12 Şubat 2012 Pazar

Türkiye’ye Yönelik Psikolojik Operasyonlar, Özcan YENİÇERİ

Türkiye’ye Yönelik Psikolojik Operasyonlar,  Özcan Yeniçeri, Fark Yayınları, 2008, Ankara

Türkiye’ye yönelik terör, kriz, demokrasi, farklılıklar, insan hakları, ikinci cumhuriyet ve ‘’soykırım’’ temelinde yürütülen psikolojik operasyonlar ile ardında yatan gerçeklerin ortaya çıkarılması.

    (1) Küresel gelişmeler, yerleşik yapı ve kültürleri tehdit etmektedir. Gelişmelerdeki hız, bilgideki yoğunluk ve değişmedeki baskı, yaşamın her alanını etkilemektedir. Küresel güçler, talepleri yönetme haklarını ve insanlar üzerindeki ayrıcalıklarını kabul ettirebilmek için, tarihsel toplulukları geriletmek gibi bir stratejiyi devreye sokmuşlardır. Bu amaçla yaratılan kültürel şoklar sayesinde, geleneksel kavram, değer ve kültürler geçersiz kılınmaktadır. Bireylerin psikolojik ve ekonomik ihtiyaçları üzerinde yapılan operasyonlar büyük ölçüde amaçlarına ulaşmak üzeredir. Günümüz insanının yalanlardan değil, daha çok gerçeklerden rahatsız olması bu operasyonlarla sağlanan kazanımın bir göstergesidir. Yapılan çok yönlü psikolojik operasyonlar sonucunda, insanların yaşamlarının parçalanması, onların zihinsel algılarını da parçalı hale getirmiştir.

    (2) Türkiye bu anlamda üzerinde çok yönlü küresel oyunların oynandığı bir ülke konumundadır. Bir yandan etnisite, kimlik, milliyet, mezhep diğer yandan soykırım, terör ve krizle ülkenin sosyal dokusu çözülmeye çalışılmaktadır. Türk tarihi ‘’soykırım’’ suçlamasıyla mahkûm edilmek istenmektedir. Bu amaçla milleti birbirine bağlayan değerler önemsizleştirilmekte, etkisizleştirilmekte ve suçlanmaktadır. Vatan, millet, kimlik, milliyetçilik, bayrak, şehit gibi kavramların psikolojik operasyonların başlıca hedefi olmasının nedeni budur. Operasyon çift yönlüdür, hem toprağa ve mülkiyetine yönelik hem de üzerinde yaşayan kültüre ve halka yönelik olarak gerçekleştirilmektedir.
(3) Son dönemlerdeki tartışmalar büyük ölçüde kimlik çerçevesinde şekillenmektedir. O bakımdan kimliğin ana dinamosu olan anlam, değer ve duygu ortaklığı konusu ciddi bir biçimde ele alınmalıdır. Çünkü toplumlardaki anlam ortaklığının yoğunluğu milletin inşasını kolaylaştırırken anlam farklılığının şiddeti de milleti çözer. Birlikte yaşayanların tarihe, topluma, toprağa yükledikleri anlam farklılıkları; güveni sarsmaya, değer kaybına ve varlığın zedelenmesine neden olur. Yönlendirilen ve kullanılan birçok insan iyi irdelenirse gerçekte onların toplumun ortak anlam bilincine sahip olmadıkları görülür.
(4) Toplumların kontrolü -sömürge dönemlerinden bu yana- hep farklılıkların öncelenmesiyle mümkün olabilmiştir. Bir toplumu meydana getiren üyelerin farklılıkları kullanılarak birbirinden ayırıp güçsüzleştirilmesi; sonra da denetlenmesi bir stratejidir. Adına Çarlık Rusyası’nda ‘’ayır-buyur’’, İngiliz sömürgecilik literatüründe ise ‘’böl ve yönet’’ denir. Günümüzde milleti meydana getiren kültür unsurlarının ortak değer alanlarını güçlendiren kavramların yıpratılması, gözden düşürülmesi ve alaya alınması bu amaca hizmet eder. Millet, milliyetçilik, şehit, bayrak, vatan, İstiklal Marşı vb. kavramları alaya alan, onlara olmadık anlamlar yükleyerek yargılayanlar gerçekte Türkiye’ye karşı açılmış psikolojik savaşın etki ajanlarıdır.
       (5) Bir arada yaşama kültürüne sahip ülkelerde toplumları ayrıştırmak sanıldığı kadar kolay değildir. Bunun için ilk önce bireyler arasındaki mana birlikteliğini yok etmek gerekir. Ardından ortak değerlere olan bağlılık ile dayanışmanın ortadan kaldırılması gerekir. Bu bağlamda kader ve keder birliği yaratan unsurların yok sayılmasıyla ekonomik çıkarların karşıt hale getirilmesi gerekir. Sonra da kümeler arasında kin ve nefretin başarılı bir biçimde yönetilmesi gelir.
    (6) Küresel sermayenin SSCB sonrası kendiliğinden meydana gelmiş olan Türk dünyası üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunabilmesi için bölgenin milliyetçi yönetim ve anlayışlardan temizlenmesi gerekmekteydi. Türkiye’nin Türk dünyası üzerinde oynaması muhtemel rol en aza indirilmeliydi. Bunun en kestirme yolunun da Türkiye’deki yönetimin milli kadroların eline geçmesinin her yolu deneyerek engellenmesinden geçmekteydi. Onun için Türkiye’de milli devleti, milli kültürü, milli kimliği ve milli değerleri savunanlar çağın dışında kalmış, kendilerini yenileyemeyen unsurlar olarak ilan edilmeye başlanmıştır. Bağımsızlık, egemenlik ve milli bütünlük gibi kavramlar da gerici kavramlar olarak nitelenmeye başlanmıştır. Artık bağımsızlık, daha doğrusu ABD öncülüğünde küresel sistemle ‘’bağlantısız’’ olmak tehlikenin adıdır. Bu tehlikenin faili de her zaman olduğu  gibi milliyetçilerdir. Sömürgeci ülkeler ve onların çok uluslu şirketleri herhangi bir ülkenin kaynaklarını dilediği gibi sömürebilmesi için o ülkenin milliyetçiliğinin en azından ‘’azı dişlerinin sökülmesi’’ gerektiğinden söz ederler. Onun için de milli direncin kırılması, yumuşatılması ve milliyetçiliğin yenilmesi gerekir. Türkiye’de de bu yapılmaya çalışılmaktadır.
    (7) Toplum milli reflekslerinden ‘’krizler’’, ‘’lobiler’’, ‘’medya’’ ve yerli AB’ci büyük sermaye odakları tarafından kopartılmıştır. Bu durum insanların yalnız kimliğini değil kendine olan güvenlerini de tartışılır hale getirmiştir. Herkese önerilen tek şey kendini kurtarmak  ve kendini düşünmektir. Her şey medya tarafından her gün, herkes tarafından kendisi için, kendisi tarafından ve kendisine göre yeniden kurgulanmaktadır.
    (8)  Son zamanlarda Türkiye’nin toplumsal dokusunu ayrıştırmak için çok yönlü ve çok boyutlu gayretler gösterilmektedir. Küreselleşme süreci gerekçe yapılarak Türkiye özelinde büyük ayrıştırma operasyonları düzenlenmektedir. Çağın yükselen değeri olan demokrasi, insan hakları, bireysellik ve özgürlük kavramları bu amaç için karşıt argümanlar olarak maharetle kullanılmaktadır. Küreselleşmenin milli devletin sonunu getirdiği, küresel bir dünyanın parçaları küçük olan bir dünya olduğu, demokrasi ve pazar ekonomisinin milli yapıları ayrıştırmaya zorunlu kıldığı tezleri çeşitli kılıflar içinde ileri sürülmeye başlanmıştır. ‘’Türkiye sekiz eyalete bölünmelidir’’, ‘’Federasyon tartışılmalıdır’’ ya da ‘’Biz Kimiz’’ başlığı altında ‘’etnik yapıya’’ yönelik yapılan sözde bilimsel çalışmalar da bu süreçten beslenmektedir.
    (9) Ulus devletleri küreselleşmeye, mallarını satın alacak tüketici pazarı bulmak için kendisine gümrüksüz ve sınırsız bir dünya isteyen çok uluslu şirketler zorlamıştır. Ancak burada egemen kılınmaya çalışılan şu görüşün hiç de masum bir niyetle ortaya konulmadığı anlaşılmaktadır. ‘’Artık çağımızda ulusal bağımsızlık demode olmuş bir olgudur; karşılıklı bağımlılık dönemi yaşıyoruz’’ gibi.
    (10) Türkiye’de ‘’Biz Kimiz’’ başlığı altında bir gazetenin yaptırdığı ve yayımladığı anket ‘’etnik olarak Türk, Kürt, Laz, Arap’’ ve diğer nüfus oranlarını çıkartmıştır! Araştırma birlik ve bütünlük içinde yaşayan Türk toplumunun farklı köken ve yapılardan meydana geldiğini ortaya koyarak; ayrıştırıcı, farklılaştırıcı ve bir arada bin yıldır yaşayan insanları birbirine yabancılaştırıcı bir özellik taşımaktadır.
    (11) Bölgesel güç potansiyeli olan ülkeleri din, ideoloji, etnisite, dil vb. yönden ayrıştırmaya çalışmanın amacı onları çevrelerine projeksiyon yapamaz hale getirmeye yöneliktir. Bir gücü çevresi üzerindeki iddialardan vazgeçirmenin yolu; onu iç çelişkileriyle meşgul etmekten geçmektedir. Bu anlamda Türkiye’nin terörle yoğun bir biçimde muhatap edilmesinin nedeni çerçevesinde ve kültür coğrafyasında olup bitenle ilgilenmesini engellemeye yöneliktir. Daha açıkçası Türkiye’de ki terör, ülkenin stratejik karar mekanizmalarını körletmek amacına yöneliktir. Terörle meşgul olan Türkiye; Türk Dünyası, Türkmen, Kerkük, Karadeniz, Kıbrıs’da olup bitenle ilgilenme imkanı bulamayacaktır.
    (12) AB bir yandan Türkiye’ye yönelik terörü kınarken, öte yandan bu terörü besleyen ve destekleyen her şeyi yapmaktadır. Türkiye’nin etnik, mezhep, bölge ve dil temelinde ayrıştırılmasını Türkiye’nin AB’ye üyelik kriteri olarak dayatacak kadar ileri gitmiştir.
    (13) İran ve Irak sorunu; aşamalı bir biçimde soğuk savaş sonrası uygulamaya sokulan küresel projenin Türkiye ayağıdır. Bölgenin etnik ve mezhep yönünden ayrıştırılarak kontrol altına alınması küresel gücün temel hedefidir. Küresel güçlerin bölgedeki emellerini gerçekleştirebilmesi için Türkiye’nin bölge üzerinde tarihten, coğrafyadan, demografiden ve kültürden kaynaklanan hayati çıkarlarından vazgeçmesi gerekir. Bunun en kestirme yolu da Türkiye’nin Anadolu’ya hapsedilmesinden geçmektedir. Türkiye’nin Anadolu’ya hapsedilmesi için de Türkiye’nin terör ve iç çelişkilerle meşgul edilmesi zorunluluktur. Türkiye’deki terörün ülkeyi bölme yeteneğine sahip olmadığı birçok merkez çok iyi bilmektedir. PKK terör örgütünün amacı küresel bir maşa olarak Türkiye’nin Anadolu coğrafyasına bloke edilmesine katkı sağlamaktır.
    (14) Türkiye’deki yıkıcılık ve bölücülük yaşamın her alnına yansımış olup, bütün hatlarıyla aktiftir. Sosyal, siyasal, ekonomi, kültürel, eğitim, felsefe, pedagoji, hukuk, medya, edebiyat ve kültür bölücülüğün kendisine hedef aldığı alanlardır. Bu alanlarda mümkün olan her imkan ve fırsat kullanılarak bölücülük yapılmaktadır. Medya, siyaset, kültür ve sanat yoluyla yapılan bölücülük terör için alt yapı inşa etmek görevini yerine getirir. Sosyal ve kültürel alanlara atılan tohumlar, diğer alanların katkısından beslenir ve fiziki yani eylem bağlamında aktifleşir.
    (15) Bütün bu çalışmaların amacının milli devleti çözmek, cumhuriyetin kazanımlarını yok etmek ve üniter yapıyı dağıtmak olduğu unutulmamalıdır. Sömürgeci odakların her türlü baskısına her yolu deneyerek karşı koymak var olmanın şartları arasındadır. Bu karşı koyuşun kaynağında yine vatan ve millet duygusu vardır. 

