18 Mart 2013 Pazartesi

Cemile, Cengiz Aytmatov

Cengiz Aytmatov, Cemile. Danyar ve Cemile’nin gönlü bilinmezlik ikliminde bir tesadüftür birleşir. Gizliden gizliye severler birbirlerini. Önceleri kendilerine dahi itiraftan korkarlar. Lakin aşkın sis perdesi her ikisini de sarmıştır bir kere. Cemile adlı bu roman:Cepheden yeni dönen Danyar ile kocası cephede olan Cemile’nin yasak aşkını anlatmaktadır.
Her şey ben çocukken oldu. Savaşın üçüncü yılıydı. Uzaklarda bir yerlerde, Kurak'da, Orel'de, babalarımız, ağabeylerimiz düşmanla savaşırken bizler, on beş yaşındaki çocuklar, kolhozda çalışıyorduk. Cılız, gencecik omuzlarımız, koca adamların işini yüklenmişti. En gücü de hasat zamanıydı. Haftalarca evden uzak kalır, günlerimizi, gecelerimizi tarlada, harman yerinde ya da istasyon yolunda ekin taşımakla geçirirdik.    
Sokağın taa sonunda, ırmağın yanındaki tepecikte iki ev vardır; sağlam bir duvarla çevrilidir ikisi de, duvarın ötesinde uzun kavaklar yükselir. Bizim evlerimizdir bunlar. Ailelerimiz uzun yıllar yan yana yaşamıştır. Ben, Büyük Ev'dendim. Kolhoza katıldığımızdan kısa bir süre sonra Küçük Ev'in erkeği ölmüş; dul karısıyla iki küçük oğlanı bırakmış geriye. O sıralar köyde hala geçerli olan eski oba geleneğine göre, oğul sahibi dul kadınlar topluluktan ayrılmazlarmış; babamın kadınla evlenmesi kararlaştırılmış. Ölen adamın en yakın akrabası olduğu için, atalarına saygı duyan babam bu görevi yerine getirmiş. İkinci ailemiz böyle kurulmuş işte. Küçük Ev'in kendi toprağı, kendi hayvanları vardı; ama gerçekte bir arada yaşıyorduk. Küçük Ev de iki oğlunu savaşa yollamıştı.    Çocukların büyüğü Sadık, evlendikten kısa bir süre sonra gitmişti.Böylece iki kişi kalmıştı Küçük Ev'de: kiciapa, yani Küçük Ana dediğim kadın, bir de gelini, Sadık'ın karısı. Kader, hamarat bir gelin vermişti ona. Cemile, tam ona yakışır bir kızdı; yılmak nedir bilmezdi, canlıydı, dipdiriydi. Cemile'yi severdim. O da beni severdi. Yakın arkadaştık, ama birbirimizi ilk adlarımızla çağıramıyorduk. Ayrı ailelerden gelseydik, hiç çekinmez, Cemile derdim ona. Ama ağabeyimin karısı olduğu için ben ona yenge, o da bana kiçine bala, yani küçük çocuk demek zorundaydık. Söylendiğine göre, bahar yarışlarında Cemile'yi geçememiş Sadık. Bu yüzden de onu kaçırmış. Ama başka söylentiler de vardı: Cemile'yle Sadık birbirlerine sevdalanmışlar. Evlilikleri dört ay sürmüştü sadece. Sonra savaş çıkmış, Sadık'ı askere çağırmışlardı.
Niye, bilmiyorum belki de babasının tek çocuğu, hem oğlu hem kızı olduğu, küçük yaştan atlarla uğraşmaya alıştığı için erkeksi bir hava vardı Cemile'de; bir erkek sertliği, bir erkek kabalığı vardı; erkek gibi de kıyasıya çalışırdı. Öteki kadınlarla iyi geçinirdi ama biri haksız yere kendine yüklenirse altta kalmazdı; bazı bazı kadınlardan birini saçlarından tutup sürüdüğü bile olurdu. Babamla küçük anam, Cemile'ye hiç de kaynana, kaynata gibi sert davranmıyorlardı. Seviyorlardı onu; tek istekleri, Cemile'nin bir Allah'a bir de kocasına inanmasıydı.
Savaş sırasında köyde pek az erkek kalmıştı. Bunu fırsat bilen bazı gençler küstahça davranıyor, kadınları hor görüyorlardı. Ne diye peşlerinden koşacaksın, elini sallasan ellisi! diyorlardı sanki. Bir keresinde, ot biçerken, uzak akrabamız Osman, Cemile'ye sataşmaya kalktı. Bütün kadınların kendisine tutkun olduğunu sananlardandı Osman. Cemile onu elinin tersiyle itti; gölgesinde dinlendiği saman yığınının altından kalktı. Rahat bırak beni! dedi öfkeyle. Senin gibi aygırlardan da başka şey beklenmez ya! Osman, saman yığınının altında kalakaldı.
Ansızın Daniyar'ın iki atını tanıdım. Daniyar, o gün küme başkanının sözünü ettiği delikanlıydı. Ertesi sabahtan itibaren birlikte çalışacağımız için atlarına ilişmedim, harman yerine döndüm. Daniyar oradaydı. Arabasının tekerleklerini yağlamış, oku pekiştiriyordu. Daniyar, hendekteki atlar senin mi? diye sordum. Ağır ağır başını çevirdi. İkisi benim. Ötekiler? Onlar... neydi adı... Cemile'nin. Yengen mi olur? Evet. Küme başkanı getirdi onları, göz kulak olmamı söyledi. Daniyar köyün yenilerindendi.
Günün birinde, bir çocuk koşa koşa gelmiş, yaralı bir asker gördüğünü söylemişti; kim olduğunu, nereden geldiğini bilmiyormuş. Ortalığı ne büyük bir heyecan sarmıştı! Cepheden bir dönen olsa, köyde kim varsa yanına gider, elini sıkar, hısım akrabasını görüp görmediğini sorar, son haberleri öğrenmek isterdi. Bu keresinde öyle bir şamata koptu ki, anlatılacak gibi değil! Herkes, kardeşim mi acaba, yoksa eşkiyanın biri mi? diye merak ediyordu. Orağını atan köye koştu. Daniyar bizim köydenmiş meğer. Çocukken yetim kalmış, tam üç yıl ev ev dolaşıp bakıldıktan sonra Çakmak bozkırındaki Kazakların yanına gitmiş; ana tarafından akrabaları varmış Kazaklar arasında. Köyde de kimi kimsesi olmadığı için unutulmuş. Köyden ayrıldıktan sonra ne yaptığını soranlara kaçamaklı cevaplar verirdi. Zor günler geçirmişti anlaşılan, yetimliğin acı tasından içmişti. Hayat, onu önüne katmış, bir taş gibi oradan oraya yuvarlamıştı. Uzun süre Çakmak bataklıklarında koyun gütmüş, biraz büyüyünce çölde hendek kazmış, devletin kurduğu yeni pamuk çiftliklerinde, Taşkent'teki Angren madenlerinde çalışmış, sonra da askere gitmişti. Köylüler, Daniyar'ın doğduğu yere dönüşünü sevinçle karşılamışlardı. Ne yalan söylemeli, pek hoşlanmamıştık Daniyar'dan. Bir kere, bizimle senli benli olmuyordu. Pek az konuşuyordu, konuştuğu zaman da bambaşka şeyler düşünüyor gibiydi. O düşünceli gözleriyle adamın yüzüne bakarken bile karşısındakini görüp görmediği anlaşılmıyordu. Gariptir, içine kapanık, uysal biri olmasına rağmen, Daniyar'la senli benli olmaya kalkışmamıştık; akranımız olmadığı için değil birkaç yaşın lafı mı olurdu? bize sert davrandığı için de değil. Hayır, onun suskunluğunda bir yaklaşılmazlık vardı.
Ertesi sabah erkenden Daniyar'la ben atları harman yerine getirdik. Biraz sonra da Cemile geldi. Bizi uzaktan görür görmez bağırdı: Hey, kiçine bala, atlarımı buraya getir! Koşumlar nerede? Sanki anadan doğma sürücüymüş gibi arabayı incelemeye koyuldu, tekerleklerin iyice oturup oturmadıklarını anlamak için de birkaç tekme salladı. Yanına giderken halimize baktı baktı da keyiflendi. Daniyar'ın geniş çizmeleri, uzun, incecik bacaklarından fırlayacakmış gibi duruyordu; ben de nasırlaşmış topuklarımla atın sağrılarına vuruyordum boyuna. Cemile, başını neşeyle arkaya atarak, Ne güzel bir çift olmuşsunuz ya! dedi. Sonra buyruklar yağdırmaya başladı: Hadi, çabuk olun! Sıcak basmadan bozkırı geçmeliyiz! Dizginlere yapışıp arabaya götürdü atları, bağlamaya başladı. Bağladı da. Yalnız bir kerecik dizginleri nasıl geçireceğini sordu, o kadar. Sanki orada değilmiş gibi, Daniyar'ın yüzüne bile bakmıyordu. Cemile'nin kendine güveni, ikimize de meydan okur gibi davranışı Daniyar'ı şaşırtmışa benziyordu. Dudaklarını birbirine sımsıkı yapıştırmış, düşmancasına, ama gizli bir hayranlıkla Cemile'yi seyrediyordu. El ele verip de her çuvalı kaldırışlarında başları birbirine dokunacak gibi oluyordu; delikanlı son derece tedirgindi, dudaklarını ısırıyor, Cemile'nin yüzüne bakmaktan kaçınıyordu.
Bir gün harman yerinde, Daniyar'a bir oyun oynamayı kararlaştırdık. O çuvalı onun arabasına koyduk, üstüne de başka çuvallar yerleştirdik. İstasyon yolunda da Cemile'yle bir Rus köyünde durup elma topladık. Yol boyunca Cemile elma fırlattı Daniyar'a, yol boyunca güldük. İstasyona hep birlikte vardık. Daha biz ne olduğunu anlamadan çuvalı sürüye sürüye arabanın kenarına kadar getirdi, aşağı atladı, tek eliyle dengelemeye çalışarak sırtına aldı. Başladı yürümeye. Önceleri durumu kavrayamadık. Başkalarının da dikkatini çekmedi bu: sırtında çuvalla bir adam yürüyordu işte herkesin sırtında çuval vardı. Daniyar kalasa yaklaşınca, Cemile koşarak yanına vardı onun. Bırak çuvalı, şaka ediyordum! Çekil başımdan! diye mırıldandı Daniyar, kalasa çıktı. Cemile, kendisinin suçsuz olduğunu göstermek istercesine, Şuna bakın, ne yapıyor! diye bağırdı. Daniyar'ın adamakıllı topalladığını fark ettik. Daniyar, o korkunç yükün altında iki büklüm, başını önüne eğmiş, dişlerini dudaklarına geçirmiş, yaralı ayağını dikkatle atarak ağır ağır yürüyordu. Her adımı korkunç bir acı veriyordu ona, öyle anlaşılıyordu; durup durup başını arkaya atıyordu. Kalası çıktıkça sallanması artıyordu. İyice sendeliyordu artık. Ağzımın içi, korkudan ve utançtan kupkuru kesilmişti. Donakalmıştım, bütün kaslarımda çuvalın ağırlığını, yaralı bacağın dayanılmaz acısını duyuyordum. Cemile'yi birdenbire tanıyamadım. Çarşaf gibi bembeyaz olmuştu yüzü, sanki gözbebekleri büyümüştü, dudakları az önceki gülüşünden hala seğiriyordu. Daniyar, uykuda yürüyormuş gibi sallanarak kalası tırmanıyor, kızgın demir çatının altına doğru ilerliyordu. Dengesini koruyabilmek için iki adımda bir duruyor, güç topladıktan sonra çıkmaya devam ediyordu. Ambar memuru kendini tutamayıp, Deli misin sen? diye bağırdı. Bizde insanlık yok mu sanıyorsun? Söyleseydin, çuvalı aşağıda boşalttırmaz mıydım? Ne diye yukarıya çıkardın? Daniyar, sessizce, Sana ne? diye cevap verdi. Yere tükürüp arabaya gitti. Gözlerimizi önümüze eğmiştik, utanıyorduk; Daniyar, budalaca şakamızı ciddiye aldığı için kızıyorduk da. Bütün gece hiç konuşmadan araba sürdük. Daniyar zaten hiç konuşmazdı; onun için, hala öfkeli miydi, yoksa her şeyi unutmuş muydu, bilemiyorduk. Ama Cemile de, ben de üzüntülüydük, pişmandık.
Ertesi sabah Daniyar yine her zamanki gibi durgun ve sessizdi, duygularını açığa vurmuyordu; ama daha çok topallıyordu o gün, çuval taşırken daha çok aksıyordu. Eski yarası açılmıştı herhalde, onun yürüyüşüne baktıkça suçumuzu hatırlıyorduk. Ah, bir gülseydi, bütün tasalarımız uçup gidecekti. Cemile de hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Gururlu bir kızdı, yine gülüyordu gülmesine, ama tedirgindi. İstasyondan dönerken hava kararmıştı. Daniyar önde gidiyordu. Gece, inanılmaz güzellikteydi. Cemile önümde gidiyordu. Dizginleri bırakmış, çevresine bakarak türkü söylemekteydi. Usul usul söylüyordu türküsünü. Sessizliğimiz ağırına gitmişti. Böyle bir gecede susmak olmazdı türküler söylenecek bir geceydi bu. Ansızın sustu, Daniyar'a seslendi: Hey, Daniyar, sen de bir türkü söylesene! Yiğit değil misin? Daniyar, atlarını durdurarak, Sen söyle, Cemile, diye karşılık verdi. Daniyar atlarını kamçılayıp ansızın bir türküye başladı. Sesi, yolun her tümseğinde çınlıyordu sanki: Oy dağlar, mavi dağlar, dumanlı dağlar, Atalarımın yurdu dağlarım benim... Sonra durdu, öksürdü, hafifçe kısılmış sesiyle derinden derinden söylemeye devam etti: Oy dağlar, mavi dağlar, dumanlı dağlar, Beşiğim benim... Sanki bir şeyden korkuyormuş gibi, yine sustu. Ne kadar utandığının farkındaydım.     Anlayamadığım çok şey vardı ilişkilerinde; doğrusu, bu konu üzerinde düşünmeye korkuyordum. Cemile, Daniyar'dan kaçıyordu, üzüntülüydü; onun üzüntüsü tedirgin ediyordu beni. Keşke eskisi gibi kahkahalar atsaydı, Daniyar'a takılsaydı... Ama geceleri köye dönerken Daniyar türküsüne başlamaya görsün, içim ikisi adına garip bir mutlulukla dolardı. Her seferinde büyülenmiş gibi olurdu Cemile, elini usulca Daniyar'a uzatırdı, ama Daniyar görmezdi onu, elleri ensesinde, uzaklara bakardı hep; Cemile, çaresizlik içinde, arabanın kenarına tutunurdu. İrkilirdi ansızın, olduğu yerde kalakalırdı. Yolun ortasında, yıkık, düşünceli, Daniyar'ı bir süre gözleriyle izlerdi; yine yürümeye başlardı sonra. Zaman zaman Cemile de, ben de, aynı erişilmez duygular içindeymişiz gibi gelirdi bana. Bir şey acı veriyordu ona; içinde bir şey büyüyor, olgunlaşıyor, fışkırmak, çıkmak istiyordu. Cemile korkuyordu bundan. Daniyar'a sevdalanmıştı; bunu hem kabullenmek istiyordu, hem de çekiniyordu kabullenmekten. Ben de öyleydim, Daniyar'ı sevmesini hem istiyordum, hem istemiyordum. Ne de olsa gelinimizdi Cemile, yengemdi. Bütün bozkır çiçek açmış gibiydi, kıpırdandı, karanlığı attı üstünden, uzayıp giden enginliğinde iki sevdalı gördüm. Onlar görmediler beni, ben yoktum. Yanlarında yürüyordum oysa; ikisi de dünyada ne varsa unutmuşlardı, sadece türküye vermişlerdi kendilerini. Onları tanıyamadım. Daniyar eski Daniyar'dı, sırtında paçavraya dönmüş o asker gömleği vardı yine, ama gözleri karanlıkta pırıl pırıldı, yanıyordu sanki. Ona ürkekçe, utanarak sokulan kız, kirpiklerinde yaşlar ışıldayan kız, Cemile'ydi, benim Cemile'mdi. Yeni doğmuşlardı, biraz önce görülmemiş bir mutluluk içindeydiler. Sahi, mutluluk değil miydi bu? O türküleri yaratan yurt sevgisini artık Cemile'ye adıyordu Daniyar. Evet, Cemile'nin türküsüydü bu, Cemile'nin türküsüydü.
Yükleri boşaltmış, dönmeye hazırlanıyorduk ki, ambarın avlusuna bir asker girdi; yaralı, zayıf bir askerdi bu, sırtında buruş buruş bir kaput vardı, omuzuna bir çanta asmıştı. Birkaç dakika önce bir tren gelmişti istasyona. Asker, çevresine bakarak bağırdı. Kurkuru köyünden kimse var mı burada? Onun kim olduğunu çıkarmaya çalışarak; Ben varım, diye cevap verdim. Asker, bana doğru ilerleyerek; Kimin oğlusun sen? diye sordu. Sonra Cemile'yi gördü ansızın, şaşırdı, yüzüne tatlı bir gülümseme yayıldı. Cemile bir çığlık attı: Kerim! Sen misin? Asker, Cemile'nin ellerine sımsıkı yapışarak, Cemile, kardeşim! diye bağırdı. Cemile'nin köyündendi o da. Heyecanla, İşe bak sen! dedi. İyi ki buraya gelmeyi akıl etmişim! Sadık'ın yanından geliyorum, hastanede beraberdik, Allahın izniyle bir iki aya kalmaz, o da çıkar. Ayrılırken, karına bir mektup yaz da götüreyim, dedim. İşte mektup, imzalı mühürlü. Üçgen bir zarf uzattı Cemile'ye. Cemile mektubu kaptı, önce kıpkırmızı, sonra bembeyaz kesildi, göz ucuyla Daniyar'a baktı. Arabasının yanındaydı Daniyar. Geçen gün harman yerinde olduğu gibi, tek başınaydı. Cemile'ye bakışında korkunç bir umutsuzluk vardı.
Tam uyuyacaktım ki, yaklaşan bir arabanın sesini duydum. Herhalde Cemile'ydi. Ne kadar uyumuşum, bilmiyorum; kulağımın dibinde saman hışırtıları duydum. Biri geçti yanımdan, omuzuma ıslak bir kanat değdi sanki. Gözlerimi açtım. Cemile'ydi. Irmaktan geliyordu, entarisi ıslaktı. Durdu, çevresine baktı, tedirgindi. Daniyar'ın yanına oturdu sonra. Daniyar, geldim, ben geldim, dedi usulca. Çıt çıkmıyordu. Uzaklarda bir şimşek kaydı toprağa. Sessizce. Kızgın mısın? Çok mu kızgınsın? Evet, çıt yoktu. Bir avuç toprağın sulara usulca gömülüşünü duydum. Benim suçum mu bu? Senin suçun da değil. Uzaklarda, dağların üstünde gök gürledi. Bir şimşek çaktı yine. Cemile'yi gördüm. Daniyar'a sarılmıştı. Omuzları sarsılıyordu, kabarıp kabarıp iniyordu sanki. Samanların arasına, onun yanına uzandı sonra. Bozkırdan sıcak bir rüzgar koptu geldi: Samanları savurdu, harman yerinin sonundaki eski çadıra çarptı, yolda bir topaç gibi dönmeye başladı. Gök gürlüyor, mavi şimşekler bulutları parçalıyordu. Hem güzel, hem korkutucu bir şeydi bu fırtına geliyordu, yazın son fırtınası.
Cemile, Seni ona değişir miyim sandın? diye fısıldadı tutkuyla. Değişir miyim hiç, değişir miyim? Beni hiç sevmedi. Selamlarını bile mektuplarının sonunda, tek cümleyle yolladı. Ne onu istiyorum artık, ne de geciken sevgisini. Kim ne derse desin! Yalnız sevgilim benim, seni hiç bırakmayacağım! Yıllardır seviyordum seni! Tanımadan bile seviyordum. Sonunda geldin işte, bildin yolunu gözlediğimi geldin! Yarın ötesine, ırmağa, kesik çizgilerle mavi şimşekler iniyordu şimdi.
Güzel bir gün ırmağa gittim, kumluktaki bir üvez kümesi dikkatimi çekmişti. Geçidin az ötesine, söğütler arasına oturdum. Akşam oluyordu. İki kişi gördüm ansızın. Karşı kıyıya geçmişlerdi. Daniyar'la Cemile'ydi bunlar. Tedirgin, ama kararlı yüzlerinden gözlerimi ayıramadım.. Ne yapacağımı bilemeden bir süre onlara baktım. Seslenseydim? Ama sesim çıkmıyordu. Günün son kızıl ışıkları, sıradağlar üstündeki bulutlarda kayboldu, hava hızla kararıyordu artık. Daniyar'la Cemile arkalarına bakmadan demiryolu kavşağına gidiyorlardı. Başları çalılar arasından göründü birkaç kere sonra kayboldular. Sesimin olanca gücünle, Cemileeee! diye bağırdım. Kendi yankımı duydum uzaklardan: Eee! Cemileeee! diye bağırdım yine, peşlerinden gitmek için ırmağa koştum. Ayağım takıldı, kapaklandım. Cemile! Cemile! diye hıçkırdım. O iki insana, en yakınım, en sevdiğim insanlara güle güle diyordum. Orada, yerde yatarken ansızın anladım: seviyordum Cemile'yi. Evet, Cemile ilk aşkımdı benim, çocukluğumun aşkıydı. Islak kollarımın arasına gömdüm başımı, kalkmadım. Sadece Cemile'yle Daniyar'a değil, çocukluğuma da güle güle diyordum. Hayır, Cemile onun yanında mutsuz olmayacaktı.
Anam için üzülüyordum. Cemile'yle birlikte eski gücü de çekip gitmişti sanki. Perişandı. Şimdi anlıyorum, kaderin oyununu kabullenemiyordu bir türlü. Fırtına, koca bir ağacı devirirse, o ağaç bir daha kök salamaz. Bu olaydan önce, kimseye gidip de; Şu ipliği iğneye geçiriver, demeyecek kadar gururluydu.
Okumak istiyorum. Söyle babama. Ressam olmak istiyorum! dedim. Anam beni azarlar, ağlar, savaşta ölen ağabeylerimi hatırlatır diye düşünüyordum. Ama ağlamadı anam. Usulca, yumuşacık bir sesle, kederle konuştu: Gitmek istiyorsan git. Yavrularım büyüdüler artık; hepsi yuvadan uçuyorlar. Bakalım ne kadar yüceleceksiniz? Belki de haklısın. Git. Oralarda fikrini değiştirirsin. Resim yapmak, boya boyamak para getirmez. Bir dene bakalım. Bizi de unutayım deme. O günden sonra, Küçük Ev bizden ayrıldı. Ben de okula gittim. Ressam olmaya. Öyküm bu kadar.
Güzel sanatlar okulunu bitirdikten sonra, Akademi'ye yazdırdılar beni. Diploma çalışmam, yıllardır hayalini kurduğum bir resimdi. Daniyar'la Cemile'nin resmiydi bu.     Sonraki bölümde köyünün okul açılışına gelen üniversitede öğretim üyesi bulunan Altınay Süleymanova ile ona küçüklüğünde öğretmenlik yapan Duyşen isimli birinin ilişkileri  Altınay Süleymanova’nın ağzından anlatılıyor.

