8 Ocak 2014 Çarşamba

Panaroma, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Romanın birinci bölümü Kurtuluş savaşı bitimi ile Atatürk’ün ölümüne kadar olan dönemi kapsamaktadır. İkinci bölümü ise Atatürk’ün ölümünden II nci Dünya Savaşı sonrasına kadar olan dönemdeki olayları, karakterleri ve düşünceleri kapsamaktadır.  Her iki dönemde, aydın kesim ile İnkılaba ayak uyduramayan bağnaz kesim arasındaki fikir çatışmaları, sade ve karamsar olmayan bir dille anlatılmaktadır.

Romanın birinci bölümünde yer alan karakterlerden ön plana çıkanların tasvirleri, Cumhuriyet sonrası Türkiye’nin fikirsel oluşumunun birer örneği olarak verilmiştir. Söz konusu karakterlerden en önemlileri, sırasıyla Kurtuluş Savaşının bitimini müteakip kurulan hükümetin Millet Vekillerinden biri olan Neşet SABİT’dir. Neşet SABİT nüfuzunu (uyanık diye geçinen ve kara para aklayan bir zat) kullanarak mal mülk sahibi olmuş politikacı  bir karakterdir.

Kişilik açısından farklılık yaratan bir başka zat ise Halil RAMİZ’dir. Kişilik olarak tamamen Neşet SABİT’in ters mizacındadır. Halil RAMİZ aydın bir kişiliğe sahiptir. Atatürk İnkılaplarını savunan, fakat bu inkılapların sağlam bir zemin üzerine oturmadığını inanan bir başka Milletvekili olarak anlatılmaktadır. Halil RAMİZ, Kemalizm inkılabının meydana koyduğu eserin azamet ve mehabetini taktirden vazgeçmeyen fakat bu eseri tepesi yerde, temelleri havada ve her an devrilmek tehlikesinde olduğunu düşünen bir kişiliği anlatmaktadır. Halil Ramiz “işte Yahuda bu; küçük ihtiraslar uğruna Mesih’i bir pula satacak olan bu” düşüncesiyle devrim için asıl tehlikenin kaynağını Neşet Sabit  karakterine yükleyerek kendi menfaati için her türlü şeyi yapabilecek sözde devrimcileri işaret etmektedir.

Panorama, özellikle bu iki şahsiyetin  bir belediye başkanlığı seçiminde, karşılıklı fikir çatışması ortamı yaratarak olayları nasıl saptırdıkları, bu olumsuz gelişmeler sonucunda, seçim sonuçlarının üzerinde şaibeler oluştuğu ve bu nedenle Ankara’nın olaya el koyması ve seçimleri yeniden yaptırması sürecindeki düşünce yapılarının nasıl birbirleriyle çatışma içerisinde olduğu anlatılmaya çalışılmıştır. Yazar bu olaylar çerçevesinde, kişilerin iki benlik taşıdığını vurgulamaya çalışır, kişilerin karakterlerindeki zaafların, yalnız kaldıklarında bir İnkılapçı, Mecliste ise uysal ve oynak birer politikacı yapısına döndüklerini karakter analizleri içerisinde anlatmaya çalışır.

Romanın ilerleyen bölümlerinde yazarımız halktan değişik karakterleri içeren kesitler sunmaya çalışmaktadır. Bu kahramanlardan en belirgini Tahinci Zade Hacı Efendidir. Bu karakter şapka inkılabından sonra tam on iki yıl evinden dışarı çıkmayan bir yobaz olarak irticayı  temsil etmektedir.

Yazar, zor şartlar altında kalan halkın hırsızlık gibi istenmeyen davranış  özellikleri gösterdiğini ifade etmek için sokak çocukları karakterlerini okuyucuya sunmuştur. Sokak çocukları, kimsesizliği, unutulmuşluğu ve yarınlarımızın sahipsizliğini gözler önüne sermektedir. Karakola düşen sokak çocuklarının karşılaştıkları davranışlar, Komiser Hamdi Bey karakteri ve düşünce yapısı ile, dönemin özellikleri içerisinde anlatılmaktadır. Komiser Hamdi Beyin sıra dışı aile yaşantısı yalın bir dille kaleme alınmıştır. Yazar Komiser HAmdi Bey gibi toplumda itibar sahibi bir karakterin özel yaşantısındaki çarpıklıkların onda çift kişilik oluşturduğunu, onun yaşantısındaki olumsuz olaylar ve olumsuz davranış özelliklerine karşı, çevresinde farklı tanınan birsi olarak yaşadığı kişilik çatışmaları anlatılmaktadır. Başında üç evlilik geçen Komiser Hamdi Bey üç karısını da evliliğinin daha ilk aylarında kaybetmiştir. Dördüncü karısı da yine yatağında ölü bulununca  Komiser Hamdi Bey bu dört kadının da gıdıklayarak katılmasına sebebiyet verdiği gerekçesiyle hapse mahkum edilmiştir.

Yine dönemin ileri gelen karakterlerinden biri olan Bankacı Servet Bey, nüfusunu kullanarak iyi bir mevkiye ve servete sahip olmuştur. Panoramada bu şahsiyetin aile yapısı üzerinde durulmaktadır. Sadece parayı düşünen baba karakteri Servet Bey çok vurdumduymaz bir insan olarak ne eşinin ne  oğlunun ne de kızının hayat tarzına önem vermeyen biri olarak anlatılmaktadır. Yemesi ,içmesi ve yaşantısıyla Amerikan artistlerinin kopyası Bankacı Servet Beyin kızı Sevim vatanı ve milletini  düşünmeden sadece günü birlik yaşayan bir karakteri canlandırarak Türk İnkılabıyla gerçekleştirilmek istenen değişimi sadece görüntüde  yakalamaya çalışan düşünmeden yaşayan vurdumduymaz özenti gençliği temsil etmektedir. Tıpkı Sevim gibi abisi Nedim de sorumsuz ve uçarı yaşam tarzıyla dikkati çekmektedir.Romanda özellikle Servet Beyin ailesinin geçirdiği olumsuz olaylar neticesinde (kızının tecavüze uğraması gibi), ailesinin Avrupa’ya gidişleri ve oradaki yaşantıları, aile dostlarının kanalıyla yurt dışına kaçırdığı paraların yönetimini nasıl gerçekleştirildiği ibret verici bir anlatımla dile getirilmektedir. Sorumsuz bir babanın yetiştirdiği iki genç ve yaşantıları ile yazar gençliğin karşılaşabileceği sorunları yalın ve etkileyici bir dille anlatmıştır.
      
Sevim ve Nedim karakterlerinin zıddı diğer önemli bir karakter ise, aydın kesimi temsil edenlerin başında gelen Fuat’dır. Fuat, önemli şahsiyetlerden biri olan Osman Nuri Beyin oğludur. Osman Nuri Bey, İnkılap sonrası işlerinin kötü gitmesi nedeniyle tüm servetini kaybetmiş ve sonrasında gelen olumsuz olaylar sonucu intihar etmiş gururlu, dürüst ve ailesini  önemseyip çocuklarına tüm zorluklara rağmen iyi bir tahsil imkanı vermeye çalışan bir baba karakteriyle karşımıza çıkmaktadır. Babasının intiharından sonra ailenin yükü istemeyerek Fuat’ın omuzlarına binmiştir. Her şeye rağmen yaşamın zorlukları ile mücadele etmesini öğrenen Fuat, üniversiteyi bitirerek gazeteci olmuştur. 

Aydın kemsi temsil eden diğer iki karakterden bir tanesi Diyarbakır Lisesi’nde edebiyat ve felsefe hocası olan Ahmet Nazmi olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer aydın karakter ise  İzmir Dış Ticaret Müdürü Cahit Halit’tir. Roman boyunca yazar bu iki aydın arasında geçen mektuplaşmalarla aydın kemsin inkılap için düşündüklerini anlatarak Kemalizm için bir tahlil yapmaya çalışmıştır.
   
Yazar Diyarbakır’daki Ahmet Nazmi’ni ağzından şu satırları yazmaktadır: “Yıllar yılıdır, geceli gündüzlü haykırıp durduğumuz  “inkılap” kelimesini daha “i” harfi bile buraya aksetmemiştir. Kabahat kimde? Bu halkta mı? Hayır, bin kere hayır; kabahat bir inkılabın plansız, teşkilatsız ve tekniksiz yapılabileceği hayaline kapılanlardadır. İki üç maddelik bir kanun,  valiye, polise, jandarmaya birer emir…Her şeyi olmuş bitmiş farz ediyoruz; bu kanunların, bu emirlerin –kafaların içi şöyle dursun- hatta dışını bile değiştiremediğini görmek istemiyoruz. Umumi müfettiş bey, -halkı Avrupai yaşayışa alıştırmak için- misafirlerini akşam yemeğine smokinle kabul ediyor; bizim lisenin müdürü ise, bütün gün mektebin içinde ökçesiz  terliklerle dolaşıyor; biri, yeni sosyal nizam kurmak, öbürü, öbürü, kafaları işlemek gibi iki çetin vazifeyi üzerine almış bulunan bu adamların her ikisi de bence, başka başka bakımlardan inkılap  metodumuzdaki aynı axiome hatasının kurbanıdır. Ne o, ne de bu bir şey yapmaya muvafık olacak; her ikisi de, ağır bir çarkı, boşlukta döndürüp duracak”.
    
Yine yazar inkılabın temelleri diye kurulan Halkevlerinin düştükleri feci hali  Ahmet
Nazmi’nin  ağzından şu satırlarla aktarmıştır: “Sana, bu satırları, içinde in cin top oynayan, Halkevi’nin çırılçıplak bir odasında yazıyorum. Bu çizgili kağıtla, içi hareli  zarfı biraz evvel aşağıdaki bakkaldan satın aldım. Kusura bakma. Bu kültür ocağında kitap falan şöyle dursun, hatta kağıt kalem bulmak  mümkün değil. Bahsettiğim geniş odanın ortasında bir büyük masa duruyor; bunun üstünde, İstanbul’dan, Ankara’dan gelmiş bir takım eski gazetelerle mecmualar hiç el değmeksizin kendi kendine yıpranıp solmaktadır. Tanrım, hepimize sabır ve selamet ihsan eyle!”
   
Ahmet Nazmi her ne kadar yadın kesimi temsil etse de içine düştüğü ümitsizlik girdabı onu bir hayli üzmektedir. Yazar Türk inkılabının korunup geliştirilmesinde aydın kesimin önemini  Cahit Halid’in mektup satırlarından okuyucuya çarpıcı bir dille aktarmaktadır: “Nice çetin zorluklarla, tıpkı bir harp meydanında gibi, savaşacaksın. Dişinle, tırnağınla didişeceksin. Bazen ölesiye yaralanacaksın. Fakat  bir an umutsuzluğa düşmeden, bir kere, “Uff!” demeden kavgana devam edeceksin. Yoksa, Türkiye’nin yüz elli yıldan beri dördüncü ve sonuncu olarak giriştiği bu kurtuluş ve kalkınış hamlesi de kendisiyle beraber tarihin uçurumuna yuvarlanıp gider. Dava senin ya da benim, Ali’nin, Veli’nin mutluluğu, rahatı, refahı değil; dava bir makus olaylar selinin durduruluşu , bir büyük eserin yaradılışı davasıdır. Sen ve ben bu dev işinin binlerce adsız ırgatları arasında yer alıp çalışmaya rıza gösterdiğimiz gün, bu memleketin selamet saati çalmış olacak.”  Burada aydın diye geçinip toplumda söz sahibi olarak büyük servet sahibi olan Servet Bey gibi karakterlere de bir gönderme yapan yazar yeni kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesini seven, düşünen ve kendi menfaatlerini ikinci plana atarak sadece ülkesi için çalışabilecek aydınlara olan ihtiyacı gözler önüne sermiştir.
   
Panoramanın ikinci bölümünde ise yazar, birinci bölümde anlatılan insan karakterlerine geri dönüş yapar ve onların 1940’lı yıllardaki yaşamlarından kesitler sunmaya çalışılır. Bu bölümün başlangıcında özellikle Atatürk’ün hastalığı ve ölümü dramatik bir söylemle anlatılır. Romandaki karakterlerin Atatürk’ün ölümü ile ilgili bakış açıları, özellikle bu olaya sevinen ve üzülen taraflar olarak, ölümden sonra insanların beklentilerinin neler olabileceği anlatılmaktadır. Atatürk’ün ölümünden sonra, Atatürk İnkılaplarının geleceği, başarısı ve ülke üzerindeki etkilerinin neler olabileceği, halk arasında oluşan olumlu ve olumsuz beklentiler, fikir ayrılıkları üzerinde durulur.
   
Yazar ulu önder Atatürk’ün cenaze törenini sade ve çok dokunaklı bir dille gözler önüne sermiştir. “Bu tören her türlü tahayyül ve tasavvurun üstünde bir şeydi. Bizim basın karalamacıları ve acemi mikrofon çığırtkanları şöyle dursun – belki Flaubert çapında bir kalem ustası bile sanırım- o hali , o manzarayı bütün heybetiyle tasvire erip yetişemezdi.”  Bu satırlarla yazar, toplumdaki her kesimden –Tahinci Zade Hacı Emin Efendi gibiler hariç- insanların Ata’nın son yolculuğundaki hissiyatını aktarmaya çalışmıştır.

Atatürk’ ün ölüm hadisesinin hemen ardından yazar irticanın sembolü Tahinci Zade Hacı Emin Efendi  karakterinden yine bahseder. Toplum içindeki yerini ve nüfusunu muhafaza eden karakterimiz malına mal katmaya devam etmektedir. Kendi çapında Atatürk’ün bu vatan için hiçbir şey yapmadığını söyler. Yazar bir başka tehlikeye okuyucunun  dikkatini şöyle  çekmektedir. Tahinci Zade Hacı Emi Efendi’nin  oğlu Tahir Bey Cumhuriyet Halk Partisi İl Başkanlığına tekrar seçilmiştir. Zira Tahinci Zade Hacı Emin -ki yazar ondan sık sık mübarek zat tamlamasıyla bahseder – oğluna büyük bir ısrarla parti il başkanlığına seçilmesi konusunda baskı yapmaktaydı.

İlerleyen bölümlerde Atatürk sonrası Dünya genelindeki değişimler ve II nci Dünya Savaşı nedeniyle yeni ittifak arayışları sonucu oluşan aydınların üzüntüleri anlatılmaktadır. Savaşa girilebileceği ihtimali üzerine ülkenin geriye doğru gideceği düşüncelerinin aydın kesim üzerinde  nasıl şekillendiği, bu kesimin endişelerinin boyutları, ülkede yaşayan diğer insanların, savaşla ilgili nasıl gruplaştıkları fikirsel açıdan ortaya konmaktadır. Özellikle savaşta Almanya’nın yanında olmak isteyenlerin, savaş nedeniyle mal stoklayanların, hayat pahalanacak diye panik olanların durumları ile belirli bir grubun savaş karşıtı olarak, savaşa yönelik  düşünce akımlarının dışında kalmamız gerektiğini savunduğu önemle üzerinde durularak anlatılır. Bütün bu   düşünceler insan manzaraları ile ortaya konulmaya çalışılmıştır.