İnsan Mühendisliği, Nüvit Osmay

İnsan Mühendisliği,  Nüvit Osmay, Alfa Yayınevi, 2002 İSTANBUL

 Hayat Karşısında İnsanın Kendisi Ve Çevresi
 
    Türkiye’de modern başarı kültürünün üreticilerinden biri olan Nüvit Osmay Amerikalı yazar Dale Carnegie’nin kurslarına katılmış ve Türkiye’de kendi yorumunu da katarak Düşün Konuş Dinle okulunu kurmuştur. Bu okuldaki öğretilerinin bir bölümünü 1968 yılında İnsan ve Mühendis adıyla yayınlamış, 1983 yılında da kitabı geliştirerek iş hayatının içinde insanı ve çevresini her yönüyle ortaya koyan eser haline getirmiştir. Kitap 4 Bölümden oluşmakta olup 1’inci Bölümde “insan çevresi ve işi” başlığı altında insanla işi ve çevresi arasında ki ilişkiler, sorunlar ve çözüm yolları incelenmektedir. 2’nci Bölüm de “İnsan Amir Rölünde “ ele alınmakta yönetim bilimiyle ilgili konular akıcı bir üslupla açıklanmaktadır. 3’üncü Bölümde ” İnsan Lider Rolünde “incelenmektedir. 4’üncü Bölümde ise “İnsan ve Eğitim” konuları ele alınmıştır. Tüm başlıklar makalelerden oluşmakta olup her birinin ana teması insandır. Kitabın her makalesinde yazar, insanın bir yönünü ele almakta ve kendi görüşleri ile birlikte başka yazar ve düşünürlerden yaptığı alıntılarla konuyu zenginleştirmektedir. Ayrıca Büyük İskender’den Sezar’a, Hz. Muhammet’ten Mevlâna ve Atatürk’e kadar tarihe mal olmuş pek çok ünlü sima da makale konularına göre kitapta yer almakta ve temada işlenen konuyu desteklemek için kullanılmaktadır.
Kitapta göze çarpan belirgin bir özellik de “Dost Kazanma Sanatı” ve “Söz Söyleme ve İş Başarma Sanatı” gibi ünlü kitapların yazarı Dale Carnegie’nin yazar üzerindeki etkisidir.  İnsanın hayat karşısındaki “duruşunun” konu edildiği bu kitapta yer verilen konu başlıklarından bazıları şunlardır; Düşünme sanatı, karar verme sanatı, Düşünmek, konuşmak ve dinlemek üzerine, Okumak sanatı ve seçme yapıtlar Verimsiz çalışmayı engellemek, Alışkanlıklarınızdan nasıl yararlanabilirsiniz? İş yaptırma sanatı, Başarı için hatasız formül, Liderlik üzerine düşünceler, Metot mühendisliği üzerine düşünceler, Milletvekili adaylarının eğitimi v.b. Yine makalelerine birçok düşünürün fikirlerinden faydalanarak anlatımlarını desteklemiştir. Makalelerdeki düşünürlerin birçoğu evrenin merkezine insanı koymuştur. İnsanın kendini tanımadan dış dünyayı tanıması, kendi ile barışık olmadan dış dünya ile barışık olması mümkün değildir. Tasavvuf, felsefe gibi benzer  yaklaşımlarda insanın dış dünyayı geliştirmek ve değiştirmek için önce işe  kendisinden başlaması gerektiği vurgulanmıştır. İnsanın kendini bilmesi, bir insanın karakterini, zekâsını muhakeme gücünü ve duygularının farkında olması ve  onları tanımasıdır. Aynaya baktığımızda yüzümüzü görürüz, ruhumuzu görmek için ise kendimiz hakkında düşünmemiz yeterlidir. İnsanın kendini sorgulaması hayatı sorgulaması demektir.
Aristo’nun dediği gibi “Sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez”  Kendini bilen ve tanıyan insan karşısındaki insanı da anlayan ve hoşgörülü olabilen insandır. Sınırlı bakış açımız, ümitlerimiz, korkularımız yaşamamızın bir ölçüsü olmuştur. İçinde bulunduğumuz koşullar düşüncelerimize uymadığı zaman bunlar bizim zorluklarımız olmaktadır. Bizler bir ömür boyu insanların, olayların kısacası her şeyin istediğimiz gibi olmasını bekler, olmayınca da kendimizle ve çevremizle kavga eder, acı çeker ve gözyaşı dökeriz. İşte bu durumda İnsan Mühendisliği buna çare arar ve hayatı daha yaşanılır kılar. Mühendisliğin en basit tanımı, Fizik, Kimya ve Matematik gibi temel bilimleri, insanın temel ihtiyaçları için bir eser meydana getirmek için kullanılan sistematik, organize, somut ve sonuca yönelik bir uygulama alanıdır. Mühendis bu eseri şu parametrelerde; en fonksiyonel, en kısa zamanda, en estetik, en ekonomik şekilde çözmek zorundadır. İnsanın en temel ihtiyaçlarından biri de anlaşılmak tasvip görmektir. İnsan Mühendisi kendi iç dünyasındaki bu algılayışı çözerse diğer insanlarında en temel ihtiyaçlarını bahsi geçen 4 parametrede çözmüş olur. Hayatı daha anlamlı ve yaşanılır hale getirmek bizim elimizdedir. Bunun anahtarı başarı ve mutluluk ise  bunlar dışarıda değil içerde yani kendi içimizdeki potansiyelimizde gizlidir. Bunu açığa çıkmak için biraz sabır, biraz cesaret ve azme en önemlisi kendimizi tanımaya ihtiyacımız vardır. Başarının gerçek çıtası, kimseye yalan söylemeye ihtiyacı duymadan bir hayat düzeyinde yaşamaktır. Gerçek İnsan Mühendisi hayatı temel ilke ve değerlerden ibaret gören, kendisiyle barışık, hayatı kucaklayan başarılı ve mutlu insan demektir.
       Kitabın önsözünde yazarın da vurguladığı gibi masasının başında, tezgâhının arkasında veya deney tüpünün yanındaki insanın mesleği, kabiliyeti, karakteri ne olursa olsun, tatmin edilmesi gereken arzu ve ihtirasları, kırılabilecek gururu, bozulabilecek sinirleri ve gerçekleşebilecek ümitleri vardır. O kendi yarattığı makinenin, aletin veya tesisin bir cıvata veya diyot gibi bir parçası değildir ve bütün insanî ilişkiler işte bu anlayışın sonucudur. Yalnız bu anlayışa varmak için insanları anlamak gerekir; bunun için de onları sevmek lazımdır, Çünkü Goethe’nin dediği gibi “insan bir şeyi sevmeden anlayamaz.”

Mağaradakiler, Cemil Meriç

Mağaradakiler, Cemil Meriç, İletişim Yayınları, 2007 İstanbul

Toplum ve aydın ilişkisi.

    Entellektüel insan kimdir sorusuna cevap arayarak başlangıç yapılan Mağaradakiler adlı kitabın birinci bölümünde, Cemil Meriç şairlere göre, yazarlara göre, sola göre, sağa göre entellektüel kavramının neler ifade ettiğini anlatmıştır. Yazar dünyada entellektüel kavramının tanımını yapan kendini kabul ettirmiş kişilerin tanımlarını açıklayıp onların üstüne tanımlar yapmış, katıldığı konuları veya yanlış olduğunu düşündüğü fikirleri de tek tek değerlendirmiştir. Birinci bölümün sonunda ise kendisinin entellektüel insan tanımını yapmıştır. Cemil Meriç’e göre entellektüel: zamanının irfanına sahip olan, ülkesinin dilini, edebiyatını, tarihini bilen, dünyadaki belli başlı düşünce akımlarına yabancı olmayan insandır. Entelektüelin soyağacı başlığı altında sofist, rahip, filozof ve intelijansiyanın tanımlarını yapmış ve onların tarihsel gelişimini ve bugünkü durumunu açıklamıştır.

Yazara göre entellektüeller toplumlarını çağdışı bulunca çevrelerine yeni teklifler sunar ve kurulu düzenin bir an önce değiştirilmesi gerektiğini çevrelerinde yayarlar. Entellektüel ile kapitalizm arasındaki ilişkiyi inceleyen yazar kapitalizmin aydınlar için faydalı olduğu fikrini savunmaktadır. Çünkü kapitalizm ile matbaa yaygınlaşmış, gazete ve kitap fiyatları düşmüş, okuyucu kitlesi artmış dolayısıyla bilinçli, şuurlu bir kamuoyu oluşmuştur.
Kitabın başında entellektüel kelimesini inceleyen yazar daha sonraki bölümde intelijansiya kelimesini ve Rusya’daki aydın kitlesini inceler. Yazara göre intelijansiya Rusya’da belli bir dönemde yaşayan, ortak eğilimleri, ortak davranışları olan sosyal bir tabaka veya sınıftır. Avrupa’da entellektüeller sosyal bir tabaka değildir her tabakadan kopup gelen insanlardır ama Rusya’da intelijansiya zümresi eleştirel ve isyankar olduğu için terkedilmiş ve yalnız kalmıştır. Bu yüzden intelijansiya kendini ayrı bir sınıf olarak görmektedir. Cemil Meriç daha sonra popülizmin kurucusu Herzen’in hayatını anlatır ve onu hem milliyetçi hem de kozmopolit olan, dehasıyla çağımızın büyük Rus yazarları arasında benzeri olmayan bir kalem olarak tanıtır. Yazar 60 nesli diye tanıttığı dönemin kutup yıldızları dediği Dobroliubov, Pisarev ve Çerniçevski’yi anlatır. Dobroliubov’u sert, serkeş, hırçın bir zekâ; Çerniçevski’yi bir çilekeş, bilgin olmak için yaratılmış bir dahi; Pisarev’i ise Çerniçevski’den sonra intelijansiyanın lideri, bir şimşek pırıltısı ve şarkısını tamamlamadan göçüp gitmiş biri olarak tanıtır.


Mağaradakiler adını verdiği ikinci bölümde ise yazar, ıslahat, ihtilal, inkılâp ve bunların geldiği kökü revolution’u analiz etmiştir. İhtilali bir devletin idare ve siyasetinde ani ve şiddetli değişiklik kelimesinin anlamı olarak tanımlayan yazar, İngiltere için 1688 ihtilalini, İsveç için 1772 ihtilalini, Fransa için 1789 ihtilalini o ülkeler için en büyük ihtilal olarak değerlendirmektedir. Cumhuriyet döneminde ihtilal kelimesinin yerine inkılâp kelimesi kullanılmaya başlandığını ancak aynı manayı karşılamadığını, ihtilalin içerik ve anlam bakımından daha uygun olduğunu değerlendirmektedir. İhtilali bir şeyin esasından vazgeçerek yerine yenisinin konulması inkılâbı bir şeyin aslını muhafaza ederek başka bir kalıba girmesi şeklinde tanımlamaktadır. Yazar, Atatürk’ün inkılap tanımında, mevcut köhne müesseseleri zorla değiştirmek, Türk Milletinin son asırlarda geri bırakılmış olan müesseseleri yıkarak yerlerine milletin en yüksek medeni icaplara göre ilerlemesini sağlayacak yeni müesseseler koymuş olmak bulunduğunu belirtmektedir.
Anarşinin analiz edildiği bölümde yazar egemenlik hakkının sınırlanmadığı, görev ve yetkilerin kesin olarak belirlenmediği, zıt prensiplerin anayasaya meşru sayıldığı ülkelerde iktidar yoktur rekabet ve savaş vardır düşüncesini savunmaktadır. İktidar bütün olarak halkın temsilcilerine devredilince anarşi sona erecektir der. Yazara göre liberalizmin ana temelleri ile anarşizmin hareket noktası aynıdır, ancak aradaki farkın liberalizm jandarma devletten yana olduğu  anarşizmin ise devlete karşı olmasından kaynaklandığı değerlendirilmektedir.
Hürriyet kavramını inceleyen yazar filozofların şairlerin edebiyatçıların tanımlarına yer vermiş onların tanımlarındaki eksiklikleri aktarmıştır. Hürriyet çağdan çağa, ülkeden ülkeye, insandan insana değişen bir mefhumdur. Hürriyet en kısa tanımıyla kanunun izin verdiği her işi yapmaktır.
Şiirden düşünceye bölümünde yazar Avrupa ve Asya’yı karşılaştırmıştır. Yazara göre Avrupa’nın kültürü kıyasa, Asya’nın kültürü saza dayanmaktadır. Avrupa kültürün aracı akıl, Asya’da coşkudur. Aklın dili söz, coşkunun dili musikidir. Avrupa zekânın vatanı, Asya gönlün vatanıdır. Zekânın dili nesir gönlün dili ise şiirdir. Servet-i fünuna kadar nesir ikinci kemandır. Fikret’in olgun, ustaca yontulmuş mısralarına kıyasla Halit Ziya’nın nesri ne kadar zavallı olduğunu düşünmektedir. Nesir ancak II’nci Meşrutiyetten sonra nazmın esaretinden kurtulmaya başlamış Hamit ve Fikret’le şahlanmıştır.
Eleştirel yaklaşımın önemine değinen yazar her çağda tenkit sert tepkilere yol açmış kimi yakılmış kimi taş ocaklarına yollanmış ama susturulamamıştır demektedir. Tenkitçi korkmadan, önyargısız, art niyetsiz ve objektif olmazsa sevilmez ve edebi bir eser ortaya çıkaramaz. Tenkitin ne zaman başladığı tam olarak bilinmemektedir. Tenkitçinin görevi iyi kitabı kötü kitaptan ayırmaktır. Fransız akademisinin kısmen bu amaçla kurulduğunu belirtmektedir.
Kitabın sonlarına doğru yazar, 1978 yılında ilk baskısında yayınladığı ama 1980 yılındaki ikinci baskısında çıkardığı suçlu kim bölümünde dilin yozlaşması doğru mu değil mi; dili batıya uyarlamaya çalışanlar mı suçlu yoksa dilde ırkçılık yapanlar mı sorusunun cevabını aramaktadır. Dilde ırkçılık yapmak çılgınlıktır diyen yazar ön yargılı yaklaşıp sadece batı dillerinden kelime almanın ve Osmanlıcaya sırf İslam diye karşı çıkmanın da mantıksızlık olduğunu savunmaktadır.  Yazar kitabın son bölümünde hayatının kısa özetini yapıyor. Marksist, sosyalist ve Türkçülük kavramlarını tam anlayıp tanımlamadan sahiplendiğini, hayattan insanlardan uzaklaşıp kitaplarda kendini bulduğunu anlatıp kitabını noktalıyor.