17 Mart 2013 Pazar

Beyaz Gemi, Cengiz Aytmatov

Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi: Masumiyeti  ve suçsuzluğu temsil eden bir çocuğun  ve dolayısıyla dedesinin; devleti ve yönetici kesimi sembolize eden bir insan olan  “Orozkul” tarafından zulme uğramasıdır.
        O yıl yedi  yaşını doldurmuş, sekizine basmıştır.Ona önce bir çanta aldılar. Bu çantayı ona dedesi bir gezgin satıcıdan almıştır. Bu satıcılar San-Taş denilen bölgede oturmuşlardır.  San-Taş'ta sadece üç aile oturur. Üç ailenin tek oğlan çocuğu olduğu için satıcının geldiğini ilk gören her zaman o olmuştur.
        Sıcak bir yaz günüydü. Çocuk, kendisine ait bir gölcükte yüzmektedir. Bu defa, maşin-mağazanın bir toz bulutu kaldırarak geldiğini işte o zaman görür. Bu gölcüğü, ona çayın sığ bir yerini taşlarla çevirerek dedesi yapmıştır. Ninesi onun bir yabancı, bir hiç olduğunu söylemektedir. Bir yabancıyı ne kadar yedirip içirsen, ne kadar baksan, yine yabancı kalırdı.. Bir yabancı! Belki de asıl yabancı ninesidir.
        O gün çocuk, maşin-mağazanın, gerisinde toz bulutu bırakarak yamaçtan inmekte olduğunu görmüştür. Sanki kendisine bir çanta alınacağını bilmiş gibi büyük bir sevince kapılır. Hemen sudan çıkarak, pantalonunu alelacele sıska bacaklarına geçirdi. Vücudu ıpıslak ve mosmordu. Maşin-mağazanın geldiğini herkesten önce haber vermek için evlerine doğru koşmaya başladı.
        Olanca hızıyla koşuyor, çalıların üzerinden atlıyor, atlayamayacağı kadar büyük olan kayaların yanından dolanıyordu. Ihlamış Deve'nin yanından geçerken Maşin-mağaza geliyor seninle sonra konuşuruz dedi. Normal zamanlarda onun yanından hörgücünü sıvazlamadan geçmezdi.
        Arkadaşsız, yapayalnız çocuk, onu kuşatan bu basit, saf çevresinde yaşayıp gidiyordu. Zaman zaman bütün bunları ona unutturan tek şey, gezgin satıcı, onun maşin-arabası idi. Onu görür görmez olanca hızıyla koşmaya başlardı. Söylemeye gerek yok, otlardan ve kayalardan başka bir şeydi bu maşin-mağaza. Neler neler yoktu içinde!
        Çocuk eve geldiğinde, araba da evlerin arkasındaki avluya girmek üzere idi. Evlerin yüzü çaya bakıyordu. Bu taraf hafif bir eğimle suya kadar inerdi. Suyun öbür tarafında ise, birden dikleşiyor ve dağlara doğru yükselen ormanda buradan başlıyordu. Bu yüzden giriş yolu evlerin arka tarafındaydı. Çocuk vaktinde yetişip haber vermese, satıcının geldiğini kimse bilemezdi.
        O saatte evlerde tek erkek yoktu, sabah erkenden çıkıp gitmişlerdi. Kadınlar ise ev işleriyle meşgul idiler. Çocuk açık duran kapılara koşup bağırmaya başladı:
        -Geldi! Geldi! Maşin-mağaza geldi!
        Kadınlar telaşlandılar. Önce, herbiri paralarını gizledikleri yere gitti, sonra da dışarı fırlayıp birbirleriyle yarışırcasına arabaya doğru koştular. İşe bakın siz! Nine bile övdü çocuğu:
        -Bakın, görün işte, bizim oğlanın gözünden hiçbir şey kaçmaz !
        Başka işleri vardı şimdi onların. Ne de çok mal vardı arabada! Gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Ama topu topu üç kadın vardı: Çocuğun ninesi,  üç evin en önde gelen kişisi olan korucubaşı Orozkul'un karısı olan Bekey hala, bir de kucağında kızcağızı ile gelen Gülcemal. Gülcemal, basit bir işçi olan Seydahmet'in karısı idi. Hepsi bu kadardı işte. Ama mallara bir anda öyle, saldırdılar, karıştırıp öyle alt-üst ettiler ki, satıcı onları uyarmak, her şeyi karıştırmamalarını ve hep birden konuşmamalarını söylemek zorunda kaldı.
        Ama satıcıyı dinleyen kim! Kadınlar bütün malları savurmaya, havadan kapmaya, sonra bir bir seçmeye, daha sonra da seçtiklerini geri vermeye başladılar. Çocuk biraz uzakta durup bekliyordu. Satıcının suratı asıldı. Bir şey alacağa benzemiyordu bu kadınlar. Dağ taş demeden uzak yollardan niçin gelmişti buralara kadar? Gerçekten de öyle oldu. Kadınlar arabanın başından çekildiler. Heyecanları geçmiş, hatta biraz da yorulmuşlardı. Birbirlerine karşı ya da satıcıya karşı kendilerini haklı çıkarmaya çalışan sözler ettiler. Genç gelin Gülcemal kendini kurtaracak mazereti buldu. Satıcıya, kocası Seydahmet'in yakında şehre gideceğini orada paraya ihtiyacı olacağını, onu için de kesenin ağzını açmayacağını söyledi.   
        Kadınlar arabanın önünde biraz daha oyalanıp, satıcının deyimi ile üç kuruşluk mal aldılar. Tabii buna alış-veriş denirse! Sonra hepsi evlerine döndü. Onlar arkalarını döner dönmez satıcı yere tükürmüş, dağıtılan malları toplayıp bir an önce buradan uzaklaşmaya hazırlanıyordu: İşte o sırada çocuğu farketti:
        -Ne o yaba kulak? Bir şey mi almak istiyorsun? Alacaksan acele et, kapatıyorum. Paran var mı?
        -Hayır amca, param yok.   
        Bir süre sustular. Sonra satıcı yine sordu:
        -Hangi ailedensin sen? İhtiyar Mümin'in mi?
         Çocuk evet anlamında başını salladı:
        -Onun torunu musun?
        -Evet, diye yine başını salladı.
        -Annen nerede?
        Çocuk bu defa hiçbir şey demedi, Bu konuda konuşmak istemiyordu.
        -Annen nerede olduğunu bildirmedi mi? Tanıyor musun onu?
        -Bilmiyorum.
        -Babanı da mı bilmiyorun? Babandan da haber yok mu?
        Çocuk yine bir şey söylemedi. Satıcı işi şakaya getirerek sormaya devam etti:
        -Sen de hiç bir şey bilmiyorsun be arkadaş. Öyle olsun, canın da sağ olsun. Al bakalım şunu. (Avucuna şeker doldurarak çocuğa uzattı).
        Çocuk utanmıştı, almak istemiyordu.
        -Al, al hadi. Bekletme beni, gideceğim.
        Çocuk şekerleri alıp cebine koydu.