Yazarın savaş psikolojisindeki halkın tasviri şöyledir:” Kimi savaşa girelim, kimi girmeyelim diyordu. Sokaktaki adam, pırasanın kilosu 70 kuruşa çıktığı için, homur homur homurdanıyordu; dükkandaki adam , kesatlıktan acı acı sızlanıyordu. Çiftçi, tütünün, pamuğun ya da buğdayın elinde kalmasına kızıyordu; tüccar, alıp satacak mal bulamadığına hırslanıyordu. Öbür yandan ise kesatlık, yoksulluk ve kıtlık ülkesinde bakımsız toprakları kaplayan yabani otlar gibi boyuna milyonerler türemekteydi. Lakin, hikmetinden sual olunmaz , bunlar arasında bir yüzü gülene rast gelinmiyordu. Hepsi bir acayip şaşkınlık, bir gizli endişe, bir korku içinde yaşıyordu  ve bu şaşkınlık, bu endişe, bu korku milyonları çoğaldığı oranda artıyor gibiydi. Zira, hiçbiri bu paralarla ne yapacağını , bu paraları nereye koyacağını bilemiyordu. Bankalar emin değildi; çünkü bunlar hep devleti,n elindeydi ve banknot desteleri altın sikke kümeleri gibi yere gömülemezdi. Sonra, bakalım bu banknotlar bugünkü kıymetlerini ne zamana kadar muhafaza edebilecekti? Şimdiden ,Türk lirasının satın alma kudreti, tepesi aşağıya düşmeye başlamıştı. Buna göre milyonerlerin çoğu ehveni şerdir diye paralarını arsaya, emlake yatırmaktan başka çare bulamıyordu ve yangından mal kaçıran kimselerin telaşıyla eski, yeni, sağlam, çürük, ucuz, pahalı demeyip, birbirlerini ite kaka, köşklerin, konakların , yalıların, apartmanların üstüne üşüşüyorlardı.” Bu satırlarla yazar halkın içinde bulunduğu havayı okuyucuya net olarak sunmuştur.
   
Kendi devrinin olaylarını çok güzel gözlemleyip aktaran yazar aynı savaş psikolojisindeki Avrupa devletlerinden tıpkı Türkiye gibi ikinci dünya savaşına girmemiş İsviçre’de yürütülen “Harp Ekonomisi” politikasını Servet Beyin ailesini emanet edip yurt dışına gönderdiği ve Servet Beyin kızı Sevim’e aşık olan yardımcısı  Ragıp Bey  ağzından okuyucuya aktarıp ülkemizle İsviçre’yi kıyaslayıp Türkiye’de oynanan oyunlara dikkat çekmiştir. Yazar, adeta “biri, yer, biri , bakar, kıyamet ondan kopar” mesajını zenginin parasına para katıp fakirin daha da fakirleştiğini ibret verici satırlarla sunmuştur. “İsviçre’de “ harp ekonomisi” bürosu, bir iaşe diktatörlüğü demekti. Bu idare, memleketin bütün hububat ambarlarını, deri ve yün depolarını kendi kontrolü altında tuttuğu gibi, şunun bunun evindeki kilerlere ve kümeslere de karışırdı. Olmaya ki, bu kümes sahiplerinden biri, tavuklarının yumurtalarından istifadeye; olmaya ki bir köylü ona haber vermeden ineğini sağmaya ya da domuzu öldürmeğe kalkışısın; iaşe kontrolcüsünün pençesini derhal yakasında bulurdu. Buna rağmen, altı yıl, hiç kimse, ağzını açıp herhangi bir itirazda bulunmadı. “Benim malıma, benim işime gücüme ne hakla karışıyorsun?” demedi ve hileye, dalavereye, karapazar yollarına sapmaktan da çekindi.bu suretle, gerçi oburlar  iştahlarına göre yiyip içemediler ama, aç ve çıplak kalan da olmadı. Zengini , fukarası aynı nispette yaşamak için gereken gıdayı , kaloriyi aldı.”
   
Yazarın politik alanda kaleme aldığı ve Halk Partisinin millet vekili olan Neşet Sabit karakteri ile kendi çıkarı için çalışan sözde politikacıların düşünce yapısını ortaya koymuştur. Nitekim Neşet Sabit bir zamanlar Cumhuriyet Halk Partisinin sözde en ateşli  vekillerinden biri iken iyi bir bakanlık uğruna 1946 seçimlerine Demokrat partiden aday olarak katılmıştır.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, cumhuriyet rejiminin bu dönemde ne kadar büyük bir tehlikeye maruz kaldığını anlatırken yine irtica sembolü Hacı Emin Tahıncıoğlu’nun  – soyadı kanunu ile Tahıncızade Hacı Emin Efendi’nin yeni ismi-  dilinden şu satırları okuyucuya aktarmaktadır: “Hacı Emin Efendi, yolu düşüp de (Millet Bahçesi)’nin önünden geçerken gözü Atatürk’ün büstüne ilişir ilişmez mekruh bir şey görmüşçesine başını çeviren ve her defasında, can ve gönülden bir “Lanetullahı Aleyh” demeyi unutmayan bir adamdı”. Yazar bu bölümde etrafı saran sayıları gittikçe artan ve kendi değimiyle İstanbul sokaklarını yabani otlar gibi saran kara sakallı kimselerden bahsetmektedir ve bir Atatürk büstünün yıkılması olayını tüyler ürpertici bir şekilde okuyucuya aktarmaktadır.
   
Yazarın aydın kesimi temsil eden karakteri Fuat romanın  bu bölümünde karşımıza ruh haliyle çıkmaktadır. Fuat karakteri çocukluğunda medreselerin kapatılmasından Şapka Kanununa kadar birçok inkılap yadırgayan ve hurafeleriyle geleneklerine bağlı nice kimseler görüp tanımıştır. Hatta, bunlar arasında pek yakın akrabaları, bunlar arasında kendi annesi ve ninesi bile vardır. Bu insanlar Fuat gözünde çoğu beş vakit namazını kılan ,Ramazan orucunu tutan ve sayılı günlerde ölülerine Yasin okumayı ihmal etmeyen kimselerdir. Yazar Fuat’ın gözünden bu insanların  etrafta dolaşan yabani şekillere giren sözde dindar kara sakallılarla şöyle mukayese etmektedir:” Bu insanların ne hür fikirli bir insan olduğunu bildikleri babasını, ne de ailesinin yeni hayat şartlarına göre yetişen gençlerine karşı herhangi bir ters muamelede bulundukları görünmezdi. Olsa olsa, böylelerine acıyarak bakmakla kalırlardı ve hepsinin yüzü annesinin yüzü gibi tertemizdi, hepsi Atatürk öldüğü gün tıpkı annesi gibi yas tutup ağlamışlardı.”

Romanın son kısmı acı ama ibret verici bir olayla son bulmaktadır. Felsefe öğretmeni Ahmet NAZMİ profesör olmuş ve Fuat ile arası biraz açılmıştır. Hele Şehzade başında eski bir ailenin dayalı döşeli konağına iç güveysi olarak girdikten sonra Fuat’ı iyice küçümser olmuştur. Fuat son akşam geç saatlerde Profesör Ahmet Nazmi’nin mektupla daveti üzerine evlerine bir ziyarette bulunmuştur. O gece Fuat, Ahmet Nazmi ve eşine ruh haletini aktarırken çevresindeki yobazların sayılarının gün geçtikçe arttığını, bir çığ gibi üzerlerine geldiklerini, pek yakında bütün heykelleri, anıtları sütun ya da kitapları talan ettikten sonra evlerin içine müdahele edeceklerini anlatmıştır. Hatta Fuat bu yobazların kendileri gibi olmayanlara katli vaciptir damgasını vurup onları öldüreceklerini bile söylemiştir.

Fuat’ın o gece söylediği sözler arasında göze en çarpan ifadeler yazar tarafından şöyle aktarılmaktaydı okuyucuya:” … ve etekleri altında ya bir kazma ya da bir satır gizleyip taşırlar. Bu vahşi aletlerle şimdilik sinsi sinsi Atatürk’ün heykellerine saldırıyorlar; yarın açıktan açığa O’nun yolunda yolunda yürüyenlerin kellelerini uçurmaya kalkışacaklardır. Bunu da hissediyoruz; Ahmet Nazmi Bey de bunu benimle birlikte, benim kadar hissetmekte, bundan benim kadar korkmaktadır.Fakat ne de olsa serde bir entelektüellik gururu var. Korkumuzu belli etmek istemiyoruz ve bunu örtmeye çalışıyoruz. Bizden ötede ise, ne tehlikeye karşı tedbir alma iradesi, ne tehlikeyi olduğu gibi görme istidadı…  bizden ötede yalnız politika var.”  Bu satırlarla aydınların çaresizliği hazin bir şekilde tasvir edilmiştir.
 
Nitekim o gece ateşli konuşmalar ardından Fuat rahatlamak için kendini gecenin karanlığına bırakmış ve sokağa fırlamıştır. Arkasından yetişen Ahmet Nazmi ile sessizlikte ilerlerken işittikleri bir uğultuya doğru yönelmişlerdir. Dönemin tekkelerinden birinde ayin yapan kişilere içinde bulunduğu ruh hali ile müdahale eden Fuat  ve Ahmet Nazmi çıkan arbede sonucu öldürülmüşlerdir. Böylece Fuat gibi aydınların korktuğu hazin son başlarına gelmiştir. Bu olayın aktarıldığı satırlarda Atatürk Cumhuriyetinde bağnazlığın, nasıl öldürücü bir silah olabileceği ibretle anlatılmaktadır.

Ömer Hayyam, Dörtlükler

Ömer Hayyam, Dörtlükler, Rubailer, Sabahattin Eyüpoğlu

Asıl adı Gıyaseddin Ebu'l Feth Bin İbrahim El Hayyam olan Ömer Hayyam 18 Mayıs 1048'de İran’ın Nişabur kentinde doğmuştur. Çadırcı anlamına gelen soyadını babasının mesleğinden almıştır. Fakat o soyadının çok ötesinde işlere imza atmıştır. Yaşadığı dönemde dahi İbn-i Sina'dan sonra Doğu'nun yetiştirdiği en büyük bilgin olarak kabul edilmiştir. Tıp,  fizik, astronomi, cebir, geometri ve yüksek matematik alanlarında önemli çalışmaları olan Ömer  Hayyam için zamanın bütün bilgilerini bildiği söylenirdi. Elde bulunan ender kayıtlara dayanılarak Ömer Hayyam'ın çalışmaları şöyle sıralanabilir:

    Yazdığı bilimsel içerikli kitaplar arasında Cebir ve Geometri Üzerine, Fiziksel Bilimler Alanında Bir Özet, Varlıkla İlgili Bilgi Özeti, Oluş ve Görüşler, Bilgelikler Ölçüsü, Akıllar Bahçesi yer alır. En büyük eseri Cebir Risalesi'dir. On bölümden oluşan bu kitabın dört bölümünde kübik denklemleri  incelemiş ve bu denklemleri sınıflandırmıştır. Matematik tarihinde ilk kez bu sınıflandırmayı yapan kişidir. O cebiri, sayısal ve geometrik bilinmeyenlerin belirlenmesini amaçlayan bilim olarak tanımlamıştır. Matematik bilgisi ve yeteneği zamanın çok ötesinde olan Ömer Hayyam  denklemlerle  ilgili başarılı çalışmalar yapmıştır. Nitekim, Hayyam 13 farklı 3. dereceden denklem tanımlamıştır. Denklemleri çoğunlukla geometrik metot kullanarak çözmüştür ve bu çözümler zekice seçilmiş konikler üzerine dayandırılmıştır. Bu kitabında iki koniğin ara kesitini kullanarak 3. dereceden her denklem tipi için köklerin bir geometrik çizimi bulunduğunu belirtir ve bu köklerin varlık koşullarını tartışır. Bunun yanı sıra Hayyam, binom açılımını da bulmuştur. Binom teoremini ve bu  açılımdaki katsayıları bulan ilk kişi olduğu düşünülmektedir. (Pascal üçgeni diye bildiğimiz şey aslında  bir Hayyam üçgenidir). Öğrenimi tamamlayan Ömer Hayyam kendisine bugünlere kadar uzanacak bir ün kazandıran Cebir Risaliyesi'ni ve Rubaiyat'ı Semerkant'ta kaleme almıştır. Dönemin üç ünlü ismi Nizamülmülk, Hasan Sabbah ve Ömer Hayyam bu şehirde bir araya gelmiştir .
    Gerek Hayyam'ın zamanında, gerek sonraki zamanlarda yazılan kaynaklarda çağının bütün bilgilerini edindiği, o alanlarda derin tartışmalara girdiği, fıkıh, ilahiyat, kıraat, edebiyat, tarih, fizik ve astronomi okuttuğu yazılıdır. Ebu'l Hasan Ali El-Beyhaki onun çok bilgili bir kimse olduğunu, fakat müderrislik hayatının pek başarılı olmadığını bildirir. Ayrıca Zemahseri ile uzun boylu tartışmalara giriştiğini, onun derslerine bile devam ettiğini, Zemahşeri'yi, bilgi bakımından beğendiğini yazar.
Hayyam'ın fizik, metafizik, matematik, astronomi ve şiir konularında değişik eserleri vardır. Bunlar arasında İbni Sina'nın Temcit (Yücelme) adli eserinin yorum ve tercümesi de yer alır. Zamanında, bir bilgin olarak ün kazanan Ömer Hayyam'ın edebiyat tarihindeki yerini sağlayan, sonraki yüzyıllarda da doğu dünyasının en büyük şairlerinden biri olarak anılmasına yol açan Rubaiyat'ıdır (Dörtlükler). Ömer Hayyam, İran ve doğu edebiyatında rubai türünün kurucusu sayılır. Sonraları aralarına başkalarının eserleri de karışan bu rubailer iki yüz kadardır. Hayyam, oldukça kolay anlaşılan, yumuşak, akıcı, açık ve seçik bir dil kullanır. şiirlerinde gerçekçidir. Yaşadıkları, gördüklerini, çevresinden, zamanın gidişinden aldığı izlenimleri yapmacığa kapılmaksızın, olduğu gibi dile getirir. Ona göre, gerçek olan yaşanandır, dünyanın ötesinde ikinci bir dünya yoktur. İnsan, yaşadıkça gerçektir, gerçek ise yaşanandır. En şaşmaz ölçü akıl ve sağduyudur. İnsan bir akıl varlığıdır. Gerçeğe ancak akıl yolu ile ulaşılabilir.
Ömer Hayyam  pervasız olarak söyleyebilen bir kişiliğe sahiptir. Şiirlerinde halkın anlamadığı kelimeler kullanmamıştır. Düşüncede yaptığını dilde de yapmış bütün büyük adamlar gibi o da halkın anlayabileceği kelimeler kullanmıştır. Hayyam doğulu bir düşünce ve şiir adamı olmasına rağmen gerçek değerini daha ziyade batıda bulmuştur.
Ömer Hayyam’ın hangi şiirlerinin kendisine ait hangilerinin ait olmadığı hakkında kesin bir hüküm bulunmamaktadır.  Zamanındaki bir çok şairin kendilerinin söyleyemediği şeyleri yahut kendi adları ile inandırıcı olmaz sandıkları şeyleri Hayyam’a söylettikleri ve kendi içlerini döktükleri değerlendirilmektedir.
Hayyam’ın şiirleri incelendiğinde genellikle varlık, yokluk, tanrı, aşk ve şarap konularına eğildiğini görmekteyiz. Şiirlerinin yapısı genellikle dörtlükler biçimindedir. Şiirlerinden örnekler verilecek olursa;
Ey özünün sırlarına akıl ermeyen;
Suçumuza, duamıza önem vermeyen;
Günahtan sarhoştum, ama dilekten ayık;
Umudumu rahmetine bağlamışım ben.
    Yukarıdaki şiirinde görüldüğü gibi tanrının bilinmezliğine değinmekte ve ona dilekte bulunmaktadır. Fakat isteklerine ve dualarına cevap bulamadığı anlaşılmaktadır. Kendisini şaraba verdiğini fakat istek ve dualarının bitmediğini yinede umutlarını tanrıya bağladığını belirtmektedir.
Tanrım  bir  geçim  kapısı  açıver   bana;
Kimseye minnetsiz yaşamak yeter bana;
Şarap içir, öyle kendimden geçir ki  beni
Haberim olmasın gelen  dertten  başıma.
    Bu şiirinde de Hayyam kimseye muhtaç olmadan yaşamak istemekte ve bunun için tanrıya dua etmektedir. Hayatın dert ve sıkıntıları ile yaşamak kendisine zor gelmekte ve bu dert ve tasalardan uzak kalmak maksadıyla kendisini şaraba vermektedir. Böylece kendinden geçerek hayatın meşgalelerinden uzak kalacağını düşünmektedir.
İçin temiz olmadıktan sonra
Hacı hoca olmuşsun, kaç para!
Hırka, tespih, post, seccade güzel;
Ama Tanrı kanar mı bunlara?
    Hayyam burada insanların iç güzelliğe sahip olmaları gerektiğine inanmaktadır. Görünüş ve üzerine giyilen kıyafetlerin iç kirliliklerini örtemeyeceğini düşünmektedir. Yaşadığı dönemlerde insanların dini kisve ile hareket ettiklerini ve görünüşte dindar gözüküp aslında olmadıklarını değerlendirmektedir. Fakat bu insanların kendilerini ve diğer insanları kandırdıklarını tanrıyı kandıramayacaklarını belirtmektedir.
Beni özene bezene yaratan kim? Sen!
Ne yapacağımı da yazmışın önceden.
Demek günah işleten de sensin bana:
Öyleyse nedir o cennet cehennem?