Stratejik Derinlik, Ahmet Davutoğlu

Stratejik Derinlik, Türkiye’nin Uluslararası Konumu, Ahmet Davutoğlu, Küre Yayınları, 2004 - İSTANBUL
Türkiye’nin uluslararası konjonktürde stratejik analizi

Uluslar arası ilişkiler alanını da bünyesinde barındıran sosyal nitelikli çalışmalar temelde beş boyutludur: Tasvir (betimleme), açıklama, anlama, anlamlandırma ve yönlendirme. Aslında bütün bu süreci bir bütün içinde görmek gerekmektedir. Derinliğe sahip stratejik bir analiz yapabilmek için, aldatıcı görüntülerin tesiri altında kalınmaması gerekir. Analiz edilen stratejik parçalar sistematik bir bütün içinde yorumlanmalı ve bu bütünden tekrar anlamlı parçalara dönülebilmelidir. Türkiye’nin stratejik konumunun analizini hedefleyen her çalışma bu metodolojiyi göz önünde bulundurmalıdır. Türkiye’nin coğrafi derinliğini kavramaya çalışmak birçok kara ve deniz havzasını doğrudan ilgilendiren kapsamlı bir stratejik alan üzerinde analiz yapabilmeyi ve ilişki – bağlantıları görebilmeyi gerektirmektedir.

