük bir açıklık ve önlerin de koca bir kaya bloğu vardır. Yardımlaşarak onu da aşarlar ve nihayet sırtın üzerine çıkarlar. 6 saate yakın bir intikalle oraya gelebilmişlerdir. Evet, beklenen an gelmiştir artık,  bir çatırtının kopmasıyla ortalık kızılca kıyamete döner. O güne kadar görmedikleri bir yoğunlukta mermi yağmurudur. Üçüncü bölük çatışmaya tutuşmuştur. Ülke sınırları içerisinde vurkaç taktiğini uygulayan PKK sanki burada bulunduğu yerleri savunmaya kararlıdır.
    Teröristler önden giden 3 nci bölüğün değil, tüm kayalıklar tutulmuştur. Yazar bölük komutanına araziyi ve teröristlerin yerini ve kendi planını anlatır. Bölük komutanı planı uygulamaya karar verir. 5.Tim manevraya başlar. Zirveye yaklaşılırken silahların emniyetleri açılır ve birazdan temas sağlanır. Timin sıhhiyecisi ilk etapta vurulur. Yazar, sıhhiye eri İsmail’e ulaşmaya çalışırken bir terörist ile karşı karşıya kalır ve ateş eder ve teröristi göğsünden vurur. Fakat İsmail’i bir türlü çekemezler. Bu esnada Abdullah Teğmenin yanına bir roket düşer kendisine bir şey olmaz aksine roketin düştüğü tarafın ters istikametindeki bir asker yaralanır. Yaralanan askeri de diğer yaralı olan askerin yanına götürürler.
    Teröristler o çatışmada 5. Time 150 - 200 roket atarlar. Yazar, bölük komutanına 5.Timi ateş tutmayan bir yere çekmek için teklifte bulunur. Ve zorlu bir mücadeleden sonra zayiatsız bir şekilde güvenli bölgeye çekilebilirler. Bölgeyi ateş altına almak için uçaklar gelir. Hedefe bombalarını bırakırlar. Bu esnada iki askeri daha yaralanır.
    Özellikle, yeni tertipler için, bir teröristi yakından görmek önemlidir. Mücadele ettiği adamın neye benzediğini hepsi bilmek ister. Bu hem merak, hem de bir ihtiyaçtır. Görmemiş bir asker için terörist; uzaydan gelmiş bir yaratık gibidir. Karanlık çöktüğünde, dört beş askerle beraber, teröristin cesedinin bulunduğu yere giderler. Cesedi bir pançonun içinde düz bir alana indirirler. Onlar PKK'nın içindeki sünnetsizlerdir. Bunun örneklerinden bir tanesi de, Görümlü Köyünde yaşanmıştır.
Görümlü, Cudi Dağı'nın güneyinde, Hırçi ve Ezmin Tepe' lerin altındaki bir köydür. Yakınlarında konuşlanmış Komando Taburu karanlık bir haziran gecesi basılmak istenmiştir. Bilinen en çetin baskın teşebbüslerinden birine, bütün gece boyunca karşılık veren tabur, ertesi sabah durmamış; üzerine gelenlerin üzerine gitmiştir. Sonuç; saklanmaya çalışılan gerçeğin ta kendisidir..
    Ele geçenlerden birisi de köyün imamıdır. Ve bu imam sünnetsizdir. Döşaçan Teğmen'le, Subaşı Astsubay, imamın koynundaki haçı da bulurlar. İmamın evinin gizli bölmelerinden İncil toplarlar. Şüphelenip, duvarda asılı duran resmin arkasına da bakarlar ve bir de ne görsünler? Sünnetsiz imam poz vermiş; bir elinde koskoca bir roketatar, yanında da sevgili Apo'cuğu vardır.
Sünnetsiz bir misyoner ajanın, o dağ köyünde olmasının ciddi bir sebebi vardır. Ve o sebep, askerin ne ile neden mücadele ettiğini de anlatır. Bu oyun, 1700'lerde başlayan; "böl-parçala-yok et” hesabının bitmeyen ve bitmesi hiç istenmeyen yanıdır.
    Gecenin sabaha dönen yüzünde bir askeri koşarak yanına gelir. Komutanım “Havar mı navar nı” sesler duydum, “galiba birileri geliyor” der. Şüphelenip o bölgeye askeriyle beraber yönelir. Birden karşılarında teröristler. İlk hamlede tetiğe basarken birden bir sıcaklık hisseder. İşte o an yaralandığı andır.
    Yazar sürünerek geri gelir fakat arkada çatışma devam etmektedir.     Sol tarafta dün öldürdükleri teröristin cesedini görür. Daha sonra aşağıdaki Jandarma Taburuna yürüyerek kısmen sendeleyerek ulaşır. Doktor 3 delik var komutanım diye seslenir. Bulundukları bölgeye helikopter indiremediklerini kendisi de bilmektedir. Helikopter beklerken bu esnada tim komutan yardımcısı Ahmet Asteğmenin, dedektörcü askerlerle kendisine teröristi haber vermeye gelen askeri de kaybettiklerini öğrenir.
    Burun delikleri sızlamakta, dudakları titremektedir. Gözleri dolar, sonra da boşanmaya başlar. Bir şeyler konuşmaya çalışır beceremez. Zaten konuşacak şey yoktur. Hissedilen şey anlatılabilecek şey değildir. Bunlar kelimeye nasıl dökülür? Bilemez. Başını yana çevirir ve öylece kalır. Gözleri semaya dikilir ve öylece, göz yaşı boğazını tıkar.
    Daha sonradan ilk yaralanan asker olan sıhhiye eri İsmail’ ide kaybettiklerini öğrenir. Büsbütün içi burkulur. Helikopter gelir. Abdullah Üsteğmen ve onun gibi yaralı 4 askeri ve bir de şehidi alarak Şırnak İstikametine koyulur. İlk tedavi Şırnak tugayının revirinde yapılır. İlerideki iki bölüğün komutanları da yaralanmıştır. Onlarda diğer odalarda yatmaktadır. İlk ziyaretçileri pilotlardır.
    Abdullah Üsteğmen ailesine bu haberi nasıl vereceğini düşünmektedir. Haberi kontrolsüz bir kaynaktan alıp, evhamlanmalarını istemez. İnsanlara kötü bir haber vermeden önce, alıştıra alıştıra söylendiğini düşünür. Telefonda abisi ile görüşür ve olayı anlatır. Ve üzerinden büyük bir yük kalkar.