    Şiirde Hayyam Allah’ın insanları özene bezene yarattığından ve kader inancından bahsetmektedir. Fakat Allah’ın her şeyi, öncesini ve sonrasını bildiğinden kendi işlediği günahlardan dolayı da Allah’ı sorumlu tutmakta ve kader inancını sorgulamaktadır. Dolayısıyla insanın hayatta işlediği hatalardan yargılanmaması gerektiğine inanmaktadır. Aslında Hayyam günah işlediğini bilmekte ve korku duymaktadır.

Cennette huriler varmış, kara gözlü;
İçkinin de ordaymış en güzeli.
Desene biz çoktan cennetlik olmuşuz:
Bak, bir yanda şarap, bir yanda sevgili.

Şiirde Hayyam’ın aslında iyi bir dini bilgiye sahip olduğu görülmektedir. Fakat uygulama bakımından pek dini kurallara uymadığı gününü gün ettiği ve şarap ve kadınlardan uzak durmadığı anlaşılmaktadır. Cennetle dünyada yaşadıklarını kıyaslayan Hayyam  kendisinin zaten cennette yaşadığını düşünmektedir.

Kim görmüş o cenneti, cehennemi?
Kim gitmiş de getirmiş haberini?
Kimselerin bilmediği bir dünya
Özlenmeye, korkulmaya değer mi?

    Hayyam bu şiirinde cennet ve cehennemi sorgulamaktadır. Her ikisi de bilinmezliğe ait olan unsurlardır. Dolayısıyla insanların cennet sevdası ve cehennem korkusu ile yaşamalarına bir anlam verememektedir. Çünkü bu yerlerin olup olmadığına dair insanların kesin bir bilgiye sahip olmadıklarını düşünmektedir. İnsanların bu kavramlara karşı neden bu kadar duyarlı olduklarına anlam verememektedir.

Memleket Hikayeleri, Refik Halit Karay

Memleket Hikayeleri, Refik Halit Karay

Memleket Hikayeleri; Anadolu’ya ait ilk hikayelerden örnekleriyle, Türk Edebiyatında önemli bir yere sahip olmuştur. Hikayelerde Anadolu ve oralarda yaşayan insanlar gerçek yönleriyle ve Türkçe’nin mükemmel kullanımıyla anlatılmıştır. Refik Halid KARAY’ın, 1920’de yayınlanan eseri ilk sosyal hikayelerimizden oluşmuş, bir dönemi en canlı şekliyle anlatmış,  kaynak kitaplar arasında yerini almıştır. Kitapta 1908-1920 yıllarına ait 18 hikaye yer almaktadır.
Yatık Emine
Hikaye, Ankara’ya iki gün ötede ana yollardan uzak, küçük bir kasabada geçmektedir. Kasabada, her küçük Anadolu kasabasında yaşanan olayların durağanlığı vardır. Kasabada tek aykırı olay; Yatık Emine’nin olay çıkardığı için sürgün olarak bu kasabaya gelişidir. Kasabalı bu karardan dolayı valiliğe şikayette bulunur, ancak karara uymaları emredilir. Yatık Emine ev bulana dek kadınlar hapishanesinde kalır.
Sokakta kalan kadına kalem odacılarından bir ihtiyar evinde kalması için izin verir. Ankara’dan sürgün gelen Yatık Emine’nin namı kısa zamanda bütün kasabaya yayılır, aslı olmayan pek çok hikaye dillerde dolaşır. Kasabanın kadın ve erkekleri merak içinde odacının evinin etrafında dolaşmaya başlar. Birgün,  karısı evde olmadığı vakitte, eve gelen kapıcı yüzünden; mahallelinin ısrarıyla odacının karısı Yatık Emine’yi sokağa atar. Kaymakam çare olarak hasteneye yerleştirilmesine  karar verir. Hastaneye jandarmanın kötü muamelesiyle gelen genç kadın, her şeye boyun büktüğü için ‘Yatık Emine’ adıyla anılmaktadır.
Kasabanın ileri gelenlerinin Yatık Emine’ye ilgisi artar. Hastaneden kasaba dışında bir eve yerleştirilir. Kimse Emine’ye yiyecek vermez. Hastanede çalışan Gürcü Server Emine’ye yardım eder ve dost hayatı yaşamaya başlar. Kasabanın ileri gelenleri olayı duyunca Server’i sürerler. Yatık Emine yalnız kalır. Evindeki bütün eşyaları çalınır. Kasabada hiçbir esnaf, hiç kimse yiyecek vermez.
Kış gelmiştir. Server’in daha önce aynı koğuşta yattığı çavuşla arkadaşı, Yatık Emine’nin evine gitmeye karar verirler. Karanlıkta yola çıkarlar. Emine’nin nasıl olsa ses çıkaramayacağını düşünerek evine varırlar. Ancak Yatık Emine günler öncesinden soğuk ve açlıktan ölmüştür. Amaçlarına ulaşamadıkları için küfür ede ede geri dönerler.
Şeftali Bahçeleri
Kasabanın dışında eşsiz güzellikte şeftali bahçeleri özellikle kasaba memurları için eğlence mekanı olmuştur. Bütün kademedeki memurlar fazla işleri olmadığından bu güzel mekanın tadını çıkarırlar. Yazı işleri müdürü olarak kasabaya gelen Agah Bey gördükleri karşısında ilk günden hayal kırıklığına uğramıştır.
Avrupa’da kalmış, disiplinli çalışmayla işleri yoluna koyacağı inancıyla, çalışmaya başlayan Agah Bey’in; tüm memurlarla arası açılmıştır. Götürdüğü bütün teklifler ödenek azlığı, imkansızlık ve yokluk gibi nedenlerle kabul görmez. Yapılan eğlence tekliflerinin hepsini geri çevirir. Birgün yapılan gezi teklifini kabul eder. Şeftali bahçelerinin büyüleyici havasına kapılır. Ertesi günde havuzda yıkanmanın keyfini tadar.
Agah Bey kendisine diğer memurlar gibi bir katır alır. Katırın rakı ve mezeleri taşıması için güzel bir heybe alır. İlerleyen zamanda kadınlarla eğlenceye devam eder. Agah Bey bir yıl sonra hoş bahçe kokusunu ciğerlerine çeker, minderlere uzanıp ‘gel keyfim gel’ diye söylenir…
Koca Öküz
Mustafa köyün ileri gelenlerindendir. Kasabadaki memurlara hediyeler verir; karşılığında sözü geçer. Hacı lakabıyla anılan Mustafa’ya seven sevmeyen herkes saygı gösterir.
Birgün Hacı Mustafa bir öküz alır. Öküz ahırda kımıldamadan yiyip içip yatar. Ne yaparlarsa yapsınlar ayağa kaldıramazlar. Sonunda çaresiz kasabada kasabın birine satmaya karar verir. Kasap aldığı fiyatın iki mecidiye eksiğine öküzü alır. Ancak Hacı kasaba öküzü ahırdan almasını şart koşar.
Kasap ahıra gelir ve hayvanı önüne katıp götürür. Hacı bu işe çok kızar. Çalışmaya gitmek için kımıldamayan öküzün; ölüme gitmek için ayağa kalkmasına inanamaz. Sinirinden etrafındakilere kızar. Kasabada ise tellal öğleden sonra öküz kesileceğini haber verir…
Vehbi Efendi’nin Kuşkusu
Vehbi Efendi ufak bir kazada Düyunu Umumiye idaresinde kantar katibidir. Evinde işe, işten eve gelen, erken yatıp erken kalkan, kimseyle ilgisi olmayan bir adamdır. Komşu kızı Hanife’nin Vehbi Efendi’ye ilgisi vardır. Hanife ilgisini açıkca belli eder.
Mayıs ayında bir gece vakti, Hanife annesinin komşuda olduğunu ve korktuğunu söyleyerek Vehbi Efendi’nin yanına gelir. Vehbi Efendi tereddütünü yenerek Hanife’yi reddeder.
Mahalle imamı, Vehbi Efendi’yi önemli bir konu görüşmek üzere çağırır. Hanife’nin hamile olduğunu ve onunla evlenmesi gerektiğini yoksa kadıya bildireceğini söyler. Vehbi Efendi kimseye derdini anlatamaz. Nedense herkes Hanife ile evlenmesi gerektiğini söyler. Sonunda Vehbi Efendi ile Hanife evlenir. Tabakların Kamil, Vehbi Efendi kahvenin önünden geçerken arkadaşlarına ‘Yutturduk öküze’ der.
Sarı Bal
Kasabanın dışında elekçilerin oturduğu bakımsız bir mahalle vardır. Geceleri sarhoşlar ve eğlence arayanlar bu mahalleye uğrar. Külahçıoğlu Hilmi Ağa eğlence için bir evin kapısını çalar. Burası meşhur Sarı Bal’ın evidir. Sarı Bal, oyun oynayıp gelenleri eğlendirmekte maharetlidir.
Sarı Bal, kasaba için felakettir. Parası olmayan bu kasaba da olan parayı harcamak isteyenler Sarı Bal’ın kapısını çalar. Hatta mevki sahibi kimselerde evine uğrar. Hilmi Ağa ve arkadaşları eğlenirken komiser baskın yapar. Yorganların altına dek bakarlar. Önce çocukları görürler. Daha sonra Sarı Bal’ı açmak istemediği yorganı açması için zorlarlar. Yorganın altından kasabanın kaymakamı çıkınca herkes şaşırır. Ertesi gün kaymakam, kasaba içki, zina, her şeyin olduğu bahanesiyle istifa dilekçesini İstanbul’a yollar. Ancak gerçek neden daha önce ulaşmıştır.
Şaka
Servet Efendi, Şakir Efendi ve Nedim Bey üç arkadaştırlar. İşleri bitince önce uzun bir yürüyüş yaparlar, daha sonra Rum mahallesinden geçerek meyhaneye giderler. Gezinti yaparlarken Servet Efendi arkadaşlarına hoşlandığı kadını gösterir. Nedim Bey o kadını tanıdığını söyler. Şakir Efendi de ona destek verir. Nedim Bey kadının gece yarısı denize girdiğini anlatır.
Üç arkadaş geç vakte kadar meyhanede içerler. Dışarı çıkınca Servet Bey evin çok sıcak olduğunu, sahilde yürüyeceğini söyler. Deniz kıyısına vardıklarında bir kadın sesi duyduklarını sanırlar. Servet Bey elbiselerini çıkarır. Kadına şaka yapacağını söyleyerek denize girer. Servet Bey geri dönmeyince karakola haber verirler. Servet Bey’in ağa dolanmış cesedi çıkar.
Küs Ömer
Zehra genç kızlığa yeni adım atmıştır. Hemen her konuda maharetli, güçlü kuvvetli Ömer’le evlenmek üzeredir. Ömer’in en büyük özelliği kaybettiği her durumda çekip gitmesidir.
Ömer ile Zehra evlenir. Zehra kazlarını da getirir. Kazlardan birisi, güreşlerden hep galip ayrılmış, nam salmıştır. Birgün Ömer’e kazların güreşmesi için baskı yaparlar. Ömer’in saydığı insanlar da araya girince Ömer dövüşü kabul eder. Kıyasıya süren kaz kavgası sonucu Ömer’in kazı yenilir. Ömer kazı oracıkta öldürür. Eve gider atına atlayıp uzaklaşır. O günden sonra Zehra Ömer’i göremez.
Boz Eşek
Köyün çocukları koşarak köy çıkışında yaşlı bir adamın yattığını haber verirler. Hüsmen Ağa yaşlı adamın yanına gelir. Yaşlı adamı ve eşeğini köye getirirler.
Yaşlı adam ölür. Ölmek üzereyken Boz Eşeğini ve 8 altınını Mekke’ye vakfettiğini vasiyet eder. Bunun üzerine yapılması gerekeni kasabadaki kadıya sormaya karar verirler. Hüsmen Ağa, kutsal yerlere vakfedilen eşeğe çok iyi bakar.
Hüsmen Ağa, Boz Eşeği alarak kasabaya gider. Ancak kadı yoktur. Ertesi hafta gelmesini söylerler. Ertesi hafta gider gene Kabak Kadı’yı bulamaz. Aradan iki buçuk ay geçer. Köylüler eşeğe saygı duyarlar. İş yaptırmazlar. Arpa ile beslerler. Boz Eşek iyice irileşir. Hüsmen Ağa gene Boz Eşek’le kasabaya gider. Köylüler, dönüşünü merakla beklerler. Hüsmen Ağa’nın tek başına döndüğünü görünce, kutsal bir vazifeyi yapmanın rahatlığını yaşarlar. Pratik bir kadı olan, Kabak Kadı lakaplı kasabanın kadısının işi hallettiğini düşünürler. Boz Eşek Mekke’ye gidecek ve zemzem taşıyacaktır.
Bir  yıl sonra Hüsmen Ağa kasabaya inince gözlerine inanamaz. Kalabalık içinden birisi, eşeğin sırtından etrafına selam vererek geçmektedir. Bu Kabak Kadı’dır. Üzerine bindiği de Boz Eşek’tir.
Yatır
Köylü endişeyle, yaklaşan kışı beklemektedir. Çünkü yakacak odunları önceki yıllara göre çok azdır. İlistir Nuri aylak aylak gezmekten sıkılmış, hamam işletmeye karar vermiştir. Ancak odun azlığından dolayı, bir çare bulamazsa hamamı kapatmak zorunda kalacaktır. İlistir Nuri, köyün karşı tepesindeki çamları kesmenin tek kurtuluş olduğunu söyler. Köylü ise Maslak Dede’nin yatırı olduğu için ağaçlara dokunulmayacağına inanmıştır.
İlistir Nuri, köyde sözü geçen yarı ermiş Abdi Hoca’ya bir arkadaşının rüyasını anlatır. Maslak Dede, ağaçlardan dolayı daraldığını, önünün açılmasını istediğini ve bu işi Abdi Hoca’ya havale ettiğini anlatır. Abdi Hoca daha önce bu işareti aldığını söyler. Etraftaki tek ağaçlık yerin çamlarını keserler. Hatta o kadar ileri giderler ki çam ağacı bırakmazlar. Ağaçlar kesilince şifalı kaynak suları da kurur…
Komşu Namusu
Şakir Efendi, Osman Bey ve Baki Efendi aynı yerde görev yapan üç memurdur. Şakir Efendi, Osman Bey’e komşusu Baki Efendi’nin karısı tarafından aldatıldığını söyler. Sonunda konuyu Baki Efendi’ye açmaya karar verirler. İş çıkışı meyhanede konuyu açarlar. Baki Efendi, Şakir Efendi’nin evinden kendi evini gözlemeye başlar.
Baki Efendi’nin evinin önüne gelen şahıs etrafına bakar ve içeri girer. Şakir Efendi Baki Efendi’ye ne yapacağını sorar. Baki Efendi’de boşayacağını söyleyerek kızgınlıkla evden çıkar. Şakir Efendi, silah sesi duyacağını sanır. Ancak Baki Efendi’nin kapıdan az önce giren adamı yolcu ettiğini görür. Ertesi gün merakla ne olduğunu sorar.Baki kızarır, rahatını feda etmemek için her şeye katlanmış durumuyla’ Boş yere tasalanmışız, gelen doktor Hüsnü Bey; eşim sancılanmış ta…’ der…
Yılda Bir
Teselyalı Bekir, köylerden uzakta su değirmeni işletmektedir. İnsanlardan uzaktadır. Karısını Teselya’da bırakmıştır. İçinde kadın özlemi vardır. Değirmene gelen yaşlı kadınlardan başka kimseyi görmemektedir.
Değirmenin yakınında konaklayan çingenelerin yanına gider. Çeribaşı buğdayları öğütmesi için Elif’i de Bekir’le birlikte değirmene yollar. Bekir’e karşı Elif’te kayıtsız kalmaz. Bekir kadın özlemini gidermiştir. Elif’e ne zaman geleceğini sorar. Elif’ te seneye cevabını verir. Bekir hasretle ertesi yılı bekler. Elif nihayet gelir. Ancak bir sonraki yıl Elif’i göremez. Çeribaşına Elif’in nerede olduğunu sorar. Çeribaşı ‘ O kötüledi, kasabada kaldı’ cevabını verir. Daha sonra iyice yaşlanmış kadına buğdayları öğütmesi için Bekir’le değirmene gitmesini söyler.
Sus Payı
Hasip Efendi, Hidayet Bey’in ipek fabrikasında işçibaşı olarak çalışmaktadır. İşçilerin çalışma şartları çok ağır olduğundan; her yıl birkaç genç kız hastalanarak ölür. Hasip efendi özellikle Fotika isimli genç kız işe başlayınca çalışma koşullarının ağırlığını düşünmeye başlar. Günde on dört saat çalışıp, çok az ücret alan genç kızlar çabucak hasta olurlar ve sonunda ölürler.
Hasip Efendi, Fotika’yı ölen karısına benzetir. Ona karşı ilgisi sevgiye dönüşür. Ancak birgün Fotika hastalanır ve ölür. Hasip Efendi, Hidayet Bey’e fabrikanın genç kızları öldürdüğünü ve işten ayrıldığını söyler. Hidayet Bey ise Hasip Efendi’ye zam yapar. Artık sekiz lira kazanan Hasip Bey vicdanını rahatlatacak bahaneler bularak işine devam eder…
Kuvvete Karşı
Amerikan elçiliği hizmet vapurunda görevli, dokuz denizci her Pazar ceplerini dolduran İngiliz Liralarını Tarlabaşı’yla Tokatlıyan arsında eğlenerek harcarlardı. Eğlence çok ileri giderler, ancak zayıf devletin polisi hiçbirşey yapamazdı. Amerika güçlü bir devletti ve Türk milleti bütün bu kabalıkları sineye çekmek zorundaydı.
Suphi, kız arkadaşı İzmaro’yla birlikte Tarlabaşı’na eğlenmeye gider. Böyle bir akşamda sarhoş denizciler, İzmaro’ya sarkıntılık yapınca çaresiz kalır, denizcilerden birinin müdahalesi sayesinde oradan İzmaro ile birlikte kaçar. Ancak kendisine olan saygısını yitirir. Eve gidince İzmaro’nun da gözünde değeri kalmadığını düşünerek geri döner. Yolda yakaladığı denizcilere saldırır. Sonunda bütün kemiklerinin kırıldığını hisseder ve çamura düşer. Rum kızı İzmaro ise uzun bir süre bekledikten sonra üşüdüğünü fark ederek yatağa girer…
Cer Hocası
Asım Mülkiye Okulu’nu bitirmiş, bir akrabası sayesinde memuriyete başlar. Fakat meşrutiyet ilan olununca memuriyetten atılır. Asımın rahat geçen hayatı altüst olur. Parası bitince daha önce yardım ettiği tanıdık arkadaşlarının yanına gider. Arkadaşları ile birlikte İstanbul dışında köyleri dolaşmaya, cer hocalığı yapmaya başlar. Vaazlar verir, namazını hiç kaçırmaz.
Köyün birinde Asım’ı çok severler. Eski imam köyde olmasına rağmen Asım’ın asıl imam olarak resmen atanmasını sağlarlar. Asım köy halkının bu davranışına çok kızar. Fakat aç kalma korkusu da yaşamaktadır. Eski yaşlı imamın durumunu görünce, biriktirdiği paralarla tüm sorunlarına rağmen İstanbul’a doğru yola çıkar.
Garip Bir Hediye
Feridun, elinde kalan malları satar, parası gene tükenince bir Yahudi’nin hediye ettiği traş fırçasını da satmaya karar verir. Bir deniz yolculuğu sırasında yahudinin hayatını kurtarmış, Yahudide ona çok değerli olduğunu söyleyerek traş fırçası hediye etmiştir. Kuyumcular, para etmeyeceğini söyleyince, akşam fırçayı yere fırlatır. Fırçanın sapı kırılınca iki değerli taş çıkar.
Feridun, fırça sapında taşların ne aradığını bilemez. Daha sonra gümrükten mal kaçırmak için bu tür yolların denendiğini öğrenir.
 Bir Saldırı
Hayrullah Efendi, bir kış akşamı Boğaziçi’nin Anadolu yakasında bir iskeleye çıkar. Küçük bir köyün iskelesi olduğundan sadece dört kişi iner. Elinde feneri yokuşu çıkmaya başlar.
Hayrullah Efendi, birden yanağına dayanan silahı hissettiği an arkadan bir ses cüzdanını ister. Hayrullah Efendi hemen cüzdanını verir. Hırsız 700 liradan sadece beş lira alır ve gider. Hayrullah Efendi hırsızı köyün bakkalına kadar takip eder. Daha sonra bakkala kim olduğunu sorar. Dört yıl savaştıktan sonra parasız kalmış, terhis edilmiş bir  yedek subaydır.
Hayrullah Efendi ertesi gün, adamın evine bir kayık dolusu yiyecek gönderir. Kendisi ticaret yapıp para kazanırken; savaşan bu adama hakkını verdiğini düşünmektedir.
Ayşe’nin Yazgısı
Ayşe ile annesi çok fakir ve perişan bir halde yıkık, korkunç, harabeye dönmüş ve terkedilmiş bir köşkte bekçi gibi yalnız başlarına yaşamaktadırlar. Hergün antikacıların evine hizmetçilik yapmaya giden annesinin evde bulunmadığı yağmurlu bir günde, annesinin hizmetçilik yaptığı zengin ailenin 19 yaşındaki oğlu avdan dönerken Ayşe ile annesinin yaşamlarını sürdürdükleri harabeye sığınır. Ancak evde iş yapan Ayşe'yi yarı çıplak, pejmürde bir kılıkta gören genç avcı ona tecavüz etmek ister. Ayşe kendini savunurken, ayağı yanlışlıkla kayan avcı yere düşer, başını taşa çarpar ve ölür. Ayşe avcının köpeğini de öldürmek zorunda kalır ve her ikisinin cesedini sürükleyerek ahıra götürür ve gömer. Bir ay içinde avcı ile köpeğinin kaybolması çevrede unutulur. Bir ay sonra, bu kez de genç bir köylü annesinin evde bulunmamasını fırsat bilerek eve girer ve Ayşe'yi taciz eder. Ancak Ayşe bu köylüyü de avcıyı düşürüp öldürdüğü gibi öldürmemek, tekrar acı ve üzüntü çekmemek için korunmasız kendini bırakır.