Dinamik bir değişim süreci geçiren toplumların önünde temelde üç farklı psikolojiye dayanan üç alternatif vardır: Birincisi; statik bir tavrı benimseyerek uluslar arası yapının dinamizminin geçmesini beklemek ve bütün tanımlama ihtiyaçlarını uluslar arası sistemin istikrara kavuşmasına kadar ertelemektir. İkincisi; uluslar arası dinamizminin akışına kendini kaptırmaktır. Üçüncüsü; kendi dinamizmini uluslar arası dinamizmin potasında bir güç parametresi haline dönüştürebilme çabası içine girmektir.
KAVRAMSAL ve TARİHİ ÇERÇEVE
Tüm sosyoloji ve strateji çalışmalarında temel soru gücün tanımı, tezahürleri ve eksen değişimi ile ilgili olmuştur.
Bir ülkenin uluslar arası ilişkilerindeki göreceli ağırlığı ve gücünü güç parametreleri belirlemektedir. Bu güç denkleminin unsurları; sabit veriler (coğrafya, tarih, nüfus ve kültür) ve potansiyel verilerdir (ekonomik, teknolojik ve askeri kapasite). Bu denkleme stratejik zihniyet, stratejik planlama ve siyasi irade güç çarpanları olarak eklenir.
Bütün bu etkenleri ve çarpanları bir maestro edası ile ahenge sokacak bir stratejisyen, siyasi irade yoksa, taktik nitelikli tek tek başarılar nihai savaşın kazanılmasına yetmez. Gelecek ufuk derinliğine sahip ülkeler ise siyasi öncüleri belirlenmiş gündemlerin esiri olmazlar. Siyasi irade yetersizliği ile gündeme anlık tepkiler oluşturan ülkeler atak belirleyici değil, savunmacı ve tepkicidirler.
Doksanlı yıllardaki istikrarsız koalisyon hükümetlerinin kısa dönemli değişken manevraları strateji eksikliği doğurmuştur. Türk dış politikasının en önemli zaaflarından birisi stratejik ve taktik adımlarının tutarlı bir teorik çerçeve içinde terkip edilememiş olmasıdır. Tek düzeleşmiş ve resmileşmiş strateji analizleri, kendi kendini sınırlayan bir kısır döngüye dönüşebilir.
Türkiye’de gözlenen stratejik teori yetersizliği aynı zamanda siyaset teorisyenleri ile siyaset yapımcıları arasındaki kurumsal kopukluğunda bir işareti sayılmalıdır. Yakın geçmişimizde “ya mutlak hakimiyet ya da mutlak terk” politikası manevra alanlarını daraltmıştır. Bir ülkenin stratejisinin tek eksenli bir dış tehdide göre tanımlamak ufuksuzluk, iç tehdide göre tanımlamak ise stratejik dış rakiplere koz ve kaynak sağlayan bir zaaftır.
Soğuk Savaş sonrası uluslar arası sistem, konumları itibariyle  stratejik ve taktik manevra kabiliyetlerine göre dört farklı kategoriye ayrılabilir. Süper devletler, büyük devletler, bölgesel güçler ve küçük devletler. Süper güçler ancak başka bir süper güçle dengelenebilirken; büyük devletler süper güçlerin taktik adımlarını, bölgesel güçler hem süper güçlerin hem de büyük devletlerin parametrelerini göz önüne alarak, küçük devletler ise ancak stratejik planlamaların çatıştığı dar alanlarda esneklik kazanabilmektedirler.
Güçler dengesi günümüzde BM Güvenlik Konseyi ile dengelenirken bu yaklaşımın G-8’e kaydırılmasında, Almanya’nın BM Güvenlik Konseyinde bulunması ve G-8’in bu tür operasyonların finansmanında daha etkin olabilecek ülkeleri bünyesinde barındırması önemli rol oynamaktadır. G-8 sistemi ile BM Güvenlik Konseyi arasındaki yapı çelişkisi sürdükçe uluslar arası sistemin istikrara kavuşması güçtür.
TEORİK ÇERÇEVE  : KADEMELİ STRATEJİ VE HAVZA POLİTİKALARI
Politik yapıların fiziki çevre şartlarıyla olan ilişkisini inceleyen bir çok düşünür olagelmiştir. Ratzel’in “(Lebenstraum) Hayat Sahası Teorisi”, Kjellen’in “Bir Organize Olarak Devlet”, Mackinder’in “kara hakimiyet (heartland) teorisi”, Spykman’ın “kenar kuşak teorisi (Rimland)”, Alfred Mahan’ın “deniz hakimiyet” ve A. P. De Seversky’ın “hava hakimiyet” teorileri bunların başlıcalarıdır.
Türkiye jeopolitik açıdan tüm bu teorilerin merkezi konumunda bulunmaktadır. Soğuk savaş parametrelerinin yok olduğu yeni uluslararası çevre içinde Türkiye’nin jeopolitik rolü yeniden yorumlanmalıdır. Çünkü jeopolitik konum başlı başına bir değer değildir. Bu konuma uygun tarzda ortaya konan bir dış politika stratejisinin etkin aracı olması halinde değer kazanır. Jeopolitik konum, artık sınırları müdafaa dürtüsünün yönlendirdiği bir statükoyu muhafaza stratejisinin aracı olarak görülmemelidir.
Türkiye’nin gelecek yüzyıla yönelik dış politika stratejisi güç merkezleri ile ilişkilerin alternatifli tarzda yeniden düzenlenmesi ve uzun dönemli kültürel ekonomik ve siyasi bağların sağlamlaştırıldığı bir bölgesel etki alanı “hinterland” oluşturulması şeklinde özetlenebilir.
Türkiye bu dış politika stratejisini üç önemli jeopolitik etki alanı içinde taktik önceliklere dayandırmak zaruriyeti ile karşı karşıyadır.
1. Yakın Kara Havzası    : Balkanlar – Ortadoğu – Kafkaslar
2. Yakın Deniz Havzası    : Karadeniz – Adriyatik – Doğu Akdeniz – Kızıldeniz – Körfez – Hazar Denizi
3. Yakın Kıta Havzası    : Avrupa – Kuzey Afrika – Güney Asya – Orta ve Doğu Asya
YAKIN KARA HAVZASI
Balkanlar : Türkiye’nin Balkanlardaki siyasi etki temeli Osmanlı bakiyesi Müslüman topluluklardır. Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya, Sancak, Kosova ve Romanya’daki Türk ve Müslüman azınlıklar ise Türkiye’nin Balkan politikasının önemli unsurlarıdır.
    Türkiye Balkanlardaki kısa ve orta dönem dış politikasının iki önemli hedefi Bosna ve Arnavutluk’un istikrarlı bir yapı içinde güçlendirilmeleri ve bölgedeki etnik azınlıkları güvenlik şemsiyesi altına alacak bir uluslararası hukuk zemininin oluşturulmasıdır. Bu hukuki zemin içinde Türkiye Balkanlardaki Müslüman azınlıklar ile ilgili meselelerde müdahale etme hakkını kazanacak bir garanti elde etme hedefini sürekli gözetmelidir.
Kafkaslar: Türkiye’nin NATO’ya girerek Soğuk Savaşın Batı cephesinde yer alması, Türk – Sovyet sınırını NATO – Varşova Paktı sınırı haline dönüştürerek Kafkaslar ile Doğu Anadolu’nun suni bir perde ile bölünmesine yol açmıştır.
Bölgedeki Rus – Ermeni yakınlaşması her an yeni stratejik hassasiyetler doğuracak niteliktedir. İran’ın bölgeye yönelik politikaları da Türk – Azeri, Rus – Ermeni ilişkilerinde belirleyici ve dengeleyici bir unsur olmaktadır.
Azerbaycan Türkiye için en önemli stratejik müttefiktir.
Ortadoğu    : Ortadoğu batılılarca önce 19.yy. da Balkanları da içeren bir tanımlamayken, şimdi İslam dini etrafında oluşan jeopolitik bir birim olarak tanımlanmaktadır.
Kara ve deniz bağlantıları açısından bölgenin en avantajlı coğrafyalarından birine sahip olan Türkiye bu meselede de artan bir stratejik önem kazanmıştır. Bugün, bölgenin önemli siyasi gelişmelerinde Kafkas petrol havzası, güneydoğu su havzası ve Musul/Körfez petrol havzası arasındaki iç bağımlılık ilişkisinin önemli bir payı vardır. Gerek doğu-batı, gerekse kuzey-güney geçiş ve aktarım yollarının merkezinde yer alan Türkiye bu konumun getirdiği avantajları sağlam ve uzun vadeli bir stratejik planlama ile değerlendirme meselesi ile karşı karşıyadır.
Komşu ülkelerle ilişkiler    : Türkiye’nin bölgesel anlamda daha büyük ölçekli dış politika ufuklarında açılması öncelikle yakın kara havzası ile irtibatını sağlayan sınır komşuları ile olan ilişkilerini yeniden düzenlemesine bağlıdır. Yakın sınır komşuları ile sürekli bunalımlar yaşayan bir ülkenin bu sınırları aşan bölgesel ve kültürel politikalar üretebilmesi imkansızdır.
    Komşu ülkelerle ilişkilerde yaşanan bu gerilimleri aşabilmek için yapılması gereken şey bu ülkelerle ilişkileri rejimler ve bürokratlar arasındaki uzun ve çetin süreçten çıkararak, toplumlar arası ilişkilerin yoğunlaştığı ekonomik ve kültürel unsurların ağırlık taşıdığı daha geniş bir zemine yaymaktır.
    Komşularımızdan kaynaklanan dış politika riskinin azaltılması için karşılıklı bağımlılık düzeyini yükseltecek adımlar atılması belli bir hareket alanı sağlayacaktır.
YAKIN DENİZ HAVZASI
    Anadolu – Balkan eksenindeki bir ülkenin gerçek anlamda güçlü olması ancak ve ancak bu ekseni çevreleyen deniz ve su yollarında hakimiyet sağlaması ile mümkündür.
    Soğuk savaş dönemi yapılanmasında Türkiye, kıyı ülkelerinin tümünün (SSCB, Romanya, Bulgaristan) karşı blok içinde yer almaları dolayısıyla Karadeniz’de bir nevi kuşatılmışlık psikolojisinin tesiri altında kalmıştır. 
Karadeniz ve Tuna su yolunun Türkiye’nin toplam ihracatındaki payı % 6 toplam ithalatındaki payı ise % 7 civarında kalmıştır. Tuna su yolunun Türk deniz ulaşımındaki payının % 1’in altında kalması Türkiye’nin kuzey hattını ne derece ihmal ettiğinin önemli bir göstergesidir. Türkiye’nin en uzun kıyı şeridi Karadeniz’de olmasına rağmen 120 milyon tonluk yükleme ve boşaltma kapasitesinin % 25’i Akdeniz’de % 21’i Ege’de  % 41’i Marmara’da sadece % 13’ü Karadeniz’dedir.
    Türkiye, Karadeniz’i iç steplere bağlayan su yollarının ekonomik açıdan değerlendirilmesi yapılarak sınır ötesi deniz ulaşımı konusunda teşvik edici tedbirler alınmalı, bu su yollarındaki ulaşıma elverişli projeler geliştirilmelidir.
    Varşova Paktının ve SSCB’nin dağılması ile Karadeniz’de kendi dışında kalan kıyıdaş unsurların ortak bloku karşısında ilk defa yalnızlıktan kurtulması Boğazlar üzerindeki tek taraflı blok baskısını ortadan kaldırmış ve Türkiye’yi Karadeniz’in en geniş kıyıya sahip ülkesi konumuna getirerek hem genel uluslar arası ve bölgesel dengeler, hem de Boğazlar açısından önemli bir diplomatik avantaj sağlamıştır.
    Montrö’nün öngördüğü çerçeveden sapmadan, Türkiye’nin ticari ve kültürel merkezi olan İstanbul’un güvenliği ile Boğazların statüsü arasındaki bağımlılığı göz önünde bulunduracak şekilde Türkiye’nin denetiminin artırılması öncelikli hedef olmalıdır.
    Ege Adalarının yoğunluklu bir şekilde Yunanistan’ın elinde bulunması, Türkiye’nin yakın deniz havzası politikalarının en önemli darboğazını oluşturmaktadır.
    Balkanlar ile Ortadoğu arasında  etkileşim ve geçiş alanı üzerinde bulunan Ege ve Kıbrıs meselesi, bölgeler arası etkileşimin artması ile sorun diğer bölgesel meselelere eklemlenmeye başlamıştır. Kıbrıs ve Ege meselesinde Türkiye’nin sadece bir Ege ülkesi değil, daha genel bir çerçevede Adriyatik’ten İskenderun körfezine ve Süveyş kanalına kadar uzanan bölgede bir doğu Akdeniz ülkesi olduğu gerçeği göz önünde bulundurulmak zorundadır.
    Ortadoğu, Doğu Karadeniz, Ege, Süveyş boğazı, Kızıldeniz ve Körfez üzerinde stratejik hesaplar yapan hiçbir küresel ve bölgesel güç; jeostratejik önemi nedeniyle öne çıkan Kıbrıs adasını ihmal edemez.
    Türkiye gibi, Fırat – Dicle su yolları ile Mezopotamya havzasının (Basra körfezi – Hint havzası) kuzeyinde bulunan bir ülkenin bu havzanın denize açılım noktalarına ilgisiz kalması düşünülemez.
    Hazar denizi ise, Türkiye’nin Orta Asya’ya açılmasındaki kilit deniz havzasıdır. Türkiye’nin Orta Asya ülkeleri arasında her türlü işbirliğini teşvik etmemesi, İran’ın ve Rusya’nın bölge ülkeleri ile olan ilişkilerine uzak kalması, durumunda Sovyet İmparatorluğunun Rusya İmparatorluğu olarak dönüşünü izlemek ile Hazar denizi havzasından uzaklaşmasına neden olacaktır.
YAKIN KITA HAVZASI
Türkiye, Trakya üzerinden bir Balkanlar, kuzey kıyı şeridi ile bir Karadeniz, Erzurum yaylası üzerinden bir Kafkas, Harran üzerinden bir Mezopotamya ve Ortadoğu, Güney deniz şeridi ve İskenderun Körfezi üzerinden bir Doğu Akdeniz ülkesidir.  Avrupa gerek coğrafi gerekse tarihi derinlik açısından birinci derecede önem taşıyan yakın kara havzası niteliği taşımaktadır. Coğrafi ve tarihi parametreler açısından bakıldığında Türkiye Avrupa kıtasının ve tarihinin tabii bir parçasıdır.
    Türkiye’nin yakın kıta havzası stratejisinin yeniden tanımlama ihtiyacı hissedilen en önemli ayağını Asya oluşturmaktadır. Asya’nın Türkiye için özellikle jeopolitik ve jeokültürel açıdan ne anlam ifade ettiği pek de açık bir şekilde ortaya konamamıştır. Soğuk savaş sonrası en yoğun değişim geçiren kıta olan Asya küresel ilişkiler çerçevesinde, Türkiye’yi küresel ve bölgesel güçlerle ortak çıkarları olan stratejik konumuyla yakından ilgilendirmektedir.
    Türkiye’nin dış politikasında en ciddi ihmale uğramış kıta bağlantısı Afrika dır. Türkiye hala bakir kaynaklara sahip olan bu kıtayı küçümsememelidir. Türkiye’nin BM genel kurulundaki destek arayışlarında, kurulda Afrika ülkelerinin ağırlığı hissedilebilir olmasına rağmen ciddi bir yalnızlık yaşaması bu zaafın bir sonucudur.
    Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren kıtalararası etkileşim bölgeleri; Atlantik havzası, Doğu Avrupa ve Ural stepleri, Kuzey Afrika ve Batı Asya (Ortadoğu) başlıklarıyla ele alınabilir.
    Soğuk savaş döneminde stratejik kaderini Atlantik havzası ile bütünleştiren Türkiye, Atlantik eksenli iç rekabet unsurları arasındaki dengeleri kollayan ve doğabilecek rekabet merkezlerinden herhangi biri ile tümüyle cepheleşmeyi engelleyen bir diplomatik tavrı geliştirebilmesi riskleri azaltacaktır.
    Klasik Alman ve Rus etki alanı politikaları ile kendi yakın kara havzası olan Balkanlar ve Kafkaslarda yüzleşmek zorunda olan Türkiye bu yakın kara havzaları üzerindeki politikası ile Doğu Avrupa ve Ural stepleri derinliğinde gerçekleştirebileceği politikalar arasında uygulama ve zamanlama açısından stratejik bir uyum sağlamak zorundadır.
    AB sürecinin dışına itilerek Doğu Avrupa’dan uzaklaştırılmaya çalışılan Türkiye’nin yeni sömürgeci bir dalga ile Kuzey Afrika’ya yönelecek bir AB etkinlik alanı karşısında bu bölgeden de kopması, Türkiye’nin Akdeniz ülkesi kimliğinde ciddi zaafların doğmasına yol açar.
    Batı Asya (Ortadoğu) bölgesi, bölgenin bizatihi Türkiye’nin yakın kara havzası içinde yer alması; Türkiye’nin doğrudan müdahil olduğu yakın deniz havzalarının kıyı hatlarını ve hinterlandını bünyesinde barındırması; bölge üzerinden kıta bağlantılarının sağlanabilmesi ve gerek Asya gerek Afrika derinliğine yönelik politikalarda önemli bir geçiş alanı oluşturması nedenleriyle önem arz etmektedir.
UYGULAMA ALANLARI – STRATEJİK ARAÇLAR VE BÖLGESEL POLİTİKALAR
Türkiye’nin stratejik bağlantıları ve dış politika araçları:
NATO    : 2. Dünya savaşından bu yana gelişmeler göstermiştir ki ABD’nin küresel düzendeki merkezi konumunun anahtarı Avrasya stratejisidir. ABD’nin hegemonik düzen jeopolitiği; soğuk savaş sonrası düzende de bir güçler dengesi içinde etkisini sürdürmeye devam edecektir. BM böylesi bir dengeleyici ve belirleyici konumun meşruiyet altyapısını sağlarken, NATO vurucu gücünü ve askeri garantörlük kurumunu oluşturacaktır.
Türkiye –ABD ilişkilerinde yaşanan bunalımlı dönem ve sürekli tırmanan gerilimler NATO’yu Türkiye’nin Batı dünyası ile olan ilişkilerindeki problemlerin NATO üyesi Avrupa ülkelerinde önemli ölçüde etkilemesi, Türkiye-ABD ilişkisinin Türkiye-NATO ilişkilerinin ana eksenine oturması sonucunu doğurmuştur.