    Hastanedeki havayı yoklayınca çatışmanın sadece 5. Tim bölgesinde değilde, hem özel kuvvetler hemde 3. bölük bölgesinde olduğunu anlar. Hastanede yatarken komutanlar ziyaretine gelir. Asayiş Komutanı, Kendi Tugay Komutanı ve yanında diğer paşalar. Onunla sohbet ederler ve geçmiş olsun dileklerini söyledikten sonra ayrılırlar.
    Hastanede o hariç 5.Tim’ den 4 yaralı er daha vardır. Onlarla oradayken arkadaş havasında sohbet eder, onların sorunlarını aileleri hakkında anlattıklarını dinler. Yaşadıkları olayları hep beraber konuşurlar ve durumları değerlendirirler. Askerle yaralı muhabbeti yapmak ne zor olduğunu farkındadır. Onlara şefkatli, sevecen davranmayı beceremez, fakat bunun yanı sıra, kalpleri kırılacak diye de, ödü kopar. Dağda iken çok rahat anlaşıyordu. Orada sertlikle kıvam bulmuş bir sevgi hali vardır. Birbirine güvenen ama hiç bir zaman buna güvenmeyen bir üslup ortaya koyulurdu. Bilinir ki ; "Güven, kontrole mani değildir” Asker yaptığını yeterli görür, komutansa bu fikri çoğu kere paylaşmazdı.
    Yazar istirahatlı olarak Şırnak hastanesinden taburcu olmuştur. Oradan direk havaalanına oradan da memleketi Ankara’ya doğru yol alır.
    Uçak Ankara’ya geldiğinde bütün ailesi havaalanındadır. Bütün aile özlemle sevgiyle onu kucaklar. İstirahatını evde geçirir. İstirahat süresi bittiğinde rahatsızlığı bitmediği için Gülhane’ye gider ve orada onu müşahade altına alırlar (illa yatacaksın). Buradaki tedavisine müteakip taburcu olur.
    27 Ekim sabahı güneş doğmadan önce yaralanmasının ardından yaklaşık üç ay geçmiştir. Evinde istirahatını geçirirken birliğinin Güneydoğu'dan döndüğünün haberini alır ve onları karşılamaya Bolu'ya gider. Onlara en çok, yaralanma olayından sonra ne yaptıklarını sorar. Kuzey Irak'taki görev devam etmiştir. Tam anlamıyla final yaşanmıştır. Yaralandığı olay, teröristler için bir hüsran olmuştur. Terör örgütünün arzu ettiği bir şey vardır. Ancak sonuç istedikleri gibi olmamıştır.
    Yusun Üsteğmen, çatıştıkları tepelerin ardında çok sayıda cesetle karşılaştıklarını anlatmıştır. Sayıyı tam bilememektedir. Mağaralara, inlere, kaya yarıklarına sakladıkları, uçurumdan attıkları ya da gömmekten imtina ettikleri cesetler kokmuştur.
    Genel bir değerlendirmenin yapıldığı bu son bölümde, oyunun sanıldığından daha büyük olduğunu artık çok daha iyi bilmektedir. Bölücü örgütün ardındaki desteği görmekte ve sınır komşularının bile, bu destek içinde sadece bir maşa olduğunu değerlendirmektedir. Bölücülük, çağları ve mekanları kuşatan bir mücadele olduğundan bahsetmektedir.
    Tedavisi bittikten sonra birliğine katılır. Askerle aylar sonra bir içtimada karşılaşacaktır. Aralarında çok sıcak konuşmalar olur.
    Yazarın tayini Özel Kuvvetler Komutanlığına çıkar. Özel Kuvvetler, Türkiye'nin en aktif birliklerden bir tanesidir. Tabur komutanı yanına çağırır ve “paçanı ucuza kaptırma”  diyerek nasihatte bulunur.
     Bolu'dan ayrılmadan önce bir tören düzenlerler. Tugay personeli aileleriyle birlikte katıldıkları bir yemektir düzenlenir. Tugay komutanı törende şiltini verir. Gözünü açtığı bu Bolu Komando Tugayından ayrılmak onda burukluk yaratır. Ayrılırken en son 5. Timdeki askerleriyle vedalaşır fakat onlarla konuşmak çok zor olur.

26 Şubat 2012 Pazar

Askeri Müdahalelerin Orduya Etkisi, Doğan Akyaz

Askeri Müdahalelerin Orduya Etkisi, Doğan Akyaz, İletişim Yayınlar, 2006, İstanbul   

Yazar Doğan Akyaz’ın 27 Mayıs 1960 ve 12 Mart 1971’deki askeri müdahaleleri ve  bununla birlikte müdahalelerin öncesi ve sonrasındaki girişimleri, arayışları, tartışmaları incelediği bu çalışma her iki dönemdeki cunta yapılanmalarını ayrıntısıyla ele alıyor. Eserde üzerinde durulan hususlardan biride hükümetlerin ve sivil siyasi otoritenin bizzat ordu yönetimi tarafından da paylaşılan cuntalaşmayı önlemeye dönük çabasıdır. Yazarın Türk siyasal tarihinin birçok yönden çokça incelenmiş bir konusu olan askeri müdahaleler olgusuna ve ordu sosyolojisine açılım sağlayarak özgün bir bakış açısıyla olayları değerlendirdiği görülmektedir.

            Türkiye’de demokrasi, çok partili siyasi hayatın başından 1980’e kadar beş kez askeri müdahale ile karşı karşıya kalmıştır. Bunlardan 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 müdahalelerinde ordu meclisi kapatıp sivil hükümeti devirerek iktidarı doğrudan ele almışken, 12 Mart 1971’de yalnızca mevcut iktidarın bir muhtırayla işbaşından uzaklaştırılması yoluna gidilmiştir. 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 darbe girişimleri ise ordu üst yönetiminin sivil iktidar ile işbirliği sayesinde önlenmiştir. Ordu-siyaset/politika ilişkileri bağlamında ele alınan bu araştırmalarda daha çok askeri müdahalelerin siyaset üzerindeki etkileri üzerinde durulmuş, denklemin müdaheleci tarafı, yani ordu üzerindeki etkilerine pek yer verilmemiştir. Oysa başarılmış ya da girişim düzeyinde kalmış her askeri müdahale, siyasi alanı olduğu kadar ordunun kendi iç yapı ve sistemini de etkilemiştir.