Medine Müdafaası, Fahrettin Paşa

Başkomutanlık tarafından Kanal Harekatı için görevlendirilen, 4’üncü Ordu Komutanı Cemal Paşa, Kanal’ a taarruz etmeden önce Hicaz meselesini çözmek ister. Hicaz’ın kendine özgü bir yönetim biçimi vardır ve merkezi Mekke’dir. Bu şehirde bir vali,  bir komutan ve bunların üstünde, padişah tarafından atanan bir şerif vardır.
    Mekke valisi ve komutanı Cemal Paşa’ya, Mekke Şerifi Hüseyin’in iki yüzlü davrandığı, uzun süredir İngilizler ile görüşmeler  yaptığını, kendine güvenilmemesini gerektiğini rapor ederler. Cemal Paşa, Şerif Hüseyin’ den Cihad çağrısının gereklerini yapmasını ve Kanal seferi için yardım göndermesini ister. Şerif Hüseyin, İngilizlerin Çanakkale’den asker çekip Mısır’da kuvvet toplamalarına kadar Cemal Paşa’yı oyalar. Şerif Hüseyin isyan hazırlıklarına başlayınca Cemal Paşa ile Enver Paşa  görüşerek Medine’nin mümkün olduğu kadar elde tutulması kararını alırlar.  Cemal Paşa, bu görev için o sırada Suriye’de 12’nci Kolordu Komutanı olan  Fahrettin Paşa’yı seçer. Kendisine  Medine’de olan biteni anlamak ve gerekeni yapmasını emreder. Şerif Hüseyin ve oğullarını kuşkulandırmamak için de Medine’ye dini bir ziyaret amacı ile gidilmiş gibi  bir hava verilmesini ister.

    Bu  görevi alan Fahrettin Paşa çalışacağı ekibi ile birlikte 23 Mayıs 1916’da Şam’dan yola çıkar ve 31 Mayıs 1916 tarihinde Medine'ye varır. Fahrettin Paşa Medine'ye geldiğinde, Medine ve çevresindeki bir kaç yerleşim bölgesi dışında, kontrolün işbirlikçi asilerin eline geçtiğini, Arap yarımadasında yapacak fazla bir şeyin  kalmadığını görür.Yapılacak olan Medine ve çevresini işbirlikçi asilere teslim etmemektir. Fahrettin Paşa tedbirlerini bu yönde almaya başlar.
    İngilizlerle işbirliği yaparak Osmanlıyı arkadan vuran Arap isyancılarının başında Şerif Hüseyin ve oğulları bulunmaktadır. Şerif Hüseyin'in gözünü, para ve ikbal hırsı bürümüştür, bunları elde etmek için İngilizlerin ayaklarını öpecek durumdadır. Şerif Hüseyin ve adamları, Arapları Osmanlı aleyhine döndürmek için her türlü yalan ve iftiraya başvurur. Osmanlının Almanlarla birlikte savaşa girmesini Türkler kâfir oldu şeklinde etrafa yayarak taraftar toplarlar. Türklere karşı nefret tohumları ekilir, yapılan iftiraların sonucu da isyanlarda görülür.  İsyancı Araplar, Türk askerine insanlığa sığmayan muamelelerde bulunur.  Mekke'yi ele geçiren asilerin hedeflerinde Medine ve çevresi vardır. Bütün güçleri ile Medine üzerine yürürler. Sürekli kahpece arkadan saldırırlar, coğrafi şartları da bilmenin avantajı ile pusu kurup, bunda da zaman zaman başarılı olurlar.
    Medine'de hayat şartları git gide ağırlaşır. Medine de bulunan Osmanlı ordusunun durumu şöyledir; bir tarafta bütün cephelerde mağlup olan bir imparatorluk, diğer tarafta galip devletlerin baskısı, İngilizlerin işbirlikçi isyancılara verdiği destek, bütün bu olumsuzlukların yanında imkânsızlıklar içinde kıvranan Medine müdafileri…
    Beslenme eksikliğinden dolayı zayıf düşen bünyeler sürekli hastalıklarla boğuşur. Uyuz hastalığı asker içinde hiç eksik olmaz, İspanya nezlesi denen salgın hastalık, askeri kırıp geçirir. Açlık o boyutlara ulaşır ki, asker dağlardan vadilerden topladığı otlarla karınlarını doyurmaya çalışır.
    Fahrettin Paşa, Medine’ nin ileri gelenlerinden bir heyet kurar. Bu heyet ile Kutsal Emanetleri saydırarak  tespit tutanağını heyette bulunanlara imzalatır. Kutsal Emanetler bir bölük askere teslim edilip tren ile İstanbul’a gönderilir. Bir ay sonra İstanbul’a ulaşan Kutsal Emanetlerin listesi telgraf ile Medine’ye gelir. Fahrettin Paşa aynı heyete giden liste ile gelen listenin karşılaştırılmasını yaptırarak bütün emanetlerin İstanbul’ a ulaştığını halka duyurur.    Kutsal Emanetlerin İstanbul’a gönderilmesi Medine’nin tahliye edileceği dedikodusunun çıkmasına neden olur. Paşa “Hicaz Yaranı”  adında bir defter açtırır. Subay ve askerlerinden Hicaz harekatının sonuna kadar  Medine’yi terk etmeyeceğine dair söz verenlerin bu deftere kaydolma şerefini kazanacağını bildirir. İlk sıraya kendi adını yazdırır.  Mekke’de yayınlanan El Kıble gazetesi vasıtasıyla Türkler hakkında asılsız haberler ve makaleler yayınlanır ve asiler kışkırtılır. Bütün bunlara karşı tedbir getirmek, sadık Arapların fikir ve hislerini korumak maksadıyla Fahrettin Paşa tarafından Medine’de El Hicaz adlı bir gazete çıkarılmaya başlanır. Gazete özellikle Medine dışında bulunan kabilelere dağıtılmaya çalışılır. Ancak yeterli şekilde dağıtılamaması nedeniyle beklenen etki elde edilemez.
    Fahrettin Paşa, tedbirlerini şartlar ne olursa olsun Medine'yi terk etmemek üzerine alır. 25 Eylül 1917 tarihinde, Tebük civarındaki "Ramlet" istasyonuna asilerin yerleştirdiği bomba lokomotif geçerken patlatılır. Vagonlar devrilir, trende bulunan asker, sivil, kadın çocuk herkesi kurşun yağmuruna tutarlar. Burada büyük zayiat verilir. Bu olay sonucunda  Medine'nin Osmanlı ile irtibatı bir daha kurulmamak üzere kesilir. Bu olaydan sonra, demiryolunun değişik yerlerine yapılan bombalı saldırılar, demiryolunun da tamamen sonunu getirir. Bu çok vahim bir durumdur. Demiryolu, Medine müdafilerinin, yiyecek, giyecek ve erzaklarının tedarikini sağlamaktadır.  Bu tahribattan sonra İstanbul ve Anadolu'dan yardım gelmeyecektir. Şerif Faysal öncülüğündeki asi gurubu, "Maan" bölgesinin güneyinde, üçer beşer kişiden ibaret olan demiryolu bekçilerini şehit eder, "Maan" ile "Tebük" arasındaki istasyonları işgal ederek Medine'nin kuzey ile alakasını tamamen keser.  Böylece  Medine Müdafiilerini besleyen kan ve can damarı kopmuş olur.
    Arap işbirlikçilerinin gözleri ihtiraslarından başka hiçbir şey görmez. O kadar ileri gitmişlerdi ki, Medine'de Osmanlı bayrağı görmektense, İngiliz yönetimini bizim için evladır derler. İsyancı liderlerden olan Şerif Ali'nin karargâhında her zaman bir İngiliz subay bulunur. İngilizleri arkalarına alan Araplar; ellerinde ki İngiliz topları ile Anadolu yavrularının üzerine ateş püskürtür, tanklar mermi yağdırır, tayyareler başlarının üstünde uçar. Bu da yetmez  pusu kurup vatan evlatlarını kahpece katlederler.
    Çölde savaş, sadece düşmanla yapılmaz. Açlık, İspanyol nezlesi, çekirge, humma vs. gibi birçok düşmanla mücadele etmek zorunda kalınır. Erzak neredeyse tükenmek üzeredir. Bir tek  Fahrettin Paşa’nın önceden depolattığı hurmalar askere dağıtılmaktadır. Medine bölgesinde çok miktarda çekirge bulunmaktadır. Paşa çekirgeden yemek yaptırır ve önce kendisi yiyerek askerleri teşvik edici şu sözleri söyler: “Dün karargah sofrasında çekirge tavası vardı. Arkadaşlarımla beraber pek tatlı yedim ve bunu dil konservesinden daha iyi buldum. Hele zeytinyağı ve limon suyu ile salatası pek nefis oluyor.”
    İstanbul’dan  gelen tüm teslim ol çağrılarına Paşa’nın cevabı şu şekilde olur: “Hükümet Medine’nin anahtarlarını bir İngiliz yüzbaşısına teslim et diyor. İngilizler ve Şerifler zabitlerle efradımızı soyacaklar. Böyle şeyler görmektense silahlarımızla dövüşerek ölmek evladır. Bu asker Medine’nin enkazı içinde ve nihayet Ravza-i Mutahhara’nın altında kan ve ateşten örülmüş kızıl bir kefenle gömülmedikçe Medine kalesinin burçlarından  Türk’ün al bayrağı alınmayacaktır.”
         Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı ve müttefiklerinin yenilgisiyle sona erer ve Mondros Ateşkes Antlaşması imzalanır. Mondros Mütarekesinin bir maddesi de Hicaz, Yemen, Suriye Irak, Trablus ve Bingazi’de kalan kuvvetlerin en yakın düşman birliklerine teslim olması hükmünü taşımaktadır. İstanbul hükümeti bu madde hükmüne göre Fahrettin Paşa'dan Medine şehrini tahliye etmesini ister.
          Mütareke üzerinden neredeyse üç ay  geçmiştir. Fahrettin Paşa şartların giderek ağırlaşmasına rağmen şehri teslim etmemekte kararlıdır. Albay ve yarbaylardan oluşan subaylar toplanarak teslim olma kararı alırlar. Gizlice yapılan bir plan neticesinde, silah arkadaşları Fahrettin Paşa’nın üzerine atlayarak ellerini bağlarlar. Böylece  Medine Kahramanının en acıklı hazin sonu gelmiş olur.
    Fahrettin Paşa İngilizler tarafından esir alınır önce Mısır’a sonra da Malta’ ya gönderilir. Malta’ da sayım için her gün sabah ve akşam  odasından  avluya çıkması ve üzerindeki üniformasını çıkarması istenir. Fahrettin Paşa sayım için avluya çıkmaz. Kendisinden üniformasını çıkarmasını isteyen İngiliz yüzbaşıya şu cevabı verir: “ Bak yüzbaşı bu üniforma giymeye hak kazandığım günden beri üzerimden çıkmamıştır. Bundan sonrada da çıkmayacaktır! Ancak ölüm beni üniformamdan ayırabilir.” İngilizler bir daha Fahrettin Paşa’ya üniformasını çıkart diyemezler.