Türkiye, Türkiye-AB ilişkilerinde yaşanan tıkanmaların alternatifi olarak, Türkiye-ABD ilişkilerini öne çıkarmaya ve NATO ile olan ilişkilerini bu eksene dayandırmaya çalışırken, ABD, özellikle Balkanlar, Doğu Avrupa ve Ortadoğu bölgelerinde bazı Avrupa ülkeleri ile olan ilişkilerini Türkiye faktörü ile aşmaya ve Türkiye-ABD ilişkilerini bir taraftan NATO’nun küresel ve bölgesel misyonlarının bir aracı, diğer taraftan da NATO’nun ortak alanı dışında kalan Amerikan stratejik çıkarlarının tamamlayıcı bir unsuru olarak görmeye yönelmiştir.
Birçok NATO üyesi ülke, Türkiye’yi hala bir stratejik ortak olarak değil, ucuz insan gücü icap ettiğinde kullanılabilecek bir destek, stratejik bir kaynak gibi görmekte ve Türkiye’yi Avrupa içinde müdahil bir konumda tutmaktansa Ortadoğu operasyonlarında aktif hale gelecek belirsiz bir statüde bekletmeyi uygun görmektedir.
Türkiye, NATO’nun yeniden yapılanmasında, kendisine Doğu Avrupa içinde özel bir konum kazandıracak öncelikler almaya çalışmalıdır.
AGİT : Soğuk savaş döneminden soğuk savaş sonrası döneme kendisi dönüştürerek giren, Türkiye’nin kuruluşundan beri üye olduğu örgüt olan Avrupa Güvenlik İşbirliği Teşkilatı (AGİT)’nın sürekliliği ve kapsamlılığı bu örgütün uluslar arası ilişkilerin realist ve idealist boyutlarına cevap verebildiğini göstermektedir.
AGİT’in insan hakları, demokratikleşme ve temel özgürlükler gibi küresel sorumluluk alanları, bu konuda sıkıntılı bir geçiş süreci yaşayan Türkiye’nin iç siyasi parametreleri ile uluslar arası bağlantıları arasında karşılıklı bir etkileşim alanı oluşturmaktadır. Türkiye’nin kendine güvenen ve kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan adımları atması durumunda, AGİT bünyesindeki rolü pekişerek artacaktır.
 Ayrıca, kuzey-güney kutuplaşmasında bir bağlantı ülkesi olan Türkiye G-8 ülkeleri dışında kalan G-20 ülkeleri arasında yegane AGİT üyesi ülke pozisyonuyla güney ülkelerinin AGİT nezdindeki temsilciliği konumunu kazanabilir.
İKÖ : 1. Dünya savaşı ile İslam dünyası Avrupa topraklarından çekilerek, Avrupa kıtası boyutunu kaybetmiş ve bir Afro-Asya olgusu olarak görülmeye başlanmıştır.
 İslam kimliği Avrasya derinliğinde Türkiye açısından  bir tehdit değil önemli bir stratejik imkan oluşturmaktadır. Bu bölgelerde Slav ve Rus etkisini kıracak en önemli unsur İslam kimliğinin sağladığı karşı kültürel direniş gücüdür. Avrasya derinliğinde Türk kökenli Müslüman unsurların İslam dünyası içinde etkin bir hale gelmesi, Türkiye’nin  bu dünya içinde de gerek kurumsal gerek siyasi etkinliğinin artması anlamına gelecektir.
Türkiye şu ana kadar uyguladığı politikalarda ECO ve İKÖ açta olmak üzere İslam dünyasındaki uluslar arası örgütleri gerçek bir işbirliği alanı olarak görmektense diğer uluslar arası aktörler ile olan ilişkilerinde pazarlık gücünü yükselten bir destek unsuru olarak değerlendirdiği intibaını vermiştir. İKÖ’nün en ciddi zaafı, olayları geriden takip etmesi ve reaksiyoner nitelikli tepkiler göstermesidir.
ECO (Ekonomik İşbirliği Örgütü): Türkiye’nin Asya derinliğine yönelik olarak soğuk savaş sonrası dönemde giriştiği ilk teşebbüs Türkiye, İran ve Pakistan’ın üye olduğu ECO’nun Orta Asya ülkelerini ve Afganistan’ı içine alacak şekilde genişletilmesidir. ECO, özellikle Sovyetlerin dağılmasından Orta Asya ülkelerini de içine alarak Avrasya dengelerini tümüyle etkileyebilecek bir görünüm kazanmıştır.
ECO’nun etkin bir örgüt olarak tekrar devreye girebilmesinin öncelikli şartı tekil siyasi iradeler ile ortak ekonomik çıkar arasında rasyonel bir bağ kurulabilmesidir.
KEİ (Karadeniz Ekonomik İşbirliği): Soğuk savaş sonrası dönemde Türkiye’nin en köklü değişim yaşadığı deniz havzası Karadeniz olmuştur. Soğuk savaş döneminde, Türkiye dışındaki bütün Karadeniz ülkeleri doğu bloku içinde yer alırken, bu dönem sonrasında, hem bölgesel işbirliği hem de Türkiye’nin yakın kara ve deniz havzalarına dönük politikası açısından ciddi bir stratejik açılım potansiyeli doğmuştur.
Hızlı bir ivmeyle kurulan KEİ, özelikle doksanlı yıllarının ikinci yarısından itibaren etkinliğini önemli ölçüde kaybetmeye başlamıştır. Bu ivme kaybının en temel sebebi üye ülkelerin örgütü kalıcı faktörlere dayalı aksiyoner nitelikli bir yapı olarak değil konjonktürel ihtiyaçlara cevap verebilecek reaksiyoner bir yapı olarak görmeleridir.
KEİ’nin kontrolsüz genişlemesi ve KEİ bünyesinde AB’deki Alman-Fransız eksenine benzer bir Türk-Rus ekseninin sürükleyici bir lokomotif olarak devreye sokulamamış olması, başarısızlığın sebepleri olarak değerlendirilebilir.
D-8 ve Asya-Afrika  bağlantıları : D-8, iç politikadaki çekişmeler eksenine oturtulması ve kısa dönemli bunalımların etkisi altında kalınması nedeniyle stratejik bir araç olarak daha su yüzeyine çıkmadan atıl bir hale getirilmiştir.
G-20 : Üçüncü Dünya ülkelerinin borç stoklarının dayanılmaz ölçülere ulaştığı, finansal araçlar kullanılarak yapılan manipülasyonlarla çok büyük ölçekli kaynak ve güç aktarımının yapılabildiği bir ortamda uluslar arası düzenin istikrara ve düzene kavuşması çok güçtür. Hiyerarşik gerilimleri yumuşatıcı muhtemel G-20 benzeri örgütler böylesi bir konjonktürde özel bir konum kazanacaklardır.
G-20’nin üyelik kompozisyonu Türkiye’ye bu alanlarda önemli bir açılım imkanı sağlayacaktır. Güney Doğu ülkeleri nezdinde itibar sağlayacak bir yaklaşım Türkiye’nin genel uluslar arası itibarını olduğu kadar Kuzey ve Batı ülkeleri nezdinde önemini de arttıracaktır.
Uluslar arası ekonomi-politikte görülen yeni dönüşümler ve jeoekonomik kaynak paylaşımı bölgeler açısından ele alındığında uluslar arası rekabetin sürdüğü alanlar itibariyle 21. yy. başlarında bir Asya, sonlarında ise bir Afrika yüzyılı olmaya aday görünmektedir. G-20’nin üyelik kompozisyonu Türkiye’ye bu alanlarda önemli bir açılım imkanı sağlamaktadır.
STRATEJİK DÖNÜŞÜM VE BALKANLAR
Balkanlar jeopolitiğinin dayandığı iki temel eksenden Drava - Sava ekseninin merkezi Hırvatistan ve Sırbistan arasında kalan Bosna-Hersek’te; Sırbistan, Makedonya, Bulgaristan ve kısmen de Yunanistan arasında kalan Morava - Vardar ekseninin merkezi ise Kosova’dır.
Bosna ve Kosova bunalımlarını tırmandıran sistemik çelişkiler üç ana başlık altında ele alınabilir; (1) ABD-Avrupa/Almanya arasındaki küresel çıkar çelişkisi, (2) Avrupa içinde İngiltere/Fransa, Almanya ve Rusya arasındaki kıta ölçekli çelişkiler, (3) Güç-eksenli bu çelişkilerin uluslar arası hukuk ve örgütler düzeyinde yol açtığı çelişkiler.
Bosna ve Kosova bunalımları neticesinde ABD, Orta ve Doğu Avrupa’da doğrudan müdahil konumdadır ve bu konum bölge problemlerini Amerikan stratejisinin doğrudan unsurları halinde dönüştürmektedir.
Bunalımları kendi stratejileri için bir çarpan olarak kullanmak isteyen güçlerin müdahalesi sonucunda imzalanmış olan Dayton Anlaşması, gerek anayasal çerçeve gerekse reel askeri ve stratejik durum açısından ciddi boşluklar barındırmaktadır. Bosna devletinin sınır bütünlüğü zikredilmekte fakat ne bunu koruyacak olan Bosna ordusunun alacağı yapı ortaya konmakta, ne de cumhuriyet statüsü tanınan Sırpların tek taraflı bir kararının uluslar arası müeyyidesi belirtilmektedir. Bunun tek garantisi anlaşma sonrasında Bosna’ya yerleştirilen NATO ülkeleri ağırlıklı uluslar arası güçtür.
Balkan kuşağında yaşayan toplulukların iç güvenliklerinin sağlanması, kültürel varlıklarının muhafazası, ekonomik ve sosyal altyapılarının güçlendirilmesi, kuşak üzerindeki topluluklar arasındaki iletişimin arttırılarak sürdürülmesi Türkiye’yi bölgede hem barış hem de gerginlik konjonktöründe güçlü kılacaktır.
ORTADOĞU : EKONOMİ – POLİTİK VE STRATEJİK DENGELERİN KİLİDİ
Ortadoğu sadece ticari ve doğal kaynak aktarım hattı olarak değil, doğal kaynak stoku olarak da başlı başına önemli bir stratejik konum kazanmıştır. Ortadoğu’nun dünya petrol rezervlerinin önemli bir bölümüne sahip olması bölgenin stratejik yapılanması ve gerek küresel gerekse bölgesel güçlerin bu yapılanma içindeki pozisyon alışlarında önemli bir etki yapmıştır ve yapmaya devam edecektir.
ABD, Avrupalı güçlere kıyasen petrole daha az bağımlı olmakla birlikte, petrolün bu gücünün kaynağını kontrol etmedikçe uluslar arası ekonomi-politik rekabetin ritmini tutamayacağını fark etmiştir.
Su meselesinin gündeme getirildiği dönemler incelendiğindeyse, bu dönemin bölge içi dengelerin yeniden şekillendirildiği savaş-barış süreci dönemleri ve bölgeler arası etkileşim ve zamanlama meselesi olduğu gözlemlenmektedir.
ABD’nin kurmaya çalıştığı yeni düzen açısından Körfez savaşı incelendiğinde, üç ana hedef görülür; (1) Yeni dünya düzeninin ABD’nin üstleneceği garantörlüğe etki eden operasyonel maliyet ile uluslar arası ekonomi-politik güç dengesi meselesi, (2) Çift kutuplu yapıya göre şekillenmiş bölgesel dengelerin yeniden kurulması, (3) İsrail’in uzun dönemli güvenliğinin bir daha tehdit edilemeyecek şekilde sağlanması.
Bölge içi denge denklemine bakıldığında, Ortadoğu jeopolitiğinin en temel coğrafi denge mekanizmasını Mısır-Türkiye-İran hassas dengesinde aramak gerekir. Bölgede uzun süreli bir barışın en temel şartlarından birisi bu üç ülkenin rasyonel bir zeminde işbirliği içine girmesidir.
    Bölge bunalım kaynaklarından biri olan İsrail-Filistin meselesi incelendiğinde görülür ki;  her şeyden önce batılılar tarafından Avrupa coğrafyasında Yahudi-Hıristiyan çatışması olarak algılanan Yahudi meselesi, Müslüman-Yahudi meselesine dönüştürülerek Ortadoğu’ya ihraç edilmiştir. İsrail’in ulus-devlet olarak ortaya çıktığı tarihe kadar İslam coğrafyasında böyle bir mesele söz konusu olmamıştır.
İsrail devletinin kuruluşu Atlantik ekseninin ve bu eksendeki kozmopolit yapının eseridir. İsrail’in öncelikli hedefi uluslar arası Yahudi finans gücünün de desteğini alarak kendi nüfus bölgesini oluşturmaktır. Ayrıca İsrail ekonomi-politik güç merkezinin  Asya’ya doğru kaymakta olduğunun farkındadır ve bu nedenle Çin, Hindistan ve Endonezya gibi nüfus açısından Asya’nın en büyük ülkeleriyle yönelik diplomatik bir atağa geçmiştir.
İsrail Ortadoğu barış süreci ile elde ettiği kazanımları elden çıkarmadan Kudüs üzerindeki egemenliğini sürdürecek bir formül arayışındadır. Genelde Kudüs özelde de Mescid-i Aksa meselesi çözülmedikçe Filistin ve Ortadoğu meselesinin de çözülmesi çok güçtür.
Türkiye’nin bu karmaşık Ortadoğu yapılanması sürecinde diplomatik başarısı, iyi niyet ilişkileri seyrinde devam eden Pakistan’la ya da Çin’le yürütülen ilişkilerde değil, Yunanistan, Suriye, İran, ABD ve Almanya ile yürütülen ilişkilerde belli olacaktır.
Türkiye bu ilişkiler ağında, Araplarla olan tarihi psikolojik rahatsızlıktan sıyrılmalı, Arap toplumlarını bir kategoriye indirgeyen genellemeci ve yüzeysel yaklaşımdan kaçınmalıdır. Zaruri olarak çıkabilecek bir kutuplaşma karşısında da bölgede Arap olmayan diğer unsur olan İran ile ilişkilere özen göstermelidir.
Türkiye’nin bölgede karşılaştığı diğer bir problem olan Kuzey Irak meselesinde; Kürt nüfusun yayıldığı coğrafya göz önüne alındığında, bu coğrafyanın kendi içinde jeopolitik bir bütünlük oluşturması güç bir geçiş alanı oluşturduğu değerlendirilebilir. Bütünlük oluşturulamaması nedeniyle de istikrarsızlık kaynağı olmaktadır. Kürt nüfus bu stratejik oyunda sürekli mağdur haline gelmektedir. Filistin-petrol denklemine oturtulan Ortadoğu meselesi, Kürt-su denklemine dönüştürülmeye çalışılmaktadır.
Ortadoğu politikasında başarılı olabilmek için; psikolojik engeller aşılmalı, bölgesel problemleri yakından takip eden derinlikli projeksiyonlarla değerlendirebilen araştırma merkezleri enstitüler kurulmalı; küresel dengeler ile bölgesel reelpolitik arasında sağlıklı bir irtibat kurulmalı, bölgeyi bütünüyle kuşatacak projeler üretilmeli; karşı milliyetçi bloklaşmalar engellenmeli; odaklanmış tepkiler azaltılmalı; etkin, aktif ve inisiyatif gücü yüksek bir yaklaşım benimsenmeli; yatay ilişkilere ve iletişime ağırlık verilmeli; her şeyden önce Ortadoğu’yu Araplardan oluşan bir problem bölgesi olarak gören basitleştirici yaklaşım terk edilmelidir.
AVRASYA GÜÇ DENKLEMİNDE ORTA ASYA POLİTİKASI
Orta Asya doğal kaynak açısından, içinde barındırdığı insan unsurunun değerlendirme potansiyelini çok aşan bir kapasiteye sahiptir.
Orta Asya ekonomi-politik etkileşimlerinde söz sahibi olmak isteyen ülkeler ABD, Rusya, Çin ve AB içinden bölge ile tarihsel emelleri olan Almanya’dır. SSCB’nin dağılmasıyla, bir süper güç yerine daha küçük ölçekli aktörlerin sahneye çıkması Orta Asya’ya yönelik iştahların kabarmasına neden olmuştur.
Türkiye’nin bölge ile ilişkisi hazırlıksız yakalanmış olma ile neticelenmiştir. Modern Türk diplomasisi kökenine gidildiğine daha çok Avrupa merkezli büyük güçlerin diplomasi kulvarlarına ayarlı bir seyir takip etmiştir. Bu stratejik bakış, ideolojik tavırla da ilgilidir. Batılılaşma tecrübesi ve bu tecrübenin öngördüğü Avrupa’ya dönük politika oluşturma çabası genelde Asya özelde Orta Asya’yı ikincil plana itmiştir.
Türkiye diğer bölgesel politikalarda olduğu gibi, Orta Asya ile ilgili politikalarda da ABD-AB dengesini tekrar ayarlama ihtiyacı ile karşı karşıyadır.
AVRUPA BİRLİĞİ : ÇOK BOYUTLU VE ÇOK DÜZLEMLİ BİR İLİŞKİNİN TAHLİLİ
AB-Türkiye ilişkilerini anlamlandırmada karşılaşılan üç problem şunlardır. (1) iki statik yapının varsayımı, (2) İlişkinin tek yönlü seyrettiği yanılsaması, (3) İlişkilerin tek düzlemde seyreden bir nitelik taşıdığı varsayımı.
Türkiye’nin gelecekte AB ile diplomatik/siyasi düzlemde yürüttüğü ilişki sürecinde karşı karşıya kalacağı problem; AB’nin ortak dış politika yapımındaki bölgesel tercihler ile Türkiye’nin sürdüre geldiği tercihleri arasında uyum meselesi olacaktır. Karşımızda tek bir batı bulunmadığı gibi her zaman tek Avrupa da olmayacaktır. Bütün bütünleşme çabalarına rağmen karşımızda her zaman iç çelişkilere ve çıkar çatışmalarına yol açabilecek güçlü ulusal stratejilerin de yer aldığı bir Avrupa diplomasi geleneği vardır.
Gümrük birliği ile Türkiye’yi ekonomik hinterlandı içinde tutan AB, Türkiye’nin demografik gücünün serbest dolaşım hakkı ile Avrupa üzerinden baskı yapmasını engellemeye çalışmakta ve ekonomik rasyonaliteye ve kendi ilan ettiği evrensel değerlere aykırı jeokültürel bir dışlama politikası takip etmektedir. Ekonomik olarak Avrupa’ya tek taraflı olarak eklemlenmiş ancak jeokültürel olarak dışlanmış bir Türkiye, cepheleşme, bütünleşme sarkacının içine alınmaya çalışılmaktadır. Bu kıskacın stratejik bir çıkmaza dönüşmemesi Türkiye’nin çeşitlendirilmiş bir yakın kıta havzası politikasını uzun dönemli bir stratejik planlama çerçevesinde devreye sokabilme kabiliyetine bağlıdır.
Önümüzdeki yirmi yıllık dönemde Doğu Avrupa ile tümüyle bütünleşmiş bir AB karşısında, Türkiye’nin yalnızlaşmasını engelleyecek alternatif kıta havzası politikaları oluşturularak her türlü alternatife açık bir manevra alanı geliştirilmesi zorunluluğu Türkiye’nin yakın gelecekteki en temel stratejik parametrelerinden birisi olacaktır.