            Gerçekten de ordunun yönetime doğrudan el koyduğu ilk örnek olan 27 Mayıs
ile karşılaştırıldığında 12 Eylül Müdahalesi’nin dikkati çeken ilk özelliği ordu hiyerarşisine uygun olarak gerçekleştirilmesidir.
            Bu çalışmanın amacı, öncelikli olarak  askeri müdahalelerin ordu sistemi üzerindeki etkilerini tespit etmek, ikincisi de, hiyerarşi dışı 27 Mayıs’tan emir-komuta zincirinde gerçekleşen 12 Eylül’e kadar olan süreçte askeri müdahalelerin niteliğinde görülen değişimin nasıl sağlandığını ortaya koymaktır. Asıl önemli husus ise Türk siyasal yaşamında her dönem sorun olan ordu-siyaset denkleminin ancak denklemin her iki yanının da öncelikle kendi içinde çözümlenmesiyle anlaşılabileceğinden ordu tarafının çözümlenmesine katkıda bulunmaktır.
            Birinci bölüm, hem siyasi yapısının hem de ordunun karakterinde ilk büyük kırılmaların yaşandığı İkinci Dünya Savaşı ve onu takip eden döneme ayrılmıştır. Siyasi hayatın çok partili yarışmacı hale çevrildiği, ordunun Amerikan usul ve prensiplerine göre yeniden yapılandığı bu dönem, ordu-siyaset ilişkilerinin geleceği konusunda ipuçları verir niteliktedir. Zira ciddi olarak ordu hiyerarşik sisteminin dışında oluşan ilk gizli örgütlenmeler bu yıllarda açığa çıkmaya başlamıştır.
            İkinci bölümde; önce sözünü ettiğimiz hiyerarşik sisteme ters genç subay örgütlenmelerinin zirvesini temsil eden 27 Mayıs Askeri Müdahalesi, nedenleri ve örgütlenme süreciyle birlikte ele alınmıştır.
            İncelemenin üçüncü bölümü orduyu da etkileyen bu döneme ayrılarak bir anlamda 12 Mart Muhtırası’nın zemini ortaya konulmuştur. Fakat görülmüştür ki 12 Mart Muhtırası’nın askeri müdahaleler içinde önemli bir yeri vardır; o da, 12 Mart’ın hemen öncesinde ordu bünyesinde 27 Mayıs’tan beri süren hiyerarşik sistem dışında müdahale eğiliminin kırılması, buna karşın ordu hiyerarşisinin tepesinde yoğun bir iktidar mücadelesinin başlamasıdır.
            Son bölümü 27 Mayıs ve 12 Mart müdahalelerinin ordu üzerindeki etkilerine ayrılarak 27 Mayıs ile ortaya çıkan hiyerarşi ve disiplin sistemindeki bozulmanın yeniden inşasında kullanılan vasıtalar ele alınmıştır.
        (2)Birinci Bölüm: 1945-1960 Arası Ordunun Yapısında Meydana Gelen Değişim: Subayların Radikalleşmesi ve Gizli Örgütlenmeler:
            Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşından sonra Batı İttifakı içinde yer alması birçok alanda olduğu gibi askeri alanda da önemli sayılabilecek bir dizi değişime neden olmuştur. Bu çerçevede 1947’de Truman Doktrini ile başlayan, ordunun Amerikan yöntem ve prensiplerine göre yeniden yapılanma süreci 1952’de NATO’ya giriş ile hızlanarak devam etmiştir. Bu durum karşısında subayların göstermiş olduğu duygusal tepkiler ilerleyen yıllarda soğuk savaş döneminin ideolojik yansımaları ile birleşecek, özellikle 1970’lerin başında bir kısım genç subayda anti-kapitalist/anti-emperyalist niteliğe bürünmüş bir anti-Amerikan siyasallaşma ekseninde radikalleşecektir.
            İkinci Dünya Savaşı boyunca ordusunu seferberlik mevcutları üzerinde tutmak zorunda kalan Türkiye, savaştan sonra olağan koşullara dönerek ordusunun bir kısmını terhis etmek ve ekonomik durumunu iyileştirmek istemiş, ne var ki Sovyetler’in Boğazlar üzerindeki istekleri nedeniyle buna imkan bulamamıştır.
            Truman Doktrini,  ABD’nin Türkiye ve Yunanistan ile ilgili politikası açısından son derece önem arz etmektedir. Türkiye’nin bir yandan savunma gücünü çoğaltmak, ekonomik durumunu kuvvetlendirmek için 100 milyon dolar olarak belirlenen askeri yardım anlaşması 12 Temmuz 1947’de imzalanmıştır. 1947’de Türk Ordusu yardıma muhtaç halde, modern koşulların gerisinde, 1920’lerin görüntüsünden farksızdır. Bu koşullardaki Türk Ordusunun SSCB’yi kuşatmak esasına dayalı ABD global stratejesi içinde kendisine biçilen rolü yerine getirebilmesi düşünülemezdi. Dolayısıyla yardımlar bu stratejinin bir parçası olarak ortaya çıkıyordu.
            İkinci Dünya Savaşından sonraki kritik süreçte Türkiye’nin en önemli stratejik rolü bir bariyer teşkil ederek Sovyetlerin Orta Doğu’ya inmesini engelemek idi.
            Türk Ordusu üzerindeki söz konusu Amerikan etkisi 1952 yılına gelindiğinde Türkiye’nin NATO’ya girişiyle daha da hızlanacaktır.  Esasen Kore’de ABD ve müttefiklerine verilen desteğin bir mukafatı olarak girilen NATO ittifakı ve alınan askeri yardımlar, Türkiye için aynı zamanda ordusunu modernleştirme çabasının yeni bir adımı olmuştur.
            NATO-Türkiye ilişkileri, alınan askeri yardımlar ve ikili anlaşmalarla ABD-Türkiye ilişkisi gerek uygulama şekli, gerekse verilen tavizler, önemli sayılabilecek bir subay kitlesinde Türkiye’nin Atatürk’ten beri takip ettiği “tam bağımsızlık”a dayalı dış politikadan uzaklaşması olarak algılanmaya başlanmıştır. Aynı zamanda ordunun bağımsız karekterinin zedelenmesinden rahatsız olan subay kitlesinin tepkilerinin yansımaları önemlidir.
            1960’lar öncesinde genç subay heyetinin siyasallaşmasında/radikalleşmesinde sözü edilen bu rahatsızlıkların önemli bir payı olduğu görülmektedir.