        Satıcıyı uğurlamak için bir süre peşinden koşmayı düşünüyordu. O arada tembel, kıllı köpeği Baltek'i çağırmıştı yanına. Orozkul hep öldürmek isterdi o köpeği. Ne gereği vardı bu işe yaramaz köpeği beslemenin? Dedesi ise yalvaryakar, şimdilik ona dokunmamasını isterdi: Bir çoban köpeği bulur bulmaz Baltek'i bir yere götürüp bırakırız derdi.
        Çocuk, satıcıya göstermeden Baltek'e bir şeker attı.Bak, çok koşacağız ha! dedi. Baltek hafif bir ses çıkararak kuyruğunu salladı. Yine şeker istiyordu. Ama çocuk bir tane daha vermeye cesaret edemedi. Satıcı gücenebilirdi. Maşin-mağaza gitmeden gelmesi ne kadar iyi bir raslantıydı! Yoksa o güzel çanta alınmayacaktı. Doğrusu o gün çok şanslı bir gündü çocuk için.
        Köydeki aksakalların Kıvrak Mümin diye adlandırdıkları ihtiyarı çevrede herkes tanırdı ve onun da tanımadığı yoktu. Bu lakabı ona, uzak yakın herkesle çok iyi geçindiği, herkese güleryüz gösterip yardıma koştuğu için takmışlardı.
        Kısacası, uzaktan torunu ile birlikte yas şölenine gelen bu ihtiyar adam, çay taşır, ayak işlerini yapardı. Onun yerine kim olsa çatlardı kahrından. Ama o hiç aldırmıyordu bunlara. Kıvrak Mümin'in davetlilere hizmet etmesine kimse şaşmazdı. Hayatı boyunca taşıyacağı Kıvrak lakabını onun için vermişlerdi ona. İyi yürekli bir insandı ve böyle olduğunu, ama değerinin bilinmediğini yüzüne bakar bakmaz anlardınız.
        Mümin torununu maşin-mağazanın önünde görür görmez onun bir şeylere üzüldüğünü anladı. Ama satıcı gelip geçen bir konuk olduğu için önce ona hitap etti. Atından usulca inerek iki elini birden uzattı:
        -Selamünaleyküm büyük tüccar! Dedi yarı şaka yarı ciddi. Kazasız belasız getirdin mi kervanı? Alış-veriş iyi geçti mi? Gülümseyerek satıcının elini sıkıyor, sallıyordu. Görüşmeyeli çok oldu, hoş geldin!
        Satıcı Mümin'in konuşmalarına, perişan haline, sahte deriden çizmelerine, karısının diktiği keten pantalona, iyice eskimiş ceketine, yağmurdan ve güneşten rengi solmuş keçe takkesine bakarak ve hoşgörü ile gülümseyerek cevap verdi:
        -Kervan iyi, sapasağlam, ama kötü olan şu ki, tüccar ayağınıza kadar geliyor siz ise başınızı alıp ormanlara, derelere gidiyorsunuz. Karılarınıza da Azrail can verir gibi paralarını sıkı sıkı tutmalarını tembih ediyorsunuz. Ne kadar mal getirirsem getireyim, elini kesesine atan çıkmıyor.
        Mümin mahcup olmuştu. Özür diledi:
        -Boynuzlu Maral Ana adına yemin ederim ki param yok.
        Satıcı arabanın kapısını kapatmaya başladı. Tam bu sırada köpeğin kulağından tutup arabanın ardından koşmak için bekleyen çocuğa ilişti gözü. Yine konuştu:
        -Bari şu çocuğa bir çanta al. Yakında okula gidecek değil mi? Kaç yaşında şimdi?
        Mümin işte bu fikri beğendi. Nihayet bir şey alacaktı bu inatçı satıcıdan. Torununa da gerçekten bir çanta gerekecekti, bu güz okula başlayacaktı çünkü.
        -Bak işte bu doğru, nasıl da unuttum. Yedisini bitirdi, sekizine giriyor... Gel bakalım buraya.
        Torununu yanına çağıran dede, ceplerini karıştırıp bumburuşuk bir beş ruble çıkardı. Herhalde çoktan beri orada idi bu para. Çocuğa göz kırpan satıcı çantayı ona verdi: Sonra, yeni çantasını beceriksizce tutan torununa baktı, onu çekip bağrına bastı ve alçak sesle:
        Bu çok iyi işte, bu güz okula gidersin. İhtiyar nasırlı, ağır elini usulca çocuğun başına koymuştu. Çocuk, birdenbire boğazına bir şeylerin tıkandığını hissetti. O anda dedesinin ne kadar zayıfladığını anladı, elbisesinden gelen her zamanki kokuyu da almıştı. İnsanın öyle bir dedesi, öz dedesi olması çok iyi bir şeydi.
        Çocuk, Bekey halasından sonra çantasını Gülcemal'e ve onun kızına göstermek için onların evine doğru koştu. Oradan da olanca hızıyla ot biçen Seydahmet'in yanına gitti. Koşup Ihlamış Deve'nin yanından geçerken hörgücünü okşayacak vakti olmamıştı. Sonra Eyer'in, Kurt'un, Tank'ın yanından ve çayın kıyısından gitti. Daha sonra çaydikenlerinin arasındaki cılgadan geçti. En sonunda, biçildiği için çıplak kalan çayırın şeridinden koşup Seydahmet'in yanına geldi.
        Seydahmet ot biçme işinde pek geride kalıyordu. Önceki gün dede bile kendini tutamamış, onu azarlamıştı bu ona dokunmuş olacak, sabahtan beri durmadan tırpan sallıyordu. Arkasında birinin koşup gelmekte olduğunu ayak seslerinden anlayan Seydahmet dönüp baktı, gömleğinin yeniyle alnındaki terleri sildi ve:
        -Ne istiyorsun? Dedi. Beni mi çağırıyorlar?
        -Hayır. Bak, bir çantam var benim. Dedem aldı, okula gideceğim.
        -Yaa, bunun için mi koşa koşa geldin buraya? Bir kahkaha altıktan sonra devam etti konuşmaya: Mümin dede böyledir zaten Sen de onun yolunda gideceksin galiba. Ver de bir bakalım şu çantaya!
        Çantayı aldı, kilidini açıp kapadı, evirip çevirip baktı. Sonra yine çocuğa uzatarak alaylı alaylı başını salladı:
        -Peki, hangi okula gideceksin bakalım? Neredeymiş okulun?
        -Hangi okula olacak? Fermadaki okula elbet.
        -Celesay'a mı gideceksin yani? dedi şaşırarak Seydahmet.. Dağın ötesinde, en az beş kilometrelik bir yoldan gidilir mi oraya?
        -Olsun, dedem atla götürüp getireceğini söyledi.
        -Hergün götürüp getirecek ha! Delirmiş senin ihtiyar. Seninle beraber o da okula başlasa iyi eder. Aynı sıraya oturursunuz, dersler biter bitmez de dönersiniz...
        Seydahmet katıla katıla gülüyordu. Mümin'in torunuyla aynı sırada oturması düşüncesi pek komik gelmişti ona.
        Çocuk suratını asıp sustu.
        -Darılma, dedi Seydahmet, ben gülmek için öyle konuştum. Seydahmet böyle derken çocuğun burnuna acıtmadan bir fiske vurdu ve kasketinin siperini alnına indirdi. Çocuğun başındaki kasket, dedesinin resmi korucu kasketiydi.
        Seydahmet'in dedesini aşağılaması çok ağırına gitmişti çocuğun. Başındaki kasketi düzeltti. Seydahmet ona bir fiske daha vurmak isteyince hemen geri çekildi ve öfkeyle çıkıştı:
        -Çek elini!
        -Vay canına! Huysuzun tekiymişsin meğer! dedi gülerek. Hadi hadi, kızmana gerek yok. Çantan çok güzel. (Böyle derken omuzunu sıvazladı). Ama şimdi uç bakalım, benim daha çok işim var...
        Bundan sonra elini tükrükleyerek tırpana yapıştı. Çocuk geldiği patikadan yine koşarak ve aynı taşların yanından geçerek evin yolunu tuttu. Ama taşlarla gevezelik edecek vakti yine yoktu. Şimdi çantasıydı önemli olan.
        Kendi kendisiyle konuşmayı severdi. Ama şimdi bir çantası vardı ve onunla konuşuyordu. Konuşa konuşa evine dönüyordu. Çok hoş bir şeydi çantayla konuşmak. Bu konuşmayı uzatmak, kendisi hakkında çantanın bilmediği birçok şeyi anlatmak istiyordu. Ama engel oldular. Yan tarafında bir atın ayak seslerini duydu. Az sonra ağaçların arasından boz atına binmiş biri çıktı. Bu gelen Orozkul idi. O da evine dönüyordu. Ondan başkasını sırtına almayan boz atı Alabaş'a gümüş kayışlı eyerini, şıngır şıngır öten bakır üzengilerini vurmuştu.
        Orozkul, parlak meşin çizmelerinin burnunu üzengiye dayamış, eyerinin üzerine yığılmışçasına, ağır ağır ilerliyordu. Çocuk çantasını kaldırıp ona doğru koşunca, az daha yuvarlanıp düşecekti atın üzerinden.
        -Orozkul enişte, bak bir çantam var benim! Dedem aldı, okula gideceğim..
        -Ay senin...
        Korkusu geçmemiş olan Orozkul güçlükle dizgine asılarak çocuğa bir küfür savurdu.
        Sonra, sarhoşluktan ve uykusuzluktan kanlanmış gözlerini çocuğa çevirerek:
        -Sen de nereden çıktın? Nereden geliyorsun? dedi.
        Çocuğun coşkusu, neşesi kaçmıştı. Birden kısılan sesiyle cevap verdi:
        -Eve dönüyorum.. Şey.. çantam var, onu Seydahmet'e gösterdim de..
        -Peki, peki.. Hadi git oyna.
        Eyerin üzerinde güçlükle durarak sallana sallana yoluna devam etti. Başkalarına düzine düzine çocuk veren Allah, bu talih küskününe kendi kanını taşıyan bir yavrucak vermemişti.
        Orozkul derin bir iç çekti, sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bir yandan, bu dünyadan hiçbir iz bırakmadan ayrılacağı için kendine acıyor, bir yandan da öfkeden kuduruyordu. Öfkesi kısır karısına idi. O lanet karı, yıllardan beri ona bir çocuk doğurmuyordu...
        Karağıl dağının tepesinden, dört yönde ta ufuklara kadar uzanan engin bir manzara görünüyordu. Yüzükoyun yere yatan çocuk, dürbünü gözlerine ayarlamaya başladı. Çok uzakları gösteren güzel bir sahra dürbünü idi bu. Onu dedesine, uzun yıllar ormanda görev yaptığı için armağan olarak vermişlerdi. Ama bizim ihtiyar Gözlerimin nesi var? Diye onu yanında taşımak istememiş, torununa vermişti. Çocuğun en sevdiği oyuncaktı bu.
        O gün dağın tepesine dürbünle birlikte çantasını da götürdü. Dürbünün yuvarlak, küçük penceresinde, önce her şey oynaştı, birbirine karıştı, sonra her şey yerli yerine oturdu ve netleşti. Bunu yapmak çok hoşuna gidiyordu çocuğun. Görüntü netleşince ayarı bozmamak için bir süre soluğunu tutup seyretti. Sonra başka yere çevirdi dürbünü. Her şey yeniden birbirine karıştı ve çocuk bir daha ayarladı dürbünü.
        Her yeri, her şeyi görüyordu buradan. Üzerlerine ancak göğün çıkabildiği yüksek dağların karlı dorukları bile görünüyordu. Bunlar, dünyayı kaplayan yüksek dağların ardında ve onlardan daha yüksekteydiler. Onlardan daha alçak olan dağların tepeleri çam ormanlarıyla kaplıydı. Eteklerdeki gür orman ise geniş yapraklı ağaçlardan oluşuyordu.
        Çocuk uzun uzun baktı. Sonra, Beyaz Gemi daha görünmüyor dedi çantasına. Hadi okulumuza bir defa daha bakalım. Çocuğun boğazı ağrıdığı için dedesi bir gün onu burada yardımcı hekime götürmüştü. Şimdi dürbünü ile, kiremitleri kararmış, bacası eğilmiş ve önündeki bir levhaya el yazısıyla Mektep yazılmış o binaya dikkatle bakıyordu. Çocuk çevresine baktı. Dürbünü ufka çevirdi ve birden nefesini tuttu. Tamam! Geliyordu! Gemiyi görür görmez her şeyi unuttu: Taa orada, Isık-Göl'ün mavi, masmavi yüzeyinde, büyük, beyaz gemi süzülüp geliyordu.. Hey güzel gemi, hey? Sıra sıra bacaları olan, uzun, güçlü, güzel gemi! Sanki iple çekiliyormuş gibi dümdüz ilerliyordu. Çocuk alelacele gömleğinin ucuyla dürbünün camını sildi, güzelce ayarladı. Uzun uzun baklı gemiye. Ne zaman bir balığa dönüşeceğini, çaya atlayıp yüze yüze ona, o beyaz gemiye ne zaman ulaşacağını düşünüyordu hep. Günlerden bir gün, Isık-Göl'de gemicilik yapan babasının da bu beyaz gemide olabileceğini, orada çalıştığını düşünmüştü.
        Sonra bu düşünceye tamamiyle inandırdı kendisini. Çünkü böyle olmasını yürekten istiyordu, bunun doğruluğuna ihtiyacı vardı. Aslında ne babasını hatırlıyordu ne de annesini. Kendini bildi onları hiç görmemişti. Onlar da bir defacık olsun onu görmeye gelmemişlerdi. Ama babasının Isık-Göl'de gemicilik yaptığını, anasının da babasından ayrıldıktan sonra onu dedesinin yanına bırakıp şehre gittiğini biliyordu. İşte o zamandan beri bir haber alamamışlardı annesinden.
        Dedesi Mümin o uzak şehre bir defa patates satmaya gitmiş, tam bir hafta kalmıştı orada. Dönüşünde çayını içerken, Bekey halasına ve ninesine, o şehirde kızını, yani çocuğun annesini gördüğünü söylemişti. Büyük bir dokuma fabrikasında çalışıyormuş. Orada tekrar evlenmiş, yeni bir yuva kurmuş, iki kızı olmuş. Çalıştığı için çocuklarını bir yuvaya vermiş ve onları ancak haftada bir defa görebiliyormuş. Büyük bir binanın küçücük bir odasında oturuyormuş.
        O gün, o çay saatinde, çocuğun babasından da söz etmişlerdi. Dedesinin duyduklarına göre, eski damadı, yani çocuğun babası, yine bir gemide çalışıyormuş, o da yeni bir yuva kurmuş, iki ya da üç çocuğu olmuş. İskelenin yakınında oturuyormuş. Dediklerine göre içkiyi de bırakmış artık. Seferden her dönüşünde karısı onu çocuklarıyla birlikte iskelede karşılıyormuş... Bu olayı hatırlayan çocuk Onlar Beyaz Gemi'yi, benim gördüğüm gemiyi karşılıyorlardır herhalde diye geçirdi aklından.
        Beyaz gemi uzaklaşıyordu. Dürbünde bacaları bile görünmüyordu artık. Az sonra tamamen gözden kaybolacaktı. Şimdi çocuk, babasının gemisiyle yapacağı yolculuğun sonunu düşünmeli, bir son uydurmalıydı. O ana kadar her şey çok iyi gitmişti ama işin sonunu getiremiyordu bir türlü.
        Ya babası onu almazsa. Haydi aldı diyelim, karısı ne der o zaman? Bu çocuk da nerden çıktı? Burda ne işi var? demez mi? Hayır, hayır, en iyisi babasıyla gitmemekti.
        Ve işte gemi artık görünmez oldu. Beyaz gemi masalı da böylece son buldu. Şimdi eve dönmesi gerekiyordu. Çocuk yerden çantasını aldı, dürbünü koltuğunun altına sıkıştırdı. Evin eşiğinden adımını atarken yüreği küt küt atıyordu.
        Ama evde tuhaf bir sessizlik vardı, avluda da kimseler yoktu, sanki ev terkedilmişti. Sonra anladı. Mümin dedesi bir kere daha çılgına dönen damadını yatıştırmak istemiş, yalvarıp yakararak Orozkul'un bileğini tutmaya çalışmıştı. Ama yine de kızının dövülmesi utancına, yara bere içinde kalmasına, acıdan inlemesine engel olamamıştı. Babasının yanında en ağır küfürleri savuruyordu Orozkul. Kısır kancık, dölsüz katır, lanet karı! diye bağırıyordu. Ve kızı da kaderine lanet okuyarak çığlıklar atıyor, bas bas bağırıyordu: Allah çocuk vermiyorsa suçum ne benim! Yeryüzünde koyun gibi doğuran ne çok kadın var, ben ise lanellenmişim! Niçin, niçin? Neydi benim günahım da böyle kısır bırakıldım! Öldür beni canavar adam, öldür! Vur, vur. Gebereyim daha iyi!.
        Çocuk, bir parça ekmekle çanağındaki yoğurdu çabuk çabuk yedi, hiç ses çıkarmamaya çalışarak pencerenin dibine oturdu, lambayı yakmamış, dedesini rahatsız etmek istememişti. Düşünceleriyle başbaşa kalsındı dedesi. Çocuk da düşünüyordu. Bekey halanın kocasına votka vererek onu şımartmasına akıl erdiremiyordu bir türlü. Adam onu pestilini çıkarıncaya kadar dövüyordu. Dayağı yedikten sonra o, yarım litrelik bir şişeyi daha sürüyordu önüne...
        Çocuğa ilkokul çantasının alındığı gün işte böyle geçti.
        O akşam bu masalı bir defa daha dinlemeyi öyle istiyordu ki! Ama dedesini rahatsız etmek istemedi. Onun masal anlatacak durumda olmadığını anlıyordu.
        Çocuğu okula dedesi götürüp getiriyordu. Orozkul buna çok sinirleniyordu. Hatta bir keresinde kavga bile etmişlerdi. Orozkul kızına da devamlı eziyet ediyordu. Eve iyice yaklaşmışlardı. Neler olmuştu? Orozkul yine dövmüş müydü zavallı Bekey'i? Zil zurna sarhoş muydu yine? Başka neler olmuştu?  Korkusunu belli etmemeye çalışıyordu. Çocuk çantasını sallaya sallaya eve girerken Mümin onu durdurdu:
        -Bekle, beraber gideriz.
        Alabaş'ı ahıra götürüp bağladı, sonra çocuğun elinden tutarak eve doğru yürürken ona şöyle dedi:
        -Dinle oğlum, eğer beni azarlar, bağırıp çağırırlarsa sakın korkma, söylediklerine hiç aldırma. Bunlar seni ilgilendirmez. Senin işin okula gitmek. O kadar.-
        Ama bekledikleri gibi olmadı. Onlar içeri girince, Nine, suçlayan bakışlarla uzun uzun süzdü Mümin'i. Sonra dudaklarını büzerek, dikişine devam etti. Mümin de onunla hiç konuşmadı. Huzursuz, sıkıntılı bir halde bir süre odanın ortasında dikilip durdu. Sonra, içinde lakşa çorbası bulunan büyük bir tencereyi ocaktan indirdi. Ekmek ve kaşıkları da getirdi. Dede-torun geciken öğle yemeklerini yemeye başladılar.
        Çocuk odadan çıktı. Oda kapısını henüz kapamıştı ki nine bar bar bağırmaya başladı:
        -Nereye gidiyorsun?
        -Gidip tomruğu çıkaracağım. Çayda kayalara sıkışıp kaldı.
        -Yaa, şimdi mi aklın başına geldi! Sen önce git de kızını gör. Gülcemal'in evinde şimdi. Kimin ihtiyacı var kısır bir karıya.. Git de kendisi anlatsın sana başına gelenleri. Kocası onu uyuz köpek gibi kovdu evinden. İhtiyar çok üzgündü: Çocuk yatağa girdiği zaman hala titriyordu. Uzun zaman uyuyamadı. Dışarıya gecenin karanlığı çoktan çökmüştü. Başı ağırıyordu çocuğun, ama ağzını açıp tek kelime söylemedi. Hasta olduğunu kimse bilmiyordu. Unutmuşlardı onu. Öyle bir durumda nasıl unutmasınlar ki!  Çocuk kendini çok fena hissetmeye başladı. Yine titriyordu şimdi. Kâh yanıyor, kah terliyor, kah donup tiril tiril titriyordu. Kalkıp dedesinin yanına gitmek istedi ama buna gücü yetmedi.  Çocuk onlardan ayrılıp yine kendinin hayal dünyasına daldı.
        Dedesi onu daldığı hayalden kurtardı: -Hey, niye dikilip kaldın öyle? Haydi gidiyoruz. Bin bakalım, vakit geçiyor. Eyerin üzerinde eğilip çocuğun ata binmesine yardım etti. Onu kürkünün eteğiyle sımsıkı sarmalarken sordu:
        -Üşüdün mü?
        O zamanlar okula gitmiyordu. Ama şimdi, o sıkıntılı uykusundan arada bir uyanıyor, büyük bir üzüntü içinde -Yarın okula nasıl gideceğim? Hastayım, kendimi hiç iyi hissetmiyorum... diye düşünüyordu.
        Çocuk, ertesi sabah, erkenden, bir elin alnına dokunmasıyla uyandı. Dedesinin eliydi bu. Soğuktu, çünkü dışarıdan gelmişti. Çocuğun elini hohlayarak ısıtmaya çalışıyor, alnını tutuyor, göğsünü yokluyordu. İçini çekti ve üzgün bir sesle:
        -Yat yavrum, dedi, kalkma! Vah vah! Çok hastasın, ateşin var. Ben de okul vakti geldiği halde hala niçin kalkmadığını merak etmiştim..
        -Hemen kalkıyorum, dedi çocuk başını yastıktan kaldırarak. Ama başı döndü, gözleri karardı ve kulakları uğuldadı. Dede onu usulca yatırarak:
        -Yat yavrum, kalkmayı düşünme. Hasta hasta seni okula götürür müyüm hiç? Çıkar dilini de bir bakayım. Çocuk kalkmak istiyordu.
        -Öğretmen kızacak, dersi kaçıranları hiç sevmiyor.
        -Kızmaz yavrum, ben gider anlatırım ona. Göster bakayım dilini.
        Dede, çocuğun diline ve boğazına dikkatle baktı. Uzun uzun nabzını dinledi. Nasırdan kaskatı olan parmaklarıyla çocuğun ter içinde, ateşten yanan bileğini tutup atardamarını bulabilmesi bir mucizeydi doğrusu. Nasıl olduysa, kendisini biraz rahatlatan bir sonuç çıkarmıştı:
        -Allah büyüktür. Çok önemli değil, sadece soğuk almışsın. Bugün yataktan çıkma. Akşam sıcak kuyruk yağıyla göğsünü ve ayaklarını ovarım. Bir güzel terlersin ve Allah'ın yardımıyla yarın tarpan tay gibi kalkarsın ayağa.
        İhtiyar adam, torunun başucunda oturarak dün olanları ve bugün de onu bırakmayan olayları hatırladı, kaygılandı, içini çekti ve düşünceye daldı. Allah'ından bulsun! Diye mırıldandı. Sonra yine çocuğa döndürdü başını:
        -Ne zaman hastalandın? Bana niye söylemedin? Dün akşam mı?
        -Evet, dün akşam üzeri, çayın öbür kıyısında maralları gördüğüm zaman. Koşup senin yanına geldim. Sonra üşüdüm.
        Mümin dede kendisini suçlar gibi:
        -Yaa, peki yavrum, sen yat, benim gitmem gerek:
        Dede kalktı ama çocuk onu bırakmak istemiyordu:
        -Hadi bakalım koca adam, sen de git oraya! diye bağırdı.
        Mümin başını eğdi. Pek üzgündü, acınacak haldeydi. Nine ise konuşmaya devam etti:
        -Çaydaki tomruğu kamyonla çekip çıkaracaklarmış. Sen de git ve ne derlerse yap... Hay Allah, süt kaynatacaktım..   
        Böyle dedi ve koşup ocağı yaktı, bir hayli kap kacak sesi duyuldu. Mümin'in suratı asıktı. Karısına bir çift laf edip cevap verecekti ama o buna da fırsat bırakmadı:
        Mümin'in sabrı taştı. Kapıya doğru yürürken:
        -Yeter artık! diye bağırdı. Sen çocuğa sıcak süt ver hastalandı, yatıyor!
        -Peki, peki, veririm, daha dikilip durma, git Allah aşkına, git!
        Kocasını dışarı çıkarıp nihayet yola saldıktan sonra kendi kendine söylenmeye devam etti: Ne oldu bu adama böyle? Kimseye karşı gelmezdi, ağzını açıp tek kelime söylemez, isteneni yapardı. Çıldırdı mı ne! Yetmiyormuş gibi Orozkul'un atını al, dörtnala koştur! -Çocuğa öfkeli bir bakış yönelterek- Hem kimin için alıyor kendisini suya, ateşe!..
        Böyle dedi ama çocuğa sıcak sütle erimiş taze tereyağ getirdi. Süt dudaklarını yakıyordu çocuğun. Nine içmesi için zorladı:
        -Sıcak sıcak iç, hadi korkma. Soğuk algınını yalnız kaynar şeyler söküp atar!
        Ağzı yanan çocuğun gözlerinden yaş geldi. Bunun üzerine nine de birden yumuşadı:
        -Peki öyleyse, biraz soğutarak iç. Tam hastalanacak zamanı buldun sen de! diye içini çekti.
        Çocuk sıkışmıştı, çişini yapmak için dışarı çıkmak ihtiyacını duyuyordu. Usulca kalktı. Bütün vücudunda tuhaf ama hoş bir gevşeme duyuyordu. Nine sıkıntısını anladı:
        -Ne var, çişini mi yapacaksın?
        -Evet, dedi çocuk.
        -Dur kalkma, bir leğen getireyim.
        Çocuk yatağında rahat rahat yatıyordu. Ninesine karşı kendisine baktığı için minnet duyuyor, yarına kadar iyileşip mutlaka okula girmesi gerekliğini düşünüyordu. Orada arkadaşlarına ormanda gördüğü üç maralı da anlatacaktı.
        Çocuk uyuyordu. Sadece bir defa bir tüfek sesiyle uyandı ama hemen sonra yine uykuya daldı. Bir gün önceki uykusuzluk ve rahatsızlıktan dolayı bitkindi ve o yüzden derin bir uykuya dalmıştı. Yine de uyku arasında rahat bir yatakta yattığını hissediyor, ateşi ya da titremesi olmadığı için seviniyordu. Ninesi ve Bekey halası olmasa daha uzun zaman yatacaktı. Nine ve hala yavaş sesle konuşmaya çalışsalar da, kap-kacak gürültüsü çocuğu uyandırmıştı.
        Nine alçak sesle konuşuyordu:
        -Şu derin çanağı sen al. Şu tabağı da götür. Ben de kova ile eleği alıyorum. Uff belim! Ölüyorum yorgunluktan.
        Çok iş gördük. Ama, Allah'a şükür, çok seviniyorum.
        -Ah eneke, ben de öyleyim. Dün ölümü göze almıştım. Gülcemal olmasa belki kendimi öldürürdüm.
        -Bırak bu saçmalıkları! dedi nine. Karabiberi aldın mı? Hadi gidelim! Sizi barıştırmak için bu armağanı Allah gönderdi bize. Gidelim!
        Çıkıp giderlerken Bekey hala sordu:
        Çocuk ne durumda? Hala uyuyor mu?
        -Bırakalım biraz daha uyusun. Hazır olunca sıcak sıcak çorba içiririm ona.
        Ama artık çocuğun uykusu kaçmıştı. Dışarıdan konuşmalar ve ayak sesleri duyuluyordu. Bekey hala sesli sesli gülüyor, Nine ile Gülcemal de aynı şekilde gülerek cevap veriyorlardı. Bu arada yabancı adamların seslerini de duydu O akşam gelenler olmalı, demek ki daha buradalar diye düşündü. Ama dedesini görememişti ve sesini de işitmiyordu. Neredeydi? Ne yapıyordu dedesi?
        Çocuk sabırsızlıkla dedesini bekliyor ama dedesi bir türlü gelmiyordu. Az sonra, dedesi değil de Seydahmet geldi. Memnun görünüyordu. Pek neşeliydi. Yürürken biraz sallanıyor ve kendi kendine gülümsüyordu.
        -Şuna bak sen! Yahu bana senin hasta olduğunu söylediler! Hiç de hasta değilsin sen. Çıkıp dışarıda oynasana. Hiç böyle yatılır mı?
        Böyle dedi ve kendini çocuğun yatağı üzerine bıraktı. Nefesi içki, elleri ve elbisesi ise taze kesilmiş çiğ et kokuyordu. Çocuğu sarsa sarsa öpüyordu yanaklarından. Bir haftadır tıraş görmemiş yüzünün sert kılları çocuğun yanağına batıyordu:
        -Tamam, tamam Seydahmet emmi, yeter artık, dedi çocuk. Peki dedem nerde, onu görmedin mi?
        -Deden mi? Şeyde.. işte.. orda.. Dedi. Hadi kalk.
        -Ama dedem hiç yataktan çıkma, dedi.