Ermeniler Tarafından Yapılan Katliam Belgeleri, Yusuf Sarınay

Ermeniler Tarafından Yapılan Katliam Belgeleri Cilt I,II  (1914-1919), (1919-1921), Yusuf SARINAY (DAGM), DAGM, 2001,   ANKARA

1914-1921 yılları arasında Ermeniler tarafından yapılan katliamlar.

Eserde çoğunlukla Ermenilerin ve kısmen de Rus ve Kazakların yaptıkları katliamlara ait belgeler ayrıntıları ile gözler önüne serilmiştir. Toplam 89 başlık altında toplanan katliam belgelerinde geçen olaylar incelendiğinde 518.015 kişinin vahşice katledildiğinin görüyoruz. Belgelere konu olan katliamlar tarihte eşine az rastlanır bir biçimde işlenmiştir. Bunlardan bazılarını sayacak olursak, hamile kadınların karınlarının yarılarak çocuklarının çıkarılması, küçük çocukların kaynar sulara atılarak cesetlerinin anne ve babasına yedirilmesi, insanların derilerinin yüzülmesi, kulak, burun vs organların kesilmesi, çocukların anne ve babasının gözü önünde yakılması, insanların kollarının bacaklarının kesilmesi, tecavüzler, kurşuna dizmeler ve daha bir çok insanlık dışı eylemler. Aşağıdaki tabloda ise bu akıl almaz katliamların bilançosu gösterilmektedir.
Belge Nu.    Tarih    Yer    Olayın Muhtevası    Yaralı       Ölü
1    21/2/1914    Kars, Ardahan    Ermeniler tarafından telef edilen erkeklerin sayısı.        30.000
2    8/5/1916    Pasinler    Sevk sırasında ölenlerin sayısı.        2000
    8/5/1916    Tercan    Köylere Ermeni saldırısı sonucu ölenlerin sayısı.        563
    8/5/1916    Van, Tatvan    Tatvan iskelesinde yapılan saldırılarda ölenler.        1600
    9/5/1916    Bitlis    Hudut köylerine taarruz sırasında ölenler.        40.000

    8/5/1916    Bitlis    Kaçmaya çalışanlardan ölenler.        10.000
    9/5/1916    Bitlis    Çeşitli köylerde ahalinin katli sonucu ölenler.        123
3    1915    Van    Çeşitli köylerde ahalinin katli sonucu ölenler.        44
    22/5/1916    Van    Dir nahiyesinde boğazlanarak öldürülen sübyanlar.        1000
    22/5/1916    Köprüköy, Van    Tamamen yok edilen Köprüköy’de ölenler.        200
    22/5/1916    Van    Rus ve Ermenilerin yaptıkları katliamda ölenler.        15000
    22/5/1916    Van    Şamran mahallesinde katledilen erkekler        8
    22/5/1916    Van    Ermenilerce yemeklerine zehir katılarak öldürülen Müslümanlar        8000
    22/5/1916    Van    Hoşab’da telef edilen nüfus        80.000
    22/5/1916    Van    Engel ve Atyan’da halkın imhası sonucu ölenler        15000
4    23/5/1916    Of    Taarruz edilerek öldürülen kadınlar        5
5    23/5/1916    Trabzon    Bazı köylerde yapılan katliamlarda öldürülenler        2086
    23/5/1916    Van    Seyl köyünde öldürülen Museviler        300
    11/5/1916    Van    Van ve köylerinde yapılan katliamda öldürülenler        44233
    11/5/1916    Malazgirt    Malazgirt ve köylerindeki baskında ölenler        20.000
6    11/5/1916    Bitlis    İşgal sırasında yapılan zulümlerde öldürülenler        12
7    1/4/1916    Van, Reşadiye    Aşnak karyesinde yapılan zulümde ölenler        15

8    6/1916    Van,Abbasağa    Abbasağa köyündeki işgence        14
   
6/1916    Edremid,Vastan    Edremid’de yapılan kırımda öldürülenler.        15.000

9    4/1915    Bitlis    Savur köyünde ahaliye yapılan zulümde ölenler        29
    4/1915    Muradiye    Abaağa köyündeki katlimda ölenler        10.000

10    5/1915    Van    Hasanan aşiretinden zayi olanların sayısı        20.000
    2/1915    Hasköy    Ermeni Çeteleriyle çarpışmada ölenler        200
    2/1915    Dutak    Köye saldırı sırasında ölenler        3
    1915    Bitlis    Rus, Ermeni ve Kazak saldırısında öldürülenler        16.000
    5/1916    Muş    Köylere saldırıda öldürülenler.        500
11    4/1915    Van    Köylere baskında öldürülenler.        120
    1915    Van    Bazı köy ahalisinden öldürülenler        150
    25/5/1916    Bayezid    Bayezid’de imha edilenlerin sayısı        14.000


12    1915    Muş    Ermeni çeteleri tarafından katledilen muhacirler.        800
    8/1915    Müküs    Tahliye esnasında katledilen ahali sayısı        126
    7/6/1916    Müküs,Şeyhan    Katledilen nüfusun sayısı        121
    7/1915    Muş, Akçan    Kuyuda bulunan cesetlerin sayısı        19
    1915    Muş    Anak manastırı önünde şehit edilenlerin sayısı        10
13    1915    Bitlis, Hizan    Uçurum nahiyesi köylerinde yapılan katliamda ölenler        113
14    1915    Van    Van ve civarında yapılan katliam        5200
15    14/8/1916    Bitlis    Köylerde yapılan katliamlarda ölenler    34    311

16    6/6/11916    Şatak, Serir    Köylere saldırıda ölenler        45
    6/6/11916    Şatak    Ermeni saldırısında ölenler        1150
17    15/1/1916    Terme    Ermeni eşkıyasının saldırısında ölenler        9
18    25/1/1919    Kars    Katledilen milletvekili sayısı        9
19    21/1/1919    Kilis    Devriye gezerken katledilen Osmanlı askerleri        2
20    26/2/1919    Adana,Pozantı    Ahaliden katledilenlerin sayısı    1    4
21    18/5/1919    Osmaniye    Zor Telgraf müdürü’nün  katli        1
22    13/6/1919    Pasinler    Isısar karyesi civarında katledilenlerinler         3
23    3/6/1919    Iğdır    Abbaskulu aşiretinin köylere saldırısında ölenler        8
24    7/7/1919    Kars, Göle    Ermeniler tarafından katledilenler        9
25    9/7/1919    Kağızman    Ermenilerle çarpışma sırasında ölenler        6
26    9/7/1919    Kurudere    Kurudere’ye saldırı sırasında ölenler        8
27    8/7/1919    Mescidli    Ermeni saldırısı sırasında ölenler    4    4
    8/7/1919    Gülyantepe    Ermeni saldırısı sırasında ölenler        10
28    11/7/1919    Mescidli    Köylere taarruz sırasında ölenler    35    20
29    19/7/1919    Bulaklı    Köylere taarruz sırasında ölenler    2    2
30    24/7/1919    Kars, Kağızman    Şura reisine ve ailesine yapılan saldırılarda ölenler        9
31    7/1919    Sarıkamış    Antranik çetesinin köylere saldırılarında öldürülenler        803
32    7/1919    Sarıkamış    Ricat esnasında Ermeni saldırılarında öldürülenler        695
33    8/1919    Muhtelif köyler    Köylere yapılan Ermeni saldırılarında öldürülenler        2502


34    5/7/1919    Kağızman     İşkence ile öldürülenler        4
    1919    Tiknis,Ağadeve    İşkence ve tecavüz ile öldürülenler        5
    19/7/1917    Pasinler    Köy basarak öldürülenler    2    2
    1919    Nahçivan    Bir çok köy basılmak suretiyle öldürülenler        4000
35    7/1919    Kurudere    Baskınla katliam sırasında ölenler        8
    4/7/1919    Akçakale    Köy basılarak öldürülenler        180
    1919    Sarıkamış    İmha ve idam ile öldürülenler        9
    1919    Sarıkamış    Bomba ile öldürülenler    2   

36    15/8/1919    Erzurum    Çeşitli şekillerde yapılan işkencelerle öldürülenler        153
    15/8/1919    Erzurum    Yakılarak, boğularak öldürülenler        426
37    1918    İspir, Bayburt    İsğir ve Bayburt kazalarında Ermenilerin yaptığı soykırım        150
38    9/1919    Allahuekber    Taarruz ve yağma ile öldürülenler        3
39    14/9/1919    Sarıkamış    Çatışma sırasında öldürülenler    1    2
40    11/111919    Maraş    Sokak çatışması sırasında öldürülenler    2    2
41    11/1919    Adana    Trenden atılarak öldürülenler        4
    6/111919    Ulukışla    Gözleri oyularak öldürülenler        7
42    7/12/1919    Adana    Çatışma sırasında öldürülenler    5    4
43    22/1/1920    Antep    Saldırı sırasında öldürülenler    2    1
44    9/1919    Ünye    İşkence ile öldürülenler        12
45    28/2/1920    Pozantı    Esir Türk askerlerine baskın sırasında öldürülenler        40
46    10/2/1920    Çıldır    Makinalı tüfek ile öldürülenler        100
47    9/3/1920    Zaruşat    Kurşuna dizilerek öldürülenler        400
48    2/2/1920    Şuregel    Kaçarak tipiden ve katledilerek öldürülenler        1350
49    3/1920    Maraş    Bomba, Süngü ile öldürülenler    4    4
50    22/3/1920    Şüregel,Zaruşat    Çeşitli şekillerde öldürülenler.        2000
51    9/3/1920    Zaruşat    Süngü ve baltalarla öldürülenler.        120
    16/3/1920    Kağızman    Çeşitli şekillerde katledilerek öldürülenler    15    720
52    6/4/1920    Gümrü    Trenden indirilerek kurşun ile öldürülenler.        500
53    28/4/1920    Kars    Silahla öldürülenler.        2
54    5/5/1920    Kars    İşkence Silahlı saldırı bombalama ile öldürülenler        1774
55    22/5/1920    Kars    Baskınla katledilerek öldürülenler        10
56    2/7/1920    Kars,Erzurum    Baskın ile hicret edenlere saldırılarak öldürülenler        408
    2/7/1920    Zengibasar    Kaçarken suya atılarak öldürülenler        1500
57    27/7/1920    Erzurum    Baskın yoluyla öldürülenler        69


58    1/2/1920    Zaruşat    Katliam ve suda boğularak öldürülenler        2150
    5/1920    Kars, Erzurum    Çeşitli şekillerde katledilerek öldürülenler        27
    8/1920    Oltu    Muhacirlere  yapılan katliam sonucu öldürülenler        650
    8/1920    Kars, Erzurum    Ağaca bağlanıp boğularak öldürülenler        18
59    15/10/1920    Bayburt    99 köyde yapılan katliam neticesinde öldürülenler.        1387
60    20/10/1920    Göle    Köylerde katliam sonucu öldürülenler        100
61    17/10/1920    Pasinler    30 köyde  katliam sonucun öldürülenler        9287
62    18/10/1920    Tortum    64 köyde katliam sonucu öldürülenler        3700
63    19/10/1920    Erzurum    Muhtelif mahallelere de katliam sonucu öldürülenler.        8439
64    26/10/1920    Kars civarı    Değişik işkencelerle öldürülenler.        10693
65    28/10/1920    Aşkale    Köylerde katliam sonucu öldürülenler        889
66    6/1/1919    Zaruşat    Top saldırısı ve işkence ile öldürülenler.        86
67    1/12/1920    Kosor    Köylerde katliam sonucu öldürülenler.        69
68    3/12/1920    Göle    Süngülerle ve bomba ile öldürülenler        508
69    4/12/1920    Kosor    Köylerde katliam sonucu öldürülenler.        122
70    4/12/1920    Kars,Zeytun    Yakılarak ve çeşitli şekillerde öldürülenler        28
71    4/12/1920    Sarıkamış    13 köyde katliam sonucu öldürülenler        1975
72    6/12/1920    Göle    Köylerde katliam sonucu öldürülenler        194
73    7/12/1920    Kars,Digor    Çeşitli köylerde katliam sonucu öldürülenler        14620
74    14/12/1920    Sarıkamış    18 köyde katliam sonucu öldürülenler        5337
75    1920    Göle    Kadın ve çocuklara saldırı sonucu öldürülenler        600
    1920    Kars    Köylerde katliam sonucu öldürülenler        3945
76    1920    Haramivartan    Köylerde katliam sonucu öldürülenler        138
77    1920    Nahçıvan    Açlık, hastalık,, soğuktan katl ile ölenler        64408
78    29/11/1920    Zaruşat    55 köyde katliam sonucu öldürülenler        1026
79    2/1921    Zengibasar    Kurşunlanarak öldürülenler    3    18
80    1920    Nahçıvan    Muhtelif köylerde katliam sonucu öldürülenler    63    5307
81    2/1920    Kars civarı    Birkaç  köyde katliam sonucu öldürülenler        561
82    12/1920    Erivan    İşkence ile öldürülenler        192
83    1921    Karakilise    24 köyde felaket ve muhaceret yüzünden ölenler        6000
84    21/11/1921    Pasinler    Kaza ahalisine yapılan katliam sonucu ölenler        53
    21/11/1921    Erzurum    39 köyde baskın yolu ile öldürülenler        1215
85    1918    Hınıs    Baskın yolu ile öldürülenler        870
86    1918    Tercan    Köylerde katliam sonucu öldürülenler        580
87    1921    Nahçıvan    Kaçırılarak işkence ile öldürülenler.        12
88    1921    Bayburt    İşkence ile öldürülenler.        580
89    1921    Arpaçay    Muhacirlere saldırı sonucu öldürülenler.        148
Toplam:    518.015

11 Şubat 2012 Cumartesi

Ermeni Komiteleri (1891–1895), Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü

Ermeni Komiteleri (1891–1895), N.AKTAŞ, U.DEMİRBAŞ, A.ÇINAR, M. DEMİREL, S.DİLBER, R. KARAKAYA, N.KOLTUK, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, 2001, Ankara

Ermeni olayları üzerine II’nci Abdülhamit tarafından Nazım Paşa’ya hazırlatılan  Ermeni raporu anlatılmaktadır.