            Askeri yardımların uygulanış biçimleri zaman zaman Türk subayının onurunu zedeleyici şekilde gerçekleşmektedir. Askeri yardım ile Türk devlet yöneticileri büyük bir rahatlama içine girmiştir. Fakat Ankarada’ki Amerikan Askeri Yardım Kurulu’na bağlı Amerikalı subayların ekipler halinde tümen karargahlarına kadar yerleşerek ast-üst hiyerarşisine uymayacak davranışlarla orduyu kontrol etmeleri, subay heyetinin tepkisini çekiyordu.
            Türk Ordusunun Amerikan etkisinde yeniden yapılanmasının sonuçlarından birisi de zamanla ABD’nin Türkiye’nin silah alımında tek kaynak ülke haline gelmesi olmuştur.
            Amerikan etkisiyle orduda meydana gelen eğitim ve teknolojik modernleşmenin diğer bir önemli boyutu da küçük rütbeli subayların, özellikle kurmay subayların, büyük önem kazanmış olmasıdır. Çünkü orduda modern savaş bilimini Amerikalı danışmanlardan öğrenecek zihinsel esnekliğe sahip olanlar bu genç subaylardır.
            Yaşlı generallerin yetersizlikleri ve üstelik bunu örtmeye yönelik şüphecilikleri, artık beklentileri yüksek olan kurmay subayları, bir bütün olarak ordu sistemini sorgulamaya itiyordu. 1947’lerde başlayan ve NATO ittifakı içinde giderek hızlanan, Amerikan usul ve prensiplerine göre yeniden yapılanma, orduyu teknolojik çizgiler boyunca ve kuşaklara göre bölmüştü. Bu çelişkili durum 1960’lara gelindiğinde genç subaylarda sistemin yüklediği profesyonel endişelerle birleşecek, arkasından da müdahaleci dürtüleri harekete geçirecektir. Ordunun Amerikanlaşmasına duyulan tepki, başlangıçtaki duygusal yanından öte, ilerleyen yıllarda ideolojik bir karaktere dönüşecektir.
            İkinci Dünya Savaşı yıllarında genç subaylar, Türk ordusunun durumu ile Alman ordularını kıyaslıyor, yetersizlikleri gördükçe de içinde bulundukları durumun sorumlusu olarak iktidara ve ordunun başında bulunan komutanlara tepki duyuyorlardı. Bu tepkinin bir neticesi olarak genç subaylar arasında daha 1940’ların başından itibaren müdahale amaçlı gizli örgütlenmeler başlamıştı.
            İkinci Dünya Savaşı yılları içinde kurulan gizli örgütlerden birisi de “Seyfi Kurtbek ekibi” idi. 1941-1942’de kurulan ekip 1943’te ikiye ayrılmıştır. İlki Kur.Alb.Seyfi Kurtbek’e bağlı ‘Hücum Ordusu’, ikincisi de Kur.Yb.Cemal Tural’ın başkanlığını yaptığı örgüttür. Bu iki ekip zaman zaman birlikte de çalışmıştır.1946 yılında örgüt mensuplarından Kur.Bnb.Cemal Yıldırım tarafından Harp Akademisinde başka bir örgüt daha kurulmuştur. Subayların ordu üst yönetimine ve İnönü’ye olan güvenleri İkinci Dünya Savaşı sırasında ordunun içine düştüğü durumdan dolayı büyük ölçüde sarsılmıştır.
            CHP-Ordu ilişkileri açısından ise o dönemde kısaca söylenebilecek olan şudur: Ordu özellikle alt kademeleri itibariyle CHP’den Demokrat Parti’ye doğru kaymıştır. Bunun öncelikli sebebi ordunun demokrasi inancından çok rejim içindeki ağırlığının kaybolmasına karşı bir tepkidir. Genç subaylar Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi halinde, hem Yüksek Kumanda Kademesinde değişiklik yapılarak önlerini açacağına, hem de orduyu modernize edeceğine inanıyorlardı.
            Menderes hükümeti 6 Haziran 1950’de “adeta bir darbe şeklinde gerçekleştirilen operasyonla  kendisine  sadakatlerinden  şüphe ettiği  Yüksek   K    umanda Heyetinde tasfiyeye gitmiştir. Bu tasfiye işlemi Cumhuriyet tarihinde o güne kadar görülen en kapsamlı ve hızlı tasfiyelerden birisidir. Tasfiye, CHP ve Demokrat Parti’li general hizipleri arasında birkaç yıldır devam eden mücadeledeki bir nevi hesaplaşmadan ibaretir.
            Orduda reform ihtiyacı mevcut durumun bir gereği olduğu kadar başka baskılarında söz konusu oduğu bir gerçekti. Türkiye 1952’ye gelindiğinde bir NATO üyesiydi ve orduyla ilgilenen NATO komutanları da Türk Ordusunun sisteminin rasyonelleştiğini görmek istiyorlardı.
            Siyasal iktidarın ordunun içinde bulunduğu sorunlara ciddiyetle eğilmek yerine, onu yalnızca generallerden ibaret bir kütle olarak görüp hiziplere dayalı tercihlerle ilişkileri yürütme isteği, ordu üst yönetiminin muhafazakarlığı ile birleşmiş; sonuçta daha 1950’li yılların ilk yarısından itibaren hayal kırıklığına düşen genç subaylar arasında mudahale amaçlı faaliyetler yoğunlaşmasına sebep olmuştur.

        (3)İkinci Bölüm: Hiyerarşi Dışı Bir Müdahale olarak 27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesi ve Ordu:
            Ordu, 27 Mayıs 1960’da Demokrat Parti’yi iktidardan uzaklaştırarak ülke yönetimine doğrudan el koydu. İncelenen konu açısından bu müdahalenin temel özelliği, hem örgütlenme hem de müdahale sürecinin ordunun hiyerarşik yapısının dışında gerçekleşmesidir.
            27 Mayıs, hiyerarşi dışı müdahale şeklinin Cumhuriyet dönemindeki başarılmış ilk ve son örneğini oluşturur. Bundan sonra ordu hiyerarşisinin dışında gelişen ve ona ters olan müdahale girişimleri, Ordu Yüksek Komuta kademelerinin ve siyasilerin, 27 Mayıs tecrübesiyle ittifak içine girerek aldıkları tedbirler sayesinde önlenmiştir.