        -Ne demek yataktan çıkmamak? Haydi gel. Böyle bir günde olur mu hiç! Her zaman göremezsin böyle günü.. Ziyafet var ziyafet.. Kap yağlı, kaşık yağlı, ağız yağlı.. Haydi kalk!
        Sarhoş sarhoş çocuğu giydirmeye başladı.
        -Bırak Seydahmet emmi, kendim giyinirim, dedi çocuk onun kolundan sıyrılmaya çalışarak.
        -Dışarı çıktılar avluda dedesini gördü. Çocuk, ocağın önünde diz çökmüş odunları karıştıran dedesinin yanına gelmişti. Arkasında durup seslendi:
        -Dede!
        Dedesi onu duymadı.
        -Dede! diye bağırdı çocuk omuzundan tutarak.
        Yaşlı adam dönüp baktı ve çocuk onu tanıyamadı. O da sarhoştu çünkü. Yaşlı adam dönüp torununa baktı. Ama uzak, tuhaf, yabancı bir bakışla. Yüzü yanıyordu, kıpkırmızıydı. Torununu görünce daha da kızardı. Kızardı ama hemen sonra da sapsarı oldu. Doğruldu. Çocuğu kucaklayıp bağrına basarak ve kekeleyerek:
        -Sana ne oldu? Ne istiyorsun? dedi.
        Bundan başka bir şey söylemiyordu. Konuşmasını unutmuşru sanki. İhtiyarın heyecanı çocuğa da geçti:
        -Dede, sen hasta mısın yoksa? diye sordu çocuk kaygıya kapılarak.
        -Yok.. yok.. şey.. bir şeyim yok.. diye kekeledi Mümin. Şey ediyorum da.. Şu ateşi şey edeceğim.. Hadi sen dolaş biraz...
        Çocuğu neredeyse iterek yanından uzaklaştırmış, sonra herkese arkasını çevirip ateşin başına çökmüştü. Diz çökmüş öylece duruyor, hiçbir tarafa bakmıyor, kendi düşüncelerine dalıyor ve ara sıra odunları karıştırıyordu. Neye uğradığını şaşıran torununun avludan geçip odun kırmakta olan Seydahmet'e doğru gittiğini görmekti. Dönüp bakmamıştı çünkü.
        Çocuk, ne dedesinin başına geleni, ne de avluda olup bitenleri anlıyordu. Hangara birkaç adım kala, tüylü tarafı alta gelecek şekilde serilmiş bir derinin üzerinde taze kesilmiş et yığınını farkediverdi. Derinin kenarlarından hala rengi bozulmuş kan sızıyordu. Biraz ötede, köpek, hırlaya hırlaya bir barsağı çekiştirmekteydi. Kaya gibi, iri-kara bir adam da oturuyordu et yığınının başında. Koketay idi bu. Elinde bir de bıçak vardı. Yine orada bulunan Orozkul'la etleri paylaşıyorlardı. Acele etmeden, rahat bir şekilde kemikleri kırarak ayırdıkları parçaları, birer birer yanlarında iki ayrı kümeye atıyorlardı.
        Bu korkunç manzarayı ürpererek, içi parçalanarak seyrediyordu çocuk. Gözlerine inanamıyordu: Toz toprak içinde sürünen bu kesik baş, Boynuzlu Maral Ana'nın başıydı!
        Hızla koşup kaçmak istedi oradan. Ama ayakları onu dinlemedi. Orada kılımdamadan duruyor, gözlerini maralın kesik başından ayıramıyordu. Daha dün çay kıyısında karşılaştıkları zaman kendisine tatlı tatlı bakan, düşünce yoluyla konuşarak, ondan, çıngıraklı, sihirli bir beşik getirmesini istediği Boynuzlu Maral Ana mıydı bu? Aynen ona benziyordu. Bir anda nasıl çirkin bir et yığını, soyulmuş bir deri, kesilmiş ayaklar, fırlatılıp atılmış bir kelle haline gelirdi!
        Seydahmet Orozkul'un yanına sokuldu:
        -Böyle giderse boynuzu da kıracaksın, ver baltayı ben yapayım...
        Orozkul baltayı savura savura hırıltılı bir sesle cevap verdi:

        -Çekil başımdan! Kendim yaparım, sen parçalayamazsın!
        -Nasıl istersen.
        Seydahmet böyle derken yere tükürdü ve evine doğru yürüdü. O iri yarı kara adam da kendi payına düşen etleri bir torbaya koyrup sırtlamış, onun ardından yürüyordu.
        Orozkul sarhoş inadıyla hala Boynuzlu Maral Ana'nın kafasını koparmaya çalışıyordu. Nice zamandır beklediği fırsatı yakalamış da, şimdi intikam alıyor, hıncını çıkarıyordu.
        Balta darbesiyle sıçrayıp ayakları dibine düşen kafayı tekmeliyor, sanki anlayacakmış gibi ağzı köpüklene köpüklene küfürler savuruyordu ona:
        -Seni alçak! Namussuz! Al sana! Al sana! Aldatırsın ha! Seni paramparça etmezsem bana da Orozkul demesinler!
        Baltayı indirmeye devam ediyordu. Sonunda maralın kafası çatladı, etrafa kemik kırıkları sıçramaya başladı.
        -Al sana! Al sana!
        Balta birden maralın gözüne isabet etti. Çocuk bir çığlık attı. Patlayan gözden sarı, yapışkan bir sıvı aktı. Şimdi hayvanın gözü de ölmüştü. Orozkul vahşi bir kin ve kudurganlıkla mırıldanıyordu:-Bundan da büyük kafaları kıracağım! Bundan da büyük boynuzları parçalayacağım!
        Evin önünde Bekey hala çıktı karşısına. Halası gülünç bir şekilde giyinip süslenmişti ama, yüzü gözü Orozkul'dan yediği dayağın morartılarıyla doluydu ve çok zayıftı. Yersiz bir neşe içinde o büyük et ziyafeti için eli yağlı dolanarak oraya buraya koşuyordu.
        -Neyin var senin? diye çocuğu durdurdu.
        -Başım ağrıyor.
        -Vah yavrum vah! Hastasın demek!
        Coşkun bir sevgi gösteriyordu çocuğa. Yanaklarından şapur şupur öptü. O da ötekiler gibi sarhoştu. Onun nefesinden de ötekilerde olduğu gibi tiksindirici bir votka kokusu geliyordu.-Başı ağrıyormuş yavrumun! Ah canım benim! Herhalde karnın da açtır?
        Hayır, aç değilim. Yatmak istiyorum.
        -Peki, gel öyleyse seni yatırayım. Yapayalnız kalacaksın ama! Bak, herkes bizim evde toplandı. Konuklar da, bizimkiler de. Et de pişti zaten. Çocuğu razı etmişti. Elinden tutup eve doğru götürdü onu.
        Ocağın önünden geçerlerken Orozkul göründü. Ter içindeydi. Yüzü inek memesi gibi şişik ve kızarıktı. Elindeki maral boynuzunu, zafer kazanmış gibi bir kurumla Mümin dedenin yanına fırlattı. İhtiyar hafifçe doğruldu.
        Orozkul ona dönüp bakmadı bile. Orada bulunan su dolu bir kovayı kaldırıp, üstüne başına döke döke içmeye başladı. Bir ara ağzını kovadan ayırarak:
        “-Artık ölebilirsin! Dedi birdenbire.
        Sonra yine başını kovaya daldırdı.
        Çocuk, dedesinin dili dolaşa dolaşa cevap verdiğini duydu:
        -Sağ ol oğul, sağ ol. Artık ölüm beni korkutmaz. Demek bana da saygın varmış, ben de şerefleniyorum...
        Çocuk bir halsizlik hissetti vücudunda:
        -Ben eve gideceğim, dedi.
        Bekey halası bırakmadı:
        -Orada tek başına yapacağın bir şey yok! diye nerdeyse zorla onu kendi evine götürdü ve odanın bir köşesindeki yatağa yatırdı.
        Çocuk, hiç ses çıkarmadan yatıyordu köşesinde. Sinirleri gerilmiş, eli ayağı tutmaz haldeydi. Yine üşümeye, titremeye başlamıştı. Kalkıp gitmek istiyordu ama yataktan çıkar çıkmaz kusmaktan korkuyordu. Biraz hareket etse, boğazına gelip tıkanan şey dışarı fırlayacaktı çünkü.
        O sırada kadınlar Seydahmet'i dışarı çağırdılar. Seydahmet gitti ve az sonra döndü. Elindeki kocaman sırlı tepsi tepeleme et doluydu ve etler duman duman tütüyordu. Tepsiyi iki eliyle ve güçlükle taşıyarak, Orozkul'la Koketay'ın önlerine usulca koydu. Onun ardından da kadınlar çeşit çeşit yemekleri taşıyarak içeri girdiler.
        En son Mümin dede girdi içeriye. Tuhaf bir durumdaydı. Her zamankinden daha küçük, daha bitkin görünüyordu. Boynunu kısıp bir kenara ilişmek istedi ama, iri-yarı Koketay yüce gönüllü davranarak yanına oturmasını rica etti:
        -Haydi Aksakal, dedi, içelim. Bu uğurlu av şerefine kaldıralım kadehlerimizi. İlk sözü siz alın.
        Mümin dede, öksürüp boğazını temizlemeye çalıştıktan sonra kadehini kaldırarak konuştu:
        -Bu evde huzur olması dileğiyle. Huzur olan evde mutluluk da olur.
        -Çok doğru, çok doğru.. diye onu onayladılar ve herkes kadehini ağzına götürdü, birkaç yudum içti.
        Koketay, Mümin dedenin şerefe kadeh kaldırdığı halde içkisini içmediğini gördü ve sitem etti:
        -Ama olmadı.. Damadınıza ve kızınıza mutluluk dileyerek kadeh kaldırıyor, sonra da içkinizi içmiyorsunuz!
        Dede biraz telaşlandı:
        -Madem ki onların mutluluğunu istiyoruz, ben de içerim elbet.
        Ve Mümin dede, herkesin şaşkın bakışları arasında, ağzına kadar votka dolu kadehi bir solukta içip bitirdi ve sonra başını iki yana salladı.
        -Yaşasın! İşte bu görülecek şey!
        -Dedemizin eşi yoktur!
        -Aferin dedeye, yaman bir adammış doğrusu!
        Herkes gülüyor ve Mümin dedeye övgü yağdırıyordu. Odanın içi iyice ısınmış, boğucu bir hava ile dolmuştu.
        Çocuk hayalinde Kulubeg'i yardıma çağırdı. O da kamyonunu hızla sürerek geldi. Makineli tüfeğini alarak sürücü koltuğundan atladı:
        -Nerdeler?
        -Şurada!
        İkisi birden Orozkul'un evine koştular. Bir tekme vurarak kapıyı açtı Kimse yerinden kımıldamasın! diye makineliyi üzerlerine doğrulttu. Son lokmaları boğazlarında kaldı. Ağızları yüzleri yağ içinde, ellerinde ise yedikleri yağlı etin iri kemikleri, karınları iyice doymuş sarhoş adamlar, kımıldamadan duruyorlardı. Kulubeg makineli tüfeğini Orozkul'un şakağına dayadı:
        -Rezil herif! Ayağa kalk!
        Orozkul baştan ayağa titreyerek ve Kulubeg'in ayaklarına kapanarak kekeleye kekeleye yalvarmaya başladı:
        -Aa a cı ba na! Öö öl dür me beni!
        Kulubeg acımadı:
        -Dışarı çık köpek! Sonun geldi artık!
        -Yüzünü duvara dön! Boynuzlu Maral Ana'yı öldürdüğün için, ucuna sihirli beşiği takıp getirdiği boynuzunu kestiğin için öleceksin!
        -Peki öyleyse, onu öldürmeyelim, dedi çocuk. Ama buradan defolup gitsin ve bir daha hiç görünmesin. Onun gibi bir adamın hiç işi yok burda.
        Orozkul ayağa kalktı, pantalonunu düzeltti, ardına bakmaya bile cesaret edemeden yürüdü. Boynunu iyice kısmıştı. Perişandı. Şiş göbeği sallanıyor, pantalonu sarkıyordu. Ama Kulubeg durdurdu onu:
        -Dur bakalım! Sana son bir sözümüz daha var! Hiç çocuğun olmayacak! Çünkü sen kötü, pis bir yaratıksın! Burada seni hiç kimse sevmiyor. Orman sevmiyor, ormanın ağacı, bir tek otu sevmiyor seni. Bir faşistsin sen. Hadi defol ve sakın bir daha buralara ayak basayım deme! Çabuk kaybol!
        Orozkul ardına bile bakmadan hızlandı.
        -Ee, sonra ne oldu?
        -Hadi anlat!
        Orozkul gülmekten kırılıyordu. Ölecekti nerdeyse. Ahlar uflar arasında:
        -Şey... şunu bir kere daha anlat.. Sonra sen ne dedin de bu kadar korktu? Uf.. çok gülünç.. dayanamayacağım.. Seydahmet hiç nazlanmadan anlatmaya başladı:
        -Bakın nasıl oldu: Marallara yaklaştık. Onları ormanın ağaçsız bir yerinde görmüştük. Üçü de oradaydılar. Tam atları bir ağaca bağlamıştık ki bizim ihtiyar ellerime yapıştı: -Marallara ateş edemeyiz! dedi, Biz Buğuluyuz, Maral soyundanız, Boynuzlu Maral Ana'nın soyundan... Küçük bir çocuk gibi saf saf bakıyordu bana. Gözleriyle yalvarıyordu. Katıla katıla gülmek geldi içimden ama kendimi tuttum. Üstelik çok ciddi bir tavırla: Ne oluyor sana, yoksa sen hapsi boylamak mı istiyorsun? Dedim. Yoo dedi: Bilirsin ki bu eski masallar Beğ'ler zamanında yoksul halkı sindirip sömürmek için uydurulmuş!. dedim. İhtiyarın ağzı açık, dona kaldı. Yahu sen ne diyorsun? Dedi. Ne dediğimi duydun: Sen şimdi bırak bu bey masalını, bay masalını. Yoksa bir yetkiliye iki satır yazı yazarım, hiç yaşına bakmadan tutuklarlar seni!
        -Kah! Kah! Kah!
        Herkes birden katıla katıla gülüyordu. En çok gülen deOrozkul idi. Çünkü herkesten fazla onu neşelendiriyordu buolay. Seydahmet anlatmaya devam etti:
        -Sonra marallara yavaş yavaş sokulduk. Başka birhayvan olsa bizi görür görmez bir iz bile bırakmadan kaçıpgiderdi ormana. Ama bu enayi marallar hiç kaçmıyor. Çünkü onları hiçkorkutmamışlar -Sarhoş Seydahmet biraz farfarlık ediyordu- Ben, elimdetüfek, önden gidiyordum, ihtiyar da peşimden.. İşte o sırada beni birşüphe aldı. Çünkü o güne kadar ben bir serçe bile vurmamıştım. Doğrusöylüyorum, şaka değil, bir serçe bile vurmamıştım. Eğer maralı vuramazsam ormana dalıp kaybolacaklardı. Sonra, yakala yakalayabilirsen! Geçidi aşargiderler. Böyle bir avı kaçırmak da aptallık olurdu. Ama bu bizim ihtiyareski avcılardandır.
        -Eskiden ayı avına çıkardı. Bunu bildiğim için ona dedim ki: Dede, al şu tüfeği, sen ateş et! . Olmaz, sen yap o işi dedi. Görmüyor musun, zil-zurna sarhoşum ben dedim. Ayaklarımınüzerinde duramıyormuşum gibi sallanmaya başladım. Zaten tomruğu sudançıkardığımız zaman birlikte bir şişe votka içtiğimizi görmüştü. Onun içinsarhoş numarası yapıyordum...
        Yine bir kahkaha koptu odada: Kah! kah! kah!..
        -Ona dedim ki: Ben bu işi asla başaramam, eğer maralları kaçırırsak birdaha hiç gelmezler. Elimiz boş dönmektense hiç dönmeyelim daha iyi.Biliyorsun değil mi sebebini? Düşün biraz: Niçin gönderdiler bizi buraya?.Bir şey demedi. Ama tüfeği de bir türlü almıyordu eline. Pekala, nasıl istrsen dedim. Tüfeği elimden düşürüp, dönüpgidiyor numarası yaptım. O da peşimden geldi. Bak, dedim, Orozkul benikovarsa pek önemli değil, ama senin gibi bir ihtiyar nerede iş bulur?. Yinebir şey demedi. Ben ise, tabloyu tamamlamak, numaramı pekiştirmek içinşarkımı mırıldandım:
        -Sarhoş olduğuma iyice inanmıştı. Tüfeği almak içinonu bıraktığım yere yürüdü. Biz böyle tartışırken marallarımız birazuzaklaşmıştı. Dikkat et, dedim, kaçırırsak bir daha hiç yakalayamayız. Ürkütmeden ateş edeceksin. İhtiyar tüfeği aldı. Yavaş yavaş yaklaştık. O,aptal aptal mırıldanıyordu: Bağışla beni Boynuzlu Maral Ana! Bağışla!.Ben ısrar ettim: Bak söylüyorum, vuramazsan sen de o marallarla kaç git.Çünkü hiç eve gelmemen daha iyi olur o zaman.
        Çocuk dedesinin üzerine eğildi, omuzundan tutarak sarstı:       
        Dede, kalk eve gidelim, haydi kalk, gidelim! dedi.
        İhtiyar adam cevap vermedi. Sanki çocuğun sesini duymamıştı. Hem cevap vermeye kalksa ne söyleyebilirdi?
        Çocuk yalvarıyordu:
        -Kalksana dede, haydi kalk eve gidelim!
        Çocuk, dedesinin burada toza-toprağa uzanarak yatışının asıl sebebini biliyor muydu? Torununa Boynuzlu Maral Ana'nın kutsallığını anlatmıştı. Onu buna inandırmıştı.
        Sonra da bütün anlattıklarına, telkinlerine kendisi ihanet etmişti. Hem de bunu talihsiz kızı ve torunu için yapmıştı. İşte bunun için, rezil olduğu için ölü gibi yatıyordu burada. Bunun için cevap veremiyordu.
        -Dede, bari başını kaldır, diye yalvarıyordu çocuk.
        Rengi iyice kaçmış, hareketleri zayıflamış, elleri dudakları titriyordu:
        -Dede, benim ben! Duyuyor musun? Çok fenayım, başım ağrıyor, çok ağrıyor..
diye ağlıyordu.
        İhtiyar inledi, kımıldadı ama kalkamadı.
        Çocuk gözyaşlarını sel gibi akıtarak dedesini sarsıyordu:
        -Dede, Kulubeg gelecek mi? Söyle gelecek mi?
        Çocuk, zorlanarak da olsa dedesini yüzüstü çevirdi. Onun toza belenmiş yüzünü, seyrek yapışık sakalını görünce irkildi. Biraz önce Orozkul'un baltasıyla parçalanan Boynuzlu Maral Ana'nın başı canlandı gözünde ve korkudan kenara sıçradı. Biraz uzakta durup:


        -Balık olacağım ben, duyuyor musun dede, balık olacağım ve yüzüp gideceğim buralardan. Kulubeg gelirse ona benim balık olduğumu söyle. Dede cevap vermedi.
        Çocuk güçlükle yoluna devam etti, çaya gitti ve hemen suya girdi. Acele ediyor, ayağı kayıyor, düşüyor ama hemen kalkıyor, suyun sığ yerinde titreye titreye koşmaya devam ediyordu. Çayın hızlı akışlı derin yerine geldi ve akıntı alıp götürdü onu. Burgaçlarda çırpınıyor, yüzüyor, nefesi kesiliyordu. Gittikçe daha çok üşüyordu...
        Çocuğun balık olup çay boyunca yüzüp gittiğini henüz kimse bilmiyordu.
        Sen artık bu şarkıyı duyamazsın. Su boyunca yüzüp gittin çocuğum. Kendi efsaneni de alıp götürdün. Yüzüp gittin. Kulubeg'in gelmesini beklemedin. Yazık, çok yazık! Beklemedin Kulubeg'i. Niye koşup yola çıkmadın? Yola çıkıp koşsaydın mutlaka görecektin onu. Daha uzaktan görür görmez tanırdın onun kamyonunu. Elini kaldırınca o hemen dururdu.
        -Nereye gidiyorsun? derdi Kulubeg.
        -Senin yanına, diye cevap verirdin.
        Seni hemen şoför kabinine alır, yanına oturturdu. Beraber giderdiniz. Sen ve Kulubeg. Önünüzde hiç kimsenin görmediği Boynuzlu Maral Ana koşardı. Ama sen görürdün onu...
        Ama sen yüzüp gittin. Hiçbir zaman balık olamayacağını biliyor muydun? Isık-Göl'e kadar yüzemeyeceğini, beyaz gemini göremeyeceğini ve ona Selam Beyaz Gemi, ben geldim, ben! Diyemeyeceğini biliyor muydun? Çay boyunca yüzüp gitin çocuğum.
        Şimdi ben sana yalnız şunu söyleyebilirim: Çocuk kalbinin, çocuk ruhunun bağdaşamadığı her şeyi reddettin. İşte beni teselli eden de budur. Bir şimşek gibi yaşadın sen. Bir defa çaktın ve söndün. Şimşeği çaktıran göktür. Ve gök ebedidir. İşte budur beni teselli eden. Bir başka tesllim daha var: İnsandaki çocuk vicdanı, tohumdaki öz gibidir. Ve o öz olmadan tohum filizlenmez, gelişmez. Yeryüzünde bizi neler beklerse beklesin, insanoğlu doğdukça ve öldükçe, insanoğlu yaşadıkça, hak ve doğruluk denen şey de var olacaktır...
        Sana, senin sözlerini tekrarlayarak veda ediyorum:
        Merhaba Beyaz Gemi, ben geldim.