Açık Toplum ve Düşmanları, Karl Popper

Açık Toplum ve Düşmanları, Karl Popper
 
Karl Popper’e göre tarihsicilik eski bir düşünce, gevşekçe birleştirilmiş bir düşünceler topluluğudur. Tarihsicilik, seçilmiş halk öğretisiyle gözümüzde canlandırılabilir. Seçilmiş halk öğretisi, Tanrı’nın Kendi iradesinin seçkin aracı olarak bir halkı seçtiğini ve yeryüzünün bu halka kalacağını varsayar. Seçilmiş halk doktrini toplumsal yaşayışın kabile çağında ortaya çıkmıştır. Bu öğretide tarihsel gelişim yasasını Tanrı’nın iradesi koymuştur. Tanrıcı biçimi, tarihsiciliğin öteki biçimlerinden ayıran fark budur.
           İki modern tarihsicilik çeşidi var:
a-    (sağ yan) Irkçılığın ya da faşizmin tarih felsefesi
b-    ( sol yan) Marksçı tarih felsefesi.
           Irkçılık, seçilmiş halkın yerine kendisini koyar, yeryüzünün sonunda kendilerine seçilmiş ırka kalacağını ifade eder.
           Marx’ın tarih felsefesi ise seçilmiş halkın yerine sınıfsız toplumun yaradılışının aracını koyar, yeryüzünün ise seçilmiş sınıfa kalacağını belirtir.
    Herakleitos
              Eski Yunan’da tarihselci niteliği açısından seçilmiş halk doktrinine Herakleitos’a gelinceye kadar pek rastlayamayız. Homeros’un açıklamaya çalıştığı şey tarihin birliksizliğidir. Homeroscu yorumun Yahudilerinkiyle paylaştığı şey yarı belirsiz kader duygusudur. Hesiodos, Doğu kaynaklarından etkilenmiştir ve tarih yorumu karamsardır. Altın Çağ’dan sonra insanlığın gelişiminde beden ve ruhsal açıdan soysuzlaştığına inanır.
           Platon’un tarihsiciliği çeşitli öncülerden etkilenmiştir, ancak en önemli etki Herakleitos’unkidir.
           Herakleitos, değişim dünyasını keşfeden filozoftur. Onun zamanına kadar Yunan filozofları, Doğu düşünüşünden esinlenerek dünyaya inşa malzemesi maddi şeylerden kocaman bir yapı diye bakıyorlardı.
              Herakleitos , “Kosmos, olsa olsa rastgele dağıtılmış bir çöp yığınıdır” der. O dünyayı yapı olarak değil, devasa bir süreç olarak görmüştür. Felsefenin başlıca sözü ; “Her şey akıştadır ve hiçbir şey duruşta değildir.” Herakleitos’un tutucu ve antidemokratik anlayışını şu sözlerinden anlayabiliriz : “Halk, şehrin yasaları uğruna, surları için dövüşüyormuş gibi dövüşmelidir.” Herakleitos’un değişim üstündeki ısrarı, Onu bütün maddi şeylerin alev gibi oldukları teorisine götürmüştür. Herakleitos tipik bir tarihsici olduğu için, tarihin yargısını bir ahlak yargısı diye kabul eder; Ona göre savaşın sonucu her zaman adildir. “Savaş her şeyin babası ve kralıdır.”       
        Platon’un Formlar Yahut İdealar Teorisi
           Platon istikrarsız bir siyasal çatışma ve savaşlar döneminde yaşamıştır. Karl Popper’e göre toplumun ve “herşey”’in çıkış halinde olduğu duygusu Platon’un felsefesinin itici gücü olmuştur. Platon kendi toplumsal denemelerini, ortaya bir tarihsel gelişim yasası koyarak özetlemiştir. Platon’a göre, bütün toplumsal değişim, bozulma ya da çürüme yahut da soysuzlaşmadır. Platon’un bazı eserlerinde ilkbahar ve yaza karşılık düzelme ve türeme dönemi, sonbahar ve kışa karşılık bozulma ve çürüme dönemi olan Büyük yıl düşüncesi vardır.
           Platon iki şeye inanmaktadır: Bozulmaya doğru genel bir tarihsel yönelim ve siyaset alanında bütün siyasal değişimi durdurarak bozulmayı önleme düşüncesi. Platon’un uğrunda çalıştığı amaç budur. Değişim kötülüğünden ve bozulmaktan arınmış olan devlet, en iyi, yetkin devlettir.
           Platon her çeşit çürüyen şeye karşılık, çürümeyen yetkin bir şey olduğuna inanmaktadır. Formlar ya da İdealar Teorisi diye anılan, bu yetkin ve değişmeyen şeylere inanç, Platon felsefesinin merkezi doktrini olmuştur.
        Platon’un siyasal amaçları geniş ölçüde tarihsici doktrine dayanmaktadır. Platon’un hedefi toplumsal devrim ve tarihsel çürüyüşte kendini ortaya koyan Herakleitosçu akıştan kurtulmaktır. Bunu ise tarihsel gelişimin çizgilerine katılmayacak kadar yetkin bir devlet kurmakla yapabileceğine inanır. Yetkin devletin modelinin veya aslının Altın Çağ’da bulunduğuna inanır. Yetkin devlet, daha sonraki devletlerin ilk ceddi, büyük atası gibi bir şeydir; bunlar, o yetkin ya da en iyi yahut “İdeal” devletin soysuzlaşmış çocuklarıdır.
           Formlar yada ideaların, bozulabilir şeyler gibi, zaman ve mekan içinde oldukları düşünülmemelidir, mekan ve zamanın dışındadırlar(çünkü ebedidirler).
           Platon’un ideası, şeyin aslı ve kaynağıdır. Şeyin hikmeti, ideali yetkinliğidir.
           Yunan mitologyası ile Formlar ya da İdealar Teorisi arasında önemli farklar vardır. Yunanlılar, çeşitli aile ve kabilelerin atası diye birçok tanrıya taparlarken, İdealar Teorisi, insanın tek bir Form ya da İdeası olmasını gerektirir.
           Sokrates’in anlam ya da öz arama metodunu, birşeyin gerçek doğasını, Form yada İdeasını saptamanın metodu haline getiren Platon olmuştur.
           Karl Popper’e göre Formlar ya da İdealar Teorisi’nin Platon felsefesinde üç tane görevi vardır:
a-    Çok önemli bir metodolojik araçtır, değişen şeyler dünyasına uygulanabilecek bilgiyi olanaklı kılar.
b-    Çürüme ve değişim teorisine ipucu vermektedir.
c-    Toplumsal yapıcılık için yol açmakta ve toplumsal değişimi durdurma araçları yapmayı olanaklı kılar.
        PLATON’UN BETİMLEME SOSYOLOJİSİ
        Platon’un sosyolojisi, olguların gözlemiyle kurgunun karmasıdır. Platon “Mutlak ve ebedi değişmezlik, şeylerin ancak en tanrılıklarına verilmiştir ve cisimler bu dizide bulunmazlar” demektedir. Kendi Formlar Teorisinde karamsar bir yargıya varmanın teorik temelini bulmuştur.
           Platon’un sosyolog olarak büyüklüğü, gözlemlerinin zenginliği ve ayrıntılarında ve sosyolojik sezgisinin kesinliğindedir.
           Platon’un sosyolojik ve ekonomik tarihsiciliği, siyasal hayatın ve tarihsel gelişimin ekonomik temeli üstündeki ısrarıdır, bu teori Marx tarafından “Tarihsel Materyalizm” adı altında canlandırılmıştır.
           Yetkin devletin soysuzlaşarak dönüşmesiyle ilk biçim olarak timokrasi oluşmuştur, daha sonra oligarşi ortaya çıkar ve bu dönemde iç savaşlar baş gösterir, bu savaşların sonucunda demokrasi kurulur.
           Platon Devlet Adamı’nda üç tane tutucu ve yasalı biçimden bahseder. Bunlar; krallık, aristokrasi ve demokrasidir. Üç tane de büsbütün bozulmuş ve yasasız biçim ortay çıkar; demokrasi yasasız biçimine döner, oligarşi ve tiranlık. Tiranlık Platon’a göre en berbat devlettir.
           Platon içbirliksizliğin, ekonomik sınıf çıkarlarının körüklediği, sınıf savaşının bütün siyasal devrimlerin itici gücü olduğunu keşfetmiştir.
           Platon sınıf savaşı sorununu şöyle çözer: Platon’un devleti en katı sınıf ayrımlarına dayanır, köle devletidir. Sınıf savaşı sorunu, sınıfları kaldırarak değil, yönetici sınıfa karşı koyulamayacak bir üstünlük verilerek çözülür.
           Platon’un en iyi devletinde üç sınıf yer alır; bekçiler, savaşçılar ve işçi sınıfı. Bu sınıflar arasında geçiş söz konusu değildir.
           En iyi devlette aile yok edilmeli veya bütün savaşçı sınıfı kapsayacak şekilde genişletilmelidir. Aksi takdirde aile sadakatleri birliksizliğe neden olabilir; onun için “herkes birbirine tek bir ailedenmiş gibi bakmalıdır.” Yoksulluk kadar zenginlikten de sakınılmalıdır. Bunun için, büyük yoksullara ve büyük zenginlere yer vermeyen komünist sistem ekonomik çıkarları en aza indirerek yönetici sınıfın birliğini güven altına alabilir. Platon’a göre insan sığırlarına fazla sert davranmak zayıflık duygusunun göstergesi ve egemen sınıfın soysuzlaşmaya başladığının belirtisidir.
        PLATON’UN SİYASAL PROGRAMI           
        Totaliter Adalet
        Platon’un temel istemleri, biri değişim ve durulma üstüne idealist teori, diğeri natüralizm. İdealist formül şudur: Her türlü siyasal değişimi durdur! Değişim kötü, durulma tanrılıktır.
    Platon’un siyasal programının başlıca öğeleri şunlardır:
a-    Sınıfların kesinlikle bölünmesi,
b-    Devletin kaderinin egemen sınıf kaderiyle özdeşleştirilmesi,
c-    Egemen sınıfın askerlik, eğitim vb. şeylerde tekeli vardır. Ancak para kazanmaktan men edilmişlerdir,
d-    Eğitimde, dinde ve yasamada her türlü yeniliğin yasaklanması,
e-    Devletin kendi kendine yeterli olması.
        Platon’un siyasal öğretisi, yurttaşların mutluluğu ve adaletin hükümranlığı gibi amaçları ile modern totaliterlikten ayrılır. Fakat Karl Popper Platon’un siyaset programının totaliterlik ile özdeş olduğunu düşünmektedir.
           Platon’un “adalet” ile kasdettiği şey; en iyi devletin çıkarına uygun olmadır. En iyi devletin çıkarı nedir? Katı bir sınıf bölünmesi ve sınıf yönetimi olmasını sağlayarak değişimi durdurmaktır. Adaleti sınıf yönetimi ve sınıf ayrıcalığıyla özdeşleştirmiştir.
           Platon özgeci bir bireyciliğin var olamıyacağını savunur. Ona göre ya ortaklaşacı olunur ya da bencil. Özgecilikle birleştirilen bireycilik, Batı uygarlığının temeli olmuştur. Hristiyanlığın ana öğretisi budur.
           Platon siyaset alanında bireyi kötü olanın ta kendisi olarak niteler.
           Totaliterlik büsbütün ahlakdışı bir tutum değildir. Kapalı toplumun ahlakıdır; ortaklaşa bencilliktir.
        Önderlik İlkesi
        Karl Popper hükümeti iki şekilde ayrımlar :
a-    Kan dökmeden değiştirilebilecek hükümetler. Toplumun kurumları yöneticilerin yönetilenler tarafından düşürülmesinin araçlarını sağlarlar ve toplumsal gelenekler bu kurumların iktidardakiler tarafından kolayca yıkılmasına elvermezler. ( demokrasi )
b-    Yönetilenlerin başarılı bir devrim olmadan kurtulamayacakları hükümetler meydana getirir. ( tiranlık veya diktatörlük )
        Demokratik ilkeyi benimsemekten şu inancın çıktığı söylenebilir: bir demokraside kötü bir politikanın kabulü bile, son derece bilgece bir tiranlığa boyun eğmeye yeğlenir.
        Uzun vadeli her çeşit kurumsaldır. Önderlik ilkesi, kurumsal sorunların yerine kişilik sorunlarını geçirmez, yalnızca yeni kurumsal sorunlar yaratır. Bu kurumlara geleceğin önderlerini seçip ayırma görevini yükler. Platon’un önderlik ilkesi kurumların işlemesini gerektirdiği için salt bir kişilikçilikten pek uzaktır.
        Sokrates tiranlığın her çeşidine karşıydı. Bilginin herkese öğretilebileceğine inanmıştır, Onun entellektüalizmi otoriterliğe de karşıdır.
        Platon’un entellektüalizmi ise farklıdır. Devlet’in Platoncu Sokrates’i otoriteciliğin kişileşmiş halidir.
        Filozof Kral
        Platon’un ideal filozofu hem herşeyi bilen, hem de yapabilen olmaya yaklaşmaktadır. O filozof kraldır.
        Kan ve Toprak Mithosu: İnsandaki Madenler ve Topraktan doğmuşluk Efsanesi diye tanınır.
        Platon Kan ve Toprak Mithosu’nun aldatma olduğunu söyler. Mithos iki düşünce getirir:
a-    Anavatanın savunmasını güçlendirmektedir,
b-    Irkçılık efsanesidir. “Tanrı... yönetme yeteneği olanların hamuruna altın koymuştur, yardımcılara gümüş, köylülere ve öteki üretici sınıflara da demir ve bakır .” Bu madenler kuşaktan kuşağa geçer.
        Platon’un filozofu bilgili ve hakimdir. Onun istediği şey bilginin hükümranlığıdır. Filozof kralın ilk ve en önemli görevi şehrin kurucusu ve yasa koyucusu olmalıdır. Eğitim yürütücüsü niçin filozof olmalıdır? Bunun nedeni yöneticilerin otoritesini alabildiğince artırma gereğidir.
        Platon’a göre bir filozof tarafından sürekli yönetilmeyen devlet bir süre sonra soysuzlaşacaktır.
        Estetikçilik, Yetkincilik, Ütopyacılık
        Karl Popper kafasındaki Platoncu yaklaşımı ütopyacılık diye tanımlar.
        Ütopyacı yaklaşım; her eylemin belli bir amacı olması gerektiğini söyler. Akla uygun eylemde bulunmak için öncelikle erek seçilmelidir.
        Marx ütopyacılığı şu şekilde eleştirmektedir: Ütopyacı planların hiçbir zaman başta düşünüldüğü gibi gerçekleştirilemeyeceğine inanıyor, çünkü hemen hiçbir toplumsal eylem tam umduğu sonucu doğurmaz.
        Estetikçilik en güçlü anlatımını Platon’da bulmuştur. Platon bir sanatçıydı ve modelini gözünün önünde canlandırmaya ve kopya etmeye çalışmıştır. Siyaset Platon için Kralca Sanat’tır. Tıpkı müzik resim gibi kompozisyon sanatıdır.
        PLATON’UN SALDIRISININ TEMELİ
        Açık Toplum ve Düşmanları
        Sihirci, kabileci, ortaklaşacı topluma kapalı toplum, bireylerin kişisel kararlarla karşı karşıya kaldıkları topluma da Açık Toplum denir.
        Kapalı toplum yarı – biyolojik bağlarla ( hısımlık, bir arada yaşama ) birbirine yarı – organik bir birim olduğu için sürü ya da kabileyi andırır. Somut fiziki ilişkileri, somut bireyleri içerir.
        Kapalıdan açık topluma geçiş insanlığın geçirdiği en büyük devrimlerden biridir.
        Yunan kapalı toplumlarının çöküşü, organik kabileciliğin sonu demekti. İ.Ö. 6.yy. da bu gelişim, eski yaşam biçimlerinin çözülmesine ve siyasal devrimlere neden oldu. Bu olayla; uygarlığın bunalımı duyulmaya başlandı. Bu bunalım kapalı toplumun çöküşünün sonucudur.
        Kapalı toplumun çöküşü sınıf ve öteki toplumsal statü sorunlarını ortaya koymakla yurttaşlar üstünde, ciddi bir aile kavgasının ve yuva dağılmasının çocuklar üzerinde yaratabileceği etkinin aynısını yapmıştır. 
        Kapalı toplumun çöküşünün en güçlü nedenlerinden biri deniz ulaştırmasıyla ticaretin gelişimi olmuştur.
        Platon’a göre kötülüğün kökü “insanın düşüşü” kapalı toplumun çöküşüdür.
        Karl Popper; Platon’dan almamız gereken dersin onun bize öğretmeye çalıştığının tam karşıtı olduğunu söylemektedir.
        Siyasal değişimi durdurmak çare değildir, bu mutluluk getirmez. Kapalı toplumun sözde masumluk ve güzelliğine artık geri dönemeyiz.
        İnsan kalmak istiyorsak, bir tek yol vardır; açık toplumun yolu.