            27 Mayıs 1960 müdahale öncesinin son üç ayında yükselen iktidar (Demokrat Parti) ve muhalefet partisi olan (CHP)’nin  tansiyonu önemlidir. Bu nedenlerin ve müdahaleye giden yolun en azından 1950-1960 yılları arasındaki süreci Demokrat Parti ile ilgilidir. On yıllık Demokrat Parti iktidarının ordu açısından endişe yaratan ilk özelliği, 1954’ten itibaren muhalefet ile gittikçe artan kutuplaşmadır. İktidarın “iktidar”, muhalefetin “muhalefet” anlayışı, genç subayların çoğunda “zaten çok kötü gelenekler üzerine kurulmuş” olduğuna inanılan çok partili yaşama ilişkin büyük bir inanç erozyonuna sebep olmuştur. İktidarın gittikçe siyasal gücünü artırmasına karşın, anti-demokratik yönetimi, Atatürk devrimlerinden uzaklaşması, özellikle laiklik ilkesine karşı tavrı ve enflasyonist ekonomik politikası 1960’a gelindiğinde genel olarak aydınlarda olduğu gibi subaylar arasında da hoşnutsuzluk kaynağı olmuştur.
            Demokrat Parti iktidarının ana muhalefete karşı en büyük darbesi, 1960 yılında “Tahkikat Encümeni”nin kurulması olmuştur. “CHP’nin yıkıcı, gayri meşru ve kanun dışı faaliyetleri”ni araştırmakla yükümlü on beş Demokrat Parti’li üyenin oluşturacağı komisyonun amacı CHP’yi siyasal yaşamdan tasfiye etmekti.
            16 Haziran 1950’de ezanın Arapça okunmasının kabul edilmesini, 5 Temmuz 1950’de radyo programlarındaki dini yayın yasağının kaldırılması takip edilmiştir. Ekim 1950’de de seçmeli olan din dersleri fiilen zorunlu duruma getirilmiştir. Bu ve benzeri uygulamalar “İslamcı” çevrelerde yeterli görülmemekle birlikte “militan laiklik” anlayışının kırılması yolunda atılan önemli adımlar olarak algılanırken, “devrimci” çevrelerde Kemalist devrimden uzaklaşmanın adımları olarak görülmüştür.
            Kısaca Demokrat Parti döneminde demokrasinin  daha doğrusu, intibak çabasının doğal bir sonucu olarak din liberalizasyonunun (serbestliğinin), laikliğin sağlam bir zemine oturtulmamış olmasından ötürü sistem için emin bir yere götürülemeyeceği endişesi, kendisini geleneksel olarak devlet ve sistem ile özdeş gören subay heyetinde bariz bir tepki yaratmış, 27 Mayıs Müdahalesi’nin önemli bir nedenini oluşturmuştur. Nedenlerinden birisi de Demokrat Parti iktidarının izlediği ekonomik ve sosyal politikaların memleket gerçeklerine uymadığı düşüncesidir.
            Enflasyonist politikanın ağırlığı tüm subay kitlesini etkilemiştir. Fiyatların hızla yükselmesine karşılık maaşlardaki artış düzeyi çok düşük kalmıştır. Bunun anlamı subayın bir zamanlar üstün olduğu toplumsal yapısıda kendisini aşağıda bulmasıdır ve bu sıkıntılar onların Demokrat Parti iktidarının hızla uzaklaşmalarında önemli bir paya sahiptir.
            Ordu içinde ilk gizli örgütün kimler tarafından ve ne zaman kurulduğu hakkında kesin bilgiler yoktur. Bununla birlikte tespit edilebilen ilk girişim, Kur.Yb. Faruk Ateşdağlı’nın 1951 yılındaki girişimidir. Nitekim Ümit Özdağ 1950-1960 yılları arası Demokrat Parti iktidarı döneminde yedi ayrı gizli örgüt ve bunların aralarında oluşturdukları iki de birleşik örgütün faaliyetlerini tespit etmiştir. Örgütlenme süreci dikkate alındığında tüm bu örgütlerin ordunun hiyerarşik yapısı dışında gelişmiş olduğu görülmektedir. Ordu içinde oluşturulan gizli örgütlerin başında Tuzla Uçaksavar Okulu Gizli Örgütü gelmektedir. Harp Akademisi Örgütü, orduda reform amacıyla kurulmuştur. Üyeler muhtemel bir müdahaleye karşı hazırlıklı olmanın gerektiğine inanıyordu. 1956 yılında yapılan bir toplantıda örgüte “Atatürkçüler Cemiyeti” adı verilmiştir. 1956 yılında sözünü ettiğimiz gizli örgütler arasında çeşitli sızma ve birleşmeler gerçekleşmiştir. Bu sızma faaliyetleri sırasında her grup kendisi dışındaki diğer örgütlerden de haberdar oluyordu.
            Talat Aydemir, 27 Mayıs öncesi örgütlenme faaliyetlerinin en aktif subaylarından birisidir. 1956 yılı Mart ayında İstanbul’da Yüksek Kumanda Akademisi’nde öğrenime başlamıştır. Şubat 1957’den itibaren çoğu binbaşı rütbesindeki subaylarla toplantılara başlayan Aydemir, kendi hücresini kurmuştur. Örgüte albay rütbesinden yüksek rütbeye sahip hiç kimse alınmayacaktır. Örgüt ayrıca ordu içindeki kilit noktaları da ele geçirmeye çalışacaktır. Talat Aydemir 1957 Nisan ayı başında Yüksek Kumanda Akademisi’nde öğrenimini tamamladıktan sonra Genelkurmay Başkanlığı Lojistik Daire Plan Şubesi’ndeki görevine geri dönmüştür. Kara Kuvvetleri Komutanlığı İstihbarat Şubesi’ne vekalet eden Kur.Bnb. Fahrettin Ermutlu’nun odasında yapılan bir toplantıda Harp Akademisi’nde cereyan eden faaliyetleri ve alınan kararları Osman Köksal’a aktarmıştır. Bu görüşmede Köksal, albay rütbesinden kıdemlilerin, yani generallerin örgüte alınmama kararına itiraz etmiştir.
            Aydemir, Ermutlu aracılığıyla tanıştığı Kurmay Stajyeri Top.Plt. Nemci Berk, Kur.Alb. Faruk Ateşdağlı ile yaptığı görüşmelerde bu iki subayın Harp Akademisi’ndeki çalışmalardan haberli olduklarını anlamıştır. Bu görüşmede Ateşdağlı, Aydemir’e örgütlerin birleşmesini teklif etmiştir. Teklifi Köksal ve Ermutlu ile görüşen Aydemir örgüte sızıldığını ifade ederek bu durumda önlerinde iki seçenek olduğunu söylemiştir. Buna göre örgütler ya hemen birleşmeli ya da en azından birbirlerini çalışmalarından haberdar etmeliydi ve neticede Birinci Birleşik Örgüt ortaya çıkmıştır.