    Roman, yazarın daha önceki eserlerinde rastlanmayan bir konuyu, insanların inanç ve inanma ihtiyacını merkez almaktadır. Bu merkez konu etrafında üç nesli temsil eden insanlar vardır. Bunlardan Mümin dede, yaşlı ve pasif, zayıf, güçsüz ve tepkisiz, çaresiz yaşlı neslin temsilcisidir. Yine aynı nesle mensup olan nine ise etrafına karşı hırçın davranışları, isimsiz küçük çocuğa kötü davranan birisidir. Ara neslin temsilcileri, Mümin dedenin damadı Orozkul, karısı Bekey ve diğer orman işçileridir. Genç veya küçük nesli ise ismi bile konulmamış sekiz yaşlarında ve okula yeni başlayan küçük çocuk temsil eder. Yazar kahramanlarını bu şekilde tasnif ederken nesillerin hayatı algılayış biçimini ve hayat felsefesini ortaya koymaya çalışmıştır.
İnsanlar zor hayat şartlarına rağmen yaşanan iyiliğe kalplerini açar. Adsız Oğlan da böyle hisseder, alır dürbünü gözlerinin önüne, Isık Göl’de yüzen beyaz gemi’yi izlemeye koyulur. Romanın sonunda küçük çocuğun kötü ölümü ile kötülüğün galip gelmediğini aksine iyiliğin; ölümsüzleştiğini belirtmiştir. Bu konu hala tartışmalara açıktır. Fakat gözlerden kaçan ve üzerinde pek fazla durulmayan konu yazarın eserini okuyucunun hayal gücüne bırakarak bitirmesidir. Tipki post-modern romanlarda oldugu gibi!.. Yillar sonra Pekin'e yaptığı bir gezi sırasında kendisini birisinin aradığını ve Beyaz Gemi'deki isimsiz çocuk olduğunu söylediğini anlatır Cengiz Aytmatov. Bu küçücük hikâyecik, isimsiz çocuğun hafızalarda yer ettiğini, herkesin kendisinden bir şeyler katarak onu besledigini gösterir. Şüphesiz ki bu da yazarın kalem gücünü ortaya koymaktadır. Kitabın ana fikri “kötülüğe kötülükle değil, iyilikle karşılık vermeliyiz” düşüncesidir. Mümin Orozkul’un her türlü kötülüğüne karşı iyi davranmaya devam ediyor. Aslında bu, bizim manevi değerlerimizle de uyuşmaktadır. Çocuk iyiliği ve saflığı temsil eder. Romanın başkahramanıdır. Kötülüğe (Orozkul) karşı sadece dayanmakla yetinebilmiştir. Çünkü o bir çocuktur. Sonuçta ölüme doğru yol almıştır. Bu kötülüğe yenildiği anlamına gelmez.
Yazar “Beyar Gemi'de çocuğun ölümünü anlatırken, hiçbir zaman kötülüğün iyiliğe ağır basmasına uğraşmıyorum. Amacım, hayatın köklerini sağlamlaştırmaktır. Bu, kötülüğün en kabul olunmaz biçimiyle reddi oluyor ve kahramanım ölüyor. Bunda başarılı olup olmadığımı bilemem. Ancak şunu iyi biliyorum, zafer hiçbir zaman Orozkul'un değildir. Kötülüğün iyiliği yenmesi burada bile göstermeliktir. Evet, çocuk ölüyor, ama ahlak üstünlüğü yine onda kalıyor. Ben, hikâyenin yazarı olarak bunda direniyorum”  diyor.

Barbaros Hayrettin Paşa'nın Hatıraları, Barbaros Hayrettin

16'ncı asır Osmanlı tarihinin önemli kaynaklarından biri olan bu kitap Barbaros Hayrettin Paşa ve kardeşi Oruç Reis’in Midilli adasından çıkıp Cezayir’i nasıl fethettiklerini, denizde ve karada ne çeşit savaşlar yaptıklarını anlatmaktadır.
    Barbaros Hayrettin Paşa, 1473 tarihinde Midilli Adasında doğmuştur. Babası Midilli’ye yerleşmiş olan Türk sipahilerinden Eceova’lı Yakup Bey’dir. Yakup Beyin İshak, Oruç, Hızır ve İlyas adında dört oğlu dünyaya gelmiştir. İshak ile Oruç büyükleri, Hızır ile İlyas da küçükleridir.
    Yakup Bey’in oğulları denizlere açılıp ticaret yapmaya başlarlar. Üç kardeş ticaret maksadıyla denize açılırlar. İshak ise baba yurdunu beklemektedir. Oruç ile İlyas, Şam Trablusu’na gitmek üzere Midilli’den ayrılırlar fakat Rodos Adasının önünden geçerken Rodos gemilerine rastlarlar.  Korsanlarla çetin bir mücadele başlar. İlyas şehit düşer. Oruç da esir edilerek Rodos zindanına hapsedilir. Oruç kısa bir zaman da korsanların elinden kurtulur.
    Hızır Reis ve ağabeyi Oruç Reis, Akdeniz kıyılarına akınlar düzenlerler ve ganimetler elde ederler. Cebre Adası’nı üs olarak kullanan Hızır Reis ve ağabeyi Oruç Reis’in ünü bütün Akdeniz’e yayılır. İki kardeş Tunus Sultanı Muhammed ile anlaşarak Tunus’taki Halku’l-Vad  limanını kullanmaya başlarlar. Hızır ve Oruç, ele geçirdiği ganimetin beşte birini Tunus sultanına verip, kalan malları Tunus pazarında satarlar.
    İki kardeş İspanyol’lara büyük zararlar verdirirler ve birçok Müslüman esiri kurtarırlar.
    Hızır ve Oruç Reis, ele geçirdikleri yüklü bir gemiyi armağan olarak Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim'e gönderirler. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim de onlara verdiği desteğin bir ifadesi olarak armağanlar yollar. Oruç ve Hızır Reis, ağabeyleri İshak'ın da kendilerine katılmasından sonra korsanlıkla yetinmeyip Kuzey Afrika'da toprak edinmeye başlarlar. İspanyollara karşı savaşırlar ve Tenes, Tlemsen ve Oran kentlerini ele geçirerek Cezayir'i denetimlerine alırlar. İspanyollar ertesi yıl Cezayir’i geri almak için Araplarla birleşerek saldırıya geçerler. Bu savaşta İshak ve Oruç öldürülür. Yavuz Sultan Selim, Hızır Reis’i Cezayir beylerbeyliğine atayarak koruması altına alır.
    Barbaros Hayrettin Paşa, İspanyollara karşı hazırlıklarını tamamlayarak onları yenilgiye uğratır, Cezayir’deki hareketlenmeleri bastırır ve sorunları giderir.
    İspanya Kralı, en büyük amiralini ve üstün filosunu baskın için gönderir ancak yapılan muharebede İspanyol filosu imha edilir. Bu duruma hiddetlenen İspanya Kralı, Cenevizli amiral Andrea Doria’yı 30 kadırga ile Barbaros Hayrettin Paşa’yı esir almak için yola çıkarır. Yapılan muharebede düşmanın artçı filosu ele geçirilir.
    21’inci İspanya seferine emir komuta eden  Barbaros Hayrettin Paşa, her seferde binlerce Müslüman erkek, kadın ve çocuğunu Kuzey Afrika’ya getirmiştir.
    Kanuni Sultan Süleyman, İspanya Kralı üzerine bir sefer planlamaktadır ve Barbaros Hayrettin Paşa’yı İstanbul’a çağırır. Barbaros Hayrettin Paşa, yolda karşılaştığı ve ele geçirdiği 18 parçalık İspanyol filosu ile İstanbul’a varır. Kanuni Sultan Süleyman, Barbaros Hayrettin Paşa’yı Kaptan-ı derya yapar.
    Kaptan-ı derya olarak çıktığı ilk seferde Sicilya’dan sonra Sardunya’ya, oradan da Cezayir’e ve Tunus’a gider.Tunus’ta İspanya Kralı’nın 30.000 askeri ve 500 gemisine karşı girişilen muharebe sonucunda Cezayir’e çekilir ve oradan da İstanbul’a döner.
    Ertesi yıl daha güçlü bir donanma ile yeniden Akdenize açılır. İtalya kıyılarını vurur ve Ege Denizi’ndeki Venedik adalarını Osmanlı topraklarına katar.Osmanlının Akdeniz’deki denetimi artması üzerine, Papalık, Venedik, Ceneviz, Malta, İspanya ve Portekiz gemilerinden oluşan bir Haçlı donanması kurulur ve başına Andrea Doria getirilir. Preveze kalesinin yer aldığı Arta Körfezi’nde bulunan Barbaros Hayrettin Paşa, düşmanın 600 gemisi ve 60.000 askeri olan donanmasına karşı 122 gemi ve 20.000 asker ile  28 Eylül 1538 Cumartesi günü Preveze’de büyük bir zafer kazanır.
    Düşmanın birçok bakımdan üstünlüğüne karşılık en mühim üstünlüklerimiz, tüm kadırgalara hakimiyet, aynı dil, birlik ve beraberlik, daha uzun menzilli toplar, leventlerin hafif giyimli ve silahlarının hafif olmasıdır.
    Yapılan çetin muharebelerde düşman haçlı donanmasının yarısı imha edilmiş ve diğer yarısına da zayiat verdirilmiştir. Ertesi yıl Venedik üzerine sefer yapılmış ve Venedik boyun eğmek zorunda kalmıştır.
    İspanya Kralı Karlos, 516 teknesi ve 36.230 askerinden oluşan donanma ile 20 Ekim 1541’de Cezayir’e çıkmıştır. Barbaros Hayrettin Paşa’nın oğlu Hasan Bey’in ise 600 Türk leventi ve 2.000 Arap gönüllü atlısı vardı. Hasan Bey’in yaptığı gece harekatı baskını ile 20.000 düşman askeri ya fırtınada boğulur, ya leventlerin kılıcı altında can verir veya esir düşer. Hasan Bey’e bu zaferden sonra “Gazi” ünvanı verilir. Yapılan muharebede Hasan Bey’in rütbesi sancakbeyi yani tümamiraldir. Bir sancakbeyinin, Avrupa’nın asırlardan beri görmediği en büyük hükümdarı perişan etmesi bütün tarihte çok tesadüf edilen vak’alardan değildir. Kanuni Sultan Süleyman, Hasan Bey’e Beylerbeyilik ve paşalık payesi verir.
    Diğer taraftan İspanya Kralı’nın aylarca kiliseden çıkmadığı ve hatta kederinden öldüğü söylenir.
    Barbaros Hayrettin Paşa, hatıralarına böylece son verir. Barbaros Hayrettin Paşa bundan sonra 1543-44 Fransa seferine çıkmıştır ki, hatıralarında bu konu yoktur. 4 Temmuz 1546’da 74 yaşlarında İstanbul’da ölmüştür.