FALCI FELSEFELERİN GÖZE GİRMELERİ
    Hegelciliğin Aristoteles’ten Gelen Kökleri
    Aristoteles’in pek yeni fikirleri yoktu, fakat mantığı bulan adamdı. Aristoteles’in düşünceleri Platon’un yoğun etkisi altındadır. Aristoteles’in En İyi Devleti üç öğeden oluşmaktadır: Romantik bir Plâtoncu aristokrasi, sağlam ve dengel bir feodalite ve demokratik fikirler; ancak feodalite ağır basmaktadır.
    Aristoteles’in özcülüğünden gelen üç türlü tarihsici öğreti ayırt edilebilir:
-Bir devletin veya bireyin gizli kalmış özüne ait bilgi ancak onun tarihine bakmakla elde edilebilir.
-Değişme, gelişmemiş özde örtük bulunanları açığa çıkararak değişmekte olan nesnenin içinde bulunan tohumları, özü ortaya koyabilir.
-Gerçekleşmek veya ortaya çıkmak için özün kendini ortaya çıkarması lazım.
    Aristoteles’e göre bilim; kanıtlayıcı ve kavrayıcı iki türlü olabilir. Kanıtlayıcı bilgi nedenlerin, kavrayıcı bilgi ise özsel doğaların bilgisidir.
    “Bir şeyi ancak özünü bilmekle bilebiliriz” diyor Aristoteles. Aristoteles bir tanımda önce öze işaret ettiğimizi, daha sonra onu betimlediğimizi düşünüyor.
    Özcü yorumun tanımı soldan sağa okunmasına karşılık, modern bilimde kullanılan tanım arkadan öne, yada sağdan sola okumaktadır, çünkü modern bilim önce tanımlayanı ele alır.
    Hegel ve Yeni Kabilecilik
    Bütün modern tarihsiciliğin kaynağı olan Hegel, Herakleitos, Platon ve Aristoteles’in izinde yürümüştü. Hegel en harikulade şeyleri başarmıştı.    Hegel’in başarısı namussuzluk ve sorumsuzluk çağının önce düşünce sorumsuzluğu, sonra da ahlak sorumsuzluğu, çağının parlak sözlerin büyüsü ve teknik deyimlerin gücü ile yönetilen, yeni bir devrin başlangıcı olmuştu. Hegel’in Almanya felsefesinin en nüfuzlu kişisi olmasında, Prusya devletinin otoritesi önemli bir yer tutmaktadır.
    Tarih, siyaset ve eğitim felsefecileri hala Hegel’in etkisi altındadırlar. Siyaset alanında bunun en belirgin özelliği Marxçı aşırı sol kanat kadar, tutucu ortanın da, faşist sağ kanadın da hep siyasal felsefelerini Hegel’e dayandırmalarıdır.
    Hegel, özgürlük ve akıl düşmanlığının temelindeki ölümsüz fikirleri yeniden ortaya çıkardı. Hegelcilik, kabileciliğin rönesansıdır.
    Hegel, Aristoteles gibi idealar yada özlerin gelip geçici şeylerin içinde bulunduklarına inanmaktadır.
    Hegel’in oluşum evresi bir varlığa çıkış yada yaratıcı evrim halindedir. Gelişimin genel kuramı ilerlemedir, bu diyalektik bir ilerlemedir.
    Herakleitos gibi Hegel de zıtların özdeşliğine inanmaktadır, karşıtların savaşı diyalektiğin ana fikridir.
    Hegel’in felsefesinin iki temel kavramı var. Bunlar, diyalektik üçlemesi ve özdeşlik felsefesidir.
    Hegel’e göre tarih “Mutlak Ruh” un ya da “Evren Ruhu”nun düşünme sürecidir. Ruh’un üç adımlı bir diyalektik tarihsel gelişimi vardır: İlki Doğu despotluğudur, ikincisi Yunan ve Roma demokrasileri, üçüncüsü ve en yükseği Alman Monarşileridir.
    Hegel ; “Devlet, bir halkın hayatındaki bütün somut öğelerin: sanatın, hukukun, ahlakın, dinin ve bilimin merkezidir.” demektedir.
    MARX’IN YÖNTEMİ
    Marx’ın Toplumbilimsel Belirimciliği ( Determinizm )
    Hegelcilik, Marxçılığın temeli olarak değerlendirilir. Marx’ın toplum bilimine ve toplum felsefesine duyduğu ilgi, temelde eylemci bir ilgiydi. O, bilgiyi insanlığın ilerlemesine hizmet edecek bir araç olarak görüyordu.
    Marxçılık, ekonomik ve siyasal güç gelişimlerinin, devrimelrin geleceğini önceden haber vermek amacını güden salt tarihsel bir kuramdır. Marx’ın ruhbilimsicilikten kuşkulanması toplumbilimci olarak en büyük başarısıdır.
    Toplumbilimin Özerkliği
    Marx, ‘‘İnsanın varlığını belirleyen bilinci değildir, tersine bilincini belirleyen toplumsal varlığıdır.”  der. Toplumbilimin önemli bir bölümü özerk olmalıdır. Marx; insanların toplum hayatının yaratıcıları değil, ürünleri olduğunu düşünür.
    Ekonomik Tarihsicilik
    Marx her zaman gerçek özgürlüğü savunurdu. Hegel gibi Marx da tarihsel gelişmenin amacının özgürlük olduğunu düşünüyordu. Marx insanın ekonomik hayatının anlaşılması gerekiyor diyor , bu nedenle tarihsiciliğin Marxçı türüne ekonomisicilik denir.
    Sınıflar
    Marx; tarihi yürüten ve insanın kaderini belirleyen şeyin sınıflararası savaş olduğunu öne sürüyor. Kurumsal sınıf çıkarı insanın düşünceleri üstünde belirleyici etki yapar. Marxçılık sınıfların içinde bağlı oldukları ağa toplum sistemi demektedir. Toplum düzenini belirleyen sınıf ilişkileri, bireyin iradesinden bağımsızdır.
    Hukuk ve Toplum Düzeni
    Marx’a göre hukuk düzeni, ekonomik sistemin üst yapılarından biri olarak anlaşılmalıdır. Marxçı kurama göre, ilkece her tür hükümet demokratik hükümet bile, yönetici sınıfın, yönetilenler üzerinde kurduğu bir diktatörlüktür. Marx’ın devlet kuramı soyut ve felsefi olmasına karşın, çağının aydınlatıcı yorumunu vermektedir.
    Karl Popper özgürlük paradoksunu şöyle açıklar: Özgürlük sınırsız olursa kendini ortadan kaldırır, sınırsız özgürlükte kuvvetli zayıfı itip kakmaya başlayacaktır. Bu nedenle devlet öz- gürlükleri korusun düşüncesi vardır.
    MARX’IN KEHANETİ
    Sosyalizmin Gelişi
    Marx kapitalizm ile modern toplumun ekonomik hareket kurallarını açıklamak ve geleceği ile ilgili kehanette bulunmak istemiştir. Marx’ın kehaneti sıkı örgülü bir usavurmadır. Usavurmanın birinci adımı kapitalizm, ikinci adım, burjuva ve işçi sınıflarının çatışması ile toplumsal devrim, üçüncü adım sınıfsız toplum sosyalizme geçiş.
    Karl Popper Marx’ın usavurmasının üçüncü adımının batıl olduğunu düşünmektedir.
    Toplumsal Devrim
    İşçiler ile burjuvalar dışında bütün sınıfların (özellikle orta sınıfların) ortadan kalkmaya mahkûm olduğunu belirtir, burjuvalarla işçiler arasındaki gerginliğin artması ile işçiler sınıf bilincine varacak ve gerginliği ortadan kaldırmak mümkün olmayınca, toplumsal devrim kaçınılmaz olacaktır.
    Toplumsal devrimi Marxçılar iki farklı şekilde yorumlamaktadır:
    Köktenci kanat, Marx’a göre her sınıf egemenliğinin zorunlu olarak bir diktatörlük, yani tiranlık olduğunda ısrar eder. Buna göre gerçek bir demokrasi ancak sınıfsız bir toplumun kurulmasıyla, kapitalist diktasının devrilmesi sayesinde olur.
    Ilımlı kanat, bu görüşe katılmaz ve demokrasinin bir ölçüde kapitalist bir yönetim altında bile gerçekleşebileceğini, bundan dolayı toplum devrimini barışçı ve kademeli reformlarla gerçekleştirmenin mümkün olacağını söyler.
    Kapitalizm ve Kaderi
    Marx, kapitalist rekabetin kapitalistin davranışlarını zorladığına inanmaktadır. Bu rekabet, kapitalisti kapital biriktirmeye zorlamaktadır. Bu kapital birikmesinin şu sonuçları vardır:
    -Üretimin artması, servetin çoğalması ve birkaç elde birikmesi,
    -Fukaralığın ve sefaletin artması, işçiler çok düşük ücretlerle çalışmaktadır, bunun nedeni “yedek endüstri ordusu” denen artık işçi nüfusunun ücretleri aşağı düzeyde tutmasıdır. Marx’a göre, sefaletin artması, çalıştırılan işçilerin, sömürülmelerinin yalnızca sayıca değil, yoğunluk bakımında da artması anlamına gelmektedir. Kapitalist sömürünün temeli, işgücünün yüksek üretkenliğidir.
   