            İki örgütün fiilen birleşmesi ise 1957 Nisan-Ağustos aylarında Paris’te bulunan Aydemir’in yurda dönüşünden sonra gerçekleşecektir.
            Örgüt üyelerinin hükümete karşı bir müdahale örgütlemek konusunda bir hayli yetenekli olmalarına karşın, temel amaçlar konusunda hem fikir olmadıkları anlaşılmaktadır. Aydemir gibi radikal sayılabilecek subaylar hükümetin hemen devrilmesi, iktidara el konularak köklü reformlara girişilmesini isterken daha ihtiyatlı olan grup, örgütün bir devlet yönetecek tecrübe ve hazırlığının olmadığını, ağırlığın ordunun islahına verilmesi gerektiğini savunuyordu. Ilımlara göre müdahale son çare olarak düşünülmeliydi.
            Genarallerden arzu ettikleri desteği alamayan örgüt CHP ile ilişkiye geçmiş İsmet İnönü’nün nabzını yoklamıştır. Genarallerden sonra İnönü’den de bekledikleri desteği alamayan örgüt üye arayışlarını sürdürmüştür. Bu kez başvurulan bizzat Demokrat Parti’li millet vekilleridir. Müdahaleci subaylar her ne kadar generallerin gizli örgüte kazandırma çalışmalarında mesafe almışlarsada bu yeterli olmamıştır.
            Üst komuta kademelerindeki belirsiz duruma karşın alt kademelere inildikçe örgütün büyük desteğe sahip olduğu bir gerçektir. Örgütlenme sürecinin ortaya koyduğu üzere  27 Mayıs Askeri Müdahalesi ordu hiyerarşisinin tamamen dışında alt rütbeli subayların faaliyetleri sonucu şekillenmiştir. Generaller son aşamada örgüt ile temas kurmuştur. Temas inisiyatifi genarallerde değil, genç subaylarda olmustur. Ordunun geleneksel, yerleşmiş ve hatta övünç duyulan hiyerarşik yapıısı içinde alt basamaklarda bulunan bulunan subayların iktidarı devirmek amacıyla uzunca bir süreyle gizli faaliyette bulunabilmeleri ilginç ve şaşırtıcıdır. Genarallerin gizli örgütlere girme teklifleri karşısındaki tutumları ise şaşırtıcı olan diğer bir konudur. Generaller çoğunlukla bu teklifler karşısında hukuka uygun hareket etmek yerine duruma göre hareket etmeyi seçmiştir. Dolayısıyla ordu bünyesinde olabilecek muhtemel bir müdahale başarılı olursa saf değiştirmenin mümkün olabileceği bir tavır  sergilemişlerdir.
        (4)Üçüncü Bölüm: 27 Mayıs’tan 12 Mart’ta Hiyerarşi Dışı Bir Müdahale Eğiliminin kırılması ve 12 Mart Muhtırası:
            Bu bölümde Aydemir olaylarından sonra bir süre hızını kaybeden ancak 1960’ların sonunda yeniden belirginleşmeye başlayan askeri müdahale arayışları ve sonuçta çok yönlü bir uzlaşmanın ürünü olarak ortaya çıkan 12 Mart Muhtırası ele alınacaktır. Muhtıra öncesi dikkate alındığında niteliklerden birisinin, ordu içinde yürütülen çalışmaların bu kez gizli değil açıkça yapılması ve neticede genç subaylardan önce davranan ordu komuta kademesinin hiyerarşik düzene uygun olarak müdahale etmiş olmasıdır. 12 Mart askeri müdahalesinin önem ve özelliği burada saklıdır.
            27 Mayıs Müdahalesinden sonra ordunun siyasi rejimin işleyişi üzerindeki belirleyici rolü 10 Ekim 1965’te yapılan seçimlere kadar sürmüştür. 1961 Anayasası hazırlanırken Demokrat Parti zihniyetini temsil eden grupların sürecin dışında tutulmasına rağmen 10 Ekim 1965 seçilmelerinde Demokrat Parti’nin devamı olarak ortaya çıkan Adalet Partisi oyların yaklaşık % 53’ünü alarak tek başına iktidara gelmiştir. Adalet Partisi aynı başarıyı 1969 seçimlerinde de göstermiş ve oyların % 46.5’ini alarak iktidar olmuştur. Böylece müdahaleyle yıkılan Demokrat Parti’nin mirası üzerine kurulan Adalet Partisi kısa bir süre içinde sağın en güçlü ve etkin siyasal partisi haline geliyordu. Bu nedenle 1960-70 yılları arası dönemde orduyla ilişkiler açısından siyasal partiler içinde en önemlisi Adalet Partisi’nin tutumudur.
            Adalet Partisi iktidarının orduya karşı izlediği “tarafsızlaştırarak yakınlaşma” politikasının  uygulamalardan birisi de Sunay’ın Cumhurbaşkanı seçilmesine verdiği destektir. Gürsel’in hastalanması üzerine Sunay Genelkurmay Başkanlığından emekli edilmiş, önce kontenjan senatörü olarak senatoya atanmış sonra da 27 Mart 1966’da Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Sunay’a verilen desteğin altında radikallere sürekli karşı çıkarak SKB’yi tepeden kontrolü altına alması ve Aydemir Olayları sırasında sivil siyasetin üstünlüğünün korunmasında oynadığı rol etkili olmuştur. Adalet Partisi’nin orduyla yakınlaşma çabası bağlamında başvurduğu bir diğer uygulama da ordunun görev, yetki ve özlük işlerinin düzenleniş biçiminde ortaya çıkar. Bu aşamada belirtilmesi gereken, her iki konuda yürütülen çabaların da 1971’e gelindiğinde Adalet Partisi’ne beklenilen faydayı sağlamadığı gibi tam tersi sonuçlara yol açarak hayal kırıklığına neden olmasıdır. Demirel çizgisindeki Adalet Partisi iktidarınca 1971 Muhtırası’na kadar olan dönemde ilk etapta milli iradenin ve parlementonun üstünlüğünün yeniden inşası amacıyla geliştirilen ordu politikaları sonuçta siyasal yaşam üzerinde ordu faktörünün rol ve önemini azaltmak bir yana, ordunun daha da siyasallaşmasıyla, bölünmesiyle ve darbeci eğilimleri bünyesinde barındırmaya devam etmesiyle sonuçlanmıştır.