Ayaşlı İle Kiracıları, Mehmduh Şevket Esendal

Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan kentleşme ile sosyal yapıda meydana gelen ahlaki bozulma, pansiyon olarak kullanılan bir apartman dairesinde yaşayan insanları konu alarak bir roman şeklinde gözler önüne serilmiştir.
    Cumhuriyet’in ilk yıllarının Ankara’sında, bir köy beyinin oğlu olan ve eşkıyalıktan otelciliğe kadar her işi yapmış olan Ayaşlı İbrahim Efendi (Ayaşlı), dokuz odalı bir apartman dairesini devletten kiralar. Ayaşlı, Ankara’ya görevleri gereği gelen memurlara, işadamlarına, davalarını takip etmek isteyenlere ve rahat bir yaşam sürmek için bu şehri bir tür kazanç kapısı sayan insanlara bu apartman katını oda oda kiraya vermektedir. Dolayısıyla, bu apartman katında kadın, erkek, genç, yaşlı, evli, bekâr birçok toplumsal kesim ve yerden insanlar yaşamaktadır. Pansiyon olarak nitelendirilebilecek bu mekânda, Ayaşlı’nın yanı sıra eski bir çiftlik sahibi olan yaşlı Hasan Bey, eski konsoloslardan Şefik Bey, kendini fabrikatör olarak tanıtan İskender, bir devlet dairesinde memur olarak çalışan Hâki ile kumarbaz eşi Turan, tüccar Abdülkerim ile karısı İffet Hanım, Ayaşlı’nın üvey kızı Faika ile kocası şoför Fuat, davasını takip etmeye gelen Hüseyin Bey, Ayaşlı’nın oğlu ve harita fotoğrafçısı Kasım Arif gibi kişiler bir araya gelir.
    Görevi dolayısıyla Ankara’ya gelen bir banka memuru(Yazar), başka bir yere tayin edilen arkadaşının kaldığı odayı Ayaşlı’dan kiralar. Bu memur, burada yaşadıkları ile tanık olduklarını anlatırken okuyucuya adını vermemektedir. Yazar, apartmana taşındığında ilk olarak hizmetçi Halide’yle tanışır. Yazar’a eşyalarını düzenlemesinde yardımcı olan Halide, genel olarak kendi çalışma koşullarından ve tanıdığı insanlardan söz eder. Ertesi günün sabahında Yazar, ortak kullanılan mutfakta, pansiyonda yaşayan Faika, kocası Fuat ve kaynanasıyla karşılaşır. Sohbet havasında geçen konuşmaların arasında Yazar, hizmetçi Halide’den odaların birinde yaşayan Hasan Bey’in kendisini görmek istediğini öğrenir. Önce kim olduğunu çıkaramayan Yazar, Halide’nin betimlemeleri sonucunda bu kişinin hemşerisi Hasan Bey olduğunu anlar. Bir gün sonra bir araya gelen Yazar ile Hasan Bey bir tanıdıkla karşılaşmanın sevincini yaşar ve geçmiş günlerden konuşmaya başlarlar. Hasan Bey, mübadeleden sonra kendisine Samsun’da yer verildiğini, ancak bu yerin sonradan Ayvalık olarak değiştirildiğini, bunun da henüz kesinleşmediğini söyler. Bu arada, kızı Selime’yi evlendirdikleri adamın ummadıkları kadar “sarhoş çıktığını” ve bu yüzden üç hafta sonra kızlarını boşadıklarını ve şimdi kızının Ayvalık’ta yaşlı bir kadınla oturduğunu anlatır. Selime’nin nişanlılık dönemini yakından bilen Yazar, o günlerde Hasan Bey’i uyarmış, ancak Hasan Bey kendisini dikkate almamıştır.
    Bir sabah baygın olarak yerde bulunan hizmetçi Halide’nin bir kış boyunca kendisine bakan, Maliye’de çalışan Rasim’den hamile kaldığı anlaşılır. Yazar’ın arkadaşı olan Doktor Fahri’nin muayenesinde ortaya çıkan bu durum, Halide’nin kürtaj olmak istemesine yol açar. Fakat Yazar ile arkadaşı, Halide’nin bebeği doğurması için ısrar eder.
    Bir gün işten dönen Yazar, Halide’nin Şefik Bey’i dövmeye kalktığını öğrenir.
    Daha önce Halide’ye çamaşırlarını yıkatan Şefik Bey, iki gömleğinin parçalandığını ve bir çorabının kaybolduğunu söylemektedir. Bu anlaşmazlığın üstüne, Şefik Bey, gelen misafirlerini daha iyi ağırlamak için Halide’den bir masa örtüsü istemiştir. Halide de, üst katta oturan Yahudi bir kadının hizmetçisinden bir örtü almış, ancak örtü yanmış ve üzerine şarap dökülmüş bir hâlde sahibine geri verilmiştir. Aynı gün içinde Halide, Yahudi kadının hizmetçisini işten atmaya kalkıştığını öğrenir ve Şefik Bey’e koşar. Şefik Bey, bu duruma aldırmaz ve yanan örtünün parasını vermek istemez. Bunun üzerine Halide, Şefik Bey’i dövmeye kalkar. Pansiyondakiler, Şefik Bey’i Halide’nin elinden zor kurtarır. Akşam işten dönen Yazar, bu durumu öğrenince yanan örtünün parasını verir.
    Apartmanın sekiz numaralı odasında tüccar Abdülkerim ile karısı İffet oturmaktadır. Bu çiftin bir de küçük çocukları vardır. İffet, Faika ile kaynanasının yol göstermesiyle kılık-kıyafetine, yaşayışına gün geçtikçe daha çok özen göstermeye başlar. Ancak, Turhan Mukimüddin adındaki çocukları, gittikçe baş edilmez, huzursuz ve yaramaz olur. Pansiyonda yaşayan diğer kişiler de, bu çocuğun gece yarılarına kadar devam eden ağlamalarına alışmaya çalışmaktadırlar.
    Kısa bir süre sonra, altı numaralı odaya İskender adında bir fabrikatör taşınır.
    İskender, buraya yerleşince, herkesin gönlünü alacak bir şeyler yapmaya başlar. Kimine hediyeler alır, kimine iş bulacağına dair sözler verir, kimine de siyasetle ilgili Rusça gazeteler okur. Diğer odalarda yaşayanlar, İskender sayesinde apartmanın sekiz numaralı odasında kalan, adları Hâki ve Turan olan karıkoca ile tanışır. Memur olan Hâki ile kumarı meslek hâline getirmiş genç ve güzel karısı Turan yüzünden, diğer odalarda yaşayanların hayatlarında önemli değişimler meydana gelir. Her gece kumar ve tavla partileri düzenlenmeye, içki içilmeye, kadın-erkek ilişkilerinin niteliği değişmeye, insanların birbirlerine olan güvenleri kırılmaya, haksızlık, fırsatçılık, rekabet gibi ilişkiler ortaya çıkmaya başlar. Yaşamları değişen insanlar arasında en son Yazar, o da Ayaşlı’nın üvey kızı Faika’nın ısrarı üzerine, Turan’la tanışır. Tanıştıkları ilk anda Turan’dan ürken Yazar, bir süre sonra kadının cazibesine kapılır ve cinsel ilişki yaşamaya başlarlar.
    Halide, sonunda Yazar’ın ve doktor arkadaşı Fahri’nin dayatmalarıyla çocuğunu doğurmaya karar verir ve pansiyondan ayrılır. Yerine Raife adında dedikoducu bir hizmetçi kadın gelir. Bu kadın, önce kızını, sonra akraba ve komşularını iş istemek için Yazar’a göndermeye başlar. Yazar, bu insanlara bu tür ayrıcalıklar göstermeyeceğini anlatır ve Raife’ye çıkışır.
    Bu arada, pansiyonda yüksek kumar partileri düzenlenmeye başlar ve bir gece yaşadığı olaydan sonra Yazar, pansiyonda kalmaktan ne kadar bıktığını dile getirir. Söz konusu gecede, pansiyondaki herkes Turan’ın odasında toplanmıştır. Gecenin bir saatinde hatırlı iki kişi kapıyı vurmadan odaya girer. Bu kişilerin gelmesiyle, erkeklerin çoğu odayı terk eder. Odayı terk eden bu erkeklerin arasında Yazar da vardır. Ancak, Yazar, bu insanların pansiyona yalnızca kumar oynamak için gelmediklerini anlar ve hem kendi hem de diğer erkeklerin tutumuna canı sıkılır. Ayrıca, Yazar, elini kolunu sallayan herkesin apartmana rahatça girip çıkmasına kızgınlık duyar ve dış kapının kapalı olup olmadığını sonraki günlerde kontrol etmeye başlar.
    Yazar, işi gereği iki aylığına şehir dışına çıkmak zorunda kalır. Döndüğünde hizmetçi Raife’nin gittiğini ve yerine Ziynet adında genç bir kadının geldiğini görür. Bu kadından, Ayaşlı’nın ayrı yaşadığı karısının bir randevu evi işletmekte olduğunu öğrenir ve bu duruma büyük bir tepki gösterir. Ayrıca, sekiz numaralı odada yaşayan tüccar Abdülkerim’in karısı İffet’in de, Cevat’tan kaptığı hastalık yüzünden hastaneye kaldırıldığını öğrenir.
    Bir gün Turan’ın arkadaşı olan Süsen ile onun kadınlar gibi süse düşkün ressam yeğeni Berin, tanıdıkları olan Cavide’ye bankada boşalacak yer için iş istemeye gelirler. Böylelikle, Yazar’ın yaşamına Cavide adında genç bir kadın girer. Ancak, Cavide iş istememektedir; çünkü, işe girerse istediği gibi bir kocanın kendisini almayacağını düşünmektedir. Böylece, Yazar’a iki günde bir gelen Cavide, onunla sohbetlere başlar. Yazar, Cavide’nin kendisini iyi bir koca olarak düşündüğünü hisseder; yine de, odada Cavide’nin yanına bir kez bile oturmaz. Bu mesafeli ilişki, insanların onlar hakkında dedikodu yapmasını engellemez ve bunu farklı yerlerden gelen haberlerle öğrenen Yazar, bir arkadaşının aracılığıyla Cavide’ye İstanbul’daki bir elişi atölyesinde iş bulur. Böylece, Yazar, hakkında çıkan dedikodulardan kurtulur. Fakat, bir yandan da Cavide’nin bu işe çok sevinmesine ve kendisini bu kadar kolay bırakmasına içerler.
    Bir süre sonra, Hasan Bey’e inme iner ve hastaneye kaldırılır. Hasan Bey’in Ayvalık’ta yaşayan kızı Selime’ye haber verilir. Bu şekilde Selime ile tanışan Yazar, genç kadından etkilenir, ancak ona âşık olduğunu, Hasan Bey’in ölümünden sonra Selime, Ayvalık’a döndüğünde anlar. Selime’nin gitmesi, Yazar’ı hem anlamsız bir biçimde kızdırır, hem de Hasan Bey’in vasiyeti gereği Selime’ye karşı sorumluluğunu yerine getiremediğine üzülür. Yazar, Selime’ye kalması için ısrar etmiş, fakat Selime, Yazar’ın bir başka kadınla evlenmek üzere olduğunu düşündüğünden Ayvalık’a geri dönmek istemiştir. Selime’nin, Yazar’ın evleneceği konusundaki düşüncesi, Yazar ile Fahri arasında geçen bir konuşmadan kaynaklanır. Bu olaylar gelişirken Turan pansiyondan ayrılır ve kendisine bir ev tutarak kumar partilerine orada devam eder.
    Ayaşlı, Turan’ın başka bir yerde çokça para kazanmasını kıskanmakta, bu yüzden İffet’in odasında kumar partileri düzenlemektedir. Ancak, İffet’in, Turan’ın odasına gelen Cevat’tan cinsel yolla bulaşan bir hastalık kapması, bu kumar partilerinin Ayaşlı’nın istediği gibi yürümemesine neden olur. Ayrıca Faika, metresiyle yaşamayı seçen ve arada para almaya pansiyona gelen kocası Fuat’la sık sık kavga etmektedir.
    Bir gece odasına dönmeyen Şefik Bey, Ayaşlı’nın meraklanmasına neden olur.
    Daha sonra, kafası gövdesinden ayrılmış bir biçimde bulunan bir cesedi gören Yazar, cesedin parmaklarındaki tütün lekelerinden bu kişinin Şefik Bey olduğunu teşhis eder.
    Yazar’ın yakın arkadaşı olan Doktor Fahri, Yazar’ın da büyük desteğiyle banka müdürünün yeğeni olan Melek’le evlenmeye karar verir ve Yazar, kızı istemeye Müdür’ün yanına gider; o akşam Fahri ile Melek için bir kutlama yapılır. Bu arada, Yazar, Selime’nin yaşadığı yerde çalışan bir meslektaşına bir mektup yazar ve durumunun nasıl olduğunu öğrenmeye çalışır. Bunun üzerine Selime, Yazar’a bir telgraf çeker ve yanına gelip gelemeyeceğini sorar. Yazar, meslektaşına yazdığı mektubun Selime tarafından okunduğunu anlar ve hemen gelmesini söyler. Selime, Ankara’ya geldikten bir süre sonra Yazar’la evlenir. Pansiyonda yaşayanlar ise, dört bir yana dağılır: Uyuşturucu kaçakçılığına adı karışan İskender hapse girer, Abdülkerim, karısı ve çocuğunu bırakarak yeni yapılmış bir apartmanda kendine ev tutar, karısı İffet hastaneye kaldırılır, Ayaşlı, Faika’yı da yanına alarak bir eve taşınır ve bu apartman katını devletten yeniden kiralamaktan vazgeçer. Yazar, balayına gitmeden önce eşyalarını almak için son kez apartmana uğrar; hüzünle karışık bir duyguyla odaları tek tek gezer.

Askerin Oğlu, Cengiz Aytmatov

Askerin Oğlu, Cengiz Aytmatov, Savaş nedeniyle ölen babasını hiç görmeyen beş yaşında Avalbek isimli çocuğu anlatmaktadır.      
Yazar hikayesinde koyun kırpma zamanı koyunların kırpıldığı bir ağılda, makasçı yardımcısı olarak çalışan, Ceyengül isimli kadının beş yaşındaki oğlu Tavalbek’i anlatıyor.  Kocasını bir savaşta kaybettiği ve oğluna bakacak kimsesi olmadığı için buraya Ceyengül, Tavalbek ile birlikte gelmişti. Tavelbek akşama kadar bu ağılda makasçılar, çobanlar, çoban köpekleri arasında ağzı yüzü kir içinde  koşturuyordu.
Bir gün ağılda çalışılırken film makinesini getirildi. Hava kararmaya başlayınca savaş filmi gösterilmeye başlandı. Filimde silahlar patlıyor, aydınlatma fişekleri atılıyor, askerler yerlerinden ileriye fırlıyordu. Tabii bunlar annesiyle birlikte en geride yün balyalarının üzerinde oturan Tavelbek’in daha önce hiç görmediği için hoşuna gidiyordu.  Sinema makinesinin çıtırtıları arasında savaş sürüp gidiyordu. Seyircilerin yüzleri gerilmişti. Tanklar onların üzerine doğru ateş edince, annesi içini çekiyor, bazen de titreyerek oğlunun göğsüne bastırıyordu. Yanlarında oturan kadın kendi kendine şöyle mırıldanıyordu.”Aman Tanrım, şuna bakın! Aman Tanrım.”
Savaşan insanların öyle tuhaf yere düşüşleri vardı ki! Tıpkı oyun oynayan çocukların düşmesi gibi. Çocuk kendisi de düşmesini biliyordu, sanki çelme takmışlar gibi  yuvarlanıverdi. Yere düşünce acı duyardı, ama aldırmazdı. Kalkar kalkmaz gene koşmaya başlardı. Oysa filmdekiler kalkmıyordu, devrildikleri yerde koyu tümsek gibi kımıldamadan uzanıyorlardı.
Savaş sürüyor, film makinesi çatırdıyordu. Perdede topçular görünmüşlerdi şimdi de. Askerler bir tanksavar topunu hedefe yöneltmişler; yaylım ateşi, patlamalar, dumanlar arasından silahlarını ileri sürüyorlardı. İlerideki yamacı aşmaları gerekiyordu önce. Öyle de uzun, geniş bir yamaçtı ki burası; perdenin yarısını kaplıyordu. Yamaca üst üste düşen gülleler arasından beş altı asker toplarını götürmeye çalışıyordu. Onların yürüyüşlerinde, yüzlerinde insana gurur veren, acı veren, korkunç ve yüce bir olayın geçeceğini düşündüren bir şey vardı. Bu beş altı kişiyi seyrederken, insanın yüreği küt küt atıyordu. Üstleri başları dökülüyordu askerciklerin. Birisinin görünüşü pek Rus’a benzemiyordu. Annesi olmasa çocuk farkına bile varmazdı. Fakat Ceyengül:
-    Bak, oğlum bu senin baban, dedi.
          O andan sonra asker, çocuğun babası oldu. Artık bütün film onu anlatıyor, babasının çevresinde dolaşıyordu. Çiftlikte çalışan delikanlılar gibi gençti babası da. Orta boyluydu; yuvarlak bir yüzü, fıldır fıldır dönen gözleri vardı. Çamurdan, barut dumanından kararmış yüzünde ışıl ışıl parlıyordu bu gözler. Askercik kedi gibi de çevikti. İşte şimdi topun tekerine bir omzuyla dayanırken aşağıdakiler bağırdı: “ Mermileri getirin. Geride kalmayın!” yeni bir patlamayla sesi  duyulmaz oldu. Küçük Avalbek annesine:
-   Anne,  bu benim babam mı? diye sordu.
Kadın şaşırmıştı.
-    Ne diyorsun? Sus da seyret!
-    Ama babam olduğunu söyledin demin.
-    Ha, evet, baban. Ama konuşma artık, başkalarını rahatsız etme.
   Niçin babası olduğunu söylemişti? Belki de bir şey düşünmeden, dilinin ucuna geldiği için. Ama kocasını anımsayamadığı için de olabilirdi. Çocuk için bu öyle bir sevinçli bir şeydi ki; önceleri tadını tatmadığı, bilmediği bir duyguyla doldu yüreği, asker babasıyla böbürlenmeye başladı. Gerçek babası oradaydı. Çocuklar ne denli kızdırırsa kızdırsınlar, bal gibi babası vardı onun da. Onlar da, çobanlar da görsünlerdi babasını.
    Dağdan dağa dolaşan çobanlar çocuk ruhundan ne anlarlar? Oysa oğlancık onların sürülerini kırpma merkezine getirmelerine yardım eder, köpekleri dalaşırken ayırırdı. Ya çobanlar ne yaparlardı? Sorularıyla çocuğu canından bezdirirdi. Hep aynı sorular.
-    E, delikanlı, adın ne senin bakalım?
-    Avalbek.
-    Kimin oğlusun sen?
-    Toktosun’un oğluyum.
Çobanlar hangi Toktosun olduğunu anlamazlar hemen. Sorularını tekrarlarlar.
-    Toktosun mu? Hangi Toktosun bu?
Çocuk aynı yanıtı üsteler.
    -    Toktosun oğluyum.
Çünkü böyle öğretmişti Annesi.
-    Ha anladım. Desene postanedeki telefoncunun oğlusun sen!
Fakat çocuk direnmektedir.
-    Hayır, ben Toktosun’un oğluyum. Çobanlar durumu yeni kavramaya başlamışlardır.
-    Doğru, Toktosun’un oğlusun sen. Aferin sana, delikanlı! Seni denemek istedik de… Kusura bakma aslanım. Biz yaz kış dağlarda gezeriz. Mantar gibi üreyen çocukların hangi birini tanıyacağız?
Sonra kendi aralarında çocuğun babasını konuşurlardı.” Askere gittiğinde genceciktir, çoğu unutmuştur onu. Neyse ki arkasında bir oğlan bırakmış. Niceleri bekâr gittikleri için adlarını taşıyan kimse kalmamıştır geride” derlerdi onun için.
Annesi kulağına, “ bak bu senin baban,” diye fısıldadığında perdedeki asker, babası oluvermişti. Gerçekten de tıpkı babasının asker giysisiyle çektirdiği resme benziyordu. Bu resmi sonra büyütmüşler, camlı bir çerçeveye takıp asmışlardı.
Avalbek artık filmdeki askere kendi babası gözüyle bakıyor, çocuk yüreğinde, o zamana dek tadına varmadığı bir baba sevgisi dolup taşıyordu. O andan itibaren savaş çocuk için bir eğlence olmaktan çıkmıştı. Savaş ansızın ciddileşmiş; ürkütücü, korkunç bir şey olmuştu. İlk kez bir yakını için korku duyuyordu. Savaş sürüyordu. Hücuma geçen tanklar birden ilerdi görünüverdi. Tırtıllı tekerlekleriyle toprağı çiğneyerek, dönen kulelerinin toplarıyla ateş saçarak pek korkunç bir yürüyüşleri vardı tankların. Kendi askerleri var güçleriyle itiyorlardı topu ileri doğru. Çocuk yerinde duramaz olmuştu. “çabuk baba, çabuk! Tanklar geliyor!” diye bağırmaya başladı. En sonunda topu çekerek fundalıklar arkasına getirdiler, tanklara ateş açtılar. Karşılarında da tanklar ateş püskürüyorlardı. Küçük Avalbek babasının yanında, ateşin ve gümbürtünün tam ortasında düşündü bir an.  Tanklar isabet aldıkça, tırtılları sağa sola saçıldıkça sevinçten deliye dönüyordu. Kendi askerleri topun yanına devrilip düşünce o da kıpırdamadan duruyordu. Sayıları gittikçe azalıyordu askerlerin. Annesi ağlamaya başlamıştı. Sinema makinesi çatırdıyor, savaş sürüyordu. Çarpışma iyice alevlenmişti. Tanklar bir hayli sokulmuşlardı topun yanına. Topun kundağına eğilen babası, sahra telefonuyla bağıra bağıra bir şeyler söylüyordu, ama gürültüden ne söylediği belli olmuyordu. Derken topun yanında bir asker daha vuruldu. Akan kandan toprak koyulaştı. Şimdi topun başında iki kişi kalmışlardı: birisi babası, birisi de başka bir asker. Üst üste birkaç mermi dana düştü. Patlamayla birlikte alev ve duman yükseldi gökyüzüne. Yerden kalkan bir kişi vardı, o da çocuğun babasıydı. Kalkar kalkmaz gene topa doğru atıldı. Topa bir mermi sürerek hedefe çevirdi. Bu onun topu son ateşleyişiydi.  Arkasından perdeyi koyu bir duman kapladı. Babasının topu parça parça olmuştu. Ama o hala sağdı. Yerden yavaş yavaş doğrulduktan sonra, parçalanmış giysilerinden dumanlar çıkarak, tanka doğru yürüdü. El bombası tutuyordu elinde. Son gücünü topladıktan sonra :
-   Dur, geçemezsin buradan! diye bağırarak el bombasını savurdu. Nefretten, acıdan çarpılan yüzüyle perdede bir an öylece katılıp kaldı.
Annesi oğlunun elini o heyecanla nasıl sıktıysa, çocukcağız az kalsın acıdan bağırıyordu. Tam koşup babasının yanına gitmek üzereydi ki, makineli tüfeğin yağdırdığı mermilerden babası bir ağaç gövdesi gibi yere devrildi. Düştüğü yerde bir kez yuvarlandı, kalkmak için çaba sarf etti, fakat, kolları iki yanda yüzükoyun kapaklandı…
Sinema makinesi durdu, savaş da durdu. Birinci bölümün sonuydu bu. Sinema makinisti ışıkları yakarak yeniden filmi sarmaya başladı.
Ağılın içerisi aydınlanınca seyirciler gözlerini kısarak kırpıştırmaya başladılar. Filmdeki savaş dünyasından kendi gerçek dünyalarına dönüyorlardı şimdi. Aynı anda balyaların üstünde oturan çocuk, büyük bir sevinçle ayağa fırladı.
-   Çocuklar, benim babamdı o! Gördünüz mü? Öldürdükleri benim babamdı…
    Kimse böyle bir şey beklemediği için oğlanın dediğinden bir şey anlamamışlardı. Çocuk o sırada perdeye yakın oturan arkadaşlarına doğru sevinç çığlıkları atarak koşmaya başladı. Onların ne diyecekleri önemliydi onun için. Ağılın içine garip sessizlik çökmüştü. Daha önce babasını hiç görmemiş olan bu küçük adamın sevincindeki anlamsızlığı kavrayamamışlardı. Buna nasıl bir anlam vereceklerini bilemedikleri için, omuz silkerek şaşkın şaşkın bakınıyorlardı.
    Ölen askerin oğlu babasını anlatıyordu:
    - Gördünüz değil mi, babamı ?... Öldürdüler onu!
    Karşılarındaki sustukça, çocukcağız daha coşuyor, anlatıyordu. Yalnız anlamadığı bir şey vardı: ne diye onun gibi sevinmiyorlar, babasını övmüyorlardı?
Büyüklerden biri öfkeli “ cık- cık” lar çekti:
-Cık-cık! Öyle şeyler söyleme!
Bir başkası buna karşı durdu:
-söylese ne olur? Babası cephede öldü. Doğru söylüyor çocuk.
Okula giden başka bir çocuk, ilk kez gerçeği açıkladı küçük oğlanın yüzüne karşı:
- ne bağırıp duruyorsun öyle? Baban değil o senin. Artist o, artist! İstersen sinemacı amcaya sor!
Büyük çocuklar, küçük oğlanı güzel, fakat acı düşünden kendileri ayırmak istemedikleri için o işi makiniste bırakmışlardı. Oralı olmayan bu adan geçekleri olduğu gibi makinenin üstüne iyice abanmıştı.
Askerin oğlu durmadan bağırıyordu:
-Hayır, o benim babam! Babam o benim!
Yanındaki çocuk gene sataştı:
-Kimmiş senin baban? Hangisiymiş?
-El bombasıyla tankının üstüne yürüyen asker. Görmedin mi? Şöyle düştü.
Çocuk yere düştü; babasının düşüşünü göstermek için, onun gibi yuvarlandı. Tıpkı babasının yuvarlanışına benzetmişti. Kolları iki yana açılmış bir durumda, yüzükoyun yatıyordu perdenin önünde.
Seyirciler ister istemez gülmeye başladılar. Oysa çocuk ölü gibi yatıyor, hiç gülmüyordu. İçerde gene tuhaf bir sessizlik oldu. Yaşlı bir kadın, çoban oğlanın annesine çıkışmaya başladı:
- Sana ne oluyor, Ceyengül? Ne diye bakmıyordun çocuğa? Bunun üzerine Ceyengül ayağa kalktı, kederli ve sert yüzünden yaşlar süzülerek oğlunun yanına yürüdü. Küçük Avalbek’i yerden kaldırarak:
Çocuğu elinden tutarak ağıldan dışarı çıkardı. İlk kez orada, bir şeyi yitirmenin acısını duydu küçük oğlan. Babasının savaşta ölmesinden dolayı hem üzüldü, hem de büyük bir eziklik duydu. Annesine sarılmak, ağlamak, annesiyle birlikte ağlamak geldi içinden. Fakat susuyordu annesi. Yumruklarını sıkıp göz yaşlarını yutarak sustu. Bir zamanlar savaşta ölen babasının, içinde yaşamaya başladığından haberi yoktu küçük oğlanın.