    Kehanetin Değerlendirilmesi
    Marx’ın kapitalizmin yeni bir ekonomik sisteme dönüşmesine yol açacak şeyin, işçilerin birleşmesi olduğunu öne sürmesini Karl Popper haklı görmektedir. Ancak Marx’ın sosyalizm adı altında, yeni düzeni, araya girmeciliği öngördüğünü doğru bulmamaktadır.
    SONRASI
    Bilgi Toplumbilimi
    Bilgi toplumbilimi, bilimsel düşüncenin, özellikle de toplum ve siyasa konusundaki düşüncelerin, toplum tarafından belirlenen bir atmosfer içinde geliştiğini öne sürer. Bilinçdışı ve bilinçaltı öğeler onu geniş çapta etkilemektedir. Bilgi toplumbilimi, Kant’ın bilgi kuramının Hegelci biçimi sayılabilir. Toplum bilimlerine açık olan tek çare, temelde bütün bilimler için ortak olan yöntemler yardımıyla çağımızın eylemsel sorunlarını çözmeye çalışmaktır.
    Falcı Felsefeler ve Akla Karşı İsyan
    Akılcı tutum; bilimsel tutuma zamanla nesnelliğe yakın bir tutumdur.
    Karl Popper akılcılığı; gerçek akılcılık ve sahte akılcılık olarak iki şekilde ele alır. Gerçek akılcılık Sokrates’in akılcılığıdır.
    Bu insanın sınırlarının farkında olmasıdır, ne kadar çok yanıldıklarını ve bu bilgilerini bile başkalarına borçlu olduklarını bilenlerin düşünsel alçakgönüllülükleridir. Sahte akılcılık; Platon’un düşünsel sezgiciliğidir. Bu kişinin üstün düşünce yeteneklerine sahip olduğuna inanmasıdır.
    Eleştirici olmayan akılcılık; “Usavurma ya da deneyim yoluyla belgelenemeyen herhangi bir iddiayı kabul etmeye hazır değilim” diyen kişinin tutumudur. Bu ya deneyim ya da usavurma yoluyla belgelenemeyen her önermenin atılması gerektiğini öne süren bir ilke olarak ta ifade edilebilir.
    Akıldışıcılık, insan davranışlarının ana dürtüsünün duygulanım ve tutkular olduğunu söyler.
    Bir akılcı, kendisinin düşünce yetisi açısından başkalarından üstün olduğuna inansa bile, bütün otorite iddialarını reddeder, çünkü bilir ki zekası başkalarınınkinden üstün ise, bu ancak kendisinin olduğu kadar başkalarının hata ve eleştirilerinden yararlanmayı bildiği için böyledir.
    SONUÇ
    Tarihin Bir Anlamı Var mıdır?
    Bir kuramın denetlenebilmesini mümkün kılan şey, yanlışlanabilme ve çürütülebilme özelliğidir. Bir kuram konusunda yapılan bütün denetlemelerin onun yardımıyla elde edilmiş öndeyileri yanlışlamak çabaları olması, bilimsel yöntemin ipucunu verir.
    Nedensel açıklamalar hakkındaki söyleyebileceğimiz şeylerden biri, hiçbir zaman mutlak bir şekilde neden ve sonuçlardan bahsedemeyeceğimiz, diğeri, bir kuramın belli bir olayı öndemek üzere kullanılmasının yalnızca olayları açıklamak için kullanılmasıdır.
    Evrensel yasalar, bir amaca varmaya yarayan araçlardır ve sorgulanmadan kabul edilirler.
    Salt bilimler, evrensel hipotezleri denetlemekle, uygulamalı bilimler ise özgül olguları öndemekle ilgilenirler.
    Belli özgül olaylarla ve onların açıklanmalarıyla ilgilenen birimlere genelleyici bilimlerden farklı olarak tarihsel bilimler denir.
    Tarihi onunla ilgilendiğimiz için ve ondan kendi sorunlarımızla ilgili bir şeyler öğrenmek istediğimiz için inceleriz. Ancak, uygulanamaz olan nesnellik düşüncesinin etkisiyle tarih sorunlarını kendi görüş açımızdan öne sürmekten çekinirsek, tarih bu amaçların hiçbirini gerçekleştiremez. Asıl önemli olan insanın görüş açısının bilincine varmış olması ve eleştirisel bir tavır takınmasıdır.
    Tarihsicilik; insanlığın kaderi gereği yürümek zorunda olduğu yolu keşfetmek peşindedir; tarihin ipucunu ya da tarihin anlamını bulmak peşindedir.
    İnsanlık tarihinden söz edilir, ancak bundan anlaşılan siyasal kudret tarihidir.    Tarihsicilik davranışlarımızın akılcılığından ve sorumluluğundan umut kesmekten doğan bir tutumdur.

25 Kasım 2013 Pazartesi

Toprak Ana, Cengiz Aytmatov

Roman, Tolunay ile Savankul’un tanışmasına kadar giden olayların anlatılması ile başlamaktadır. Romanın asıl karakteri olan Tolunay, saf, temiz ve ailesine düşkün bir kadındır. Savankul ise kendi çapında uğraşan, mütevazi, cömert, çalışkan, çocuklarını iyi yetişmesini arzulayan fedakar bir babadır.
Tolunay, hasat zamanı Savankul’la ilk karşılaştığında henüz on yedisindeydi. Savankul omuzlarına attığı yırtık bir elbise ile dolaşırdı. Ekinleri öyle rahat, öyle dipten biçerdi ki sadece orağının çınlaması, bir de düşen başakların hışırtısı duyulurdu. Savankul’un da hızlı biçici olduğu söylenirdi ama Tolunay’ın yanında yaya kalırdı. Çalışmaya başlayan ilk onlar olurdu. Gün doğarken tarlaya beraber giderlerdi. Böylece yaz sabahları doğan güneşle birlikte doğdu aşkları.

Bir gece ay ışığında ekin biçmeye kalmışlardı ve o gecenin sabahı, tarlanın ucunda Savankul’un ceketinin üstünde uyandılar. O geceden sonra hiç ayrılmadılar. Arka arkaya olan üç tane oğulları en büyük sevinçleri oldu. Kasım, Muslubeg ve Caynak. Aralarından sadece Kasım evlendi. Kasım’ın eşi Aliman pırıl pırıl bir dağ kızıydı. Tolunay da çok sevmişdi Alima’nı.
Tolunay ve Aliman’ın tarlada yan yana çalıştıkları bir gün halkın toplandığını gördüler. Koşarak oraya gittiler ve vardıklarında Kasım Tolunay’a sarılarak, savaşın çıktığını söyledi. O andan itibaren savaşta yaşanılan yeni bir hayat başladı. Köyün erkekleri birer birer cepheye çağrılmaya başladı. Tolunay biliyordu ki bir gün onun yiğitlerine de sıra gelecekti. Evlerde yolu beklenen en önemli kişi postacı olmuştu.
Kasım ayını geçirdikten sonra, öğretmen olmak için okumaya giden Muslubeg’den mektup geldi. Muslubeg, arkadaşlarıyla birlikte kendisinin de askere çağrıldığını yazıyordu. Kış ortasına oğullarından mektup alabilen Tolunay’ın içi rahattı. Ama bir gün Kasım’dan bir mektup geldi. Bu mektupta cepheye gidecekleri yazıyordu. Üstelik Savankul da durmadan Askerlik Şubesine çağrılıyordu. Tolunay onu hiç çağırmayacaklarını sanıyordu ama bir gün onu da çağırdılar. Oğullarının ikisinden sonra kocası da askere gidiyordu. Üstelik hepsi de cephede çarpışacaktı.
Tolunay, Savankul’u askere giderken dağyoluna kadar geçirdi. Sonra da durmadan arkasına bakarak, hıçkırarak eve döndü. Ama vakit geçirmeden işlerinin başına geçti. Köyde sadece yaşlılar, sakatlar, çocuklar ve kadınlar kalmıştı. Elde ettikleri her şeyi cepheye yolluyorlardı. Ellerinde kalan tekerleksiz kağnılarla, kırık sabanlarla iş görüyorlardı.
İki aydır Kasım’dan haber alamıyorlardı. Tolunay’la Aliman gözlerini birbirinden kaçırıyorlar, düşündüklerini açığa vurmaktan çekiniyorlardı. Tolunay bir sabah atların nallanması için yola koyuldu. Elinde bir telgrafla Usanbay yanına yaklaştı. Telgrafta Muslubeg’in istasyondan geçeceğini bildiriyordu. İstasyona gitmek üzere hemen yola koyuldular. Tolunay, Aliman’la nefes nefese istasyona gidip Muslubeg’in trenini beklemeye başladı. Öğlen, bir düdük sesi ile heyecandan titremeye başladılar. Ama tren geldi ve gitti. Ellerindeki bir kuşu kaçırmış gibi oldukları yerde kalakaldılar. Bu Muslubeg’in treni değildi. Gece yarısı yer yine titremeye başladı. Bu sefer gelen koca trende kimsecikler yoktu. Parçalanmış, kapıları sökülmüştü. Meğerse bombalanmış ve tamire gidin bir trenmiş. Umutla beklemeye devam ettiler. Raylar yine titremeye başladı işaret flamaları taşıyan bir adam yanlarına yaklaştı ve yaklaşmamalarını, trenin durmayacağını söyledi. O sırada bir ses duydular. Muslubeg vagondan sarkmış el sallıyordu. Vagonun arkasından uzun süre koştular. Son vagon da kaybolduktan sonra Aliman Tolunay’a bir asker kasketi uzatarak “Al ana,  bunu Muslubeg sana attı.” dedi. Tolunay o günü şöyle anlatır: “Evin bir duvarında hala asılıdır o kasket. Bazen oğlumun kokusunu duymak için yüzümü içine gömerim. Dilerim başka hiçbir ana başını raylara, vagon kapılarına vurmasın benim gibi.”
Savaşın pençesine düşmüş tek insan Tolunay da değildi tabii, Gazete geldiğinde, ölüm ilanları okunduğunda, köyde en azından iki-üç evden ağıt sesleri yükselirdi.
En küçük oğulları Caynak birgün, evdeki onarılacak ne varsa onarmış, tüm işleri bitirmişti. Halinde bir gariplik vardı. Gönüllü olarak askere yazılmıştı. Haber vermede cepheye gittiği için ve kendisini bağışlamaları bildiren bir mektup bırakmıştı. O zaman daha on sekiz yaşındaydı. Caynak’a böyle ayrılmak daha kolay gelmişti.
Bir gün tarlada çalışırlarken köyden bir ihtiyar yanlarına geldi, Tolunay’a “Seni çağırıyorlar” dedi. Tolunay’ın içini korkunç bir huzursuzluk kapladı. Etraflarını kalabalık sardı. Elini tutarak “cesur ol Tolunay cesur ol” dediler. “Sevgili atmacalarımızı yitirdik. Savankul da Kasım da ölmüşler”. Tolunay’ın başı dönmeye başlamıştı. Aliman’ın da “Ana biz artık duluz ana. Günlerimiz karardı” diye çığlıkları yankılanıyordu. Tolunay, hem kocasını hem oğlunu kaybetmişti. Aliman da daha gençliklerinin baharında kocasını kaybetmişti.
Savaşın üçüncü ve dördüncü yılları, yeni üzüntülerin yanı sıra sevinçler de getirdi. Düşman geri çekiliyordu, ama dertler bitmek bilmiyordu. Kış ortasında açlık başladı. Bazı aileler yabani kökleri, otları suyla kaynatıyor, renk versin diye de içine birkaç damla süt katıp onu içerek karnını doyurmaya çalışıyorlardı. Şiş karınlı, soluk benizli çocukların bir parça yiyecek için kapı kapı dilendikleri görülüyordu.
Birgün Tolunay, Savankul’un diktiği ihtiyar elma ağacının açtığı çiçekleri seyrederken postacının yaklaştığını gördü. Muslubeg’den gelen mektubu titreyen parmaklarıyla açtı, okumaya başladı: “Sevgili anacığım zaman geçecek, bir gün beni anlayacaksın. Doğru olanı yapıyorum, sende hak vereceksin bana. Savaş hepimiz için, bütün insanlar için bir yıkımdır. Bu canavarı parçalamak, yok etmek için kanımızı, canımızı vermemiz gerekiyor. Askeri bir kahraman olmayı aklımdan bile geçirmedim. Öğretmen olmayı nasıl da isterdim. Tebeşir yerine tüfek verdiler elime, asker oldum. Bir saat sonra ülkem için göreve gideceğim. Canlı döneceğimi sanmıyorum. Bu son mektubum, bunlar son sözlerim. Oğlun, Teğmen Muslubeg Savankulov.” Bahçeye bir sürü insan toplanmıştı. Tolunay, ortanca oğlu Muslunbeg’i kaybettiğini de böylece öğrenmişti. Ondan geriye ise sadece kasketi kalmıştı.
Zaferin kazanıldığı bahar Tolunay için unutulmazdı. O, bundan büyük mutluluk, bundan büyük acı duymamıştı. Askerler geliyordu, halk onları karşılamak için yollara dökülmüştü. Bir asker göründü. Kalabalığın ön sıralarındaki yalınayak bir kız, ansızın çığlığı bastı: “Ağabeyim bu ağabeyim” diye. Köye birçok asker döneceğini beklerlerken sadece bir asker dönmüştü. Tüm halk koşarak onu karşıladı.
Hayat devam ediyordu. İşler iyiye gitmeye başlamıştı artık, yaşamak biraz daha kolaylaşmıştı. Savaşın anıları, acı izleri insanların içlerinden yavaş yavaş siliniyordu. Ama hayat Tolunay ve Aliman için o kadar kolay değildi. Erkeklerini kaybetmişlerdi. Tolunay, Aliman’a istediği zaman gidebileceğini, hayatının baharındayken tekrar evlenebileceğini çıtlakmak istediğinde, Aliman sert çıktı ve beraber yaşamaya devam ettiler. Bir ara Aliman dereye su getirmeye gitmeye başlamıştı. Oysa bahçedeki kuyuda yeterli su vardı. Meğerse Aliman, sürüsünü otlatmak için gelen bir çobana kaptırmıştı gönlünü. Tolunay ona kızamadı. Aliman, bir gün yine dereye su getirmeye gitti. Ama bu sefer çok geç kalmıştı. Herkes uykuya dalmıştı, kapı aralandı. Aliman‘ın elbisesinin düğmeleri kopmuş bir halde geldi. Ayakta zor duruyordu, sarhoştu. Gebe olduğunu öğrenmeleri ise çok zaman almadı. Komşu köye gidip çobanı buldular. Ama çoban, vefasız ve evli çıktı. Çocuğu ve Aliman’ı kabul etmedi. Tolunay bebeği torunu olarak kabul etmişti. Aliman ise utancından iyice içine kapanmış, kimselerin yüzüne bakamaz olmuştu. Tolunay bir gece uyandığında Aliman’ı yatağında bulamadı. Birden Aliman’ın çığlıklarını duydu. Utancından ahırda kendi kendine doğum yapmaya çalışıyordu. Doğumu için ona yardım etmeye çalıştı, ama bebek bir türlü doğmuyordu. Doktor için hemen yola koyuldular. Yolda Tolunay’ın yardımı ile çocuk doğdu. Ama Aliman öldü. Tolunay ıslak bebeği yeleğine sardı. Bu olayla savaş son kez hatırlattı kendini Tolunay’a. Bebeğe köyden Curubeg dedenin gelini süt verdi ve bebek yaşadı.
Romanın sonu Tolunay’ın bir ana olarak özdeşleştirildiği toprakla dertleşmesi ile bitmektedir. Tolunay, toprağa “Savankul’un Kasım’ın, Muslubeg’in, Caynak’ın, Aliman’ın anıları önünde eğiliyorum bugün. Yaşadıkça hatırlayacağım onları. Vakti gelince Canbolat’a da anlatacağım her şeyi” diyordu.