            1961 Anayasası’yla başlayan dönemin en önemli özelliğinin parlementoya farklı dünya görüşünü temsil eden partilerin girebilmesidir. Bunda anayasanın getirmiş olduğu özgürlükler sisteminin yanı sıra toplumunun ekonomik ve sosyal bünyesindeki değişmenin siyasal hayattaki çoğulculuğu beslemesi de etkili olmuştur. Bu dönemde işçi kesiminin kurduğu Türkiye İşçi Partisi’nin de önemli bir işlevi olmuştur.
            1961 Anayasası’nın getirdiği göreceli özgürlük ortamında örgütlenme imkânı bularak kendi bağımsız siyasal hareketini oluşturmaya yönelen diğer bir güç de “İslâmcılar”dır. Cumhuriyet’in başından itibaren sistemin dışında tutulan ancak çok partili siyasi hayatın başlaması ile birlikte yeniden açığa çıkmaya başlayan İslâmcı güç, 1950’lerden itibaren giderek politik bir kimliğe bürünmüştür.
            Ordunun laik rejim konusundaki duyarlılığı ve liberal/kapitalist sistemi tehdit eden her türlü akıma karşı sistemi koruma rolü İslamcı çevreleri orduyla ilgili yeni stratejiler geliştirmeye itmiştir. Demokrat Parti’nin islamcı çevrelerle kurduğu yakın ilişkilerin genç subaylar tarafından Atatürk devrimlerinden uzaklaşma olarak algılanması 27 Mayıs Müdahalesi’nin nedenlerinden  birisini oluşturmaktadır. Çünkü Atatürk devrimleri ve laiklik ekseninde liberal/kapitalist sistemin savunulması konusunda ordu bir taraftır ve buna aykırı herhangi bir görüşle uzlaşma niyetinde değildir.
            Türkiye’yi 12 Mart 1971  Muhtırası’nın eşiğine getiren olaylarda 1961 Anayasası döneminde ortaya çıkan iki dinamik güç belirleyici olmuştur. Eylemleri ve direnişleriyle ülkenin siyasi istikrarını sarsan ve kamu düzenini tehdit eden bu güçlerden birisi gençlik, diğeri işçiler idi.
            1970’lerin başında sol eğilimli ve anti-Amerikan öğrenci hareketinin ideolojik önderliği düzen değişikliği için şehir veya kır gerillacılığı ile aktif silahlı mücadeleyi tek devrimci seçenek olarak sunan Marksist-leninist ve Maocu grupların denetimine girmişti. 1970’lere gelindiğinde ülkede siyasal gerilim ve şiddet tırmanmaktaydı. Banka soygunları adam kaçırmalar vb. eylemler gündemi kaplar hale gelmişti.
            Genel olarak değerlendirildiğinde 12 Mart Muhtırası’nın verilmesinde şu üç unsurun  bir araya geldiği görülüyor. Birincisi üst düzey komutanların Demirel’in iktidarını yitirdiğine ve hükümetin kamu düzenindeki bozulmanın ve siyasi şiddetteki artışın üstesinden gelemeyeceğine ve hükümetin kamu düzenindeki bozulmanın ve siyasi şiddetteki artışın  üstesinden gelemeyeceğine inanmasıdır. Bu nedenledir ki kanun ve düzenin sağlanması muhtıranın en önde gelen nedeni olarak belirtilmiştir. İkincisi birçok subayın hükümetin kabahati olarak gördüğü uygulamaların sorumluluğunu üstlenmeye isteksiz olmasıdır. Özellikle radikal fikirli subaylar arasında bu isteksizlik yayılmış, toplumsal huzursuzluğun ve  artan devrimci Marksist sol hareketlerin salt zorla halledilemeyeceği inancına ulaşan subayların sayısı artmıştı. Üçüncü olarak ise, Ordu içinde parlamenter demokratik sistemle kalkınma ve ilerlemenin gerçekleştirilemeyeceğine inanan bazı radikal grupların varlığıdır. 1960’lı yılların ilk yarısında  görülen radikaller gibi bunlarda Türkiye’yi daha eşitlikçi, daha bağımsız ve daha modern yapacağına inandıkları otoriter bir rejim kurulmasını savunuyorlardı.
            12 Mart’tan hemen önceki günlerde ortaya çıkan gelişmeler komutanların aralarındaki görüş ayrılıklarına son verip 12 Mart Muhtırasını imzalamaya itecektir. Bunlardan birisi artan şiddet ve ülkenin güvenlik ve kamu düzenindeki kötüleşme, diğeri ise Ordunun bünyesindeki daha çok radikal ve kapsamlı askeri darbe planlarının yapılmasıydı. Özellikle ikincisi muhtıranın zamanı konusunda komutanları harekete geçiren etmen olmuştur.
        (5)Dördüncü Bölüm: 27 Mayıs ve 12 Mart Askeri Müdahalelerinin Ordu Üzerindeki Etkileri:
            27 Mayıs ve 12 Mart askeri müdahalelerin yalnızca siyasal yaşam üzerinde değil, ordu üzerinde de önemli etkileri olmuştur. Hiyerarşi ve disiplin sistemi, bu etkinin tespit edilebileceği en bariz alanlardır.
            Hukuksal olarak etkileri değerlendirilecek olursa, 1963’lerde başlayan ve bir yanıyla hiyerarşinin sağlanması anlamına gelen ordunun tavanı ile tabanı arasındaki bu birliktelik, 1960’ların sonuna doğru tekrar bozulmuştur. 1960-1970 yılları arasında hiyerarşi ve disiplini yeniden sağlamaya yönelik hukuksal düzenlemeler önemlidir. Birincisi, Genelkurmay Başkanlığı’nın statüsünde yapılan değişiklikler ve Milli Güvenlik Kurulu’nun kurulması ile ordunun bir yandan sistem içinde özerk bir yapıya kavuşması, diğer yandan da OYAK vasıtasıyla sistemle politik ve sosyo-ekonomik bağlamda eklemleşmesidir. İkincisi, ordunun elde ettiği bu özerkliğe paralel olarak giderek sivil alandan soyutlanarak kendi içinde disiplin ve hiyerarşik yapıyı güçlendirme çabası içine girmesidir. İkinci gelişmenin, orduyu profesyonellik sınırlarına çekeceği varsayılarak sivil siyasetçilerin ve özellikle iktidarların büyük oranda desteği ile sağlandığı bir gerçektir.