    Ermeni meselesi, 1877–1878 Osmanlı-Rus savaşı sırasında İngiltere ile Rusya arasındaki rekabetin yarattığı bir emperyalizm sorunu olarak ortaya çıkmıştır. Osmanlı Devleti, 1877–1878 Osmanlı-Rus savaşında yenilgiye uğradıktan sonra, 3 Mart 1878 tarihinde imzalanan Ayastefanos Antlaşması'nın 16. maddesiyle ve daha sonra onun yerini alan Berlin Antlaşması'nın 61. maddesiyle Ermenilerle ilgili ıslahat yapmayı kabul etmişti. Ermeniler bundan sonra Osmanlı Devleti'nin bütün Hıristiyan unsurları gibi bağımsız bir devlet kurma çabasına girmişlerdir.

Aslında asırlardır Osmanlı Devleti'nin yönetimi altında yaşayan Ermeniler imparatorluğun her tarafına dağılmışlar, korkusuzca, asayiş içinde, mal, can, ırz ve namusları emniyet altında, mezhep açısından da tamamen serbest, huzurlu ve mesut, ekonomik açıdan ise Müslüman tebaadan daha rahat içinde yaşamışlardır. Devletin Darphane ve Baruthane gibi önemli müesseselerinin başına geçmişler ve   “Millet-i Sâdıka”   olarak adlandırılmışlardır.   Osmanlı Devleti Hıristiyan tebaasına karşı eşit muamele etmiş, bunlardan birini diğerine tercih etmemiş ve birbirlerinin işlerine karıştırmamıştır.
    Ermeni sorunu Ermenilerin kendi içinden ve ihtiyaçlarından değil bölge üzerinde çıkar hesaplarından kaynaklanmıştır. Başta Ermeni Patrikhanesi olmak üzere nüfus ve toprak şartlarına bakmaksızın bağımsızlık ve muhtariyet hayali peşinde koşan Ermeniler kendileri üzerinde oynanan oyunları görememişlerdir.
    Ermeniler, 1880'li yılların sonlarına doğru teşkilatlanmalarını tamamlamışlar, komiteler kurmuşlar, Anadolu’da isyanlar çıkararak Avrupa'nın dikkatini çekmek istemişler ve olası bir Avrupa müdahalesi ile Bulgaristan gibi özerk bir yönetime kavuşmanın hayallerini kurmuşlardır. 1881 yılında Erzurum'da "Anavatan Müdafileri" cemiyeti, 1882'de Van'da Ermenileri, hukuklarına sahip kılmak, gereken yerlerde isyanlar çıkartmak ve gençleri silahlandırmak amacıyla "Kara Haç"  cemiyeti kurulmuştur.
    Hınçak Komitesi 1887 yılında İsviçre’de   “Armenia"   gazetesi yazarlarından Avedis Nazarbekyan ve eşiyle birlikte Kafkasyalı bir grup öğrenci tarafından kurulmuştur. İdarecileriyle üyelerinin büyük bir  kısmını Rusyalı Ermeniler teşkil etmiştir. Krisdapor Mikaelyan ve arkadaşları, Kafkasya'da 1890'da Ermeni İhtilal Cemiyetleri Birliği'ni (Taşnaksutyun Komitesi) meydana getirmişlerdir.
    Bu komitelerin tertipledikleri ilk eylemler, Ermenileri isyana teşvik amacıyla Muş bölgesine gelen Bogos Natyan adlı rahibin aşiret reisi Musa Bey tarafından yakalanıp adalete teslim edilmesiyle başlamıştır. Patrikhane, bu konuyu Ermenilere zulüm ve eziyet ediliyor diye padişaha şikâyet etmiş, padişah da Musa Bey'in İstanbul'a getirtilerek yargılanmasına karar vermiştir. İkinci büyük olay ise  Erzurum' da meydana gelmiştir. Şehirde bulunan Ermeni kilisesi ve okulunda silah aranmasını bahane eden Ermeniler, Haziran 1890'da ayaklanmışlar ve asker üzerine ateş açmışlardır. Meydana gelen olaylar önceden planlanmıştır.
    Hınçak Partisi’nin İstanbul’da organize ettiği ilk  gösteri Kumkapı olayıdır. Ermeni Patriğinin Kumkapı'da, halka hitap ettiği bir sırada komiteci Ermeniler halkı gösteriye zorlamışlar, Yıldız Sarayı'na doğru yürüyüşe geçen Ermeniler yolları kesen polislerin üzerine ateş açmışlar, çatışma çıkmış, ölen ve yaralanlar olmuştur. Ermeniler, Kumkapı olayıyla Avrupa'nın dikkatini çekmişlerdir.
Hınçaklar, daha önce planlayarak uygulamaya koydukları Kumkapı, Merzifon, Yozgat ve Tokat olaylarından bekledikleri neticeyi alamayınca, hükümetin etkisinden uzak, serbestçe hareket edebilecekleri bir yerde yeni bir denemeye girişmişler, Hamparsum Boyacıyan adlı komiteci Muş'un güneyinde bulunan Anduk Dağı civarındaki Talor köyüne gelmiş ve orayı merkez kabul ederek diğer köyleri de isyan ve ihtilale teşvik etmiştir. Şinik, Şimal, Geliguzan, Hitenk, Akçeser gibi köyler isyana katılmıştır. IV’ üncü Ordu Komutanı Zeki Paşa Talori’ye gitmiş ve isyanı bastırmıştır. Hamparsum ele geçirilmiş, Zeki Paşa tarafından gerekli önlemler alınmış, teslim olanlar köylerine gönderilmiş, bir kaç gün içinde huzur ve güven sağlanmıştır.
    Bu olay dolayısıyla Avrupa'da Türkler aleyhine büyük bir propaganda kampanyası başlamış, çatışmalarda ölen Ermenilerin sayısı son derece mübalağalı rakamlarla duyurulmuş, Avrupa'nın çeşitli başkentlerinde Ermeniler lehine mitingler düzenlenmiş, parlamentolarda açıklamalar yapılmıştır. Ermeniler, Osmanlı Devleti'nin dışta itibarını sarsmak için, kendilerine karşı yapılan her türlü hareketi yabancı basın vasıtasıyla Ermeni davasına yardımcı olacak şekilde dünya kamuoyuna aksettirmeye çalışmışlar, bu yolla kendi lehlerine bir müdahale sağlayabileceklerini düşünmüşlerdir.
    Dönemin padişahı II. Abdülhamit. Ermenilerin yaptıkları eylemlerin her yönüyle ortaya çıkarılması ve Avrupa kamuoyuna bütün gerçekliğiyle duyurulması için bir rapor hazırlanmasını istemiştir. Buna göre Osmanlı Devleti sınırları içinde Ermeniler tarafından kurulan komitelerin hedef ve maksatlarının ne olduğu, nasıl cinayetler işledikleri ve Müslümanları suçlamak için Müslüman kıyafetine girerek yaptıkları eylemler, çeşitli bölgelerde nasıl isyan teşebbüsünde bulundukları, yabancılardan nasıl yardım gördükleri ortaya konulacaktı.
    Padişah ayrıca, Ermenilerin bütün bu ayrılıkçı faaliyetlerine karşılık devletin onlara güvenini göstermesi açısından, o tarihe kadar Ermenilere devlet tarafından verilen imtiyazların, devlet dairelerinde görevli Ermeni memurlarının sayı ve unvanlarının, Ermeni meskûn olan vilayetlerdeki genel nüfus ve Ermeni nüfusun genel nüfusa oranının tespit edilmesini istemiştir.
    Bunun üzerine Ermenilerin faaliyetleri hakkında bir rapor hazırlamak üzere Zaptiye Nazırı Nazım Paşa başkanlığında bir komisyon oluşturulmuş ve bu komisyon hazırladıkları raporu Padişah II’nci Abdülhamit’e takdim etmiştir. Bu raporda, yurt içindeki ve dışındaki Ermeni faaliyetleri,  Ermeni komitelerinin programları ve aldıkları kararlar, yakalanan Ermenilerin yargılanmaları, mahkemelerin verdikleri kararlar ve cezalar tek tek belirtilmiştir.
    Ermenilerin Hınçak komitesi, Tiflis’te bir gazete basımı ile hayata geçirilmeye çalışılmış ancak baskılar sonucu teşkilatlanmasını İsviçre’de tamamlamıştır. Ermeniler o dönemde Avrupa‘ da önemli mevkilerde olan insanlarla iyi ilişkiler geliştirmişler hatta en önemli üniversite ve kolejlerde Ermenice dersleri verilmeye başlanmıştır. Hınçak komitesinin ilk suikast tertiplerinden biri, Kumkapı olayları müdahil avukatlarından ermeni cemaatinden Haçik Efendiyi kiralık katile öldürtmeleri olmuştur. 
    Komitenin kurucularından Hamparsum Boyacıyan Muş olayları ve Talori isyanına ön ayak olmuştur. Bu fesat cemiyeti haince planlarını Londra’da yayınladıkları “Tuğyan-ı Efkar”, “ Ermenilere Açık Mektup”, ve “Program” adları altında yayınladıkları programlarla hayata geçirmeye çalışmıştır.  Bu programların açık amacı, Anadolu’da yaşayan Ermenileri açıkça kışkırtmak ve isyan ettirmekti. Bu programda kaleme alınan yakın maksat Anadolu’da anarşizmi hâkim kılmak gelmektedir. Nihai maksat ise hürriyeti elde etmek olarak belirlenmiştir. Programlarının yirmi dördüncü sayfalarında açıkça “Sırbistan ve Bulgaristan bir numunedir” diyerek asıl hedeflerini ifade etmişlerdir. Bu komitenin programının belirtmiş olduğu hususların başında gizlilik gelmektedir. Hatta “onbaşı bölükleri” denilen birlikler teşkili suretiyle perde arkasından fesatlar tertip edecek ve planları hayata geçireceklerdi.
    Ermenilerin planlarını hayata geçirmede hayati olarak üzerinde durdukları hususların başında bazı Türk ahaliye maksatlarını anlatmak, onları yanlarına çekmek ve güç birliği yapmak olmuştur. Bunun için Kürt ve Çerkez ahaliyi Ermeni ihtilaline halisane olarak dostluk göstermeleri yolunda çabalar sarf edilmesi, programlarında açıkça belirtilmiştir. Komitenin Anadolu’nun bazı vilayetlerinde yapmış oldukları saldırılarda Laz elbiseleri giymeleri, hem halkı karşı karşıya getirmeye çalışmış hem de diğer bazı grupların hareketlerini desteklediği fikrini vermeye çalışmıştır. 
    Londra’da yayınlanan ihtilalci ve anarşist “Tuğyan-ı Cedid”  beyannamesinde komite; “Anadolulu karındaşlar! Uzaktaki maksada nail olmak içün bu günden itibaren Anadolu'da icraata başlamak lâzımdır.” diyerek açıkça harekete geçilmesi yönünde telkinlerde bulunmuştur. Ayrıca bu beyannamenin doksan sekizinci sayfasında: “Türk hükûmetinin boyunduruğunu kırup serbestî-i millîmizi ele getürmeliyiz. Bunu ele getürmekle beraber Türkiye'nin boyunduruğunu kırdığımız gibi aynı kuvvetle prens olsun, hükümdar olsun bizim başımıza konulmak istenilen bir Ermeni hükümdarının da boyunduruğunu kırmalıyız.” denilerek kendilerinin isteği dışında gelişecek her türlü hareketi reddedeceklerini, Bulgaristan gibi bir özerkliği kabul etmeyeceklerini ifade etmişlerdir.
    Sözde Ermeni ihtilal komitesinin programında, ileriki dönemde izleyecekleri yol belirlenmiştir. Bu programın altıncı maddesinde, gizli bir hafiye grubu teşkil edilmesi ve bu grubun hükümetin tüm hareketlerini takip etmesi, gizli olaylar teşkil ederek halk üzerinde baskı oluşturması gerektiği vurgulanmaktadır. Ayrıca örgütün planlarını anlatmak üzere bir vaize ve disiplini tesis edecek bir cellât başına ihtiyaç olduğu beyan edilmektedir. Örgütte ceza üç türlüdür. ‘Tekdir, sopa ve ölüm.’ Örgüt programında ayrıca politik sebeplerle tutuklanan mahkûmlarının yapılacak saldırılarla serbest kalmasının temin edilmesi gerektiği belirtilmektedir.
    Sözde Ermeni ihtilal komitesinin sadık Ermeni tebaayı iğfal ettiği, edemediklerini ise katlettikleri kitapta açıkça anlatılmaktadır. Ermeni başpapazı Sökyas Efendi de bu komitenin hunharca katlettiği sadık Ermeni vatandaşlar arasında yer almaktadır. Kitapta ayrıca bu acımasız komitenin tertip ettiği saldırılar ve yaşanan acılar anlatılmaktadır.