Şu Çılgın Türkler, Turgut Özakman


Şu Çılgın Türkler, Turgut Özakman. Eser, dönem olarak 1’nci Dünya Savaşının sonları  ve Kurtuluş Mücadelemizin ilk yıllarından  başlamaktadır. Detaylı olarak Kütahya-Eskişehir Savaşını, Sakarya Savaşını,  Büyük Taarruzu ve sonrasını ele almaktadır.
    Kişilerin büyük çoğunluğu gerçek kişilerdir, konuşmaların ve olayların çoğunluğu kaydedilmiş ve aktarılmış gerçek konuşmalardır.
    Mustafa Kemal Paşa, kongre yapmak ve Kurtuluş’u şekillendirmek üzere, Erzurum' a gelişinden beş gün sonra, 8/9 Temmuz 1919'da, “Sine-i millette bir ferd-i mücahit (milletin bağrında bir mücahit kişi) olarak çalışmak üzere" çok sevdiği askerlik mesleğinden ve görevinden istifa eder. Artık milletin bir bireyi olarak; milletten kuvvet, kudret ve ilham alarak tarihi görevine devam edecektir. Daha sonra, 23 Nisan 1920’de TBMM Başkanı seçilecek ve sadece bu sıfatı olacaktır. Halbuki, dost ve düşmanın kabul ettiği gibi, Kurtuluş’u planlayan ve yürüten güç O’dur.

    Rütbesi olmayan Mustafa Kemal’e, orduyu tam yetkiyle idare etmek ve geliştirmek üzere, sonradan uzatılan üç aylık bir dönem için, 5 Ağustos 1921 günü TBMM gizli birleşiminde, Meclis yetkilerini kullanması kaydıyla, Başkomutanlık yetkisi verilir.   Üç ay süreyle Başkomutan seçilen ve Meclis'in yetkilerini kullanması kabul edilen Mustafa Kemal, milletin maddi kaynaklarını savaşın emrine verebilmek için çıkardığı 10 maddelik Tekalif-i Milliye (Milli Yükümlülük) emirlerinin altısını 7 Ağustos 1921’de yayımlar.
     “Topyekun Harp” başlar. Millet her şeyini seferber ediyordu. Ordu kuruluyor ve geliştiriliyordu. Bir Millet, varlığı ve hürriyeti için her şeyini ortaya koyuyordu. Bu savaş, Mustafa Kemal'in öteden beri gördüğü gibi topyekun bir savaştı: “Harp, yalnız iki ordunun değil, iki milletin bütün varlıklarıyla ve ellerindeki her şeyle, bütün elde tutulur ve tutulmaz güçleriyle birbirleriyle karşı karşıya gelmesi ve birbiriyle vuruşması demektir. Bundan dolayı, bütün Türk milletini, cephede bulunan ordu kadar fikren, hissen ve fiilen ilgilendirmeliydim. Milletin her ferdi, yalnız düşman karşısında bulunanlar değil, köyde evinde, tarlasında bulunan herkes, silahla vuruşan savaşçı gibi kendini ödev almış hissederek, bütün varlığını mücadeleye verecekti.”
    Bu gerçeği yıllarca sonra keşfetmiş olan Churchill, Mustafa Kemal'in elinde yeteri kadar deve ve öküz bulunmadığı için, taşıt işlerinde cephedeki erlerin karılarından ve kızlarından nasıl yararlandığını anlatır. Kadınların seferber edilmesi milli duygunun geliştirilmesinde büyük bir rol oynamış; asker, sivil herkesin topyekün gayret göstermesi ihtiyacını iyice belirtmişti. Sivas, Erzurum, Diyarbakır ve Trabzon gibi dağınık, merkezlerden toplanan silahlar, saman yığınlarının altına yüklenerek kağnılarla taşınıyordu. Şalvarlı, dolaklı köylü kadınları da Sümerler zamanındaki gibi, gıcırtılı sesler çıkaran kağnılarını sürerek saatte ancak beş kilometre hızla, dağ tepe demeden yüzlerce kilometrelik yolları aşıyor, cepheye doğru ilerliyorlardı. Çoğu, emzikteki çocuklarını, sıkıca sırtlarına bağlamışlardı. Top mermilerini, halat kulplu cephane sandıklarını, kucaklarında taşıyarak arabalara yükleyip indiriyor, iki omuzlarına birer gülle yüklüyor, çok kez tapaları bozulmasın ya da ıslanmasın diye, çocuklarını açıkta bırakmayı bile göze alarak, üzerlerini örtüyle kapatıyorlardı. Tekerleklerin kırılıp kağnının yolda kaldığı da oluyordu. Evlerinde kalanlar at, hayvan ve araçlara el konmuş olmasına bakmadan, çapa çapalıyor, tohum ekiyor, ekin biçiyor, orduya yiyecek yetiştiriyorlardı.
    Refet Paşa, Milli Müdafaa Vekilliğine geçmiş, bütün enerjisi ve buluşlarıyla çalışmaya başlamıştı. Öküz arabasıyla yapılan taşımayı, yeni bir menzil sistemi kurarak daha hızlı hale getirdi. Artık köylülerin alışık oldukları gibi her kasabaya gelince araba değiştirecek yerde, belirli yerlerde öküzler değiştiriliyor ve taşıtlar, doğruca savaş alanına kadar gelebiliyordu. Kilimlerden askerlere kaput, gaz tenekelerinden ilaç kutusu yaptırdı. Un bulunmazsa, köylülere, değirmenleri tamir edilinceye kadar, buğdayı kaynatarak ya da havanda döverek yemelerini söyledi. Çorak yaylada odun bulunmadığından, ahşap evleri yıktırıp, tahtalarını lokomotiflerde yakıt olarak kullandı.             
    Saban demirlerinden kılıç yapılıyordu. Ankara'daki demiryolları atölyesi süngü ve hançer fabrikası haline sokulmuştu. Bir tek bozuk silah kalmaması için her yerde tamir atölyeleri kurulmuştu. Refet Paşa yurdun en ücra köşelerinden bile orduya asker topluyordu. Halk, minarelerden askere yazılmaya çağrılıyordu. Orduya katılmak isteyenler çoğu kez haydutların kasıp kavurduğu yerlerden geçerek; yüzlerce kilometre yaya yürümek zorundaydılar. Geldikleri zaman da kendilerine verilecek silah bulunmadığı olurdu. Bu erlere, cepheye giderken, düşmandan başka, yaralı ve ölülerin silahlarını almaları söylenirdi. Bu arada askerden kaçanlar yakalanıp şiddetli cezalara çarptırılıyor, silah altına yeni sınıflar alınıyor; Adana bölgesinden, Doğu illerinden, Karadeniz' den ve daha başka uzak yerlerden takviyeler getiriliyordu.
    Türklerin, kendilerini bekleyen önemli savaşa hazırlanmak için ancak üç hafta kadar vakitleri vardı. Ankara, bu haftaları endişe içinde geçirdi. Sivillerin morali adamakıllı çökmüştü. Varlıklı eşraf ve tüccarlar, yanlarına ailelerini ve servetlerini alarak Kayseri'ye göç ettiler. Daha başka kimseler de göç hazırlığına girişti, hatta resmi görevi olanlar bile. Şehir, asker kaçaklarıyla, boş gezenlerle dolmuştu; Yunanlıların çok yakına geldikleri söyleniyordu; kimsede güven kalmamıştı. Kadınlar, çarşafları sırtlarında, yola çıkmaya hazır, sabırla bekliyorlardı. Evlerini, barklarını bırakıp göç etmek zorunda kalacaklar mıydı acaba?
    Mustafa Kemal de, Genelkurmay Başkanı olan Fevzi Paşa ile birlikte cepheye hareket etti. Karargâhını Ankara'nın seksen kilometre kadar güneybatısında, demiryolu üzerindeki Polatlı'da kurmuştu. Buraya varınca, atıyla, çevreye hakim bir tepe olan Karadağ'a çıktı; attan inerek düşmanın izlemesi muhtemel olan hücum yönünü görmek istedi. Tekrar atına binerken bir sigara yaktı. Hayvan, kibritin alevinden ürkerek geri tepince, Mustafa Kemal şiddetle yere düştü. Kaburga kemiklerinden biri kırılmıştı; bir an için, ciğerlerini sıkıştırarak, nefes almasına ve konuşmasına engel oldu. Yanındaki doktor, kendisini ciddi şekilde uyardı: “Devam ederseniz hayatınız tehlikeye girer !”
    Mustafa Kemal: “Savaş bitsin, o zaman iyileşirim.”  diye yanıt verdi.
    Tedavi için Ankara'ya döndü. Fakat yirmi dört saat sonra yine cephedeydi. Yarası ona acı veriyordu; güçlükle yürüyebiliyor, çok kez bir masaya dayanarak dinlenmek zorunda kalıyordu…
    Halide Edip bazen bu toplantılarda Mustafa Kemal'i bir roman yazarına benzetirdi. O da sanki heyecanlı bir konu üzerinde çalışıyor gibiydi. Bu romanın ana konusu savaştı, harita üstündeki iğneler de kahramanları. Her birinin özellikleri, genel plana uygun düşmeli ve hikayenin gelişmesine yardımcı olmalıydı. Mustafa Kemal, düşmanın kuvvetini de kendi birlikleri kadar yakından inceliyordu. Savaşın çok önemli bir anında alınan bir istihbarat raporunda, Yunanlıların kuvvetli bir yığınak yapmış oldukları, Türklerin tuttuğu mevziin savunulmasının güçleştiği ve bırakılması gerekeceği bildirilmişti. Mustafa Kemal hemen: “Bana Yunan birliklerinin hareketlerine dair geçen haftaki raporları getirin !” diye, emir verdi. Bu raporları bir daha gözden geçirdikten sonra: “Bizim istihbarat yanılıyor !“ dedi. “Yenilen biz değiliz, düşmandır !”
      Zaman zaman, taktik icabı, askerlik bilimine uygun olarak, geri çekilmeler de yapılıyordu. Hatta gereğinde Ankara bile boşaltılabilecekti. Ancak Başkomutan gereksiz ve çarpışılmadan geri çekilmeleri affetmiyordu.
    Sakarya Savaşı'nın 5. gününde, 27 Ağustos 1921 de, çarpışmalar şiddetini artırarak devam ediyordu. Cephenin sol ucundaki Güzelcekale'nin yüksek tepeleri Yunanlıların eline geçti. Türkler, sert bir savunma yaparak adım adım çekildi.
    Daha önceki günlerde bu yeni stratejiyi geliştiren Mustafa Kemal, Alagöz köyündeki karargahında Yusuf İzzet Paşa'ya, "Savunma hattı yoktur, savunma sathı vardır. O satıh bütün vatandır. Yurdun her karış toprağı, yurttaşın kanıyla ıslanmadıkça düşmana bırakılamaz. Her birlik, ilk durabildiği noktada düşmana karşı yeni bir cephe kurup savaşmayı devam ettirir..." dedi. Daha sonra da bu yeni stratejiyi orduya günlük emirler arasında yayınladı.
    Mustafa Kemal'in savunma hatları, kısım kısım kırılıyordu. Fakat derhal kırılan her kısım, en yakın bir mesafede yeniden tesis ettiriliyordu. Böylece Yunanlılar, her ne kadar toprak kazanıyorlarsa da, ilerlemeleri gayet yavaş oluyordu. On günlük bir savaş sonunda, topu topu on beş kilometrelik yer kazanmışlardı. Papulas'ın hücumda, Mustafa Kemal'in savunmada uyguladığı ilkeleri uygulamasına olanak yoktu. Türk hatlarında bir gedik açabilen bir Yunan birliği, durup komşu birliklerin de aynı hatta varmalarını bekliyor, bu da Türklere takviye alıp toparlanmak için vakit kazandırıyordu.
    Ancak Türklerin durumu yine de tehlikeliydi. Yunanlılar saldırıyı, merkeze doğru yöneltmişken, bir kere daha sola doğru kaydırdılar. Hala Türk ordusunu yandan çevirip Ankara'ya doğru yürümeye uğraşıyorlardı. Bu cephede bazı ilerlemeler kaydederek Türkleri mevzilerinden çekilmek zorunda bıraktılar. Türk Cephesi, şimdi kendi mihveri üzerinde dönmüştü. Artık kuzeyden güneye değil, doğudan batıya uzanıyordu. Öyle ki, doğu ucundaki Yunan kuvvetleri, Ankara'ya, batı ucundaki Türklerden daha yakındılar.
    Savunmanın başarısı ve dolayısıyla Ankara'nın korunması, Çal Dağ'ın elde tutulmasına bağlıydı. Türklerin esaslı iki savunma mevzii arasında, üç yüz metre yükseklikteki bu geniş ve uzun silsile, Ankara'ya ulaşan tren yoluna ve bütün savaş alanına hakim durumda bulunuyordu. Bir sürüngenin sırt kemikleri gibi girintili çıkıntılı olan Çal Dağ, üzerinde gizlenilmesi ve savunulması güç olan bir yerdi. Mustafa Kemal: “Çal Dağ'ı almadıkları sürece korkulacak bir şey yok !” diyordu. “Ancak, alacak olurlarsa, çok dikkatli davranmamız gerekecek. Çünkü kolayca Haymana'yı işgal edebilir ve bizi kapana kıstırabilirler !”
    Ankara'dakiler; Çal Dağ düşse de onun arkasında daha bir sürü tepe bulunduğunu düşünerek, kendilerini avutabiliyorlardı. İçlerinden biri: “Biz her tepede bu kadar ölü verdirdikten sonra, düşman buraya gelinceye kadar elinde bir avuç asker kalır. Onları da sopa ile döveriz!” demişti. Ama cephede herkes, durumun çok nazik olduğunu biliyordu.             
    Netice olarak vuruşmalar ve muharebeler kazanıldı. Churchill'in özetlediği gibi, “Yunanlılar, kendilerini öyle bir siyasi ve askeri duruma sokmuşlardı ki burada nihai zaferden başka her şey bir yenilgi demekti. Türkler içinse, nihai yenilgiden başka her şey bir zafer sayılabilirdi. Türklerin başındaki savaşçı başbuğ, bu durumun hiçbir yönünü gözünden kaçırmıyordu.”
    Mustafa Kemal şimdi Fevzi ve İsmet Paşaların önerisi üzerine, Meclis tarafından Müşirliğe (Mareşalliğe) yükseltilmiş, ayrıca kendisine Gazi unvanı verilmişti. Böylece artık rütbesi bulunan bir subay, bir Başkomutan olmuştu.
    19 Mayıs 1919’da başlayan, çok önceden planlanan ve hazırlıklarına girişilen ulusal direniş, yokluklara rağmen başarıyla bitirildi. 1919 yılı direnişin şekillenmesiyle, 1920 yılı ulusal gayretlerin düzene girmesiyle, 1921 yılı son darbeye hazırlık savaşlarıyla, 1922 yılı da bu son darbe için hazırlıklar ve kesin zaferle sona erdi.
    1923 yılı ise yeni devletin uluslararası ve ulusal planda şekillenmesi ile sürdü ve Cumhuriyetimiz ilan edildi.