            27 Mayıs Müdahalesin’den sonra başlayan süreçte Genelkurmay Başkanlığı ile Milli Savunma Bakanlığı’nın statülerinde anayasal ve yasal düzeyde çeşitli düzenlemeler yapılmıştır. Bu düzenlemeler sonucu Genelkurmay Başkanlığı’nın, savunma politikasının belirlenmesi, askeri bütçe, istihbarat toplama, iç güvenlik ve terfilerde belirgin bir özerklik kazandığı görülmektedir. Bu özerkliğin en açık sonucu,ordunun devlet yapısı içindeki ağırlığını artırması, bir anlamda 27 Mayıs öncesi dönemde kaybettiği iktidar ortaklığı ve etkinliğini yeniden ele geçirmesidir.
            Orduyla doğrudan ilgili olup 12 Mart Muhtırasın’dan sonra teşkilat yapısı ve görevlerinde değişiklik yapılan organlardan birisi de ordunun üst düzey terfi ve atamalarının kararlaştırıldığı Askeri Şura’dır. 26 Temmuz 1972 tarihinde yürürlükteki 636 Sayılı  “Şurayı Askerinin Teşkilatı ve Vezaifi Hakkındaki Kanun” kaldırılmış ve yerine 1612 Sayılı “Yüksek Askeri Şura’nın Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki Kanun” kabul edilmiştir.
            1612 Sayılı Kanun ile Yüksek Askeri Şura’nın başkanı, başbakan olarak tespit edilmiş, ancak onun bulunmadığı zamanlarda Genelkurmay Başkanı’nın başkanlık edeceği kararlaştırılmıştır. 636 Sayılı Kanun’da orduda bulunan bütün orgeneral ve oramirallerin Şura üyeliği söz konusu edilmemişken, 1612 Sayılı Kanun’la Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Milli Savunma Bakanı, Kuvvet Komutanları, Ordu Komutanları, Jandarma Genel Komutanı ve Donanma Komutanı’nın yanı sıra silahlı kuvvetler kadrolarında bulunan bütün orgeneral ve oramiraller Şura üyesi sayılmıştır.
            Ordunun bozulan disiplin ve hiyerarşik sisteminin yeniden sağlanması yolunda gerçekleştirilen bir diğer destekleyici hukuksal düzenleme de, disiplin mahkemelerinin kurulmasıdır. Bu mahkemeler disiplini doğrudan doğruya ilgilendiren suçların yargılanması amacıyla kurulmuştur.
            12 Mart Muhtırası’ndan sonra ordu disiplininin sağlanması amacıyla alınan hukuksal önlemlerden belki de en önemlisi, asker kişilerin idari eylem ve işlemlerden dolayı Danıştay’da dava açmaları yolunun kapatılarak Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin (AYİM) kurulması olmuştur.
            Askeri müdahalelerinin ordu üzerinde doğrudan gözlenebilecek en somut etkisi, ordu bünyesinde yapılan tasfiye hareketleridir. Değişik zamanlarda yapılan bu tasfiyelerin gerekçeleri ve biçimleri arasında önemli farklar vardır. 27 Mayıs ve yoğun darbe girişimlerinin görüldüğü 1970’ler öncesinde yapılan tasfiyelerde temel düşünce, ordunun yapısal sorunları ve sisteminin işleyişinde ortaya çıkan aksaklıkların giderilmesi olmuştur.
            27 Mayıs’tan sonra ordunun bozulan hiyerarşik sistemini yeniden oluşturmaya yönelik hukusal ve sosyo-ekonomik/politik tedbirlerin yanında 1970’lere gelindiğinde ideolojik bir desteğe de ihtiyaç duyulmuştur. 27 Mayıs öncesi ile sonrasının hiyerarşi dışı subay örgütlenmelerinin farkı, ikincisinde ideolojik amaçlarla bir araya gelinmesidir. Atatürkçülük işte bu ideolojik temeldeki örgütlenmenin hem genişliğini sağlamada, hem de dışarıya yansıtılma aşamasında meşruiyet kazandırıcı bir unsur olmuştur.
      
        (6)Sonuç:
            Türkiye’de demokrasi, çok partili siyasi hayatın başından 1980’e kadar beş kez askeri müdahale ile karşı karşıya kalmıştır. Bunlardan 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 müdahalelerinde ordu meclisi kapatıp sivil hükümeti devirerek iktidarı doğrudan ele almışken, 12 Mart 1971’de yalnızca mevcut iktidarın bir muhtırayla işbaşından uzaklaştırılması yoluna gidilmiştir. 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 darbe girişimleri ise ordu üst yönetiminin sivil iktidar ile işbirliği sayesinde önlenmiştir. Ordu-siyaset/politika ilişkileri bağlamında ele alınan bu araştırmalarda daha çok askeri müdahalelerin siyaset üzerindeki etkileri üzerinde durulmuş, denklemin müdaheleci tarafı, yani ordu üzerindeki etkilerine pek yer verilmemiştir. Oysa başarılmış ya da girişim düzeyinde kalmış her askeri müdahale, siyasi alanı olduğu kadar ordunun kendi iç yapı ve sistemini de etkilemiştir.
            Askeri müdahalelerin ordu üzerinde genel anlamda iki yönlü etkisi olduğu söylenebilir. Birincisi ordu sisteminde özellikle disiplin ve hiyerarşik düzende görülen bozulma, ikincisi ise bozulan hiyerarşi ve disiplin sisteminin yeniden inşası için yapılanların ordunun kurumsal özerkliğini, kurumsal özerkliğin de giderek siyasi özerkliği artırmasıdır. İlk kez 27 Mayıs ile ortaya çıkan bozulma başta hukuksal düzenlemeler ve bunu destekleyen sosyo-ekonomik ve ideolojik araçlarla yeniden tesis edilmiş ve böylece radikal genç subaylar 1970’ler boyunca ordu üst yönetimi için ciddi bir tehdit olmaktan çıkmıştır. Bu nedenle 12 Mart’ın müdahaleler içinde bir geçiş nitelik taşıdığı söylenebilir. 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e müdahalelerin hiyerarşi dışılıktan emir komuta zinciri içine giriş sürecinde 12 Mart Muhtırası, kırılmanın yaşandığı dönemeçtir.