Türkistan’a Bakış (A Peep into Toorkisthan), Rollo Burslem

Türkistan’a Bakış (A Peep into Toorkisthan), Yüzbaşı Rollo Burslem, 1846 Hampshire İngiltere


Afganistan’da ülkenin kuzeyine doğru yapılan bir gezinti

Afganistan, Orta Asya ile Güneydoğu Asya’nın önemli stratejik geçiş noktasında bulunur ve coğrafi şekiller açısından üç ayrı fiziki görünüm arz eder. Bu fiziki özelliklerden en önemlisi, ülkenin orta ve kuzey kesimlerini kuşatan sıradağlardır. Bu sıradağların en önde geleni ise Himalayalar’ın uzantısı olan ve ülkeyi batıdan doğuya ikiye bölerek kuzey ile güney arasında adeta bir set gibi duran 7.697 metre yüksekliğindeki Hindikuş dağları, güneyde Safid Kuh ve Süleyman dağı, kuzeyde ise Bendi Türkistan dağıdır.


Bu dağları ülkenin güneyindeki Hayber Geçidi ikiye böler. Stratejik önemi olan bu geçit, Afganistan’ı Pakistan’a, eski Sovyet topraklarını (Tacikistan, Özbekistan ve Türkmenistan) Umman Denizi, Pakistan ve Hindistan’a ulaştıran karayollarının geçtiği bir merkez konumundadır.
Afganistan’ın fiziki olarak ikinci önemli yapısı ovalardır. Yerleşim birimleri Kabil, Herirud, Andarab ve Hirmand nehirlerinin arasındaki bu vadilerde yoğunlaşmıştır. Ülkenin kuzeyindeki sulak araziler, tarım ve çiftçiliğin gelişmesinde ve bununla birlikte bölgenin kalkınmasında önemli bir rol oynamaktadır.
Üçüncü fiziki özellik ise kuzeydekinin tam tersine ülkenin güneyine hâkim olan çorak topraklar ve çöldür.
Coğrafik olarak yukarıda bahsedilen özelliklere sahip olan Afganistan tarihsel olarak da değişik süreçler yaşar ve ilk kez Dost Muhammed döneminde ülkede birlik yeniden sağlanır. Dost Muhammed her biri birer aile devleti olan devletçikleri toplar ve üniter Afganistan’ı kurarak ulusal birliği sağlar. Ancak oluşan yeni ulusal bütünlüğün hemen yanı başında tehditler de belirmeye başlar.
Aynı dönemlerde Hindistan’a iyice yerleşen İngilizlerin kuzeyden gelebilecek Rus tehlikesine karşı Afganistan topraklarını tampon olarak kullanmak istemesi, İngiliz-Afgan savaşlarının başlamasına yol açar. Bu şekilde İngilizlerin Afganistan’a saldırmasıyla başlayan savaşın sonucunda Dost Muhammed her ne kadar büyük bir direnç göstermişse de etrafını kuşatan İngilizlere karşı daha fazla direnemez ve iktidardan uzaklaşır.
1839 yılında başlayan İngiliz-Afgan savaşının neticesinde İngilizler Dost Muhammed’den boşalan koltuğa eski Afgan kralı Şah Şuca’yı getirirler. Yalnız İngilizlerin Afganistan üzerindeki emelleri Rus tehlikesinden dolayı son bulmaz ve Afganistan’ın işgali sürekli olarak gündeme gelir.
Afganistan’ı işgal ederek sürekli olarak Rus tehdidiyle karşı karşıya kalan İngilizler, Rus saldırılarına karşı Afganistan’ı ve kendi birliklerini korumak ve olası saldırıları önlemek maksadıyla çareler ararlar.
İngilizler işe Afganistan coğrafyasını keşfetmek ve Rus ordusunun muhtemel yaklaşma istikametlerini tespit etmekle başlarlar. Bölgenin keşfi için 80 kişilik bir keşif birliği oluştururlar. Bu birliği çoğunluğunu muhafız askerler oluştururken aralarında asıl keşif görevini icra edecek unsurlar da vardır. Doğal olarak arazi keşfini istihkâmcılar yüklenir ve bu iş ile Teğmen Sturt görevlendirilir. Keşif faaliyeti tamamen onun sorumluluğundadır. O zamanlarda çok da güvenli sayılamayacak Afganistan’da yakın emniyetlerini almak için de kuvvetli bir muhafız birliği ile takviye edilirler. Bu keşif birliğinin asıl görevi Hindukuş dağlarının üzerinde bulunan ve muhtemel Rus işgali esnasında Rus ordusunun kullanabileceği geçiş yerlerini ve istikametlerini tespit etmektir.
Teğmen Sturt’un Hindukuş dağlarında ve kuzeyinde keşif faaliyeti için görevlendirilmesini haber alan arkadaşı Yüzbaşı Rollo BURSLEM, arkadaşına eşlik etmek ve sırf macera ve seyahat heyecanı yaşamak maksadıyla o zamanlar Kabil’de bulunan birliğinden izin ister ve gönüllü olarak çok farklı bir maksatla da olsa keşif birliğine katılır.
Yüzbaşı Rollo BURSLEM, gidilen ve görülen her yeri bir seyyah gözüyle veya daha çok doğasever bir şairin ya da yazarın üslubuyla değerlendirir. Yüzbaşı Rollo BURSLEM, araziyi bir asker gibi değerlendirmek yerine ikramiyeden çıkmış bir tatil gibi olaya bakarak tabiatın ve bakir Afganistan coğrafyasının tadını çıkamaya çalışır. Askeri açıdan değerlendirmeyi de zaten bu iş için görevlendirilen Teğmen Sturt’a bırakır. Yüzbaşı Rollo BURSLEM, çıktığı bu gezi boyunca sürekli not tutar ve bu notlarını 1846 yılında derleyerek kitap haline getirir. Yüzbaşı Rollo BURSLEM, bu kitabı o tarihten sonra gezi notları şeklinde okuyucularıyla buluşturur.
1840 yılının haziran ayı ortalarında Kabil’den kuzeye doğru başlayan ve tekrar Kabil’de aynı yılın eylül ayı başlarında biten, Teğmen Sturt için kritik bir keşif görevi, Yüzbaşı Rollo BURSLEM için ise gezinti niteliğinde olan seyahat boyunca Yüzbaşı Rollo BURSLEM;
Bu gezinin Afganistan’a giden bir askerin hayatından önemli kesintilerle dolu ve daha önce çok az Avrupalının gezdiği yerlerden biri olan Afganistan bölgesindeki ilk gezilerden biri olduğunu,
1840 yılının yazında Afganistan siyasi hayatında fırtınaların koptuğunu ve Afganistan’da kamu düzeninin tam olarak sağlanamadığını,
İngilizler tarafından iktidardan indirilerek yerine eski Afgan kralı Şah Şuca’nın getirildiği Dost Muhammedin hala kaçak olarak yaşadığı ve İngilizlere teslim olmayı reddettiğini,
Bozuk emniyet ve asayişe rağmen 80 kişilik bir İngiliz birliğinin ülkenin başkentinden kuzeye doğru çok da büyük bir sıkıntı yaşamadan seyahat edebildiğini,
Hindukuş dağlarında bulunan ve eşine az rastlanan doğal güzelliklerin yanında İsviçre Alplerinin çok da fazla bir anlam teşkil etmediğini,
Seyahat esnasında yağmacı Afgan köylülerinin hırsızlık gayretlerini boşa çıkarmak için aldıkları güvenlik tedbirlerini ve Afganlıların medeniyetten uzak tutum ve davranışlarını,
Başka ülkelerdeki kölelik anlayışının Afganistan’dakinden farklı ve Afganistan’daki kölelerin birer sadık ve güvenilir dost olduğunu,
Özellikle Özbeklerin yaygın olarak evlerini ve köylerini hırsızlardan ve haydutlardan korumak için köylerinin etrafına kaleyi andıran kare şeklinde büyük duvarlar inşa ettiklerini,
Özbek ve Özbek savaşçıların heybetli aynı zamanda geleneksel kıyafetin üzerine silahlarını kuşanmış diğer Asyalıların aksine uysal, sevecen ve insancıl olduğunu,
Şah Suca’ın Gurka alaylarının düşmanlarına karşı amansızca savaştıklarını ve her birinin birer kahraman olduğunu,
Afganistan coğrafyasından Hindistan’a ilerleyecek hem Rusya için hem de Avrupa’ya doğru ilerlemek isteyecek Hindistan için bu coğrafyanın kolay kolay geçit vermeyeceğini ve geçiş maliyetinin yüksek olacağını,
Afganistan’da yaşayan halkların tamamına yakınının medeniyetten uzak ve yağma kültürüne sahip olduğunu,
Cengiz Han ordusunun 700 kişiden fazla insanı bir mağarada nasıl ölüme terk ettiğinin acı hikâyesini yerel halktan ürkerek dinlediğini,
Gezilen tüm bölgelerde yaşayan topluluklardan en misafirperver ve medeni olanların çoğunluğunu Özbeklerin teşkil ettiğini,
Dost Muhammed’in Afganistan’da kurduğu milli birliğin İngiliz işgaliyle tekrar bozulduğunu ve aşiret devletlerin tekrardan oluşmaya başladığını,
Yerel liderlerin okumamış olmalarına rağmen bilge ve çok tecrübeli olduklarını,
Uğrak yerlerinden biri olan Koollum şehrinin sahibi ve yöneticisi Mir Vali tarafınsan ilk önce düşman olarak ilan edildiklerini ancak sergiledikleri cesaretleri sayesinde Emir Valinin kendilerini dost kabul ederek affettiğini,
Seyahat esnasında paraya ihtiyaç duydukları ve sırf İngiliz namıyla rahatlıkla borç para ve yardım bulabildiklerini,
Huzareh kabilesinin diğer bütün kabileler tarafından işkence ve şiddete maruz bırakıldığını ve bu kabilenin bölgedeki en zayıf ve savunmasız kabile olduğunu,
Afganistan’da bulunan gedik ve geçitlerin birbirine çok benzer ve aşılması zor engeller olduğunu,
Afganistan’da bulunan İngiliz birliklerinin istihbarat açısından sıkıntı çekmediğini ve iyi istihbaratları sayesinde ülkede meydana gelebilecek olumsuz hadiselere karşı önceden tedbir alabildiklerini,
Afganistan’daki İngiliz mevcudiyetine karşı yavaş yavaş ülke genelinde beraberliklerin oluştuğunu ve bunun sonuncunda bütün Özbek beylerinin ve diğer kabilelerinin katılımıyla İngilizlere karşı bir direniş hareketinin başladığını ancak bu hareketin başlangıç itibariyle İngilizler tarafından bastırıldığını,
Direnç gösteren Afgan aşiretlerine karşı İngiliz (Avrupalı) subay ve askerlerin üstün cesaret ve kahramanlık gösterdiklerini,
Aşiretlerin savaşta hayatını kaybeden İngiliz askerlerinin mezarlarına bile tahammül etmediklerini ve bu nedenle İngilizler tarafından gömülen askerlerin aşiretler tarafından tekrar yeryüzüne çıkarıldığını,
İngilizlerin aşiretlere karşı yerel bazda görülen başarısızlıklarının İngiliz askerleri arasında bulunan Müslüman askerlerin Afgan aşiretlerine karşı dini hassasiyetlerinden dolayı savaşmak istemediklerinden kaynaklandığını,
Seyahatten çok hoşlandığını ve keşif esnasında tespit edilen askeri hususların yazacağı bu kitabın çok ötesinde olduğunu yani bu kitapta askeri özelliği olan çok da fazla bir şeyden de bahsetmeyeceğini, coğrafi ve askeri bir gezintinin sonuçları olarak edebiyat dünyasına not düşer.