Altı Şapkalı Düşünme Tekniği, Edward De Bono

Düşünme yeteneklerinden tam olarak tatmin olanlar, düşünmenin tek amacının kendi haklılıklarını kanıtlamak olduğu yanılgısına kapılan insanlardır. Düşünme yeteneği açısından kendilerinin eksiksiz olduğunu düşünen insanlar, düşünmenin yapabilecekleri konusunda sadece sınırlı görüşe sahip kimselerdir. Oysa düşünmenin temel zorluğu karışıklıktır. Bu kitapta yazarın önerdiği sistem çok basittir ve düşünen kişinin her seferinde bir tek şeyi yapmasını sağlar. Böylece kişi duygularını mantığından, yaratıcılığını bilgi birikiminden ayırabilmeyi öğrenir. Yazara göre altı düşünme şapkası bize, düşüncelerimizi bir orkestra şefi gibi yönetme olanağı sağlar. Böylece istenilen zamanda, istenilen düşünce türünün ön plana çıkması sağlanabilir.
           İnsan bazı davranışlara sahip olabilmek için o konuda rol yapar gibi davranmalıdır. Aslında şapka terimi ile anlatılmak istenen şey bilinçli düşünmeden başka bir şey değildir.
           İnsan bir şeye niyet etmeden başarılı olamaz. Önce olmak istediği şeye niyet etmeli ve o bağlamda davranmaya başlamalıdır. İnsan düşünme becerilerini geliştirmek için çeşitli teknikler kullanabilir. Bu altı şapkalı düşünme tekniği de düşünme becerisini geliştirme ile ilgilidir ve yol gösterir.
           Altı düşünme şapkası ile kast edilen rolleri oynamak, insanın vücut sıvılarına da etki ederek harekete geçirmesi ve bunun da düşünmeyi etkilemesi mümkündür. Yazara göre bu altı düşünme şapkası, şartlandırıcı bir dürtü olarak işlev görüp beyinde ki kimyasal dengeyi büyük olasılıkla değiştirebilir.
           Şimdi şapkaların ve sahip oldukları renklerin temsil ettikleri işlevlere gelelim:
           Beyaz şapka: Tarafsız ve objektiftir. Objektif olgular ve rakamlarla ilgilidir. Bilgiyi ele alırken nasıl davranmamız gerektiği konusunda bize yol gösterir. Beyaz şapka düşünmesinin anahtar kuralı hiçbir olgunun olduğundan daha farklı bir şekilde sunulmaya çalışılmamasıdır. Kişisel görüşlerin beyaz şapka altında yeri yoktur. Beyaz şapka düşünmesi önsezi, sezgi, deneyime dayalı yargı, duygu, izlenim ve kişisel görüş gibi değerli şeyleri devre dışı bırakır. Amacı sadece objektif bilgileri almaktır. Beyaz şapka düşünmesi bir disiplin ve bir yöndür. Düşünür, bilgileri sunuş şeklinde daha tarafsız ve daha objektif olmak için çaba gösterir. Birisi sizden beyaz düşünme şapkanızı takmanızı isteyebilir yada siz başkasından onu takmasını isteyebilirsiniz. Beyaz şapkayı takmaya yada çıkarmaya kendi başınıza karar verebilirsiniz. Beyaz, renksizlik; tarafsızlık demektir.
           Kırmızı şapka: Öfke , tutku ve duyguyu çağrıştırır. Kırmızı şapka duygusal bir bakış açısı verir. Kırmızı şapka düşünmesi duygularla, sezgilerle ve düşünmenin akılcı olmayan yönleri ile ilgilidir. Duygular, önseziler ve seziler güçlü ve gerçektirler. Kırmızı şapka bunların varlığını ortaya koyar. Kişisel çıkarlar duygular içinde önemli bir yer tutar. Kırmızı şapka bize duyguların ortaya konulmasını isteme ve onları düşüncenin bir parçası olarak ifade etme izni verir. Kırmızı şapka düşünmesi düşünüre, duygularım budur deme olanağı sağlar. Duyguları düşünmenin bir parçası olarak meşrulaştırır. Aynı şekilde kırmızı şapka başkalarının duygularını araştırma olanağı da sağlar.
           Siyah şapka: Siyah karamsar ve olumsuzdur. Siyah şapka kötümserdir, bir şeyin niçin yapılamayacağını görür. Siyah şapka düşünmesi daima mantıklıdır. Siyah şapka olumsuzdur ama duygusal değildir. Adil olması da beklenemez siyah şapkanın. Siyah şapka mantıklı olumsuzluğa odaklanır. Asla bir fikir tartışması da değildir. Olguların doğruluğu ve konu ile ilgili olup olmadığı beyaz şapka düşünmesi altında ortaya çıkar, ancak doğrulukları siyah şapka altında sorgulanır. Rakamlara ve raporlara karşı çıkmak, siyah şapka düşünmesinin en basit uygulamalarından birisidir. Siyah şapka düşünmesi, ileride ortaya çıkabilecek risklere, tehlikelere, eksikliklere ve potansiyel sorunlara dikkat çeker. Olumlu değerlendirmeler de sarı şapkanın alanına girdiği için yeni fikirlerin ortaya konduğu ortamda sarı şapka daima siyah şapkadan önce takılmalıdır.
           Sarı şapka: Sarı, güneş gibi aydınlık ve olumludur. Sarı şapka iyimserdir, umutla ve olumlu düşünme ile ilgilidir. Kişisel çıkarlar olumlu düşünmenin en güçlü temelidir. Sarı şapka düşünmesi düşünürün kullanmaya karar verdiği bir araçtır. Olumlu görüş, bir fikrin faydalı yönlerini bulmanın sonucu değil, bu faydaları bulmanın yoludur. İyimserlik konusunda anahtar nokta iyimserliği izleyen uygulamaya bakmaktır. Aşırı iyimserlik genellikle başarısızlığa neden olur. Ama her zaman da böyle düşünmemek gerekir. Unutulmamalıdır ki başarılı olanlar, sonuçta başarılı olmayı bekleyenlerdir. Sarı şapka düşünmesinde araştırma ve olumlu spekülasyonlara ağırlık verilir. Bu düşünme biçiminde öne sürülen bir fikrin olası yararları bulunmaya çalışılır. Daha sonra bu yararları destekleyecek gerekçeler bulma yoluna gidilir. Öne sürülen fikre sarı şapka düşünmesi altında mantıksal destek sağlanamazsa başka hiçbir yerde sağlanamaz. Yapıcı ve yaratıcı fikirler sarı şapka düşünmesinin alanına girer. Bir teklif sarı şapka düşünmesi altında değiştirilir, geliştirilir ve güçlendirilir. Bir bakıma siyah şapka düşünmesiyle ortaya çıkarılan hataların düzeltilme alanıdır sarı şapka. Sarı şapka düşünmesi yapıcı ve üreticidir. Sarı şapka düşünmesi tümüyle olumlu coşkuya yer veren kırmızı şapka veya doğrudan yeni fikirler üretilmesine yarayan yeşil şapka ile ilgilenmez.
           Yeşil şapka: Yeşil, çimen, bitki, bereket ve verimli büyüme demektir. Yeşil şapka yaratıcılık ve yeni fikirlerle ilgilidir. Yeşil düşünme şapkası değişim yönünde bilinçli ve yoğun çaba harcamak demektir. Yaratıcılık, olumlu ve iyimser olmaktan daha fazla şeyler içerir. Yeşil şapka düşünmesi, yeni fikirler, yeni yaklaşımlar ve alternatifler talep eder. Düşünme faaliyetlerimizin büyük bir kısmında yargıya varma son derece önemlidir. Yargıya varmadan hiçbir şey yapamayız. Yeşil şapka düşünmesinde yargı terimi yerini hareket terimiyle değiştirmek zorundadır. Yeşil şapka düşüncesiyle bir kişi çılgınca fikirler üretebilir. Birisi hoşunuza gitmeyen bir öneri getirdiğinde siyah şapka takarak o fikri reddetmek yerine, yeşil şapka giyilip o fikir bir kışkırtma olarak ele alınıp, bu tarzda düşünme faaliyeti yapılabilir. Alternatifler aramak yeşil şapka düşünmesinin temel yönüdür.
           Mavi şapka: Mavi serinkanlılığı temsil eder ve aynı zamanda her şeyin üstündeki göğün rengidir. Mavi şapka düşünme sürecinin düzenlenmesi ve kontrolü ile uğraşır. Ayrıca diğer şapkaların da kullanımı ile ilgilidir. Orkestra şefi orkestra için ne yapıyorsa, mavi şapka da düşünme için aynısını yapar. Mavi şapka insanların düşünme faaliyetlerinin programlayıcısıdır. Aynı zamanda mavi şapkayı takarak düşünme adımlarımızın kareografisini de yapabiliriz. Mavi şapka, sadece diğer şapkaların kullanımını düzenlemekle sınırlı olmayıp, önceliklerin değerlendirilmesi yada sınırlamaların ortaya konması gibi düşünmenin diğer yönlerini düzenlemekte de kullanılabilir. Mavi şapkanın işlevlerinden biri de belirli bir konuda düşünmek için bir program tasarlamaktır. Mavi şapka düşünmesi oyunun kurallara uyulmasını sağlar. Mavi şapkanın bu disiplin yönü toplantı başkanının veya bu görev için belirlenmiş kişinin rolü alanına girebilir, ancak yine de herkes konuyla ilgili fikirlerini söylemekte serbesttir. Mavi şapka kontrolün  en önemli görevlerinden birisi de tartışmaları bitirmektir.  
           Ayrıca bu şapka renklerini, üç çift olarak ta düşünebiliriz. Beyaz ve kırmızı; siyah ve sarı; yeşil ve mavi.
           Altı düşünme şapkası kavramının iki ana amacı vardır. İlk amacı, düşünürün her seferinde sadece bir şeyle uğraşmasını sağlayarak düşünme faaliyetini sadeleştirmektir. İkinci ana amacı, gerekli düşünme biçimlerine istenildiği anda geçiş yapmayı sağlamaktır.
           Altı şapka kavramı, ancak insanlar arasında bir tür ortak dil haline geldiğinde verimli olabilir.